Sa‘dî Şîrâzî’nin Arapça Şiirleri ve Bağdat Mersiyesi

Özet: Bu makalede, Fars edebiyatının ünlü simalarından Şeyh Sa‘dî Şîrâzî’nin hayatı, edebî kişiliği, toplumsal hayatla ilgili görüşlerine kısaca değinildikten sonra gazel, vaaz, övgü, yaşlılık, medih, gibi konulara dair söylemiş olduğu Arapça şiirlerinin önemi vurgulanmış ve örnekler verilmiştir. Özellikle Hülâgu’nun 1258 de Bağdat’ı istila edilip halife Mu‘tasım Billâh’ın öldürüşünün ardından takip eden katliam ve yağmala olaylarını acı ve ıstıraplı bir şekilde dile getirmiş olduğu ve 92 beyitten oluşan “Bağdat Mersiyesi”ne kısa bir girizgâhtan sonra tümünün tercümesi verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sa‘dî, Bağdat, Ebûbekr b. Sa‘d, Hülâgu, Mu‘tasım, hâlife, vaaz, medih, gazel, mersiye, yaşlılık.

Sadi of Shiraz’s Arabic Poems and His Elegy for Baghdad

Summary: In this article, it’s emphasized the importance of Arabic poets concerning the subjects like lyric poem and praise and sermon and old age with samples after being given information shortly about Sheikh Sadi of Shiraz the famous face of Classical Iranian Literary and his life story and scientific and literary personality and his views on social life in which he lived and then it’s given all the translation of “The Elegy for Baghdad” taken shape fron 92 couplet in which Sheikh Sadi expressed with a tragic and pain the occupation over Baghdad by Hulagu in 1258 and the kill of Mutasim Billah the Caliph and then murders and booties.
Keywords: Sadi, Baghdad, Hulagu, Abu Bakr b. Sad, Mutasim Caliph, lyric poem, praise, sermon, elegy, old age.

Hayatı: İran edebiyatının en tanınmış simalarından biri olan Sa‘dî’niın tam adı, Ebû ‘Abdullah Müşerrefüddîn b.Muslihuddîn Şîrâzî’dir. 610–615/1213–1219 yılları arasında Şîrâz’da doğmuşturi. Şiirlerinde Sa‘dî mahlasını kullanmıştır. O, bu mahlası devrinin hükümdar adayı, aynı zamanda kendisinin beğenisini ve övgüsünü kazanmış olduğu şehzade Ebû Bekr b. Sa‘d b. Zengî’den almıştır ii. Kültürlü ve bilge bir aileye mensup olan Sa‘dî, yaklaşık on iki yaşlarında babasını kaybetmiştir. Ana tarafından dedesi Mes‘ûd Kâzerûnî, Sa‘dî’nin iyi yetişmesi için özel ilgi göstermiş ve eğitimiyle bizzat kendisi meşgul olmuştur. İlköğrenimini Şiraz’da tamamlamış, Moğol istilâsından sonra Bağdat’a göç etmiştir. Orada zamanının en büyük ve en gözde bilim merkezi olan Nizâmiye Medresesinde tahsilini tamamlamıştıriii.
Hayatının büyük bir kısmını seyahatle geçirmiş olan Sa‘dî Irak, Suriye, Anadolu, Mısır, Hindistan, Fas, Azerbaycan, Belh, Gazne, Pencap ve Somenat gibi ülke ve şehirleri gezmiştiriv. Bu seyahatleri esnasında gerek devlet ricalı gerekse şair, edip, mutasavvıf ve din âlimleriyle tanışmış, onlarla sohbet etmiş; adı geçen ülke ve şehirlerin yaşam tarzları, gelenek ve göreneklerini bir eğitimci gözüyle değerlendirmiş ve onlardan uygun bulduğu noktalara, daha sonraki yazmış olduğu eserlerinde çeşitli vesilelerle değinmiştirv.
Edebî Kişiliği: Fars edebiyatının en büyük üstatlarından ve kültür tarihinin en önemli simalarındandır. Şeyh Sa‘dî, Türk kültür ve edebiyat alanında da önemli bir yere sahiptirvi. Şüphesiz iyi bir eğitim ve öğrenim görmüş olan şair, aynı zamanda iyi bir ahlak öğretmenidir. Birçok ülke dolaşarak edindiği tecrübeler ve yaşadığı acı tatlı olaylar sayesinde olgunlaşarak onları eserlerine aktaran iyi bir vaiz, eğitmen ve ahlak öğretmeni olduğunu kanıtlamıştır. Ülkemizde Türkçeye ve Batıda çeşitli dillere çevrilmiş olan özellikle Gülistân ve Bostân adlı eserlerine, bir hayli önem verilmiş; günümüze kadar gerek Anadolu’da gerekse Batılılar tarafından hakkında müstakil eserler oluşturacak seviyede pek çok araştırma ve inceleme kaleme alınmış, aynı zamanda dünyaca beğeni ve takdir kazanmış bir şahsiyettirvii.
Şeyh Sa‘dî, hassas bir ruha, narin bir kalbe, duygu ve coşku dolu bir gönle, kıvrak bir zekâya engin bir vicdana ve sarsılmaz bir imana sahipti. İyiliği över, onu öğütlerdi; kötülüğü yerer ve ondan sakındırmaya özen gösterirdi. Güzele, güzelliğe âşıktı; hatta bir gül, bir kuş nağmesi, tatlı bir rüzgâr anlamlı bir sima, bir çift güzel göz Şeyh Sa‘dî için birer ilham kaynağıydı; hatta bu veriler, kendisine nesir veya nazım konusunda şaheser satırlar üretmesine vesile olurdu. Zulmü, çirkinliği, küfrü, kötü huyları, kibri, gururu, bencilliği, büyüklük taslamayı, beşerî ihtirasları ve kaprisleri asla sevmezdiviii.
Şeyh Sa‘dî ve toplumsal hayat: Bir mutasavvıf olarak bilinen Sa‘dî’de ana konu, ölüm ötesindeki hayata bakışında olduğu gibi dünyaya bakışı ve onu gereği gibi değerlendirmeye özen göstermesi, bir nevi paralellik arz etmektedir. Hikmet İlaydın’ın da ifade ettiği gibi Sa‘dî’nin eserlerinde işlediği ana tema, bildiğimiz ve hissettiğimiz hayattır. Çok dindar bir sofi olmasına rağmen o, hep hayatın içinde kalmış, hayatın gerçek yönüyle akla ve mantığa uyan yönlerini irdeleyip yorumlamaya çalışmış, duygu ve düşüncelerine kaynak olarak daima hayatı ve hayatın gerçeklerini işlemeye azami gayret sarf etmiştir. İnsanı da hayatın içinde siyaset, eğitim, terbiye, toplumsal ihtiyaç, sosyal yaşam, aşk inanç, yüce varlık olan tanrı ve benzeri meseleleri olması gerektiği gibi basitçe düşünmüş hiç derinleştirmeğe lüzum görmeden ifade etmeye çalışmıştırix.
Sa‘dî, toplumun bireylerini yalnız değil, aksine geniş bir toplumun organları olarak inceler ve erdemli bir toplumun oluşması için bu düşüncenin gerçekleşmesinin hayati önem taşıdığını her vesile ile dile getirir. Mutlu bir birey demek, dirlik ve birlik içindeki bir toplumda, o ferdin kedisine düşen görev ve sorumlulukları içtenlikle ve samimiyetle yerine getirmesi demektirx. Aslında Sa‘dî’ye göre cemiyet, her türlü organlarıyla bir bütündür. Orada hükümdarlar, vezirler, bilginler, hukukçular, din bilginleri, zenginler, fakirler, askerler, şairler, memurlar, herkes yerli yerince rolünü alır. Bu mahşeri dramın içinde iyilikler ödüllendirilmeli; kötülükler, toplumun selameti için hiç acıma duyulmaksızın ceza ile karşılık görmelidir. Mükâfatın ve müsamahanın yanında cezanın da af kadar değeri olmalıdır. Toplumda her fert, bir arada yaşamanın sorumluluğunu anlayabilmeli, çok dikkat isteyen ve uyulması zorunlu olan kurallara bağlı olması gerektiğini layıkıyla kavrayabilmelidirxi.
Sa‘dî hayatı, mümkün olduğunca çıplak ve pratik bir gözle inceleyip anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle o, hayata anlaşılması son derece zor kuramlarla değil aksine hayatı küçük kesitleriyle, hareketleriyle, köşe bucak seyretmiş, bunlardan her birinin sağlam ve çürük taraflarını belirtmeye çalışmıştır. Bundan dolayı, zaman zaman olayların tezatlarını da eserlerine almıştırxii.
Sa‘dî’ye göre toplumdaki her birey ve müessese, cemiyetin ve ferdin mutluluğunu, güvenini sağlamakla yükümlüdür. Bir çoban olan hükümdar bile kendi sürüsünün hizmetçisidir. Hatta tasavvuf ve tarikat ehlinin dahi halka hizmette kendisini yükümlü sayması kaçınılmazdır. Aynı zamanda şairler toplumun ihtiyaç duyduğu temel sorunları, gerektiğinde hiç çekinmeden, karşılık beklemeksizin, gösterişten ve ikiyüzlülükten uzak bir şekilde, imkânlarının elverdiği ölçülerde etkili bir dille anlatmalı ve sürekli halkın nabzını tutmaya azami gayreti göstermelidirlerxiii.
Bununla beraber buradaki mesut insan mefhumunu daha geniş ve daha kapsamlı manada anlamamız gerekir. Sa‘di’nin istediği ve özlemini çektiği mutluluk, sırf maddi huzur değildir. Dünyada elde edilen maddi mutluluğun ötesinde, bu fani dünyadan göçle yok olmayan ölümün ötesinde de kesintiye uğramadan süreklilik arz eden bir mutluluktur. Ruhumuz, kafesinden kurtulup yoluna hür ve serbest devam ederken, gene mesut ve bahtiyar kalabilmeli, mutluluğu da ebediyet ölçüsünde tadabilmelidir. İnsan, dünyada buna göre hazırlık yapmalı, o zifiri karanlık mezarın içine elinde meşaleyle girmelidir. Bunun çaresi ise ihtirasların üstesinden gelmektir. Sa‘dî ihtiraslara, eski mutasavvıflar gibi nefis adını verir ve onunla mücadeleyi detaylı bir konu olarak ele alır. Çünkü insan, sayısız tutkularla doludur. Bunlar başıboş bırakılırsa, azgın ve terbiye edilmemiş at gibi bizi kendi istikametinde meçhul ve tehlikeli yönlere doğru sürükleyip götürebilir. İhtirasların dizginlerine hâkim olabilmek için hakiki manada insanın, kanaatkâr ve bilgece, insan ruhunu iyi anlayan ve ona göre davranan gönül eri olması gerekir. İşte terbiyenin asıl gayesi budur. Dolayısıyla insana beş duyu organı ve irade bunun için verilmiştirxiv.
Sa‘dî’ye göre erdemli ve olgun insan tipi, ihtiraslarından ve beşeri zaaflarından kurtulup nefsine gerekli eğitimi vermek suretiyle gurur ve kibirden de arındıktan sonra özlemi çekilen gerçek mutluluğa kavuşmuş olur. Artık böyle bir insan, başkalarına zarar vermeyecek bir olgunluğa ulaşmış demektir. Çünkü öze yönelmiş olan bu insan, bahtiyardır, kendisini iyi tanıdığı için başkalarına da faydalıdır; iyi davrandığı ölçüde de haz duyuşu artacaktır. Görülüyor ki Sa‘dî’nin tasavvuf anlayışı, sosyal hayat ve onun gerektirdiği değerlerden uzak kalmamış, tersine hayatla iç içe yaşama prensibini önemle vurgulamıştırxv.
Sa‘dî’ye göre ifade edilen bu unsurların üstünde hayatı düzene koyan en büyük yaratıcı Tanrıdır ki her şey, esas itibariyle onun takdir ve inayetine bağlıdır. Bizim isteklerimiz ve takdirlerimiz ilahi iradenin karşısında belkide pek çok noktada aciz kalmaktadır; ancak biz, insan olarak elimizden geldiği kadarıyla istemek ve gereğini yapmak zorundayızxvi.
Sa‘dî’nin, hayatı ve onun ahengini kavrama noktasındaki prensiplerinden biri de, kendisi bir psikolog gözlemci olarak çağının materyalleri nispetinde evrensel bir bakışla insanı iyi ve kötü yönleriyle ele almış ve incelemeye azami gayret göstermiş; bu gayesine ulaşabilmek için de dünyanın dört bir tarafını köşe bucak gezmeyi hedeflemiştir. Gezdiği ve gördüğü her yerde karşısına çıkan değişik insanla konuşmaktan, tartışmaktan, hatta kavga etmekten çekinmemiş, bilmediklerini sormuş ve incelemiş, aklının yatmadığı şeylere tereddütsüz itiraz etmiş ve çağının taassuplarına kapılmadan uygun gördüğü pek çok bilgi ve deneyim elde etmiştir. Bu şekilde insanı ve hayatı değerlendirme yönünde uzun tecrübe ve deneyimlerinin sonunda ifade etmeğe çalıştığımız neticeye ulaşmıştır. Ona göre pek çok hadisenin içinde derin manalar gizlidir; bunlar, kendine özgü bir dille gönül erlerine, arif ve basiretli düşünürlere hitap ederler. Mamafih Sa‘dî, bu hitapları hissetmiş ve kavramış olmalı ki çocukların bile kendi çaplarında kavrayabilecekleri, sade ve basit bir üslupla anlatımın sırrına ermiştirxvii.
Sa‘dî’nin Arapça Şiirleri: Anadili Farsçayı, gerek mansur gerekse manzum eserlerinde edebî bir tarzda kullanım mahareti gösteren Sa‘dî, Arapçayı da iyi derecede konuşup yazabilme gücüne sahipti. Şairin Arapça şiirlerini, Alî Furûğî "Külliyât-ı Sa‘dî" adıyla derlediği Farsça eserleriyle "Kasâid-i Arabî" adlı eserini de yayımlamıştırxviii.
Sa‘dî’nin Arapça şiirleri 6 ana konuyu ihtiva etmektedir:
1-Gazeller: 214 beyti ihtiva eden bu gazellerinde Şeyh Sa‘dî, genellikle gazel türünde olduğu gibi, aşk, insan sevgisi, sevgilinin tasviri özellikle de ona kavuşmak için her türlü ıstırap ve çileye içtenlikle ve seve seve katlanma gibi temaları, edebî bir üslupla çeşitli tasvirler kullanarak ifade etmiştir. Böylesi aşkların ilahi aşklara bir telmih imkânı oldukça güçlüdür Sa‘dî’de. Nitekim çeşitli vesilelerle dile getirdiği iştiyak ve arzuların kalıcı olabilmesi için o aşkın ve sevginin devamlı olmasının özlemi içindedir. Mamafih, çeşitli vesilelerle dile getirmiş olduğu beyitlerinden bazı örnekler:
و إنْ شِئْتَ فاصْبِرْ لا فِكَاكَ عنِ الأسر
إلى غَدِ حَشْرٍ لا يَفِـيقُ منَ السُّكْرِ
خَلِّنِي أسْهَرُ لَيْلِي و دَعِ النَّاسَ نِيَامَا
لا تَحْسَبُونِي فِي المَوَدَّةِ مُنْصِفا
|تَضِيقُ على نَفْسٍ يَجُور حَبِيبُهَا
و فِي بَاطِنِي هَمٌّ كَلَدْغِ العَقَارِبِ
دَعِ النَّارَ مَثَوَايَ و أنْتَ مُعَاقِبِي
و إنْ هَلَكَ المَغْصُوبُ فِي يَدِ غَاصِبٍ
فَـلي بِكَ شُغْلٌ عَنْ مَلامَةِ عَاتِبِ

أسِيرَ الهَوَى إنْ شِئْتَ فاصْرخْ شِكَايَة
و مَنْ شَرِبَ الخَمْـرَ الَّذِي ذُقْـتُهُ
يَا نَدِيمِي قُمْ تَنَبَّهْ و اسْقِ النُّدَامى
إنْ لَمْ أمُتْ يَوْمَ الوَدَاعِ تَأسُّفًا
حَدَائِقُ رَوْضَاتِ النَّعِيمِ و طِيبُهَا
على ظَاهِرِي صَبْرٌ كَنَسِيجِ العَنْكَبُوتِ
و مَنْ ذَا الَّذِي يَشْتَاقُ دُونَكَ جَنَّة
و ليسَ لِمَغْصُوبِ الفُؤادِ شِكَايَةٌ
و إنْ عَتَبُوا ذَرْهُمْ يَخُوضُوا و يَلْعَبُوا

Ey istek ve arzularının tutkunu (olmuş âşık)! İster hay kırarak şikâyette bulun istersen sabret (bir şeyleri değiştirmezsin); çünkü esaretten kurtuluş yoktur.
Kim, benim tatmış olduğum şarabı içecek olusa, haşrin ertesine dek artık o sarhoşluktan bir daha uyanamaz, kendine gelemez.
Ey nedimim kalk uyan! Bana ve nedimlerime şarap ver; insanları bırak uyuyadursunlar bana müsaade et de gecemi uyanık geçireyim.
Şayet ayrılık günü üzüntüden ölmezsem, sakın ha sevgide insaflı olduğumu sanmayın.
Cennet bahçeleri ve güzelliği sevgilinin zulmüne uğrayan bir ruha dar gelir.
Dış görünüşüm örümceğin ağı gibi sabır ve metanet; ama iç dünyam akreplerin sokuşu gibi ıstırap içinde.
Senin olmadığın bir cenneti kim ister? Kim âşık olur ki? Eğer ister sen cehennem benim sığınağım olsun, sen de cezalandırıcım ol.
Gönlü çalınan biri, (gönlünü) çalanın elinde helak olsa bile, artık onun için bir şikâyet (mercii) yoktur.
Şayet onlar beni kınayacak olurlarsa bırak oyalanıp eğlensinler; çünkü benim işim, ayıplayanın yergisiyle değil seninledir.
2-Vaazla ilgili şiirleri: Bir nasihatçi ve ahlak öğretmeni olan Şeyh Sa‘dî, bu şiirlerinde öncelikle kendisini ele alarak öz eleştiride bulunmuş; kişinin insanlara vaaz ve nasihatten önce kendi kusur ve ayıplarını görüp onlardan arınması gerektiğini; ancak bundan sonra söylediklerinin başkalarına etkisi olabileceğini önemle vurgulamıştır.
Bu tür şiirlerinden bazı örnekler:
إذَا وَعَظْتُ و قَلْبِي جَلْمَدٌ قَاسٍ
شَيْـبًا فَحَتَّى مَتَى يَسْوَدُّ كُـرَّاسِي
لا لَهْوَ بَعْدَ اشْتِغَالِ الشَّيْبِ فِي رأْسِي

عَيْبٌ عَلَيَّ و عُدْوَانٌ على النَّاسِ
مَرَّ الصَّبَا عَبَـثًا و ابْـيَضَّ ناصِيَتِي
يَا لَهْفَ عَصْرِ شَبَابٍ مَرَّ لاهِيَةً

Kalbim sert bir kaya iken insanlara vaaz ve nasihatte bulunursam, kendime ayıp etmiş olurum, insanlara da düşmanlık.
Gençliğim, boş şeylerle geçti, alnım (saçlarım) yaşlılıktan bembeyaz kesildi; (acaba) defterim daha ne zamana kadar siyahlaşmağa (günahlarla dolmağa) devam edecek.
Vah yok olup geçip giden gençlik çağım! Oyun ve eğlencelerle geçip gitti; artık yaşlılık kafamı meşgul etmeye başladıktan sonra eğlenceye yer yok
Ey (kusurları) örten güzel! Benim iç dünyam, insanların gözüne güzel görünse de bana göre çok çirkin ve utanç vericidir.
Sa‘dî, devamla dış görünüşe aldanarak insanlar hakkındaki değerlendirmelerinin kendi açısından o kadar önemli olmadığını, ancak ruhî yapısını yakînen bilen biri olarak iç dünyasının da pek iç açıcı olmadığını, gençliğinin elden gittiğini, ömrünün ise geriye dönüşünün imkânsız olduğunu hüzünlü bir üslupla ifade etmiştir. Bununla birlikte gençliğin vermiş olduğu çılgınlıkla geride bırakmış olduğu kusurlarını telafi edememe endişesiyle Allah’tan bağışlamasını ve geçmişiyle yargılanmamasını içtenlikle talep etmiştir.
Bu serzenişleri dile getirdiği şiirinden bazı beyitler:
سَألْـتُكَ العَفْوَ إنِّي مُخْطِئٌ نَاسٍ
إذًا فِي الحَشْرِ يَا رَبِّ فَارْحَمْنِي لإفْْلاَسِي
رَغْمًا لإبْلِيسَ لا يَشْمُتْ بِإِبْلاَسِي

يَا وَاعِدَ العَفْوِ عَمَّا اخْطَئُوا و نَسُوا
رَحِمْتَ عَبـِيدًا احْسَنُوا عَمَلاً
واصْفَحْ بِجُودِكَ يَا مَوْلاَيَ عَنْ ذَلَلِي

Ey, insanlara unuttukları ve hata ettikleri şeylerde bağışlamayı vaad eden (Rabbim)! Ben, unutan ve hata eden biri olarak senden affımı dilemekteyim.
İyi işler işleyenleri affettin ey Rabbim! Öyleyse bana da iflasımdan dolayı haşir günü merhamet et.
Mevlam! Şeytana rağmen hatalarımı lütfünle bağışla ki (o gün) şeytan çaresizlik içinde apışıp kalmama oh çekmesin.
3-Yaşlılıkla ilgili şiirleri: bu tür şiirlerinden bazı örnekler:
لا تَلُومُونِي فإنَّ العُذْرَ بَانِ
كُنْتُ اَمْشِي و قِوَامِي غُضْنُ بَانِ
و بَقِيتُ اليَوْمَ أَخْشَى الثُّعْلَُبَانُ
و انْقَضَى العُمْرُ و مَرَّ الأطْيَبَان

إنْ هَجَرْتُ النَّاسَ و اخْتَرْتُ النَّوَى
زَمَنٌ عَوَّجَ ظَهْرِي بَعْدَ مَا
طَالَمَا صُلْتُ على أُسْدِِ الشَّرَِى
كَيْفَ لَهْوِي بَعْدَ أيَّامِ الصَّبَى

Şayet insanları terk edip inzivaya çekilirsem sakın beni ayıplamayın; çünkü özür apaçık ortada.
Zamanında boyum bir selvi dalı iken (alımlı) yürüyordum, artık zaman belimi (çok acı) büktü.0
(Zamanında) güçlü aslanlara galip gelmişken şimdi tilkiden bile korkar oldum.
Ömür tükenmiş iki güzel şey (yemek ve cima veya beden kuvveti ve gençlik)yok olmaya yüz tutmuşken, delikanlılık günlerinden sonra artık nasıl eğlenebilirim.
4-Medihle ilgili şiirleri: Şeyh Sa‘dî’nin övgüyle ilgili şiirlerindeki temel prensip, övmek istediği şahsın karakterine, inancına, insana ve insanî değerlere verdiği önemedir. Diğer bir ifadeyle onun övgü dolu şiirlerindeki en önemli özellik, kişisel çıkarların değil toplumsal menfaatler ve o cemiyetin değer yargılarının ön planda tutulmasıdır. Dolayısıyla Şeyh Sa‘dî, övgüde bulunacağı kişiyi bu çerçevede değerlendirir; övgüye laik ise över, yoksa bir ahlak eğitimcisi olarak gerekli nasihat ve uyarılarda bulunurdu.
Bilindiği gibi Sa‘dî’nin yaşadığı dönemde İslam âlemi, genellikle kargaşa, huzursuzluk, baskınlar ve istilalarla geçmiştir. Bu ortamda yetişmiş ve olgunlaşmış olan Şeyh Sa‘dî, döneminin üstün meziyetli, dürüst, halkına adil davranan, bilgili ve basiretli hükümdar ve devlet adamlarını hem övmüş, hem takdir etmiş, hem de uyarıcı ve yol gösterici nasihatlerde bulunmuştur. İlhanlı devlet veziri sahip-divân Şemsüddîn el-Cüveynîxix ve Bağdat Mersiyesinde bahsi geçecek olan Sa’d b. Ebû Bekr onun Farsça Şiilerinde olduğu gibi Arapça şiirlerinde üstün meziyetlerinden dolayı övdüğü devlet adamlarından birkaçıdır. .
Vezir Şemsüddîn el-Cüveynî hakkında övgü dolu şiirinden bazı beyitler:
طُوبَى لِمُدِّخِرِ النَّعِيمِ إلَى غَدِ
المُنْصِفِ البِرِّ الأجَلِّ الأمْجَدِ
و ما اعْتَدَى إلاَّ على مَنْ يَعتَدي
و تَفَايُضِ الدنيا بِدَوْلَةِ سَرْمَدِ
لا زَالَ فِي أهْنَى الحَيَوةِ و أرْغَدِ
لِمُحَمَّدِ بْنِ محمَّدِ بْنِ محمَّدٍ

ما هذهِ الدنيا بِدَارِ مُخَلَّدِ
كالصَّاحِبِ الصَّدْرِ الكَبِيرِ العَالِمِ
مِيزَانُ عَدْلٍ لا يَجُورُ و لا يَحِيفُ
بَشِّرْ إلَيْنَا بالرَّجاءِ بِمَنِّهِ
مَدَّتْ حَيَاةُ النَّاسِ تحْتَ ظِلاَلِهِ
هذَا جَلاَلُ الزَّاكِيَاتِ و صَفْتُهُ

Bu dünya, ebedî bir yurt değildir; yarın Na’îm (cenneti) için hazırlık yapanlara müjdeler olsun;
âlim, insaflı, iyiliksever, çok yüce ve soylu olan vezir gibi.
Bir adalet terazisidir o, ne zulmeder ne haksızlık yapar ve ne de düşmanlık edenden başkasına düşmanlık yapar.
Devletinin sürekliliği sayesinde onun ihsanıyla dünyanın bolluk ve bereketle dolup taşacağı ümidini bizlere müjdele.
İnsanların hayatı onun himayesinde sürsün, o da sağlık ve en bereketli hayatı sürsün.
İşte anlattığım bu yüce değerler ve meziyetler, Muhammed b. Muhammed b. Muhammed’e mahsustur.
5-Mukattaat ve Müfredatları: Sa‘dî’nin bu tür beyitleri, ana hatlarıyla vaaz, nasihat ve uyarılar içermektedir.
Bunlardan bazıları:
يَوْمَ التَّغَابُنِ و اسْتَيْقِظْ لِمُزْدَجِر
في قَيْدِ الأسَارَى و إخْوَانٌ عَلَى سُرُر
و مِيزَانُهُ مِنْ سُوءِ فِعْلَتِهِ امْتَلاَ
إنَّ الرَّوَاكِدَ تَحْتَاجُ الْمَقَاذِيفَا
و مَقْصَدَ مُحْتَاجٍ و مَأمَنَ خَائِف
لَسَمِعْتَ إفْكًا يَفْتَرِيهِ عَذُولُ
إنَّمَا يَثْقُلُنِي مِنْ فَضْلِكُمْ قَيْدُ الْجَمِيلِ
إذَا كَانَ فِي حَيِّ الحَبِيبِ حَبِيبُ
فَيَا ذَا الجَلاَلِ اغْفِرْ لِكَاتِبِهِ السَّعْدِيِّ

مَثِّلْ وُقُوفَكَ عندَ اللهِ في مَلاءٍ
يا فَاعِلَ الذَّنْبِ هلْ تَرْضَى لِنَفْسِكَ
و رُبَّ غُلاَمٍ صَائِمٍ بَطْنُهُ خَلاَ
دَعِ الجَوَارِيَ فِي الدَّأمَاءِ
سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ أهْلَ بَيْتِ كَرَامَةٍ
و لوْ أنَّ حُبًّا بِالْمَلاَمِ يَزُولُ
تلْتَقِي أرْضٌ بِأرْضٍ و بَدِيلٌ عَنْ بَدِيلٍ
و كُلٌّ بَالِغٌ أوْ بَالَغَ السَّعْيَ يا غَافِرُ
كتَبْتُ لِيَبْقَى الذِّكْرُ فِي أمَمٍ بَعْدِي

Kıyamet günü o mahşeri kalabalıkta, Allah katındaki duruşunu gözünün önünde bir canlandır; haykırıp hakaret ederek sürükleyenin (pençesine düşmemek) için uyan.
Ey günah işleyen! Kardeşlerin koltuklar üzerinde (mutlu ve huzur) içindeyken kendini, hiç esirlerin prangalarına (vurulmaya) reva görür müsün?
Oruçla karnını boş bırakan pek çok genç var ki kötü amelinden dolayı amel defteri, doludur.
Salıver gemileri okyanusa; çünkü durgun sular da pisliklere muhtaçtır.
Selam sana ey cömertlik evinin sahibi, muhtacın varacağı ve korkanın sığınacağı kişi!
Şayet sevgi tahkirle ve yermekle yok olmuş olsaydı, elbette onu kınayanın uyduracağı bir yalan duymuş olurdun.
Yer yere, eren erene kavuşmaktayken bana ağır gelen tek şey, sizin sayenizde güzelin engellenişidir.
Ey bağışlayan (Rabbim)! Herkes, sevgilinin mahallesinde bir sevgili var diye oraya koşmakta veya oraya ulaşmaya can atmaktadır.
Ben, (bu mısraları) benden sonraki toplumlara bir hatıra kalsın diye yazdım; ey celal sahibi olan (Mevla’m)! Onu yazan Sadi’yi bağışlaxx.
6-Bağdat mersiyesi:
A-Mersiye ve şairler: Mersiye türü şiirlerde genellikle ölenin cömertlik, konukseverlik güçsüzleri koruma, cesaret ve kahramanlık gibi meziyetleri, ilim ve irfanı yanında dünya hayatının faniliği anlatılarak geride kalanlara sabır tavsiye edilir ve konu hikmetli sözlerle desteklenirdi. Ayrıca sevgililerin ve dostların yaşamış olduğu eski meskenlere, terkedilmiş diyarlara, doğal afet, deprem, sel, yangın, düşman tarafından istila edilen, yakılan ve yağmalanan önemli yerleşim birimleri ile ilgili de pek çok ağıt ve şiir söylenmiştirxxi.
Bilindiği gibi şairler, kendi duygu ve düşüncelerini, hayal dünyalarında canlandırdıktan sonra etkileyici bir dille ifade ettikleri gibi, içinde yaşadıkları toplumun nabzını da zaman zaman iyi tutabilme becerisini göstermişlerdir. Hatta uzak veya yakınlarında meydana gelen olayları bile imkânları ölçüsünde değerlendirip onları tahlil ettikten sonra tarihe ışık tutacak bir tarzda insanlığın hizmetine sunmayı başarabilmişlerdir. Yine şairler, savaş ve benzeri nedenlerle istilaya uğramış, yakılmış, imha edilmiş, harabeye dönüşmüş önemli yerleşim birimleri hakkında ağıtçıların ağıtlarının ötesinde birer tarihî vesika kabul edilen mersiyeler, yine şairler tarafından terennüm edilmiştirxxii.
B-Moğolların İslam Dünyasını İşgali
On üçüncü yüzyılda, İslâm dünyasını temelinden sarsan Moğol istilası, insanlık tarihinde o zamana kadar benzerine pek az rastlanabilen bir hadiseydi. Komşularınca fazla tanınmayan bir kavim, ıssız ve çorak Karakurum platosundan çıkmış o günün şartlarına kıyasla müthiş bir hızla Çin’den Macaristan ve Doğu Prusya’ya kadar Asya ve Avrupa kıtalarının dört bucağına yayılmış ve şimdiye kadar bilinen büyük imparatorluklardan birini kurmuşlardırxxiii.
Moğol fırtınası, İslâm dünyasında iki ayrı dalga halinde yayılmıştırxxiv. İlki, 1206 da Moğolların hükümdarı olan Cengiz Han, güçlü ve disiplinli bir ordu meydan getirmiş; ordusuyla birlikte Ural Dağlarından Basra Körfezine, İran’ın Kuzistan ve Fars Eyaletleri hariç olmak üzere Fırat’tan İndus’a kadar uzanan Hârezmşahlar İmparatorluğuna (1067–1231) saldırmıştı. İkinci dalga ise 1256 da Horasan’dan yayıldı. Büyük kurultay ( Moğol Ulusal Meclisi) tarafından seçilmiş olan Cengiz Han’ın torunu olan Hülâgu Hân, Bağdat’taki Abbasî Halifeliğini ve Kuzey İran’da Alamut ve Kuhistân İsmâilîlerini zapt ettikten sonra bu toprakları istila etmişti.
Moğollar bu istila esnasında, İslam âleminde son derece öneme haiz olan yerleşim birimlerinde hiçbir ayrım gözetmeksizin, eşine pek az rastlanan katliam, yağmalama ve yakıp yıkma gibi bir vahşeti sergilemiş olmaktan adeta zevk duymuşlardır. Nitekim o dönemde son derece mamur sayılan Soğd nehri kıyısında uzayıp giden harikulade sarayları, bahçeleri ve parklarıyla ünlü Buhara kentini yağmalanmış adeta harabeye dönmüştü; Semerkand, Tirmiz, Sebzvar Harzem, Belh, Merv, Nese’, Nişâbur ve Herât gibi önemli ilim merkezlerinde de aynı akıbete düşmüşlerdixxv.
C-Bağdat’ın istilâsı:
İnsanoğlu, asırlar boyu yaratılışı icabı doğup büyüdüğü, ekmeğini yediği, suyunu içtiği, barındığı, inancı gereği ruhen bağlı bulunduğu yâranlarından ve sevgililerinden ötürü değer atfettiği mekânları korumaya ve kollamaya özen göstermiştir. Öyle ki canını bile bu uğurda seve seve feda etmekten kaçınmamıştır. Ne var ki aynı insanoğlu pek çok kez tutkularının esiri olmuş, hemcinsinin meydana getirmiş olduğu kültür, bilim ve medeniyet gibi değerleri acımasızca gözünü kırpmadan yok edebilme bedbahtlığını dahi göstermiştir. Hatta bizzat elleriyle inşa etmiş olduğu bazı değerlerini bile kendisinin yok etmiş olduğu tarihî bir gerçektir. Nitekim tarih boyunca zalimce cereyan etmiş olan bu olaylar sonucunda, insan ölümlerinin yanında pek çok medeniyete öncülük ve beşiklik etmiş olan yerleşim yerleri ve taşımış olduğu değerler de yok olmaya yüz tutmuştur. Bununla birlikte bu trajik tablonun, genellikle İslam âleminin tesis etmiş olduğu medeniyet merkezlerinde cereyan etmiş olması, ayrıca bir talihsizliktir. Çünkü Müslümanlar, özellikle on üçüncü yüzyılda sık sık taht kavgaları yüzünden zayıflayıp devletçiklere bölünmüşler, çok geçmeden kendi aralarında yetki ve paylaşım yüzünden sürekli birbirlerine saldırılarda bulunmuşlardır. Ardından kendilerinden daha güçlü olan düşmanlarının saldırı, yağma ve istilalarından kendilerini koruyamaz hale düşmüşlerdir. Diğer bir ifadeyle Müslümanlar, kendi sonlarını bizzat kendi elleriyle hazırlamış oldukları gibi, İslam medeniyetinin büyük bir kısmının köküne incir ağacı dikmişlerdirxxvi.
Moğolların Abbasî hilâfetine ait bölgeleri istila etmesinin nedeni, Hârezmşahlarla Abbasî hilâfeti arasında patlak veren anlaşmazlık olmuştur. Halife en-Nâsır, Cengiz Hân’a elçi göndererek onu Hârezmşahlar üzerine yürümeğe teşvik etmiş; halîfe bununla kendisiyle uğraşan Hârezmşahların gücünün kırılmasını hedeflemiştir. Kendi inanç ve düşüncelerini paylaşmadığı Moğolları Harizmşâhlarla karşı karşıya getirip rahat bir nefes alacağını bekleyen halife, sonucun kendi açısından ne olacağını ve Moğolların Bağdat’ı tarihte unutulmayacak acı, ıstırap içinde bırakacağını ve masum insanların kanlarını günlerce akıtacağını belki tahmin bile edememiştir. Harezmşâh Kutbeddîn’in tedbirsiz davranması ve Moğol elçilerinin Otrar valisi tarafından öldürülmesine hiddetlenen Cengiz Hân, diğer ticarî antlaşmaların ihlalini de öne sürerek Hârezmşahlar’ın üzerine yürümeye karar vermiş oldu. Böylece Müslümanların karşılaştıkları ilk Moğol saldırıları başlamış ve Rey, Hemedân, Kazvin ve Azerbaycan gibi pek çok şehri yağmalayan Moğol ordusu sahile inmiş olduxxvii.
Moğol saldırıları karşısında gerek halife, gerekse Bağdat halkı iyice tedirgin olmaya başladı; zaten halifenin halka baskı yapması, mal ve mülküne el koyması Bağdat halkını perişan düşürmüş olduğu gibi ülkeyi neredeyse harabeye çevirmişti. Bu korkunç durum karşısında son derece etkilenmiş olan tarihçi İbnü’l-Esîr (ölm.1160–1233) "el-Kâmîl fi’t-Târîh" adlı eserinde, içinde bulunulan bu korkunç duruma ve saldırılara dur diyebilecek bir yetkilinin bulunamayışını haykırırcasına feryat ediyorduxxviii. Moğol ordusu İran’ın pek çok şehrini zapt ettikten sonra Hülâgu, ordusuyla birlikte 10 Şubat 1258’de Bağdat’a saldırdı, çok geçmeden Halife el-Musta’sım kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kaldı ve halkı sırayla kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat’a akın etmiş pek çok sayıda ailesi bile kılıçtan geçirilmekten kendini kurtaramadı. İstilâ esnasında ve takip eden safhalarda öldürülenlerin sayısı ile ilgili olarak kaynaklarda zikredilen rakamlar, daha sonraki kaynaklarda bir hayli abartılı olarak verildiği görülmektedir. Eldeki verilere bakarak kesin bir rakam vermek elbette güçtür. Ancak öldürülenlerin sayısı 100.000’i aşmıştırxxix.
Bağdat’ın yağmalanması, yüzlerce yıldan beri fevkalade zenginleşmiş olan İslam dünyası için büyük bir yıkım olmuştur. Bu vahim olay, diğer şehirlerin yağmalanmasından önemliydi; çünkü bu trajedinin politik ve psikolojik içeriği ağır basıyordu. Halife, İslam dünyasının manevi lideri sayıldığı gibi hilafet makamı da Müslümanlar açısından birlik ve beraberliğin simgesi hükmündeydi. Halifeliğin sona ermesiyle birlikte bağlayıcı olan bu unsur da ortadan kalkmış oldu. Öte yandan Bağdat, en ileri medeniyetin merkeziydi ve dünyayı aydınlatan bilgi ışınları da genellikle buradan yayılmaktaydı. Uzun yıllar neticesinde elde edilmiş olan bilim, felsefe, sanat ve büyük kütüphaneler gibi hayati önem taşıyan kazanımlar, önemli ölçüde sekteye uğramıştı. Kütüphaneler kül haline getirilmiş veya kitaplar nehirlere atılmış; camiler, medreseler, hastaneler büyük tahribatlara uğramış veya yakılmışlardır. Kanaatimiz o ki İslâm dünyası, bu acı olaydan direkt etkilenmiş olduğu gibi dolaylı olarak ta bütün dünyada ilmin gelişmesini ve ilerlemesini engelleyen bir tufan olmuştur.
Bağdat’ın düşüşünün derinliklerine inildiğinde şu gerçekle karşılaşılır: ilim adamlarının öldürülmesi ve İslam toplumunun büyük çoğunluğunun ortadan zaafa uğratılmasıyla, Arapça öğretimiyle yakından bağlantılı olan orijinal araştırma ve inceleme ruhu sekteye uğramış olduğu görülür. Batı Asya, daha önce Horasan ve Maveraünnehir’de olduğu gibi karanlığa gömülmüş oldu. Birlikte Ortaçağ dünyasının bilimsel ve edebî kültürüne katkıda bulunan Arapların ve diğer İslam’a giren milletlerin adeta yolları ayrılmış oldu. Yüzyıllarca Arapça İran’da ve İslam beldelerinde din, bilim ve felsefe lisanı olmuştu; düşünürlerin ve bilim adamlarının kahir çoğunluğu da, dinin vermiş olduğu heyecanla düşüncelerini ifade edecek bir araç olarak hep Arapça’yı seçmişlerdi. Bundan böyle Arapça ayrıcalıklı konumunu, önemli ölçüde kayıp etmiş; kullanımı çoğunlukla kelâm ve dinî ilim alanlarına kaydırılmış oldu. Belki Bağdat’ın düşüşü, Arap hegemonyasının yıkılışını getiren hazin bir sonuç olmuş olduxxx.
Bu trajedinin sebep olduğu büyük kayıp, İslâm medeniyeti tarihinde bir melankoli devri oluşturmuştur. Cüveyni’nin Horasan için kullandığı "ilim ve erdem kıtlığı"xxxi ifadesi, Maveraünnehir’den Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bütün topraklar için geçerli hale gelmişti. Böyle büyük ve parlak bir medeniyet, tarihte belki hiçbir zaman böylesi trajik bir sonuca mahkûm olmamıştı. Bununla beraber bu acı olay, bir yok oluş değildi; çünkü bu medeniyet tekrar doğdu ve iki buçuk yüzyıl içinde Osmanlı imparatorluğu gibi bir medeniyet şahikasını bünyesinden çıkarmış olduxxxii.
Mersiyet-i Emîri’l-Mü’minîn el-Mu‘tasım Billâh ve zikr-i vâki‘ihi Bağdad’e: Şeyh Sa‘dî, Bu mersiyesinde Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edilip halifenin öldürülmesini ve hilafet makamının tamamen imha edilip, yakılıp yıkılmasını çok acı ve ıstıraplı bir şekilde dile getirmektedir. Öte yandan kadın erkek demeden eli silah tutamayan pek çok masum halkın acımasızca kılıçtan geçirilmesi, cami ve kütüphanelerin yıkılıp yakılması gibi insanlık dışı olayları da önemle vurgulamak istemiştir. Türk Edebiyatında "Bağdat Mersiyesi" adıyla bilinen ve 92 beyti ihtiva eden bu eser, devrin adil ve dürüst idarecilerine övgü, vaaz ve nasihatler, içerdiği gibi başa gelen bela ve musibetler karşısında insanoğlunun yazgısının bile eli kolu bağlı çaresiz düştüğünü nükteli ve edebî bir üslupla işlemiştir.
1-حَبِستُ بِجَفْنِي المدامعَ لا تَجرِي
2-نَسِيمُ صَبَا بَغْدَادَ بعدَ خرابِهَا
3-لأنَّ هلاكَ النفسِ عندَ أولي النُّهَي
4-زجرتُ طبيباً جَسَّ نَـبْضِي مداوياً
5-لزِمتُ اصطباراً حيثُ كنتُ مُفارقاً
6-تسائلني عمَّا جَرَي يومَ حَصْرِهم
7-أُدِيرَتْ كُؤوسُ الموتِ حتىَّ كأنَّهُ
8-لقد ثَكِلتْ أمُّ القُرَي و لِكَعْبةَ
9-بكتْ جُدُرُ الْمُسْـتَـنْصِرِيَّةِ نُدْبَةً
10-نوائبُ دَهْرٍ لَـيْتَنِي مُتُّ قبلَها
11-محَابِرُ تَبكِي بعدَهم بِسَوادِها
12-لَحَى اللهُ من يُسدِي إليه بنعمةٍ
13-مررتُ بِصَمِّ الراسياتِ أَجُوبُها
14-أيا ناصحِي بالصبرِ دَعْنيِ و زَفْرَتِي
15-تَهَدَّمَ شَخْصِي من مُداوَمَةِ البُكَاءِ
16-وقفتُ بِعَـبَّادَانَ اَرْقُبُ دِجْلَةَ
17-وفائضُ دَمْعِي في مصيبةِ وَاسِطٍ
18-فَجَرْتَ مياهَ العينِ فازْدَدْتَ حُرْقَةً
19-ولا تسألْني كيف قلبكُ والنَّوِي
20-و هَبْ أَنَّ دارَ الْمُلْكِ تَرجعُ عامرًا
21-فأينَ بنُو العَـبَّاسِ مُفتخِرُ الوَرَى
22-غَدَا سَمَرًا بين الأنامِ حديثُهم
23-و في الخبر الْمَرْوِيِّ دينُ محمدٍ
24-أ اَغْربُ من هذا يعودُ كما بَدَأ
25-فلا انحدرتْ بعدَ الخلائفِ دِجْلَةُ
26-كأنَّ دمَ الأخوَيْن اصبحَ نابِـتاً
27-بكتْ سَمَرَاتُ البِيدِ و الشِّيحُ و الغَضَا
28-أ يُذْكرُ في اعلي المنابرِ خُطبةٌ


29-ضَفَادِعُ حولَ الماءِ تَلْعَبُ فَرْحَةً
30-تزاحمتِ الغِرْبانُ حولَ رُسُومِها
31-أيا أحمدُ المعصومُ لستَ بِخَاسرٍ
32-و جَـنَّاتُ عَدْنٍ حُفِّفَتْ بِمَكارِهَ
33-تَهَنَّأْ بطيبِ العيشِ في مَقْعَدِ الرِّضَا
34-ولا فرقَ ما بين القتيلِ و ميِّتٍ
35-تحيةُ مشتاقٍ و إلْفٍ تَرحَمُ
36-هنيئاً لَـهُمْ كأسُ الْمَنِيَّةِ مُتْرِعًا
"فلا تَحْسَـبَّنَّ الله مُخْلِفَ وَعْدِهِ‌"37-
38-عليهِمْ سلامُ اللهِ في كلِّ ليلٍ
49-أ اَبْلَغُ من أمرِ الخلافةِ رُتْـبَةً
40-فليتَ صِمَاخِي صَمَّ قبلَ استماعهِ
41-عَدَوْنَ حَفايَا سَـبْسَباً بعد سَـبْسَبٍ
42-لعَمْرُك لوْ عاينتَ ليلةَ نَفْرِهِمْ
43-و أنَّ صباحَ الأُسَرِ يومُ قيامةٍ
44-و مُسْـتَصْرِخٌ يا لَلْمُرُوءَةِ فانصرُوا
45-يُساقونَ سَوْقَ الْمَعْزِ في كَبَدِ الْفَلاَ
46-جُلِبْنَ سَـبَايا سافراتٍ وُجُوهُها
47-و عِتْرَةُ قَنْطُورَاءَ في كلِّ مَنْـزِلٍ
48-تَقُومُ و تَجْـثُو في الَمَحَاجِرِ و اللَّوَي
49-لقد كان فِكْرِي قبلَ ذلك مَائِزًا
50-و بين يَدَيْ صَرْفِ الزمان و حُكمِهِ
51-وقفتُ بِعَـبَّادَانَ بعدَ صَرَاتِهَا
52-مَحاجِرُ ثَكْلَي بالدُّموعِ كريمةً
53-نعوذُ بعفوِ الله من نارِ فتنةٍ
54-كأنَّ شياطينَ القُيودِ تَفَلَّتَتْ
55-بَدَا و تعالى من خُراسانَ قَسْطَلٌ
56-إلامَ تصاريفُ الزمانِ و جَوْرُهُ
57-رعَي اللهُ إنساناً تَـيَقَّظَ بعدَهُم
58-إذا كانَ لِلْإنسانِ عندَ خُطوبِهِ
59-ألا إنَّمَا الأيامُ تَرجِعُ بالعطا
60-ورائَكَ يا مَغْرُورُ خَـنْجَرٌ فاتكٌ
61-كَنَاقَةِ أهل البَدْوِ ظَلَّتْ حَمُولَةً
62-وسائرُ مُلْكٍ يَقتفِيه زَوالُهُ
63-إذا شَمِتَ الوَاشِي بِمَوْتِي، فَقُلْ لهُ
64-و مالكُ مفتاحِ الكُنُوزِ جَمِيعِها
65-إذا كان عندَ الموتِ لا فرقَ بيننَا
66-و جاريةُ الدنيا نُعُومَةُ كَفِّهَا
67-ولو كانَ ذُو مالٍ من الموتِ فالِـتًا
68-رَبِحْتَ الْهُدَي إنْ كنتَ عاملَ صالحٍ
69-كما قال بعضُ الطاعنينَ لِقَرِنِهِ
70-أ مُدَّخِرُ الدنيا و تارُكُها أسى
71-علي المرءِ عارٌ كثرةُ المالِ بعدَهُ
72- عفا اللهُ عَمَّا مَضَي من جَريمةٍ
73-وصانَ بلادَ المسلمين صيانةً
74-مليكٌ غَدَا في كلِّ بَلْدَة اسمُهُ
75-لقد سَعِدَ الدنيا به دامَ سَعْدُهُ
76-كذلك تنشُو لِينَةٌ هو عِرْقُهَا
77-و لو كان كِسْرَي في زَمَانِ حَيَاتِهِ
78-بشُكرِ الرَّعَايَا صِينَ من كُلِّ فِتْـنَةٍ
79-يُبَالِغُ في الإنفاقِ والعَدْلِ و التُّقَي
80-و ما الشعرُ أيْمُ الله لستُ بِمُبْدِعٍ
81-هنالك نَقَّادُونَ عِلْمًا و خِبْرَةً
82-جرتْ عَبَرَاتِي فوقَ خَدِّي كَآبَةً
83-و لو سَبَقَتْنِي سادةٌ جَلَّ قدرُهم
84-ففي السَّمْطِ ياقوتٌ و لَعْلٌ وجاجَةٌ
85-و حُرْقَةُ قلبي هَيَّجَتْنِي لِنَشْرِهَا
86-سطَرْتُ و لولا غَضَّ عيني علي البُكاءِ
87-اُحدِّثُ أخبارًا يَضِيقُ بِهَا صدرِي
88-ولا سِيَّمَا قلبي رَقِيقٌ زُجاجُهُ
89-ألا إنَّ عَصْرِي فيه عَيْشِي مُنَكَّدٌ
90-خليليَّ ما احْلَي الحيوةَ حقيقةً
91-و رَبُّ الحُجَى لا يَطمئِنُّ بعِيشَةٍ
92-سواءٌ إذا ما مُتَّ وانقطعَ الْمُنَي

فلمَّا طغي الماءُ استطالَ علَي السَُّكْرِ
تَمَـنّـَيْتُ لو كانتْ تَمُرُّ علي قَبْرِي
اَحَبُّ لهم من عيشٍ مُنقَبِضِ الصدرِ
ِإِلَيْكَ، فما شَكْوَايَ من مَرَضٍ يَـبْرِي
و هذا فِراقٌ لا يُعالَجُ بالصبرِ
و ذلك مِمَّا ليسَ يَدخلُ في ‌الحَصْرِ
رُؤُوسُ الأُسارَى تَرَجَّحْنَ من السَّكْرِ
مَدامِعُ في‌المِيزَابِ تَسْكُبُ في‌الحِجْرِ
علي العلماءِ الراسخينَ ذَوِي الحِجْرِ
ولم أرَ عُدْوانَ السَّفِيهِ علي الحِبْر
و بعضُ قلوبِ الناس اَحْلَكُ من حِبْرِ
و عندَ هجومِ الناسِ يألَف بالغَدْرِ
كخَنْسَاءَ من فَرَطِ البُكاءِ علي صَخْرِ
أ مَوْضِعُ صبرٍ و الكُـُبُودُ علي الجَمْرِ؟
و يَنْدَمُ الجُرْفُ الدَّوارِسُ بالْمَخْر
كَمَثَلِ دَمٍ قانٍ يَسيلُ إلي البَحْرِ
يَزيدُ علي مَدِّ البُحَيْرَةِ والجَزْرِ
كما احترقتْ جوفُ الدَّمَامِيلِ بالفَجْرِ
جِراحةُ صَدْرِي لا تَبِينُ بالسَّـبْرِ
و يُغْسَلُ وَجهُ العالِمِين من العَفْرِ
ذَوُو الخُلُقِ الْمَرضِيِّ و الغُرَرِ الزَّهْرِ
وذا سَمَرٌ يُدمِي الْمَسامِعَ كالسَّمْرِ
يعودُ غرِيباً مِثْلَ مُبْتَدأِ الأمرِ
و سَـبْيُ ديارِ السِّلْمِ في بَلَدِ الكُفْرِِ؟
و حافاتُها لا أعشبتْ وَرَقَ الخُضْرِ
بِمَذْبحِ قَتْلَي في جَوانبِها الحُمْرِ
لكثرةِ ما ناحتْ أغانِيَةُ القَصْر
مُسْتَعْصِمٌ بالله لم يَكُ في الذِّكْرِ


أ صَـبْرٌ علي هذا و يُونُسُ في القَعْرِ؟
فأصبحتِ العَـنْقَاءُ لازمةَ الوَكْرِ
و رُوحكَ والفردوسُ عُسْرٌ مع اليُسْرِ
فلا بُدَّ من شَوْكٍ علي فَـنَنِ البُسْرِ
ودَعْ جَيْفَ الدنيا لِطائِفةِ النَُّسْرِ
إذا قمتَ حَـيًّا بعد رَمْسِكَ والنَّخِرِ
علي الشهداءِ الطاهرينَ من الوِزْرِ
و ما فيهِ عندَ الله من عِظَمِ الأجْرِ
بأنَّ لَهُمْ دارَ الكرامةِ والبُِشْرِ
بِمَقْتَلِ زَوْرَاءَ إلي مَطْلَعِ الْفَجْرِ
هَلُمَّ انظرُوا ما كانَ عاقبةَ الأمرِ
بِهَتْكِ أساتِير الْمَحَارِمِ في الأُسَرِ
ُ لا يَسْطَعْنَ مَشْياً علي الحِـبَرِ
أنَّ العَذَارَى في ‌الدُّجَي شُهُبٌ تَسْرِي
علي أُمَمٍ شَعَثٍ تُساقُ إلي الحَشْرِ
و من يَصرخِ العُصْفُورَ بين يديْ صَقْرِ؟
عَزائِزُ قومٍ لم يَعُودَنَّ بالزَّجْرِ
كَواعِبُ لم يَـبْرُزْنَ من خَلَلِ الخِدْرِ
تَصيحُ بأولادِ الْبَرَامِكِ مَنْ يَشْرِي؟
هل يَختفي مشيُ النَوَاعِمِ في الوَعْرِ؟
ِفاحدثَ أمرٌ لا يُحيطُ به فِكْرِي
مُغَلَّلَةٌ أيديِ الكياسةِ والخُبْرِ
رأيتُ خَضِيباً كالْمِنَي بِدَمِ النَّحْرِ
و إنْ بَخِلتْ عينُ الغَمائمِ بالقَطْرِ
تَأَجَّجَ من قُطْرِ البلادِ إلي قُطْرٍ
فسالَ علي بغدادَ عينٌ من القِطْرِ
فعادَ رُكاماً لا يزولُ عن البَدْرِ
تَكلَّفَنَا ما لا نُطيقُ من الإِصْرِ
لأنَّ مُصَابَ الزَّيْدِ مَزْجَرَةُ العَمْرِو
يزولُ الغِـنيَ، طُوبىَ لِمَمْلَكَةِ الفَقْرِ
ولم تَكسُ إلاَّ بعدَ كِسْوتِهَا تَعْرَي
و أنتَ مُطَأْطِئٌ لا تَفيقُ و لا تَدرِي
إذا لم تُطِقْ حِمْلاً تُساقُ إلي العَقْرِ
سِوَي مَلَكُوتِ القائمِ الصَّمَدِ الوِتْرِ
رُوَيْدَكَ ما عاشَ امْرِؤٌ أَبَدَ الدهرِ
لدي الموتِ لم تُخْرِجْ يداهُ سِوَي صِفْرٍ
فلا تَنْظُرَنَّ الناسَ بالنَّظَرِ الشَّزَْرِ
مُحَـبَّـبَةٌ لكنَّها كَلْبُ الظُّفْرِ
لكانَ جديرًا بالتعاظُم والكِبَرِ
وإنْ لم تكنْ، والعَصْرِ إنَّكَ في خُسْرِ
بِسَمْرِ القَنَا نِيلَتْ معانقةُ السَّمَرِ
لِدارِ غَدٍ إن كان لابدَّ من ذُخْرِ
و إنَّك يا مَغْرُورُ تَجْمَعُ لِلْفَخْرِ
و مَنَّ علينا بالجميلِ من الصبرِ
بِدَوْلَةِ سُلْطَانِ البِلادِ أبي بكرِ
عزيزًا و مَحْـبُوبًا كيُوسُفَ في مِصْرَ
و أَيَّدَهُ الْمَوْلَي بأَلْوِيَةِ النصْرِ
و حُسْنُ نَبَاِت الأرضِ من كَرَمِ البَذْرِ
لقالَ إِلَهِي اُشْدُدْ بِدَوْلَتِهِ أَزْرِي
و ذلك إنَّ اللُّبَّ يُحْفَظُ بالقِشْرِ
مُبالغةَ السَّعْدِيِّ في نُكَتِ الشِعْرِ
و لو كان عندي ما بِبَابِلَ من سِحْرِ
و مُنْـتَخِبُو القولِ الجميلَ من الهِجْرِ
فأنشأتُ هذا في قَضِيَّةِ ما يَجْرِي
و ما حسُنَتْ مِنيِّ مُجاوَزَةُ القَدْرِ
و إنْ كان لي ذَنْبٌ يُكَفَّرُ بالعُذْرِ
كما فعلتْ نارُ الْمَجامِرِ بالعِطْرِ
لَرَقْرَقَ دَمْعِي حَسْرَةً فَمَحا سَطْرِي
و اَحْمِلُ آصارًا يَـنُؤُ بِهَا ظَهْرِي
و مُمْتَنِعٌ وَصْلُ الزجاجِ لدي الكَسْرِ
فليتَ عِشَاءَ الموتِ بادرَ في عصرِي
وأطيَـبَها، لولا المماتُ علي الإثْرِ
فلا خيرَ في وَصْلٍ يَرْدُفُ بالهَجْرِ
أ مُخْزِنٌ بِتَنٍ بعد موتِك أم تِبْرِ


1-Gözyaşlarımı gözlerimde hapsettim akmasın diye; fakat gözyaşım taşınca sarhoşluğa kadar uzadı.
2-Bağdat’tan (esen) saba rüzgârının, oranın viraneye dönüşünden sonra kabrimin üzerinden geçmesini ne kadar da arzulamıştım.
3-Çünkü akıl sahiplerine göre, bir kişinin bunalım içinde yaşamasındansa onun için ölüm daha hayırlıdır.
4-Tedavi maksadıyla nabzımı ölçen doktoru "Benden uzak dur, çünkü şikâyetim, zayıf düştüğüm bir hastalıktan değil" diyerek azarladım.
5-Ayrı kaldığımdan beri sabra sarıldım, fakat bu sabırla tedavi edilecek bir ayrılık değil ki.
6-Bana (Bağdat’ı) muhasara altına aldıkları günkü cereyan eden (olayları) soruyorsun; (ne var ki) bu olaylar sayıyla ifade edilecek türden değildir.
7-Ölüm kadehleri dolaştırılırken sanki esirlerin başları sarhoşluktan ötürü o tarafa bu tarafa sallanıyordu
8-(Bu duruma) Mekke ağlamıştır; Kâbe’nin Oluğu (Altınoluk) dahi Hicr’exxxiii gözyaşları döker (olmuştur).
9-Mustansıriyye’nin duvarları, ilimde otoriter olan himaye sahibi bilginlere yas tutarak ağlamıştır.
10-(Ah bu) zamanın musibetleri! Keşke bunlardan önce ölseydim de adî kişilerin mürekkebe olan düşmanlıklarını görmemiş olsaydım.
11-Mürekkep bile onlardan (bu yaptıklarından) sonra siyahlığıyla ağlar (duruma düşmüştür); ne yazık ki bir kısım insanların kalpleri mürekkepten daha da kara (imiş).
12-Allah, kendisine nimet verip de, insanların saldırısı esnasında haksızlığa göz yuman kişiye lanet olsun.
13-Kardeşi Sahr’axxxiv aşırı ağlayışından dolayı (başıboş gezip duran) Hansa’xxxv gibi, aşılması son derece zor ve çetin dağları dolaştım durdum.
14-Ey bana sabrı tavsiye eden kişi! Beni feryadım ve ıstırabımla baş başa bırak. (Sorarım sana)! Ciğerler kor üzerindeyken sabrın yerimidir?
15-(Yıkılmış, mahv olmuş olan selin kazıyıp getirdiği birikmiş olan nesneler) şiddetli rüzgâr sesinden sarsılmaya ve yıkılmaya (mahkûm olduğu gibi), benim bedenim de sürekli ağlamaktan ötürü yıkıldı ve perişan oldu.
16-ِAbbâdân’da, denize dökülen kıpkırmızı kan gibi akan Dicle’yi seyrederek durdum.
17-Vasıd’da (meydana gelen) musibetlerden ötürü gözyaşlarımın dolup taşması, denizdeki gelgit olayını geçmekteydi.
18- Patlamak üzere olan çıbanbaşlarının yanıp (kaşındığı) gibi, gözyaşlarımı patlattım ve daha da yandım.
19-Bana kalbin ve ruh halin nasıl diye sorup durma, çünkü gönlümün yarası denemekle bilinmez.
20-Kabul edelim ki eski saltanat, tekrar mamur ve müreffeh bir şekilde geri gelecek ve bilginlerin yüzleri topraktan temizlenecek.
21- İnsanların kendileriyle övündüğü takdire şayan ahlak sahibi ve güzide çiçekler olan o Abbasoğulları nerede ve nasıl geri gelecekler?
22-İnsanlar arasında onlar (Abbâsoğulları) hakkında (kulaktan kulağa) konuşulmakta olanlar, mızrak gibi kulakları parçalayan (kulağa hiçte hoş gelmeyen) gece sohbetlerine dönüştü.
23-Haberde (hadiste) rivayet edildiğine göre Hz. Muhammed’in dini, başlangıçtaki gibi (gelecekte de) yadırganmaya ve garipsenmeye dönüşecek.
24-(İslâm dininin) başlangıcındaki (kölelere reva görülen işkenceler) gibi barış diyarlarının esirleri, küfür beldelerinde (satılmak üzere dolaştırılmalarından) daha garip ve daha acı olaylara dönüşebilir ki.
25-Halifelerden sonra Dicle (nehri) akmaz olsun; onun kıyılarında yeşil yaprakları dahi bitirmesin.
26-Sanki o iki kardeşin (büyük ihtimalle halife el-Must’asım Billah’ın oğulları) kanı, çevresi kırmızılarla dolu öldürülenler mezbahasında bitkiye dönüşmüştü.
27-Çöl kargalarının aşırı feryatlarından ötürü ıssız çölün Sakız, Pelin ve Seksek ağaçları (bile) ağladı
28-Acaba (bundan böyle) minberlerin tepesinde (Halife) Must‘asım Billah’ın anılmadığı bir hutbe okunur mu?
29- Yunus (balığı suyun) derinliklerindeyken kurbağalar, sevinçten suyun etrafında sıçrayıp oynuyorlar; hiç bu duruma sabredilebilir mi?
30-Anka (kuşu) yuvasına kapanmışken kargalar onların (öldürülen insan) cesetlerinin çevresine üşüşmüşlerdi.
31-Ey masum Ahmet (Hz. Peygamber)! Zararda olan sen değilsin; çünkü senin ruhun, zorluğun ve sıkıntının arkasından gelen kolaylık ve ferahlığın neticesi olan Firdevs (cennetindedir).
32-Adn cenneti, hoşa gitmeyen engellerle (nefsin gayri meşru olan istek ve arzularının dizginlediği yasaklarla) çepeçevre sarılıdır; elbette koruk hurmanın dallarında diken de vardır.
33-Sen, hoşnutluk koltuğunda (cennette) yaşamın güzellikleriyle mutlu ol; dünyanın pisliklerini de akbaba gurubuna bırak.
34-Değilmi ki sen, gömülüp çürüdükten sonra tekrar bir canlı olarak kalkıp dirileceksin o halde ölmenle öldürülmen arasında bir fark yoktur.
35-Sevgilinin ve dostun duası, günahlardan tertemiz olan şehitlere olsun.
36-Dopdolu olan ölüm kadehi, onlara (şehitlere) afiyet olsun; ayrıca Allah katında onlara büyük mükâfatlar vardır.
37-Allah, şehitler için vaad ettiği «onlar için onur yurdu ve müjdeler vardır» buyruğundan döneciğini sakın sanma.
38-Allah’ın selamı (rahmeti ve bereketi), tan yeri ağarıncaya kadar Zevrâ (Bağdat)’nın şehitlerinin üzerine olsun.
39-Acaba hilâfet makamından daha yüce bir makam var mıdır? Geliniz hadisenin sonucunun ne hale geldiğine bir bakınız.
40-Esirlerin mahrem yerlerinin (örtülmesi zorunlu olan yerlerinin) örtülerinin paramparça edilmiş olmasını, keşke duymadan önce kulağım sağır olmuş olsaydı.
41-Onlar (bayan esirler), yalın ayak (şaşkın bir vaziyette) çöl çöl koşuşuyorlardı; artık o narinler, (öyle bir hale gelmişlerdi ki son derece yumuşak olan ipeğimsi) Yemen kumaşları üzerinde dahi yürüyemez hale gelmişlerdi.
42-Hayatına and olsun ki esirlerin gece kaçışlarını bir görmüş olsaydın; o bakireler, sanki zifiri karanlıkta (panik içinde alelacele koşuşmaları) kayan yıldızlar gibiydi.
43-Esirlerin sabah vaktindeki (manzaraları), (sanki) saçı başı birbirine girmiş kirli bir vaziyette mahşere sevk olunan milletlerin kıyamet günüydü.
44-(İçlerinden biri) «ey insanlık yardım ediniz»! Diye haykırıp duruyordu; fakat şahinin iki pençesi arasındaki serçenin feryadına kim koşabilirdi ki.
45-Bayan esirler, çölün ortasında keçi (sürüsü) gibi sürülüyorlardı; kavmin ileri gelenleri ise zecir yoluyla da olsa bir daha geri döndürülmüyorlardı.
46-Genç kızların yeni dolgunlaşmış göğüsleri (daha önce) örtünün aralığından fark edilemezken, esaretle yüzleri bile açık vaziyette toplatılıyorlardı.
47-Kantûrâ (büyük ihtimalle Moğol Türkleri) gurubu, her yerde Bermekîler’in çocuklarını «kim satın alacak» diye çığlıklar atıyorlardı.
48-(O esirlerden her biri) ayakta ve diz üstü kumluklarda ve taşlıklarda (perişan bir haldeydi). Acaba yürüyüşün son derece zor olduğu bir yerde deve kuşunun yürüyüşü gizlenebilir miydi?
49-Bundan (Bağdat’ın düşüşünden) önce fikrim iyiyi kötüden seçebiliyordu; öyle olaylar cereyan ettikti ki artık daha kafam almaz oldu.
50-(Çünkü) zamanın musibeti ve hükmünün gücü karşısında, zekâ ve tecrübenin eli kolu bağlı kalmıştı.
51-Abbâdân’ın en yüksek yerine (çıktıktan) sonra Minâ’daki kurban kanları gibi, (şehrin tamamen) kana boyanmış olduğunu gördüm.
52-Bulutların gözleri bir damlacık suya cimrilik etmişken çocuğunu kaybeden annenin gözleri, cömertçe gözyaşlarıyla ağıtlar yakıyordu.
53-Ülkenin bir ucundan diğer bir ucuna kadar sıçrayan fitne ateşinden Allah’ın affına sığınırız.
54-Sanki şeytanların bağları çözülmüş, Bağdat yöresine casuslar sızmış.
55-Horasan tarafından toz duman göründü ve çıkageldi; sonunda Aya uzanacak şekilde kümelere dönüştü.
56- Zamanın bela ve musibetleri, daha ne zamana kadar ağırlığından ötürü gücümüzün yetmeyeceği (sıkıntıları sırtımıza) yükleyecek.
57-Onlardan (Bağdat’ı istila edenlerden kurtulduktan) sonra uyanan insanları Allah muhafaza etsin; çünkü Zeyd’in başına gelen bir musibet, Amr’ın hayatına da engeldir.
58-İnsanın, tehlikelerle serveti yok olursa fakirlik saltanatına müjdeler olsun (yeter ki onurunu yok etmesin).
59-Bakın! Günler, (bir kısım) ihsanlarla geriye gelebilir fakat kendisinin kisvesinden sonra giydireceği giysi, ancak çıplaklıktan ibarettir.
60-Ey mağrur kişi! Arkanda son derece keskin bir hançer var; sense kafanı önüne eğmiş ne uyanıyorsun ne de idrak ediyorsun.
61-Tıpkı yük taşımaya devam eden bedevi halkının devesi gibi, sonunda yük taşıyamaz hale gelince kesime sevk edilir.
62-Tek ve samed olan Melekût (âleminin) sahibinden başkasının hükümranlıklarını, zeval takip eder
63-Şayet jurnalcinin biri, benim ölümümle sevinecek olursa ona şöyle deyin: "Ağır ol ve iyi bil ki hiçbir fert, sonsuza dek yaşama imkânına sahip olamamıştır ".
64- Servetinin tümünün anahtarlarını sıkıca koruyan var ya (iyi bil ki o), ölüm esnasında elleri sıfırdan başka hiçbir şey çıkaramaz duruma düşmüş olacaktır.
65- Ölüm esnasında aramızda her hangi bir fark olmayacağına göre sakın insanlara göz ucuyla küçümseyerek bakma.
66-Dünya cariyesinin (malının) elinin yumuşaklığı, istenilen bir arzudur; ne var ki o eller (birer) köpek tırnağıdır.
67-Şayet servet sahibi, ölümle malını elinden çıkarmış olsaydı elbette o, tazim ve takdire şayan biri olmuş olurdu.
68-Salih amelin varsa hidayeti kazandın demektir; şayet yoksa "asra and olsun ki zarardasınxxxvi".
69-Bir nükteci, kendi akranına( takılarak) şöyle dedi: "mızrak sayesinde ancak esmerle sarmaş dolaş olunur".
70-Oyalanmak maksadıyla, dünyayı biriktirenin de onu terk edenin de (durumu netice bakımından fark etmez); şayet biriktirme kaçınılmazsa yarının yurdu için olsun
71-Kendisinden sonra çok mal kalan kişiye ayıplar olsun. Ey mağrur kişi! Meğer sen o malı böbürlenmek için biriktiriyormuşsun.
72-Geçmiş günahları Allah affetsin bize de güzel sabırlar ihsan etsin.
73-Allah, Ebû Bekr’inxxxvii ülkesinin saltanatının devamını sağlamakla Müslümanların yurdunu muhafaza etsin.
74-O öyle bir hükümdardır ki Yusuf’un Mısır’daki (şöhreti ve sevilmiş olması ) gibi onun ünü de, her ülkeye aziz ve sevilen biri olarak yayılmıştır.
75-Dünya onunla mutlu olmuştur. Onun bahtiyarlığı daim olsun; Mevla onu zafer bayraklarıyla güçlendirsin.
76-Nitekim hurma da, aslı olan ağacından yetişir; çünkü toprağın güzel bitki vermesi, tohumunun iyiliğine bağlıdır.
77-Kisrâ onun (Ebûbekr’in) sağlığında hayatta olmuş olsaydı elbette «Allah’ım onun devletiyle arkamı güçlendir» derdi.
78-Tebaanın ona olan şükranıyla o, her türlü fitneden korunmuş olur; çünkü öz kabukla muhafaza edilir.
79-Ebûbekr infakta, adalette ve Allah’tan korkma konusunda Sa’dî’nin nükteli şiirlerindeki abartısı gibi mübalağa yoluna gider.
80-Allah’a yemin ederim ki Bâbil’in o büyülü (güzellikleri) ben de olsa bile, şiirde bir mucit değilim.
81-Bu alanda (edebiyat sahasında) hem ilim ve tecrübe sahibi tenkitçiler hem de güzel sözü mantıksız olanından ayıklayan (edipler) vardır.
82-Yanağımın üzerinde akmakta olan gözyaşlarım, bir kâbusa dönüştü; çünkü ben bu duruma cereyan etmekte olan olaylar karşısında düşmüş oldum.
83-Kadri yüce olan kişiler, benden önce (bu acı olayları dile getirme konusunda) öncülük etmiş olsalardı benim haddi aşmam pekte güzel olmazdı.
84-(Şu da göz ardı edilmemelidir) bir gerdanlığın ipinde hem yâkut hem lâl taşı hem de inci vardır; dolayısıyla (bu ıstırapları dile getirme konusunda) benim günahım olsa da özür dileme yoluyla bağışlanabilir.
85-Kaldı ki buhurdanlık ateşinin kokuyu yaydığı gibi, kalbimin yanışı da (bu acı) olayları açığa vurmaya beni sürüklemiş oldu.
86-Şayet ağlamaktan ötürü gözlerim kapanmamış olsaydı (gözyaşlarımla yazılar) yazardım ve elbette hasretten ötürü incelmiş ve hassaslaşmış olan o gözyaşlarım, (yazmış olduğum) o satırımı silmiş olurdu.
87-Canımı sıkan bir takım olaylar anlatabilirim; ne var ki belimi büken anlaşmalar taşımaktayım.
88-Özellikle benim kalbim cam inceliğindedir; nasıl ki camın kırılmasıyla kavuşması (tekrar onarılması) imkânsız ise (benim kalbim de cam misali bir kırıldı mı artık kolay kolay onarılmaz olur).
89-Şunu da iyi bil ki bulunduğum bu zamanda benim bahtım karayazılıdır; keşke ölüm akşamı asrıma erkenleyin gelmiş olsaydı.
90-Ey dostum! Sonunda ölüm olmasaydı hayat ne kadar tatlı ve ne kadar güzel olurdu.
91-Gerçek akıl sahibi hayata bel bağlamaz, onunla mutlu olmaz; çünkü ardından ayrılığın geleceği buluşmada bir hayır ve sevinç yoktur.
92-Ölümünle istek ve arzuların sona ermiş olur; artık senin ölümünden sonra ister uzağında, ister yakınında yas tutulsun bir şey değişmezxxxviii.

Konular