ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IIYRD.

ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IIYRD.
DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
ÖZ
Bezm, Arapça bir kelime olan meclisin anlam dünyasıyla eşdeğer
olan bir kelimedir. İçki içilen, eğlenilen ve muhabbet yapılan yemekli,
büyük şenlik ve eğlencedir. Bir toplumun sosyokültürel tarihi içerisinde
önemli bir yeri kapsayan, yazıldıkları devre ait oldukça detaylı bilgiler
ihtiva eden, sosyal hayatla ilgili zengin materyaller sunan eğlence ve
şenlikler, mesnevilere de yansımış, bir takım izler bırakmıştır. Bu izler,
maddî unsurlar olarak toplumun kültürel dünyasını oluşturan sosyal
tarih belgesidir. Mesnevilerde bezm olgusu, geniş bir yelpazeden ele
alınmıştır. Her şeyden önce bezm, düzenlenmesine vesile olan ve olduk-
ça çok boyutlu gerekçeleriyle başlar. Sonra bezmi düzenleyenler öne
çıkar. Katılımcılar da bezmin oluşmasını sağlar. Bezmin işleyişi geniş bir
hizmet ehli tarafından sağlanır. Bezme katılımcıların uyması gereken
kurallar, bezmin vazgeçilmezlerindendir. Bezmin kendine özge alet ve
gereçleri, bezmin görünümünü, konumunu ve pozisyonunu yansıtan
unsurlardır. Bezmin düzenlenmesi için mekânlara gereksinim duyulur.
Bu mekânlar, süslenir ve dizayn edilir. Bezmde alışkanlık haline gelen,
ma’mul olan ve bezmin doğasına uygun olan bazı eylem ve olaylar sergilenir.

Anahtar Kelimeler: Mesnevi, bezm, eğlence, kültürel değerler.
ABSTRACT
The word bezm in Arabic means gathering. The term means a big festival
and party in which people drink, entertain and have a chat. Festi-

 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU, İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim üyesi. Email: sadikarmutlu@
windowslive.com.
32  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
vals and parties have an important place in socio-cultural history of a
society; contain rather detailed information on the period when they
were written; and give rich materials about the social life. Mesnevis also
include these festivals and parties, which made some marks. These
marks are documents of social history which constitute cultural world of
a society as material elements. Bezm is told in mesnevis in a wide range
of aspects.
First of all, bezm starts with multidimensional reasons which lead it
to be held. Then, those who hold bezm come to the fore. Participants also
contribute to the holding of bezm. A large number of capable people
help running of bezm. The rules to be followed by participants are indispensible
for bezm. It is the unique instruments and materials of bezm
that reflect its appearance, position and state. Places are required for
bezm to be held. These places are decorated and designed. Some events
and acts which have been a pattern, rooted and suitable for its nature are
performed. Bezm which starts in a period ends in a certain time and duration.
Key words: Mesnevi, Bezm, Entertainment, Cultural Values.
چکیده
بزم، مترادف با معنی کلمه ی مجلس که عربی می باشد، است .مجلس مهمانی بزرگی هست
که همراه با عیش و نوش و طرب می باشد. آداب و رسوم و جشنهایی که ریشه در تاریخ و
فرهنگ و مسایل اجتماعی یک ملت داشته در مثنویها نیز انعکاس و نمود یافته و آثاری از خود
به جای گذاشته است .این آثار به عنوان عناصر مادی از جمله عوامل تشکیل دهنده دنیای
فرهنگی ملت بوده که بصورت برگه ها تاریخ اجتماعی تجلی می یابد .در مثنویها مورد بزم
محدوده گسترده ای را به خود اختصاص داده است.
پیش از هر چیز دیگر بزم با واقعیتهای پدید آورنده آن که ابعاد وسیعی را نیز در بر می
گیرد به وجود می آید .در مرحله بعدی افرادی که بزم را بوجود می آورند نمود می یابند .
شرکت کنندگان هم باعث تشکیل بزم می شوند .بزم نیز از سوی تعداد زیادی خدمتگذار اداره
می گردد .تابع بودن و پایبندی افراد شرکت کننده به بزم از جمله مهمترین شروط آن می
باشد .عوامل و ابزار بزم از جمله عناصری است که جایگاه و دیدگاه بزم را منعکس می کند .
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  33
برای ایجاد بزم نیاز به مکان هایی هست که این اماکن تزئین و طراحی می گردند .با توجه به
رسوم مربوط به بزم بعضی عادات و اصول به نمایش گزارده می شوند .بزم در یک بازه زمانی
مشخص شروع و پس از مدت محدودی اتمام می یابد .
کلید واژه ها :مثنوی، بزم، شادی، ارزش های فرهنگی
4.1.3. Âdâb-ı bâde-horî//Şarap İçme Usulü
Şarap içmek, çok eskilere dayanır. Antik Yunan’dan günümüze kadar
tüm toplumlarda şarap, tüketilen bir madde olmuştur. Çok eski bir geleneği
olan şarap içme adabı hakkında Kâbûsnâme yazarı kitabının 28. Bö-
lümü olan “Şarap İçme Töreni” başlığı altında şunları söyler:
“Eğer şarap içeceksen usulüne göre içmeyi bilmen gerekir. İçmenin zehir olduğunu
bilmiyorsan, onun panzehirini bilmelisin” (Unsuru’l-Me’âlî 1375:
67).
Kâbûsnâme yazarı, şarap içme adabı hakkında uzun uzun bilgiler
vermiştir. Bu bilgilerden bazıları şunlardır:
“Yemekten sonra tezcek şarap içme. Şarap ikindiden sonra içilmeli. Şarabın
yanında nukl: çerez bulundurma. Meze varsa, şarap içerken ondan çok yeme.
Şarabı bağlarda, sahralarda içme. Bezmde sarhoş oluncaya kadar şarap içme.
Akşamdan sabaha kadar şarap içici olma. Cuma akşamları şarap içmemeyi alış-
kanlık haline getir” (Unsuru’l- Me’âlî 1375: 67 v.d.).
Kâbûsnâme yazarının ifadeleri hemen hemen pek çok yazar tarafından
da söylenmiştir:
“Şarap içilecekse adabına göre içilmeli. İtidalli içip sarhoş olmamak, sabah
vakti içmemek, alışkanlık haline getirmemek, tok karın üzerine içmemek, içmek
için iki susuzluk zamanının geçmesi ve üçüncü susamada içmek, içki içtikten
sonra tövbeyi unutmamak…” gibi ifadeler yer almıştır (Nezârî 1371: 259-299;
Hayyâm trs: 71-72; Râvendî 1364: 427).
Mesnevilerde şarap içmenin usulleri hakkında bilgiler verilmiş, bu
usule uyma zorunluluğu belirtilmiştir. Bunlar daha çok tavsiye niteliği
taşımaktadır. Bunların başında da şarap içmede itidale riayet etmek gerekir:
“Şarap için herkes ölçülü ‘olmalı’. Nitekim ‘çok’ içmek, aklı fazla cılızlaştı-
rır” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 28).
34  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Şarabı, mutlu olmak için iç/tercih et. Sarhoş olan bir kimseye bravo, aferin
denilmez” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/141).
“Gerçi ben şarap içerim. Öyle fazla içmem. Zira, sarhoşken dünya gamından
da geçmem. Akılda bir kötülük yoksa, o kimse şarap içse bile sarhoş olmaz” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 129).
Mesnevilerde şarap içmenin adabı/usulü genellikle şu şekilde yer
almaktadır:
1. Genellikle şarap yemek bitiminden çok sonra içilmeli, yemekle
birlikte şarap içilmemeli. Kâbûsnâme yazarı da aynı tavsiyede bulunuyor:
“Yemekten üç saat geçtikten sonra şarap iç. Çünkü bu süreç içerisinde mide,
yenilen yemekleri hazmetmiş olur. Öyleyse yemekler, sindirilmeden önce şarap
içme. Yemekten sonra dört saat geçsin, sonra iç ki, senin vücudun yediklerinden
yararlanmış olur.” (Unsuru’l Me’âlî 1375: 68). Şaraptan önce ellerin yı-
kanması gerekir:
“Konuksever adam, yemek yedikten ‘sonra’ gelip ellerini su ile yıkadı. Sonra
o tüccar olan kişi aceleyle gül suyu parlaklığında şarap getirdi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: IX/71).
“Eller yıkandıktan sonra kadeh ve şarap istedi. Şarapla birlikte çalgıcı, şöhret
ve huzur istedi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:VII/351).
2. Şarap içilecek mekânın yemek yenilecek yerden ayrı olması gerekir.
Beyhakî, bir bezmi anlatırken: “Yemek için bir sofra kurdular… Şarap meclisini
de başka bir yerde donatıp kurdular” demiştir” (Beyhakî 1362:148).
“Şâhın sofrasından kalkınca şaraba oturacak yer hazırladılar. Çalgıcılar ve
müzisyenlerle gittiler. İleri gelenlerin tümü şaraba oturdular” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/84).
“Hüsrev, sofradan ayrılınca, tahtını ‘şarap içilecek’ bir başka yere götürdü-
ler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/218).
3. En önemli törelerin başında şâh ister bulunsun, ister bulunmasın
bezmde şarap içiminde onu hatırlamak, anmak gelmektedir. Eski bir
İran geleneği olan bu usulü yani şarap içerken bir kimseyi yad etmeyi,
onu hatırlamayı ilk gerçekleştiren Daryûş olmuştur. Daryûş, dostlarına
yazdığı bir mektupta şunları söylemiştir: “Ben, senin için Suriye’nin nadir
bulunan taze üzümlerinden yapılmış bir şarap gönderiyoRum. O şarabı içtiğin
her zaman bizi hatırla!” (Zekâî trs: 87) Böylece şarap içerken bir diğerinin
“şerefine” diyerek, kadeh kaldırmak ve onu anmak bir gelenek haline
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  35
gelir. Bir kimseyi şarap içerken anıp hatırlamak, Farsça’da “yâdgâr” veya
“yâdgârek” diye adlandırılmıştır. Bu durum Arap şiirinde de yer almıştır
(Zekâ’î trs.: 88).
“Parlak olan o kadehi ellerine aldılar. Önce Keykâvus’un adını andılar. Zamanın
hükümdarını hatırladılar. Hepsi ona doğru ‘kadeh kaldırarak’ onun ülkesi
abad olsun ‘dediler’” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/161).
“Önce şehinşâhı andılar, ondan sonra bezme oturdular” (Esedî-yi Tûsî,
Gerşâspnâme 1354: 93).
“Zevâre, eline bulbul alınca, Şâh Keykâvus’u andı, onu yad etti” (Firdevsî,
Şâhnâme 1363: II/161).
Bir kişiyi anıp onun adına kadeh kaldırmak, şahların bezminin dışında,
sade vatandaşlar arasında da uyulması gereken bir gelenekti.
Behrâm, tanımadığı misafirleri kabul ettiğinde, ilk kadehi padişahın şerefine
kaldırırlar:
“Yemek yenildikten sonra kadeh kaldırdılar, önce şehinşâhın adını andılar”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/313).
Goştâsb’ın oğlu ve İran ordusunun önemli kahramanlarından olan
Borzîn’in içlerinde köylülerinde bulunduğu bezminde aynı gelenek ya-
şatılmıştır:
“Borzîn, kadeh ve kırmızı şarabı getirttirdi. Önce cihan padişahın adı anıldı”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/342
Bu gelenek aynı zamanda şahların egemenliklerinin kabullenilmesi
anlamına da gelmekteydi:
“Küçük devlet başkanları onun ‘emri’ne girdiler. Onun ahd ü peymanına
kemer bağladılar. Kadehleri alarak, İskender’i yad ettiler, ondan başka hiç kimsenin
adını anmadılar” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 522).
“Çîn’den Rum’a, Rey’den Isfahân’a kadar bütün şâhlar, Hüsrev’in tahtı
önünde oturmuş, Hoten Bey’inden Zengibâr hükümdarına kadar, herkes çeng
eşliğinde Hüsrev’in ‘şerefine’ kadeh kaldırmıştı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn,
1363:277).
Şarap içerken, şahın adını anmamak, onun egemenliğini kabul etmemek
anlamlarında yorumlanmış, şaha isyan olarak düşünülmüştür.
Tâyîr Gassânî, şarap içeceği zaman Şâpur’un yerine Gassanilerin adını
anar:
36  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Tâyîr, kadehle birlikte hüsrevî şarap istedi. Önce Gassânilerin adını andı”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375:VII/224).
İsyan belirtileri dışında şahın adını anmadan, seçkin insanların adı
anılarak, onların şerefine kadeh kaldırıldığı da görülmektedir. Av yerinde
Rüstem, İsfendiyâr’ın oğlu Behmen’i misafir eder. İlk olarak kadehini,
bu seçkin insanın şerefine kaldırır. Behmen de herkesten Rüstem’in adı-
na kadeh kaldırmalarını ister (Firdevsî, Şâhnâme 1375:VI/239). Keykubâd
da düzenlediği bir bezmde ilk kadeh seçkin kişilerin şerefine kalkar (Firdevsî,
Şâhnâme 1375:II/59).
4. Şarap içme usullerinden biri de şah adına kadeh kaldırdıktan sonra,
ikinci kez kadehi ele alıp yeri öpmektir. Rüstem, sakiden Zâbil şarabından
ağzına kadar dolu bir kadeh ister. Sakinin elinden aldığı kadehle
keyiflenir. O parlak kadehi önce Kavus’u anarak içer, onun şerefine kadeh
kaldırır. Daha sonra kadehi bir daha eline alır ve yeri öper. İkinci
kadehi Tûs’un üçüncü kadehi de Zevâre’nin şerefine içer. Zevâre de aynı
kadehi alıp padişahın adını anarak şarap içer, sonra da Rüstem gibi yeri
öper (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/161).
5. Şahtan sonra diğer seçkin kişiler ve meclistekiler için de kadeh kaldırılır.
Şereflerine kadeh kaldırma işi, katılımcıların sosyal konumu, makam
ve mevkilerine göre yapılır:
“Bir sofra kuruldu. Önce Menûçehr’in sonra Nevzer’in, Sâm’ın ve ‘sırasıyla’
seçkin kişilerin şerefine, ülkenin mutluluğuna kadeh kaldırdılar” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: I/193).
Protokol sırasına göre kadeh kaldırmanın az da olsa istisnasının bulunduğu
görülmektedir. Sâm, oğlu Rüstem’i ilk kez görmeye gittiğinde
bir bezm düzenlenir. Rüstem, daha yedi yaşını doldurmamıştı. Sâm,
kadehini önce Rüstem’in sonra da Zâl’ın şerefine kaldırarak, geleneğin
dışına çıkmıştır (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/425).
Âşıklar da kadehlerini sevgilileri için kaldırırlar:
“Gönül çelen Vîs, bu sözleri işitince kadehi sevgilisinin şerefine kaldırdı ve
bu şarabı Râmîn’in anısına içiyoRum dedi. O, vefalıdır, vefa arar ve vefayı gö-
rür” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371:190).
İskender de neşeli zamanlarda Çinli cariyesiyle şarap içtiğinde ilk kadehi
onun şerefine kaldırıp içer:
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  37
“Altın bir kadeh, şarapla doldurulup o periden doğmuş güzelin şerefine içildi”
(Nizamî, Şerefnâme 1363:472).
6. Şarabı yaş sırasına göre içmek de usuldendir. Yaşı büyük olanlar ilk
kadehi kaldırır ve ilk yudum o büyüğün şerefine içilir. Diğerleri de bu
duruma eşlik ederler. Şâpur, şarap içmek için bir bağbana misafir olur.
Bağban, Şâpur’u tanımıyordur. İlk kadehi Şâpur, bağbana uzatır ve “sen,
benden yaşça daha büyüksün, büyüklerin şerefine ilk kadehi içmek adettendir”
der. Bağban da doğru söylüyorsun der ve ilk kadeh bağbanın şerefine
kalkar. (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/233). Behrâm’ı tanımayan bir tüccar
çırağı ona misafir olur. Çırak, Behrâm’dan küçüktür. Kendisine sunulan
ilk kadehi içmesi için Behrâm’a uzatır: “Yemek yenildikten sonra, kadehe
şarap dolduruldu. ‘Çırak’ ilk ‘kadehi’ içmesi için Behrâm’a uzattı” Firdevsî,
Şâhnâme 1375: V/378).
Behrâm Gûr, kendisini tanımayan yaşlı bir köylüye konuk olur. Köylü,
ilk kadehi kendisi içer, sonra o kadehi, gül suyu ile yıkar Behrâm
Gûr’a verir:
“Köylü kadehi önce ‘kendi’ içti. Sonra da onu gül suyu ve misk ile yıkadı.
Gönül süsleyen o kadehi Behrâm’a verdi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/351).
7. Bir kimsenin şerefine kadeh kalkacaksa, şarap içenler hep birlikte
ayağa kalkar, sonra şarap içerler:
“Şarabı, rûdu, şarap içenleri sofraya davet et, çağır. Sonra da ayağa kalkıp
şehinşahın şerefine ‘içelim’ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/176).
“Herkes Çîn Fağfûrunu anmak istiyordu. Onun mutluluğu için ‘ellerindeki’
kadehle ayağa kalktılar” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 425).
“Padişah kadehi görünce, ayağa kalktı. Ayakta bir kadeh içti, başka içmedi”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 331).
Beyhakî’de böyle bir âdete şahit oluyoruz. O, şöyle bir anekdot anlatır:
“O gün şaraba oturunca, çevre devletlerden gelmiş elçileri büyük bir saygıyla
davet ettiler ve birlikte oturdular. Üçüncü kadehte ayağa kalktılar. Emir
Mahmûd’un şerefine içtiler. Herkes ayaktaydı, sonra oturdular.” (Beyhakî
1362: 668).
8. Çok şarap içmek ve sarhoş olma sürecini uzatmak güzel bir özellik
sayılmıştır. Başka bir ifadeyle çok şarap içmek hemen sarhoş olmamak
bir üstünlük olarak görülmüştür. Ferruhî, memduhunu övdüğü bir kasidesinde
bu durumu şöyle ifade etmiştir:
38  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Her ne kadar şarap içtiyse de aklı yerindeydi. Daha sonra aklı başında olan
insanlar ‘gibi’ sarhoş oldu” (Ferruhî Sistânî 1371:144).
Rüstem’in dikkat çeken özelliklerinden biri de aşırı derecede şarap
içme yeteneğine sahip olmasıdır. Şâhnâme’de pek çok yerde Rüstem’in
bu özelliği anlatılmıştır:
“Biz seninle şarap içmede yarışamayız! Hatta şeytan bile seninle yarışamaz.
Hem bezmde böyle şarap içmek hem de savaş alanlarında gürz kullanıp çarpış-
mak, senden başka kime yaraşır dediler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/161).
Hüsrev’in de aynı özelliklere sahip olduğunu görmekteyiz. Hüsrev’in
Şeker’i istemek için İsfahan’a gittiğinde onuruna verilen bir bezmde, bir
gün içerisinde kırk batman şarap içmiştir (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363:
282).
Bezmde şahların dışında, bazen onlar kadar veya onlardan daha çok
şarap içenler de olmuştur. Böyle durumlarda bahse girmek âdeti gelenek
haline gelir. Behrâm Gûr’un meclisinde adı Kübrevî olan bir kişi, Behrâm
için gül ve meyve karışımı on batman şarap getirir. İki batman şarabı bir
kerede içer ve meclisteki dostlarından şarap ister ve beş batman şarap
içip sarhoş olmayacağına dair söz verir. Dediği gibi de yapar, çok içer ve
sarhoş olmaz sonra da evine gider ve şöyle der:
“Cihân sahibinin önünde içinde iki batman şarap olan kadehi tek seferde iç-
tim. Kadehimi şehinşahın anısına kaldırdım. Ben adı Kübrevî olan ayyaşım dedi.
Şehinşâhın yüzüne karşı benim gibi şarap içen dost arıyoRum. Kadehin içinde
beş batman şarap var. Bezmdeki topluluğun huzurunda bundan ‘daha’ fazlası
olan yedi batman ‘şarap’ içerim. Daha sonra da evime doğru sarhoş olmadan
giderim. Benden bir taşkınlık ve sarhoşluk ‘belirtisi’ görülmedi. Öyle ki yedi
batman şarap dolusu kadeh içtim, o şarap severler de etrafımda toplandı, bir
araya geldiler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/322).
Beyhakî’de de bunun gibi bir iddia görmekteyiz. Bu iddia Gazneli
Sultan Mesûd ve bezme katılanlar arasında gerçekleşir. Buna göre kim
daha çok şarap içecek ve sarhoş olmayacak diye bir bahis tutarlar. Ebu’lHasan
yedi büyük kadeh, Tabîb Ebu’l-Alâ beş büyük kadeh, Bû Naîm on
iki büyük kadeh içer ve sarhoş olunca da kaçar giderler. Mecliste Sultan
Mesûd ve Hace Abdurrezak kalır. Abdurrezzak, on sekizinci kadehe
kadar dayanır, o da bezmi terk eder. Sultan Mesûd da tek başına yirmi
iki büyük kadehe kadar yarım batman şarap içer, elini ve ağzını yıkar ve
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  39
namaza durur. Sonra kendisi şarap içmemiş gibiyim der (Beyhakî 1362:
658).
Padişahların çok şarap içmesi onların özelliklerini yansıttığı gibi savaşlarda
kılıç kullanma ve savaşma yetenekleri de onların başka bir özelliklerini
gösterir. Bu iki özellik ayrı ayrı mesnevilerde yer aldığı kadar,
iki özelliği bir arada barındıranların da bulunduğunu görmektedir.
Ramîn’in hem savaş zamanında iyi kılıç kullanıp savaştığı hem de çok
şarap içtiği görülür:
“Savaş zamanı kahramanlardan daha çok kan döker, bezm zamanı da dostlarından
daha çok şarap içer” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 108).
9. Şarap içilecek zaman, önce ilk kadeh yavaş yavaş, sindire sindire
içilmeli, sonra ilerleyen vakitlerde şarabın etkisiyle kadehler peş pe-
şe/ard arda yudumlanmalı:
“Yemekler yenilince şarap dolu kadehleri götürdü. İlk olarak Behrâm’a teslim
etti. Böylece mutlu oldular ve şarap kadehini azar azar yudumladılar” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/378).
10. Şarap içileceği zaman; konuşmak, kendini övmek gibi davranış bi-
çimleri ayıp sayılmayıp bu şekilde hareket edenler, diğer katılımcılar
tarafından hoş karşılanmıştır. Sâm, oğlu Rüstem’i görmeye gittiğinde
bezm düzenlenir. Kâbilli Mihrâb, sarhoş olduktan sonra kendini över,
tehdit eder ve Dahhâk’ın töresini yaşatacağını söyler:
“Mihrâb yeryüzünde kendisinden başkasını görmeyecek kadar çok şarap iç-
mişti. Ben ne Zâl’dan ne de Sâm’dan ne de tac ve güce sahip olan şahtan korkarım.
Ben ve Rüstem ve atım Şebdîz ve kılıcım ‘olduğu sürece’ üzerimize bulut
gibi gölge yayamazlar. ‘Ben tekrar’ Dahhâk’ın töresini kurup ayağımın altındaki
toprağı miske çevireceğim” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/240).
Mihrâb “Söylediklerimi yapmak için silahlanacağım” diyerek kendini
övücü sözler söyler. Sâm ile Zâl, Mihrâb’ın söylediklerine tepki göstermezler,
sadece tebessüm ederler:
“Sâm ve Zâl, çakır keyf olmuş olan Mihrâb’ın sözlerine güldüler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: I/240).
11. Bezmde hazır bulunanlar bir daire/halka şeklinde otururlar. Bu
dairenin iki ucunu birleştiren kişiye “ser-halka” denilirdi. Sakî, “serhalka”ya
kadeh sunduktan sonra, bezmdekilerin hepsini dolaşıp tekrar
40  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“ser-halka” ya gelir ve ikinci sunum/dolum başlar. Buna “devr” denir
(Şemîsâ 1377: 706). Hâfız-i Şirazî, aşağıdaki beyitte şöyle der:
“Sakî, cana rahatlık veren şarabı devr et/döndür, dolaştır. Zira dönen feleğin
dönüş cevrinden gönlüm yaralıdır” (Hâfız-i Şirazî 1368: 122).
“Gül mevsimi, ömür gibi geçmek için acele ediyor. Sakî, sen de şarabı devr
etmede/döndürmede acele et” (Hâfız-i Şirazî 1368: 309).
Bezmde kadehlerin sıra ile dolaşmaya başladığını Hüsrev ü Şîrin’
de de görmekteyiz:
“Lezzetli şarap dolu kadehler birkaç defa devr edince/dolaştırılınca, dün geceki
uykusuzluktan dolayı her bir kafa ağırlaştı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn,
1363:142).
“Sakî, şarabı birkaç kez devr edince/döndürünce, Hüsrev’in utanmasından
hiçbir şey kalmadı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn, 1363: 277).
12. Bezmde şarap içmeye başladıkları an birbirlerine “afiyet” veya
“afiyet olsun” denilmesi usuldendir. Hüsrev, hem dost insanlardan hem
de seçkin kişilerden oluşan bir meclis kurdurur. Bu mecliste Şirîn de
vardır:
“Şîrîn, kadehi şaraba doldurdu, dudaklarını ballandırarak Hüsrev’e verdi. İç
bunu iç ‘dedi’. İç ki, Şirîn’in kadehi sana afiyet olsun. Şirîn’den başkasını sana
unuttursun” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn, 1363:137).
“İçkileri koydular, çeng çaldılar, rudlara vurarak ‘gönülleri’ okşadılar. Sakî,
afiyet olsun dedi. Lezzetli şarapla dolu kadehler, aşk pazarını ısındırdı.” (Nizamî,
Heft Peyker 1363:168).
Bazen de bezmden “nûş-â-nûş” yani; “afiyet üstüne afiyet olsun” sesleri
yükselir:
“Şâh neşelenince afiyet üstüne afiyet olsun seslerine cihanda birileri kulak
tuttu” (Nizamî, Heft Peyker 1363: 353).
“Dostların afiyet üstüne afiyet olsun ‘sesleri’ geceye damgasını vurdu. Geceyle
birlikte uyanık kalanlar, bir de sabûhî içtiler” Nizamî, Heft Peyker 1363:
43).
“Birbiri arkasına ayrılık gazelleri okunuyor. Sakînin afiyet üstüne afiyet olsun
sesleri yükseliyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn, 1363: 64).
13. Bezmde herkesin yanında veya yakınında bir “Cur’adân” yani şarap
artıklarının toplandığı bir kap bulunurdu. Cur’adân, kadehin içi-
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  41
minden sonra kadeh içinde kalan dordu/tortuyu dökmek için kullanılırdı.
Özgür ortamda düzenlenen bezmlerde kadeh dibindeki
cur’alar/yudumlar yere dökülürdü (Şemîsa 1377: 712).
“Zemini curalarla amber kokulu bir hale getirelim. Mutluluğu taze güllerle
yıkayalım (Nizamî, Şerefnâme 1363.299).
“O taç sahibi piruze renkli tahta oturunca, şarabı itibarsız yudumlardan
kurtardılar” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn, 1363: 62).
Bezmde geçmişteki dostlukları veya dostları yad etme nişânesi olarak
son yudumu toprağa dökmek olan “cur’a efşânî” başlangıçta bahçenin
açık alanlarında yapılırken sonradan bu gelenek korunarak, her zaman
ve her yerde uygulandı. Bakır taslardan imal edilen “cur’a-dân”larda
biriken şarap tortusu daha sonra bezmin bitiminde dostları anarak, hatırlayarak,
onların şerefine toprağa dökülürdü (Borumend 1385: 134).
Belli bir kaideyle toprağa şarabın tortusunu dökmek geleneği Yunanlılardan
alınmıştır. Onların şarap içme adetlerinden pek çoğu benimsenmiş
ve Farsça şiirde işlenmiştir (Muîn 1368: 119-120). Fars edebiyatında
bu geleneği yansıtan bol miktarda beyit vardır. Aşağıdakiler de
bunlardandır:
“Eğer şarap içersen son yudumunu toprağa dök. Başkasına fayda ulaşan o
günahtan korku niye?” (Hâfız-i Şirazî 1368: 253).
“Şarap kadehinden toprağa birkaç yudum dökelim Zira edipler yere birkaç
yudum dökerler. Eğer toprak cömert kişinin kadehinden nasip almazsa, cimrilik
çoğalır” (Menûçehrî 1384: 8).
“Eğer bana kötülük vermek istiyorsan, benim anıma bir kadeh şarap iç veya
bu toprak süpüren düşkünün anısına içtiğinde son yudumu toprağa dök!”
(Mevlânâ trs.: 80).
4.2. MUSİKÎ
Duygu ve düşüncelerin sesle ifadesi olan musiki, güzel sanatların bir
dalıdır. Musiki, çok güçlü tesiri olan ve ses üzerine kurulmuş bir sanattır.
Müzik, ruhun ve gönlün lisanı, hislerin tercümanıdır (Meşhûn 1373:
7). Musiki insana ait güzellikleri yansıttığı gibi insanî hissiyatın da yansı-
tıcısıdır (Mellâh 1367: 49). Mesûdî, musiki için “ruhun gıdası” demiştir
(Mesûdî 1370: I/313). Musikinin İran kültür tarihindeki geçmişi derinlere
42  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
uzanır. Sasanî asrından günümüze kadar ulaşan kitabelerde, örneğin
vazolar üzerine işlenen nakışlarda musikinin derin izlerini görmek
mümkündür (Meşhûn 1373: 52-53). Barbed, Nekisâ ve Serkeş gibi Sasanî
dönemi musiki bilginlerinin adları İslam sonraki eserlerde yer almış,
isimleri günümüze kadar ulaşmıştır ( Mellâh 1367: 52). Erdeşîr-i
Bâbekân’ın musiki için özel bir vezir görevlendirdiği (Meşhûn 1373: 48),
Barbed’in de musikî makamlarını icad ettiği söylenmiştir (Christensen
1377: 629).
Araplar, İran musikisiyle İslami fetihler neticesinde tanışmışlardır.
Araplar, İran’dan bazı Elhân/melodilerin dışında teori, terim ve nazari
bilgi kabilinden aldıklarının dışında, Farslarla kurulan diyalog sonucunda
da Arap musikisi çok şey kazanmıştır. Arapların ud ve tanburdaki
perde taksiminde Farsça “distân”, çoğulu “desâtîn” kelimesini iktibas
etmeleri buna bir örnektir (Kılıçlı 1993: 86). İranlılarla Arapların kaynaşmasından
sonra Araplar, kendi yerli çalgıları yerine Fars udunu ve
tanburunu benimseyerek, musiki icrasında kullanmışlardır. Bunları ilk
kullanan da İbn Sureyc (ö. 734) olmuştur (Mekkî 1383: 387). Köklü bir
geçmişi olan musikinin işlevsel özelliklerini bezmde de görmekteyiz.
Bezmin en önemli unsuru olan musiki, mesnevilerde ayrıntılı bir biçimde
makam, ses, alet ve icra olarak işlenmiştir.
4.2.1. Ebzâr ve Âlât-ı Mûsîkî//Musikî Alet ve Gereçleri
Ebzâr ve Âlât-ı Mûsîkî: Musiki aletleri, mesnevilerde “rezm” ve
“bezm” olarak iki ayrı etkinliklerde geçer. Rezm/savaş aletleri: kûs/savaş
davulu, tebîre/davul, kernâ/borazan, kâse/çukur levha biçiminde olup
savaşta tokmakla çalınan bir alet, dohol/davul, senc/çalpara gibi aletlerden
oluşmuştur. Bu aletlerin sesi oldukça yüksek, çınlama ve yankılanması
kuvvetli olduğundan, vurularak çalınırmış. Bu çalgılar, savaş alanlarında
işlevsel olarak yer almışlardır. Kahramanlık manzumelerinde bu
aletlerin defalarca kullanıldığını görmekteyiz. Savaşta daha çok heyecan
vermek, savaşçıları cesaretlendirmekte yararlanılmıştır. Ayrıca bu aletler
savaşa giden askerlerin uğurlanması esnasında veya padişahın avlanma
alanına hareketinde, kahramanların karşılanmasında ya da yüksek şahsiyetli
kişilerin huzura kabulünde bu çalgılar kullanılmıştır.
Bezmlerde kullanılan musiki aletleri de şunlardır: Erganûn, Barbed/rûd
veya ud, tonbek, tanbur, leng, def, rebâb, setâr, kemânçe,
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  43
nây/ney. Bu aletler, bezmle ilgili olmalarına rağmen her türlü şenliklerde
de kullanılmıştır. Bezmlerde kullanılan musiki aletleri şunlardır.
4.2.1.1. Erganûn
Yunanca bir kelime olan, organon olarak adlandırılan ve günümüzde
de org olarak bilinen erganûn, dünyanın en eski musiki aletlerindendir.
Onun yapımı Eflatun’a nispet edilmiştir. Farsça sözlüklerde yaylı ve
nefesli çalgılardan biri olarak geçmekte, çeşitli türleri bulunmaktadır
(Sitâyişger 1374: I/72):
“Erganûnun yanık sesinden gözyaşları kadehe akmış, rûdlardan da kan damlamış”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 155).
“Ergânûnun sesini işitti, ergûvânî şarabını içti” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn
1363: 44).
4.2.1.2. Barbed
İran musiki tarihinde derin bir geçmişi olan ve çok eskiden beri bilinen
en mühim ve en çok kullanılan musiki aletlerindendir. Bu çalgının
özel bir ağaç cinsinden yararlanılarak, ince ve narin tellerden yapılırmış
(Muîn, Ferheng-i Fârsî 1360: ):
“Her taraftan şarkı ezgileri, Barbedin inlemesi, rûd sesleri geliyordu” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 242).
“Bârbud, Barbedi çalmaya başlayınca kuru Barbedden taze ses çıkardı” (Nizamî,
Hüsrevü Şîrîn 1363: 191).
4.2.1.3. Tonbek
Dövmeli çalgılardandır. Gövdesi ağaçtan, seramikten veya bakırdan
yapılır. Bugün ağaçtan yapılıyor. Ağız kısmı deridendir. Bu kısma iki
elin parmak vuruşlarıyla çalınır (Sitâyişger 1374: I/281). Bu alete Türkçede
darbuka veya dümbelek adı verilir:
“Tonbekin üzüntülü sesinden yaralandı. Feleğin aklı da keskin yaradan delindi”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 109).
4.2.1.4. Tanbur
Güzel bir saz çeşididir. Mızraklı sazların en güzeli ve en zarifidir.
Tanbur, ince ve uzun parmakla daha güzel çalınırmış. Görünümü armut
44  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
şeklindedir. Sapı, görece uzundur. Tel sayısı en fazla sekizdir. Eski İranlılar
tanbura setâr demişlerdir (Sitâyişger 1374: I/284).
“Şarapla birlikte bir de tanbur buldu. Bütün ova sanki düğün evi oldu”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/97).
“Rûdla güzel bir şarkı söyledi, tanburun sesiyle de hurilerin kalbini söküp
attı” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 89).
4.2.1.5. Çeng
Çok eski bir musiki aleti olup mızraplı çalgılar grubundandır. Eğik,
bükülü bir şekli olup arp/harpe’nin ilkel şekli olup zaman içerisinde
büyük değişmeler geçirerek bugünkü şeklini almıştır. Çeng, Sasanîler
döneminin ünlü musiki bilgini Nakîsâ’nın bu aleti çok güzel çaldığı söylenmektedir
(Sitâyişger 1374: I/336).
“Râmîn arada bir çeng çalmaya başlayınca, taş bile sevinçle su üzerine çı-
kardı” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 165).
“Sakîler, erguvân renkli şarapları, çengin nağmeleri eşliğinde sundular”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 173)
4.2.1.6. Def/Deb
Farsça bir kelime olan deb, daha çok def olarak bilinir. Def, “dövmek,
vurmak” anlamına gelen İbranice bir kelimedir. Vurmalı sazlar grubuna
girer (Sitâyişger 1374: I/450).
“Birisi eline kadeh yerine def, bir diğeri de gül suyu kabı almıştı” (Nizamî,
Hüsrev ü Şîrîn 1363: 142).
4.2.1.7. Rebâb
Ud ve çeng gibi çok eski bir çalgı aletidir. Çıkış noktasında “râvânâ,
râvâvâ, revâve, rebâve” isimleriyle anılan bu alet, değişim geçirdikten
sonra rebâb olarak tanınmıştır. Farça revâde/hüzünlü ses olarak bilinen
bu çalgı aleti, Arap müziğine de aynen geçmiş ve o adla tanınmıştır
(Sitâyişger 1374: I/510).
“Efrâsiyâb’ın sarayı iki hafta sürece çeng ve rebâb sesleriyle inledi” (Firdevsî,
Şâhname 1375: II/113).
“Rebâbın sesi ve çengin inlemesi, o iki aheng sanki tek ses oldu” (Nizamî,
Leylâ vü Mecnûn 1363: 96).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  45
4.2.1.8. Rûd
İran kökenli olan bu alet, İran’dan Arabistan’a geçmiş orada “el-ûd”
adını almış, sonra Arabistan’dan İspanya’ya geçerek “lûd” olarak anılmış,
oradan da Fransa’ya ulaşmış “lût” ve Fransa’dan da son durak olarak
İngiltere’ye geçmiş “luth” adını almıştır (Mellâh 1367: 56).
“De ki, çalgıcı bu gün rûdu pehlevanî şarkılarıyla süsle”(Firdevsî, Şâhnâme
1375: VIII/417). “Rûdsuz ve
şarkısız bir gece, şarapsız ve kadehsiz bir an bile geçirmiyorlar” (Nizamî, Hüsrev
ü Şîrîn 1363: 141).
Rûd bazen mesnevilerde mutlak saz anlamında kullanılmıştır. Heft
Han hikâyesinde Rüstem çeşmenin kenarında tanbur görüyor ve onu
eline alarak çalıyor. Aslında Rüstem, rûd çalıyor:
“Rüstem çeşmenin yanındaki sazlığa oturdu ve yakut renkli kadehe şarap
döktü. Şarabın yanında bir de tanbur vardı. Çöl sanki bir düğün eviydi. Tehemten/Rüstem,
rûdu eline aldı, göğsüne dayadı, rûda vurdu ve şarkılar söyledi’”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/98).
4.2.1.9. Setâr//Setâ
Mızraplı çalgı aletlerindendir. Eski tanburla aynı grupta yer alır. Bu
çalgı aletinin üç telli olduğundan setâr olarak adlandırılmıştır. Bunların
yanında “setû, setûye, setâh” olarak da bilinir (Sitâyişger 1374: II/187).
“Barbed, elleriyle setâra/üç telli saza vuruyordu ki sarhoşlarla akıllılar aynı
yolda buluşuyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 258).
“Setâ çalan, şarkı sesini yükselterek, yüzlerce övgüyü daha yeni bir tarzda
söylüyordu” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 306).
4.2.1.10. Ud
Ud, sözlükte siyah renkli, hoş kokulu bir ağaç adıdır. Bu ağaçtan yapıldığı
için bu çağlıya ud adı verilmiştir. Uda, Farsçada barbed denir.
Ud, Sasanîler döneminde İran musiki aletlerinden biri olarak sayılmıştır.
Ud ve barbedin ortak noktaları çok olsa da az da olsa farklılıkları vardır
(Sitâyişger 1374: II/187).
Hüsrev ü Şîrîn’de Barbed, bir ud ustası olarak tanıtılmıştır. Udu eline
aldığında dünyayı felek gibi kendine ram ettiği, mızrap vuruşlarıyla
dinleyenlerin gönül dertlerine şifa verdiği görülmektedir: “Uda
46  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
yanık bir şekilde vuruyor. Sanki o uddan Dâvud’un nağmeleri çıkıyordu.
Onun içinden gelen yumuşak sesli nağmeler, tıpkı İsa’nın musikârı gibi hayat
veriyordu. Ud çalmaya başladığı vakit, gönülleri içinde ud/öd ağacı yanan bir
buhurdan gibi yakıyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 357).
4.2.1.11. Kemânçe
Küçük keman anlamına gelen bir yaylı sazdır. Kemençenin başlıca kı-
sımları şunlardır: Gövde, göğüs veya kapak. Sesi yumuşak ve kulağa hoş
gelen bir çalgı aletidir. İnsanları heyecanlandırabilecek lirik ve kendine
has bir sesi vardır ( Sitâyişger 1374: II/278).
“Kemânçe, Musa’nın niyazı gibi inliyor ve muganni, Musîkâr kuşunun yolunu
kesiyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 94).
4.2.1.12. Nây/Ney
Musikinin en eski nefesli aletlerindendir. Sade ve basit bir şekli vardır.
Bundan dolayı falsosuz çalmak zordur. Aynı zamanda doğaldır. Sarı
ve budaklı ve de ney adı verilen bir çeşit kamıştan yapılır. İçi boştur.
Kalın ve uzun muhtelif çeşitleri vardır. Nây, çok hisli ve tesirli bir sazdır.
Böyle basit bir aletten son derece tesirli ses çıkması hayret vericidir. İnsanın
beden dilini ve ruh halini yansıtan seslerin en yakınını ney çıkarır
(Sitâyiş 1374: II/484).
“Rebâb, çeng ve nâyın inlemesinden dolayı yeryüzünde huzur ve güzellik
kalmadı” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/184).
4.2.2 Sorûdhâ ve Çâmehâ//Şarkılar ve Şiirler
Musiki, şarkı ve şiir bezmin ayrılmaz ritüelinden olup bunların birliktelikleri
çok eskilere dayanır. Sasanîler döneminde genellikle “honyâger”
adı verilen hanende ve şarkıcıların çalgı eşliğinde şiirler okudukları bilinmektedir.
Pehlevi dilinde söylenmiş şiirlerin birtakım sazlar eşliğinde
yaygın olarak okunması gelenek haline gelmiştir. Fazla edebi özelliği
olmayan daha çok musikişinaslar tarafından bezmlerde söylenen şiirler,
Sasanî toplumunda son derece etkili şiir türü olarak değerlendirilmiştir.
Bu musiki şinaslar hem şiir hem de musikide çok yetenekli usta bir sanatçı
oldukları bilinmektedir (Yıldırım 2012: 489).
Meliküşşu’ârâ Bahâr, Sasanî dönemi şiirini üç grupta toplamıştır:
“Surûd”, “çekâmek” ve “terânek”.
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  47
A) Surûd: Tanrı ve padişah övgüsünde, ayın, ateşin ve güneşin yaratılılışı
övgüsünde söylenen bir tür kasideye benzer şiirdir. Ateşkedelerde
ayin zamanında veya padişahların huzurunda musiki eşliğinde özel bir
tarzda okunan şiirlerlerdir. Padişahın övgüsünde söylenen surûda
“hosrevânî” denir. Bu surûdlar, günümüze kadar ulaşmıştır.
B) Çekâmek: Pehlevi metinlerinde sıkça görülen bu kelime, önce
“çekâme” sonra “çâme”ye dönüşmüştür. Çekâmek, kahramanların yiğitliklerini,
savaşta ve avda padişahların yaptığı garip iş ve hallerini, büyük
aşkları, küçük hikâyeleri kapsar. Terânek: Bu kelime sonraları “tereng”
ve “reng”e dönüşmüş, bu gün de terâne olmuştur. Görünüşte surûd ve
çekâmekden alt derece olan bir şiirdir. Halkın dillendirdiği birkaç beyti
geçmeyen şiirlere denir (Bahâr 1351:I/126).
Kâbûsnâme yazarı, kitabının “Çalgıcıların Töre ve Adetleri Hakkında”
başlıklı 36. bölümünde surûd ve terâne konusu ve onların farklılıklarını
şöyle ifade etmiştir: “Üstadlar, çalgıcılık sanatına bir düzen getirmişler.
Önce onu padişah meclislerinde çalsınlar diye hafif ahenk hosrevânî
bestelediler. Buna ‘surûd’ dediler. Sonra ağır ezgiler bestelediler. Ağırı
da yaşlılar ve saygın kişiler için bestelediler ki mizaçlarına uygun olsun
buna ‘râh-ı girân’ dediler yani ağır. Yaşlılardan sonra gençlerin de yararlanması
için bir yol koyalım dediler. Arayıp yeni bir yol ve ahenk buldular.
Vezni daha hafif ve hoş şiirler aradılar ve buldular adına da ‘basit/hafif’
dediler. Sonra üstadlar, kadınlar ve küçükler için de daha basit
bestecikler ve nağmecikler yaptılar ona da ‘terâne’ dediler. Terâneden
daha hafif bir vezin, vezinler içerisinde görülmemiştir (Unsuru’l- Me’âlî
1375: 193-194).
Bezmde söylenen şarkılar Şâhname’de “surûd” adıyla geçer:
“Şarap içtiler rûd nağmeleriyle her biri sıra ile surûd söylediler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: II/98).
“Şarap, cilve, çalgıçı, rûd, ney ve sorûd ile bir hafta geçirdiler”(Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/110).
Şâhnâme’nin dışında başka mesnevilerde de surûd kelimesi geçer:
“Tanbur eşliğinde güzel bir sorûd söyledi. Sesi ile hurilerin gönlünü koparıp
çıkardı” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 189).
“Vîs, şarap kadehini eline alınca; Râmîn de sevgilisi de güzel sorûdlar söylemeye
başladılar” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 191).
48  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Nevruzda tahta oturdu, şarap içti ve surûd söyleyenlere kulak verdi” (Nizamî,
Şerefnâme 1363: 141).
“Müzisyen, yeni bir tarzda sorûd söyledi. Sorûdun da Vîs ile Râmîn’in halini
gizledi, söylemedi” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 220).
Şarkıcının karşılığı olan “çâme”, “çâmegû” ve “çâmeger” sadece
Şâhnâme’de geçer:
“Bütün çâmegerler, Sufezâ’yı övdüler. Barbed ile Türklerle olan savaşı çaldı-
lar” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:VIII/27).
“Hey çâmeci/şarkıcı’!Ey çâme-gû/şarkı söyleyen öne gel, ey ay yüzlü güzel!
Sen de çengi getir” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/343).
Şarkı yerine kullanılan başka bir kelime de “neşîde”dir. Sadece Nizamî’nin
eserlerinde kullanılmıştır:
“Neşîdenin sesi cezp edince, kendinden geçti, her yöne koştu” (Nizamî,
Leylâ vü Mecnûn 1363: 66).
“Aşk neşîdesi okudu, Yemen yıldızı şevke geldi” (Nizamî, Leylâ vü
Mecnûn 1363: 76).
“Arap şairleri, parıldayan inciler gibi rebâb neşîdeleri eşliğinde şiirler okuyorlardı”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 127)
Terâne de mesnevilerde yer almıştır. Halk tabakası için bestelenen ve
söylenen bu şiirler, bezmde de görülür.
“Delinmemiş inci üstüne inci deliyor, terâne üstüne terâne söylüyor” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 163).
“Terâne sesine kulak verdi, bağı görmeyi de bahane yaptı” (Nizamî, Heft
Peyker 1363: 296).
“O iki terâne nağmesinden dolayı evin küçük çocukları mutrip o du” (Nizamî,
Leylâ vü Mecnûn 1363: 96).
“Surûd”ların ve “çâme”lerin söylenmesi bezmi düzenleyenlerle yakından
ilişkili olduğu gibi bezme katılanların pozisyonlarıyla da ilgilidir.
Bezmde bulunanların konumlarına göre surûd ve çâme okunurdu. Çalgıcı/râmişger
Behrâm Çûbin’in bezminde İsfendiyâr’ın “Heft Hân”ını
okur:
“Râmişger, şimdi rûdu getir, yiğitlere surûd/çâme okuyalım dedi. Heft Hân
namesinden başka ’bir şarkı’ okumam. İçki içer, azıcık da ‘olsa surûd/çâme söylerim”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/417).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  49
Kâvus’un bezminde de çalgıcı, Kâvus’un konumunu bildiği için
şarkısını onu eyleme geçirmek için söylemiştir. Keykâvus’un bezmine
çalgıcı kılığına girmiş bir dev gelir ve içeriye girmek için izin ister. Çalgı-
cıya izin çıkar, huzura kabul edilir, rûd çalanların yanına oturtulur. Çalgıcı
görünümlü dev, güzel Mazenderân şarkısı çalmaya başlar ve
Kâvus’u tahrik eder. Şarkıyı dinleyen Kâvus’un aklına yeni bir fikir gelir
ve Mâzenderân’a bir ordu ile gitmek ister. Kâvus’un bezminde çalgıcı,
onun konumunu bildiği için, onun konumuna göre bir şarkı söylemiş ve
amacına da ulaşmıştır. Kâvus’un Mâzenderân’a asker sevkiyatına sebep
olan şu sorûdu/çâmeyi söylemiştir:
“Çalgıcı, Barbedin tellerini akort ettikten sonra bir Mâzenderân Surûdu söyledi:
Bizim Mâzenderân şehrini an, hatırla. Onun ülkesi ve toprağı her dem
esenlikte olsun Onun bahçelerinde sürekli güller bulunur. Dağları da lale ve
sümbüllerle doludur. Havası hoş, toprağı yeşilliklerle kaplıdır. Havası her zaman
bahar gibidir. Ne sıcaktır, ne de soğuk. Bağlarında bülbüller öter, çayırlarında
ceylanlar dolaşır. Onun ırmaklarında sanırsın ki gül suyu akar, kokusuyla
gönüller açılır” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/77).
Şarkıların bezme katılanların psikolojik durumlarını yansıtan en gü-
zel örneklerden biri de Râmîn’in bezmde kendi aşk gamını dile getiren
bir şarkı söylemesidir:
“Ayrılık yarası benim yüzümü sararttı. Benim yüzümün sarılığı şarapla gide.
Gül renkli şarap yanaklarımı kırmızılaştırır, canımdan düşünce paslarını
siler, süpürür. Yüzüm erguvân renginde olunca, gizli derdimi düşmanlarım
bilmez. Her çareye başvurup gönül derdimi düşmanlarımdan gizleyebilirim. Bu
yüzden gece gündüz mest ve harabım. Sarhoşluğun dışında başka bir çare bilmiyorum.
Sen dersin ki ay yüzlünün haberi vardır. Ben onun aşkıyla böyle
yaralanmışım. Her ne kadar ben, aslanların canını alsam da aşk da benden benim
canımı alır” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 167).
Râmîn, ayrılığın ardından Vîs’e kavuşunca onun şarkısında bu defa
da kavuşmanın verdiği mutluluk vardır:
“Bu gün benim mutluluğum kalıcıdır. Sevgilim yanımda, benim işim sevgilimledir.
Bazen süsen ve güller arasındayım, bazen de misk ve sümbüllerin ortasındayım.
Dudağım, mey renkli şeker için avdır. Bahçem, mey renkli güller için
ekin yeridir. İstekler doğrultusunda gitmede çok güçlüdür. Ben o doğan kuşuyum
ki yükseklerde uçar, gönlümün beğendiği güneşi avlarım” (Gurganî, Vîs ü
Râmîn 1371: 191).
50  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Heft Peyker’de de bezmdekilerin, kendi durumlarını yansıtan şarkılar
söylemeleri oldukça çok görülür. Çeng çalan cariye ve dindar bir adamın
hikâyesinde cariyenin söylediği şarkı, kendi durumunu yansıtıyor:
“Aşkı ne kadar gizleyebilirim ne kadar! gün gelir ben aşığım diye yüksek sesle
‘bağırırım.’ Âşıklığımız ve sarhoşluğumuz elden gitti. Hiçbir sarhoş âşık da
sabırlı olmadı. Her ne kadar âşıkların canları zelil ise de aşkta tövbe günah bir iş
sayılır. Aşk, tövbe ile tanış olamaz. Tövbe de aşkta uygun düşmez” (Nizamî,
Heft Peyker 1363:305).
Mesnevilerde musiki makamlarına da yer verilmiş, çeşitli makam adları
zikredilmiştir. Bu makamlar en çok Hüsrev ü Şîrîn’de geçer. Nizamî’nin
söylencesine göre ünlü İranlı müzik bilgini Barbed, Hüsrev’in
bezminde sazıyla/çalgı aletiyle otuz makamı günlerce icra etmiştir. Nizamî,
bu makamların adlarını ve makamların terennümüyle ortaya çıkan
sonuçları da yazmıştır (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 190-194).
Hüsrev ü Şîrîn’de geçen otuz makamdan ilk üçünün adı ve neticeleri
şöyledir:
“Barbed, ‘genc-i bâdâver’ makamından seslenince, her nefes onun dudağı bir
hazine saçardı. ‘genc-i gâv’ makamından nevâsenc olunca da yeryüzü hem öküz
hem de hazine saçardı/bağışlardı. Genc-i suhte’den makam yapınca, âhın hararetinden
yüz hazineyi yakardı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 190).
Hüsrev ü Şîrîn’de Fars müziğindeki on iki perdeden yedi perde ismi
zikredilmiştir. Bunlar şunlardır: Rast, Irak, Nevrûz, Isfahân, Hisarî,
Uşşâk, Râhvey, Zirefken (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 359-377). Makam
olarak nevâ da mesnevilerde karşımıza çıkar:
“Uğursuz Râmîn üzerine bir şarkı söyle. Aşkı üzerindeki sır perdesi kalksın.
İkinci kez musikişinas nevâ makamını çaldı, Râmîn’in durumuna şahitlik
yapacak bir makamdı” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 221).
“Nekisâ, padişahı ateş gibi coşturunca Barbed’in üç telli sazı o ateşe su döktü.
Barbed, ustalıkla nevâ makamını icra etti ki Nekisâ’nın çengi başını eğ-
di/utandı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 377)
Mesnevilerde gazel kelimesiyle de karşılaşıyoruz. Bu gazel, bir şiir tü-
rü olmaktan çok, bestelenmek üzere yazılmış veya söylenmiş bir şarkı-
dır. Bu şiirlerin kafiye sistemi onları gazel olarak görmemize imkân
vermiyor. Her beyti kendi arasında kafiyelendiği için gazelden ziyade bu
şiirler birer mesnevi nazım şeklidir. Öyleyse mesnevilerde geçen “gezel-
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  51
goften” ile “surûd-goften” aynı manaya gelmekte ve bestelenmiş şarkı
anlamında kullanılmaktadır. Bu gazellerin rast ve uşşâk makamında
söylenmesi, bestelenmek üzere yazılan şiirler olarak görmemizi sağlamaktadır.
Gazel kelimesi sadece Hüsrev ü Şîrîn’de geçer. Nizamî, hem
gezel-goften hem de surûd-goften kelimelerini aynı anlama gelecek şekilde
kullanmıştır (Nizamî, Külliyât-ı Nizamî 1388: 256-264).
“Hüsrev’in Av Yerinde Bezm Tertip Etmesi” bölümünde Barbed’in
birer gazel okuduğunu görmekteyiz. Nekisâ’nın okuduğu gazel/şarkı,
yirmi yedi beyit olup oldukça uzuncadır. Bu gazelin başlangıç beyitleri
aşağıdadır:
“Nekisâ, o güzelin isteği üzerine bu gazeli rast makamından söyledi: Ey göz!
Mutluluktan bir zaman uyuma. Belki gönül hoşluğundan bir nasip alırsın. Ey
ümid güneşi! Sabır dağından çık ve gönül gözünü ışığınla aydınlat. Ey baht!
Azıcık gün de olsa benimle ol! Bir anahtar ol ve bendeki bu zinciri çöz. Ey tahammül
edilmez talih! Benden ayrıl, uzaklaş. Kudretin ‘nispetince’ bir güçsüzü
kurtar. Ey dost! Bile bile bir ayyarlık yap da gam askerini kır, geçir. Eğer kurtaracaksan
onun zamanı şimdidir. Zira ciğerim yanmakta, gölüm kandamlası
içinde. Nebenden daha düşkün daha zayıf ne de benden daha çaresiz bir dost
bulamazsın (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 359).
Barbed’in okuduğu gazel de yirmi beş beyittir. Bu gazelin ilk beyitleri
şöyle başlar:
“Nekisâ bu gazeli çeng ile söyleyince, Barbed’in tanburu ahenge başladı.
Nağmeleri uşşâk makamıyla süsledi. Bu gazeli rast yoluyla söyledi: Eğer gönlümü
götürüyorsan bunda endişe edilecek bir durum yok, götür. Zira gönülsüz
kalmak bir iş değildir. Bu gönül yüküne katlanamayan bir beden, sevgilinin gam
yüküne tahammül edemez. Mademki hasta bir adam hizmete layık değildir, hizmetten
uzak olan bir gönül de varsın olmasın. Gönlümü senden ayırmaya çok
çalışıyorum, zira senin tarafından bana senin sevginin ışığı bile yeter. (Nizamî,
Hüsrev ü Şîrîn 1363: 372-373).
4.3. Gül
Doğadaki en muteber çiçeklerdendir. Eski İran’da gül, şenliklerde,
mutlu günlerde adından bahsettiren bir çiçektir. Gül kelimesi ilk defa
Avesta’da “veredha” şeklinde karşımıza çıkar. Orta Farsça’da “vert”,
“verd”e dönüşür ve Farsça sözlüklerde “verd” şeklinde kullanılır.
İran’ın bayındır birçok yerinin isminde gül anlamı vardır (Rengeçî 1372:
52  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
devazdeh). Sonraki devrelerde bu kelime “val, vel ve vol”a dönüşmüş,
sonrada “gül” olmuştur (Rengeçî 1372: sizdeh). Gerek koku, gerekse
renk yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir unsuru olan
gül, aynı zamanda bezmin en önemli gereçlerinden biridir. Bezm
mekânları, ruhlara ferahlık veren, gönülleri kışkırtan özel güllerle süslenmiştir.
Güzel kokuları ruhları besler, canları okşar.
Takvimu’s-Sıhhat adlı eserde, güzel kokulu güller, bezm meclisleri için
“arzuların ıslahı” ve “ruhların güçlendirilmesi” için yararlı bilinmiş ve
onlardan yararlanılmış denilmiştir (İbn Batlân 1382: 127). Her güzel kokulu
gülün özellikleri olup bunlar şarap kadehlerinin yanlarında meze
olarak verilmeleriyle de tanınmıştır. Mesnevilerde çok çeşitli güller yer
almıştır. Güller içerisinde en çok isimleri zikredilenler şunlardır: Kırmızı
gül, benemşe-i sad-berg, süsen, nergis, sümbül, lale, şenbelin, nesteren.
Güller, güzellikleri, tazelikleri, güzel kokulu oluşu, düşünceleri karıştı-
ran, anıları yaşatan özellikleriyle bezmlerde çeşitli şekilde ele alınıp kullanılmıştır.
Bezmde güller, özellik ve işlevsellik bakımından “gül-ârâyî,
deste-gül, tâc-ı gül, gül-efşâni” olarak yer alır.
4.3.1. Gül-Ârâyî//Bezmi Gülle Süsleme
Gül, kullanımının işlevsel özelliklerinden biri gül-ârâyîdir. Meclisin
kenarları ve köşeleri, bezm mahallinin süslenmesinde kullanılmıştır.
Meclisin güllerle süslenmesi, bezme katılanların göz zevkini okşaması,
katılımcıların morallerinin açılıp güzelleşmesi amacı taşır:
“Otağın meydanı nergisten, menekşeden göz önüne serilmiş bir gül bahçesine
dönüşmüştür” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 98).
“Önderler, Pilten ve Ferâmûzla yasemenler arasında sürekli şarap içiyordu”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IV/44).
“Lale ve nesteren gülleri arasında önlerinde Yemen akiki gibi kadeh içinde
şarap, gül bahçesi, rebâb ve çengin sesi, gül, sümbül, ratl ve Efrâsiyâb!” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: V/288)
Bezm mahallinde güllerin renkleri ve kokuları baharın gelişiyle hissedilir:

“Bahar kokusu ve bahar renkleri bütün bezmde ‘hissedildi’ Görmüş-geçirmiş
ekinci de önlerinde Hızır konumdaydı” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/10).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  53
Baharın gelişi, bir tür hediyeleşmenin de başlamasına neden olur. Bahar
gelir, gül demetleri, desteleri armağan, hediye olarak şahlara gönderilir:

“Deve yükleriyle nar ve elma yanında pek çok deste yapılmış güller şehinşâha
‘gönderildi’ “ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/321).
“Şenbelid ve nergis kokan şarapları coşkun bir şekilde gönderdi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/224)
Beyhakî’de de hediye olarak gül gönderme geleneğini görmekteyiz.
Bû Nasr Müşkân’ın ifadesine göre Sultan Mahmud’un bezmine birçok
gül gönderilirmiş. Bu güller Bû Nasr’ın bahçesinden derlenirmiş (Beyhakî
1362: 341). Sultanın bezminde vezirin önerisiyle gül vakti bezm
kurulduğu, bezmin gül mevsiminde olma şartının bulunduğu, hele hele
güllerin daha renklendiği, daha güzel koktuğu bir vakitte bezm düzenlendiği
Beyhakî’de anlatılmıştır (Beyhakî 1362: 341).
Hüsrev ü Şîrîn mesnevisinde Hüsrev, Şîrînle birlikte şehir dışına dolaşmaya
çıktığında süsenlerle dolu bir yerde gezinirler (Nizamî, Hüsrev ü
Şîrîn 1363: 128). Şîrîn ve onun nedimleri de kendi bezmlerini güllerle
dolu bir yerde düzenlemişlerdir. Şîrîn, bazen gülden demetler yapıyor,
bazen de güllerden gül suyu çıkarıyor, bazen de şarap içip son yudumları
döküyorlar, gülüşleriyle etrafa neşe saçıyorlar, deste deste gül topluyorlar
(Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 59).
“Yeşilliğin başına geldiler, çimenliğe oturdular. Bazen şimşad, bazen gül
demeti bağlıyorlar. Bazen güllerden gülsuyu çıkarıyorlar. Bazen gülüşlerinden
taberze/tatlı üzüm dökülüyordu. Şarap getirdiler ve gönüllerince şarabı yerleş-
tirdiler. Gül, getirdiler ve şarap üzerine güller saçtılar” (Nizamî, Hüsrev ü
Şîrîn 1363: 288).
4.3.2. Deste-Gül//Gülden Deste Yapma
Mesnevi bezmlerinde gül kullanımlarından biri de onun güzel kokusunu
hissetmek ve koklamak için elde gül destesini tutmaktır:
“Onlardan her birinin ellerinde gül demetleri hem mutluluktan hem de şaraptan
yarım sarhoş olmuşlar” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/331).
“Neyin feryadı, çengin coşkunluğu ellerde renkli ve kokulu gül demetleri”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375:IV/24).
54  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Hüsrev bir eline şarap kadehini almış, diğer elinde gül destesini tutmuştu.
Bir şaraptan içiyor, bir de gül destesini kokluyor ve sevgilisinin gönül izini
arıyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 139):
Mesnevilerde bir demet çiçek vermek dostluk belirtisi, birine duyulan
ilginin göstergesi olarak vurgulanmıştır. Muhbet Menikân, Şehrû’yu
görür ona bir buket gül vererek, duygusal bağlamda kendisine duyduğu
ilgiyi izhar eder. Bu sevginin belirtisi olarak da ona gül-i sad-berg/yüz
yapraklı gül verir:
“O periden doğma hurinin yüzünün rengine yüz yapraklı bir gül demetini o
güzelin eline verdi. Nazını, gülüşünü, hoşluğunu ‘gördü’ Ona ‘herkesten’ hoş
ve güzel ‘kız’ dedi. Bu dünyada senin kâm alman güzel olur. Sen benim kuca-
ğımda ya eş ya da sevgili ol” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 45).
Vîs de Râmîn’le ilk görüşmesinde Râmîn’e bir demet menekşe verir
ve nerede bir menekşe görürse ettikleri yemini hatırlamasını ister:
“Vîs, Râmîn’e bir buket menekşe verdi. Bununla beni daima an, hatırla dedi.
Her nerede taze ve kıymetli menekşe görürsen, bu sözünü, bu yeminini hatırla”
(Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 129).
Vîs, Râmîn’e bir deste menekşe verdikten sonra her kim verdiği sözden
geri döner, sözünü bozarsa “kebûd u kûj-bâlâ” yani mosmor bir
renk, bükülmüş boya sahip olsun diyerek karşılıklı yemin ederler.
Râmîn, Vîs’e gül bahçesinde bir gül gördüğüm zaman, verdiğim yemini
hatırlayacağım der ve bundan böyle hangimiz sözünden dönerse, onun
ömrü gül gibi kısa olsun der (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 129). Râmîn,
Gurâb’da Gül ile evlendikten sonraki günlerden bir gün, dostlarıyla kırlara
gider. Kırda her renkten lale çiçeği görür. Dostları arasında bir gü-
zel, elinde tuttuğu bir demet menekşeyi Râmîn’e uzatır. Râmîn, o an
Vîs’e verdiği sözü hatırlar, yüreği yaralanır, gözleri kararır (Gurganî, Vîs
ü Râmîn 1371: 287). Şâhnâme’de de bir dev Kâvus’un yolunu şaşırtıp
onu göklere kaldırmak istediğinde yaptığı ilk iş, Kâvus’un huzuruna
çıkarak, ona bir gül destesi vermek olur:
“Dîv, Kâvus’un huzuruna çıktı, yeri öptü ve Kâvus’a bir deste gül verdi.
Ona ey güçlü hükümdar, senin yerin dönen felek/gökyüzüdür dedi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: II/152).
Rum Kayseri’nin kızı Ketayûn da kendine bir eş seçtiğinde onu isteyenlerin
ellerinde gül desteleri bulundurdukları (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VI/22), bezme katılanların bezmin bitiminde bezmdeki güllerden bir
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  55
demet alarak birlikte götürdükleri de görülmektedir (Firdevsî, Şâhnâme
1375: VI/199).
4.3.3. Tâc-ı Gül//Gülden Tâç Yapma
Başlara konulmak için güllerden tac yapılması, güllerin başka bir iş-
levseliği, onlardan başka bir yararlanma şeklidir. Çeşitli güller toplanıp
bunlardan tac yapılması, bezme katılanların başına takılması, bezmdeki
güllerden yararlanılmasının bir başka şeklidir. Yetîme’ye göre Yunan ve
Bizans gibi eski çağ saraylarında bezmlerde, bezmin yapıldığı mekâna
çiçekler serpilir, bezme katılanların başına çiçekten yapılmış taçlar konulurmuş
(Seâlibî 1956: II/170).
“Herkes başına lalelerden yapılmış taç ‘takmış’ Her birinin elinde kor kırmızı
şarap” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 43).
“Güçlenmek için şarap içiyorlar, başlarına da güllerden taç takıyorlar” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/451).
Keyhusrev’i İran dağlarında ve ovalarında yedi yıl arayan Gûy, onu
bir çeşme kenarında elinde kadeh, başında güllerden yapılmış bir taç
olduğu halde görür:
“Uzaktan güzel bir çeşme gördü. Gönüllere huzur veren uzun boylularla
doluydu. Ellerine şarap dolu kadeh ve çeng almış, başlarına renkli ve kokulu gül
destesi/taç koymuşlar” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/206).
Kadın düğünlerinde de genç kızlar, başlarına güllerden yapılmış taç-
lar takmışlardır (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/331). Bu taçlar, şairlerin bazı
şiirlerinde “besâk veya “pesâk” çiçeklerinden yapılmış taç” ismiyle yer
almıştır:
“Binlerce güzel ayakta saf bağlamış. Her biri inci saçan iki haftalık ay gibi.
Hepsinin başlarında ‘besâk/taç’ dudakları kırmızı şarap gibi, zülüfleri ve kakülleri
büklüm büklüm” (Rudekî, 1378: 43).
4.3.4 Gül-Efşânî//Gül Dökme, Serpme
Bezmlerde güllerin işlevsellerinden biri de gül dökülmesi veya saçılmasıdır.
Bezmin yapıldığı alana veya katılanların ayakları dibine, toplanan
çeşitli güllerin özellikle de kırmızı güllerin yapraklarını saçmak,
dökmek mesnevilerde yer almıştır:
56  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Gümüş tenli, nar göğüslü güzeller her tarafa güller saçmışlardı” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 299).
“O bezmi cennet gibi süslemişler, Urdibehişt ayının taze güllerini dökmüş-
ler” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 155).
“Üç ayrı yerde üç ayrı ateş yanıyordu. Onlardan dolayı eve gül saçılmıştı”
(Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 189).
Gül dökmek geleneği klasik Fars şiirine de taşınmıştır. Şairler yazdıkları
şiirlerinde bu geleneğe oldukça fazla yer vermişlerdir:
“Gel, gül dökelim, kadehe şarap koyalım. Feleğin tavanını yarıp yeni bir tasarım
yapalım” (Hâfız-i Şirazî 1368: 297).
“Seher vakti, gül: ‘Dünyadan ne istersin? İster şarap iste, ister güller saç,
dök’ dedi. Bülbül, sen ne söylersin” (Hâfız-i Şirazî 1368: 372).
Gül dökmek, eski bir gelenek olarak eski çağ kültüründe görüldü-
ğü gibi (Seâlibî 1956: II/170) Arap dünyasında da kabullenen bir gelenek
olmuştur. Bu gelenekte güller, bazen tabak içinde bulunurmuş. Tabağın
çevresine çeşitli renkte güller yerleştirilip kırmızı güllerin çevrelediği
tabağın ortasında altın veya gümüş paralar koyulurmuş. Bu durumdaki
tabaklar bezme saçıldığı gibi katılımcıların ayaklarına da dökülürmüş.
Öyle ki Abbasi halifesi Mütevekkil, belli başlı bazı bayramlarda sarayda
bezm düzenlermiş ve bazen tabaklı bazen de tabaksız gül serpme geleneğini
gerçekleştirirmiş. Gösterişi seven Mütekevvil, bir kerede beş bin
dirhemi güllerin rengine uygun olsun diye sarı, kırmızı renklere boyatıp
bezmde çevreye saçmıştır ( Mez 1362: II/165).
Gül dökme/gül serpme geleneğinin Gazne saraylarında da benimsenen
bir adet olduğunu Beyhakî’den öğreniyoruz. Kâtip Tâhir, gül dökme
geleneğini seven bir kişi olarak, gül yaprakları arasına dirhem ve dinar
koyarak bu geleneği sürdürenlerdenmiş. Beyhakî şöyle diyor: “Kâtip
Tâhir, gül mevsiminin geldiği vakit, gül dökme eylemini gerçekleştirirdi. Şimdiye
kadar hiçbir melik böyle bir şekilde gül serpmemişti. O, gül yapraklarının
ortasına dinar ve dirhem koyup öyle saçardı.” (Beyhakî 1362: 387). Mesûd
Sa’d Selmân da meyve ve gül münazarasında böyle bir geleneği yansıtmıştır.
Bu münazarada şarap, güle hitaben şöyle der:
“Bezm hararetlenmeye başlayınca hemen aceleyle şehriyar cömertliğini gösterdi.
Şah, seni altınlara boğdu, dostlarına da güller saçıp dağıttı” (Mesûd Sa’d
Selmân 1374: 177).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  57
4.4. Hordenî ve Nûşîdenî//Yenilecek ve İçilecek Şeyler
Bezmin gereklerinden ve vazgeçilmezlerinden biri de yenilecek yemekler
ve içilecek nesnelerdir. Bu yemek ve içecekler; çeşitli yemekler,
tatlılar, pastalar/ekmekler, şerbetler, şaraplar, çeşit çeşit meyvelerden
oluşur. Bunlar hünerli eller tarafından büyük bir incelikle, özenle hazırlanırdı.
Câhız; İranlıların dünya yaşamının yeme, içme üzerine kuruldu-
ğuna inandıklarını, bu yüzden yemek zamanlarına önem verip bozuntuya
uğramamasına özen gösterdiklerini, onların yeme ve içmeye ve de
bunların keyfiyetlerine yönelik ilgi ve alakalarının olduğunu, beden ve
ruhlarını yemek ve içmeyle beslediklerini, yemek yemenin insanlar üzerindeki
olumlu etkilerine inandıklarını, söylemiştir (Câhız 1386: 80).
Siyâsetnâme yazarı, eserinin, “Padişahların Ziyafet Vermesine ve Bu
İşin Nasıl Tertip Edileceğine Dair” 36. bölümünde: “padişahlar, daima iyi
ve zengin sofra kurmak zahmetine katlanmışlardır” der. (Nizâmülmülk 1364:
170). Ayrıca “ekmeği ve yemeği bol tutmak saltanatın ve devletin ömrü-
nü uzadır” (Nizâmülkmülk 1364: 180) dedikten sonra “Mısır Firavununun
sofrasının tahsisatının her gün dört bin koyun, dört bin sığır, iki yüz deve
ve buna paralel olarak tavuk, helva, kızarmış etler de bu tahsisata dahildir”
(Nizâmülmülk 1364: 180), diyerek sofranın zengin olması gereğini ortaya
koymuştur. Corci Zeydan, bazı İran padişahlarının halk için günlük beş
yüz sofra yaydırdıklarını, üzerini etler, kebaplar, ekmekler, tatlılar, ballar,
şerbet veya şarapla donattıklarını yazmıştır (Zeydân 1382: 937).
Bu bilgileri doğrulayan bir anekdot da Mukaddime’de yer alır. Anlatılanlara
göre; Irak valisi Yusuf b. Haccâc, çocuklarından birinin sünnet
merasimini yapmak istediği zaman İranlıların bu gibi olayları nasıl yaptıklarını
öğrenmek için İran asilzadelerinden birini sarayına çağırmış,
gördüğü en parlak şöleni/bezmi anlatmasını ister. İranlı, ey emir! Kisra
merzubânlarından birinin düzenlediği bezmi görmüştüm. Bezmde, altın
tepsiler hazırlatmış ve hazırlanan gümüş masaların her birinin üzerine
bu tepsilerden dört adet koydurmuş, masalardan her birine hizmet etmeleri
için dört cariye görevlendirmişti. Her masada da dört kişi oturmuş-
tu. Davetliler yemeklerini yedikten sonra, sofralar ve bu sofra üzerindeki
altın tabaklar ve hizmet eden cariyelerle peşlerinden, onlara gönderildi
(İbn Haldun 1345: I/330). Aristo da İskender’e “bir günde iki kere sofra kur,
bu sofraya ordu komutanlarını davet et” diye tavsiyede bulunur (Nizamî,
İkbâlnâme 1363: 147).
58  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Bu zengin sofraların kurulması, güncel olaylar ve olağan üstü gelişen
hadiselerle yakından ilintiliydi. Sofralar, huzurlu ve sakin günlerde kurulurdu.
Savaş gibi olağan üstü durumlarda şartlar değişirdi. Böyle ortamlarda
gün aşırı sofralar kapalı kalırdı ve sofra üzerine konan yemeklerde
bir kesintiye gidilirdi. Ekmek, tuz, sirke ve yeşillik ve yemek öncesi
öğün olan “bezm-âverd” yani ekmek arasına et, yumurta ve yeşillik konularak
hazırlanan ve bu gün sandviçe benzeyen bir yiyecek yenilirdi.
Asıl yemek padişahın önüne konurdu. Yemeğe padişah ve onunla birlikte
sadece mubet/din adamları, kâtip ve ordu komutanlarından oluşan üç
kişi katılırdı. Yemeği de savaş gereği az yerlerdi. Savaş bitiminde tekrar
zengin ve çeşit dolu sofralar kurulurdu (Câhız 1386: 223).
Gıda tüketiminde sağlığı koruma önemli bir unsur olup tavsiye edilen
hususların başında gelirdi. Seâlibî, İskender’in özel doktorundan
sağlığını koruması hakkında kısa bilgi vermesini istediğini, doktorunun
da ona: “doktora ihtiyaç duymamak için üç şeyden kaçınmak, dördüncü şeye
özen göstermek lazım: Ekmeğin buğdaydan, etin kuzudan, ihtiyaç duyulursa
şarabın üzümden yapılmış olanını tercih edip bunları ölçülü olarak tüketmek
gerekir” diye cevap verdiğini yazmıştır (Seâlibî 1368: 297).
Yemek tüketiminde itidalli olmak, bir başka tavsiyedir. Öyle ki İskender’in
doktoru hastalıkların kaynağını “girân-bârî-i mide” yani midenin
yemekle doldurulup ağırlaşmasına bağlar. Bu tavsiyenin Bozorgmihr
tarafından da söylendiğini görmekteyiz:
“Baktı midesi yemekle dolu gördü. Böyle olmaması gerekir. Beslenme ‘biçimi’
sana zarar veriyor dedi. Sana zarar vermeyen şeyleri ye! Yemek öncesi de midene
bir şey ekleme. Yemeğini gereksiz yerlere harcayıp tüketme. Öyle ki sen de
yediğinden zevk alasın” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/141).
Mesudî, yemek çeşitlerinin artması nedeniyle, halkın yemeğe düş-
künlüğünü, doğal olarak hazım bozuklukları, mide rahatsızlıkları gibi
pek çok hastalığın ortaya çıktığını ifade etmiştir (Mesudî 1387: I/216-217).
Beden sağlığı yönünden yemeklerin yararlı olabilmesi için yiyeceklerin
birbiriyle uyumlu olması ve tatların zıt olmaması gerektiği de tavsiye
edilmiştir:
“Sen, her bir yemeğin hazmı kolay olup olmadığına bak, tatlılığına bakma,
‘bir de’ uyumluluklarına bak!” (Nizamî, İkbâlnâme 1363: 160).
“Sakın sirke ile tatlı yiyecekleri karıştırma. Zira sirke tatlıya acılık verir”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 161).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  59
Yemek yerken, lokmaların ardı ardına yenilmemesi, duraksayarak
yenilmesi önerilmiştir. Mesudî, yemek yerken duraklamayı, sindire sindire,
yavaş yavaş yemeyi emreden ilk kişinin Keyûmers olduğunu söylemiştir.
Mesudî, Keyûmers’in bunu emretmekten amacı bedenin alınan
gıdayı sindirmesi, yenilen gıdadan her organın payını alması neticesinde
bedenin rahatlaması içindir, demiştir (Mesûdî 1387: I/216)).
İranlılar, yemek vakti geldiğinde sessizliğe riayet etmeyi, yemekten
önce de dualar söylemeyi uygun görmüşlerdir. Zerdüştlerin yavaşça
dillerinde mırıldandıkları kısa dualar manzumesine “bâj” denildiği
(Oşîderî 1371: 154) ve bu duanı Şâhnâme’de geçtiğini görmekteyiz:
“Tanrıya inanan bir kimse olduğum için elimi, ayağımı, başımı, bedenimi
yıkıyorum, Zerdüştlerin bâj/dualarıyla cihanı yaratana şükürler olsun diyorum”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/264).
Bezm sofralarında yeme ve içmeler oldukça bol ve gereğinden fazla
olmuştur. Öyle ki kurulan sofralar, sanki dünyadaki tüm insanları doyurabilecek
seviyede hazırlanırdı:
“Öyle bir sofra kurdular ki bu sofra sanki bir sofra değil de dünyanın doyabileceği
bir sofraydı” (Nizamî, Külliyât-ı Nizamî 1388: 554).
“Hemen tek tırnaklı sürülerden bin at seçildi. İki kerede on bin kuzunun ba-
şı kesildi. Semiz ineklerden de kır bin, av hayvanlarından ve kuşlardan ölçüsünden
çok sayıda kesildi. Yine iki sefer olmak üzere yüz bin koyun hepsini kestiler,
taşıdılar ve sahraya bıraktılar” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 424).
“Ölçüsüzce gelen her bir yiyecek bir dağın kenarına döküldü” (Nizamî, Şerefnâme
1363: 298)
Yiyeceğin çok miktarda bezm sofralarında olması, konukların fazla
yemeleri yanında yemek bitimi o yiyeceklerin birçoğunu da yanlarında
götürmelerine neden olmuştur. Şâhnâme’de düzenlenen bir bezme, yakın
ve uzak yerlerden gelen kişilerin katıldıkları, çok miktarda sofralarda
bulunan yemeklerin tıka basa yenilip şarapların su gibi içildiği ve de
bezme katılanların dönüşlerinde sofralardaki yemeklerden götürdükleri
yer almıştır (Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/101). Sofraların zengin oluşu
bezm sofralarının çeşitliliğinden kaynaklanır. Bu çeşitlilik “horiş-i
gûnegûn” ve “horiş-i elvân” olarak mesnevilerde ifade edilmiştir. Zengin
sofralar, kırmızı ve beyaz etli yemeklerden, deniz ürünleri yemeklerinden,
güzel ve bol çeşitli tatlılardan, hoş şerbetlerden, çeşitli şaraplardan,
lezzetli meyvelerden oluşmuştur. Bu sofralar mesnevilerde sıkça
60  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
karşımıza çıkar (Firdevsî, Şâhnâme 1375:V/21; Nizamî, Şerefnâme 1363:
298 :Nizamî, Heft Peyker 1363: 17, 113, 229).
Sasanîler sarayında lezzetli dört çeşit yemek bulunurmuş. “Horiş-i
şâhî”: taze etlerden ve dinlendirilmiş etlerden, katılaşmış pirinçten, hoş
kokulu yapraklardan, semiz tavuklardan ve tatlılardan hazırlanmış bir
yemektir. “Horiş-i Horâsânî”: Kebap yapılacak etlerden oluşan bir yemek.
Etlere bitkisel ve hayvansal yağlar ilave edilerek şişe takılır, ateş
üzerinde veya kazanlarda pişirilirmiş. “Horiş-i Rumî”: Bazen süt ve şeker
karışımından bazen de yumurta, bal karışımından ayrıca içerisinde
yağ, şeker ve süt katılarak pirinçle yapılan bir yemek veya tatlı. “Horiş-i
dihgânî”: Tuzlanmış koyun etine yumurta katılarak pişirilen bir yemek
çeşidi (Christensen 1370: 620). Zengin yemek kültürüne sahip olan Sasanî
saraylarında yapılan yiyecek ve içeklerin isimleri Dıraht-i Asurik’de
kayıtlıdır. Bunlardan bazıları “pîşpâre: küçük parçalara bölünerek pişirilmiş
et”. Peynir, efrûşe: yeni doğum yapmış hayvandan sağılan bir süt. Yo-
ğurt, keşkül (Dıraht-ı Âsûrîk 1363: 76-77).
Zengin sofralarda yer alan lezzetli ve çeşitli yiyecek ile içecekler mesnevilerde
oldukça fazla tasvir edilmiş, zengin menü olarak sunulmuştur.
Bu menüde etli besinler öne çıkmıştır:
“Üzerinde tatlı ve yağlı ’et’ yemeklerden oluşan altından yapılmış sofrayı
önüne yaydılar “ (Firdevsî Şâhnâme 1375:IX/277).
Şâhnâme’ye göre yeryüzündeki ilk yemek, ilk kez şeytan tarafından
Dahhâk için yapılmıştır. Aşçı kılığına giren şeytan, öldürdüğü her türlü
kuş ve dört ayaklı hayvanların etlerinden çeşitli yemek yapar ve birer
birer Dahhâk’ın sofrasına bırakır. Şeytan ilk gün yumurta sarısını getirir
ve önüne koyar, bu şahın çok hoşuna gider. İkinci gün, beyaz renkli kekliğin
ve sülünün etinden yemekler yaparak Dahhâk’ın sofrasına getirir.
Üçüncü gün masaya kuş ve kuzu etinden yapılmış yemekleri bırakır.
Dördüncü gün de genc bir öküzün sırtından aldığı etlere safran, gül suyu,
yıllanmış şarap ve saf misk katarak hazırladığı yemekleri Dahhâk’ın
sofrasına koyar (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/47).
Bezmde yapılan yemeklerin lezzetli olmasının yanında, güzel kokmaları
için misk, od ve zaferan gibi katkı maddelerinden de yararlanılmış-
tır:
“Ateş ve su ile pişirilmemiş yiyeceklerle gül suyu, od ve misk gibi güzel kokudan
yapılmış yiyecekler sofraya koydular” (Nizamî, Heft Peyker 1363: 258).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  61
Halktan insanlar, hatta daha düşük seviyedeki insanlar güçleri nispetinde
evlerinde bulundurdukları ve kendilerine gerekli olan yiyecek ve
içecekleri sofraya getirir, misafiri onlarla ağırlardı. Bir çobanın Behrâm
Gûr’u konuk olarak ağırlayıp bezm kurması bunlardan biridir:
“Yaşlı adam misafirin geldiğini görünce yerinden kalktı ve ona hizmet için
hazırlandı. Evinde sahip olduğu her şeyi sofraya getirdi ve yalvarıcı ve yakarıcı
bir şekilde ona bu sofranın senin gibi bir misafirin yiyebileceği türden bir sofra
olmadığı aşikârdır. Eğer sofra basit donandıysa özür dilerim, lakin burası medeniyetten
uzak bir yerdir dedi” (Nizamî, Heft Peyker 1363: 326).
Mesnevilerde az da olsa misafir ağırlamada sofranın donatılması için
yiyecek ve içecek alınması gerektiği zaman ev araç ve gereçlerinden birini
rehin bırakma karşılığında ihtiyaç duyduğu maddeleri aldığı da gö-
rülmektedir. Bu hareket daha çok toplumun gelir düzeyi düşük kişilerin
yaptığı bir eylem olmuştur. Behrâm, şarapçı semiz bir adama misafir
olur. Şişman adam, pazara gider “müşgdân”ını sıradan bir adama rehin
bırakır, kendine lazım olan gerekli şeyleri alır ve koşarak mutlu bir şekilde
Behrâm’ın yanına döner ve ona basit ama gücü ölçüsünde bir sofra
hazırlar (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/313).
Halk tabakasından bir diğer misafir ağırlama, konuk etme örneği de
misafirin sofrasına arpa unundan hazırlanan ekmek/keşkîn koymaktır.
Behrâm Çûbîn, bir yaşlı kadına konuk olur. Kadın Behrâm’ı tanımamış-
tır. Yaşlı kadın Behrâm’ı “keşkîn”le ağırlar (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
IX/126). Hüsrev Pervîz, Ribât-ı Yezdân’a ulaşınca kendisine yemekte
tere, bazlama ve keşkîn ikram edilir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/50). Yine
Behrâm, köylü bir kadının evine misafir olunca, kadın, Behrâm’ın sofrasına
pirinç tatlısı getirir ve ona ikramda bulunur (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VII/384).
“O temiz düşünceli misafirin/Behrâm, köylünün yanına gitti. Köylü, sonradan
ona sofra hazırladı. İçinde pirinç tatlısı bulunan bir kabı önüne koydu. Ne
iyi idi ‘ne de kötü’ orta idi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/384).
Yoksulların süt ve ekmeği, aş yemeklerinden daha makbul sayılmış-
tır. Eğer misafirin seçkin biri olduğu anlaşılırsa, ev sahibi bu seçkin misafir
için koyun keser, ondan kebap yapar ve konuk olana yedirir. Behrâm
bir gün karı koca olan bir köylünün evine uğrar. Karı koca Behrâm’ın
sofrasına tere, sirke ve ekmek koyar. Kadının kocası Behrâm’ın seçkin bir
kişi olduğunu düşünür ve eşine bu seçkin kişiye koyun kesmemiz gere-
62  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
kir der. Behrâm’a yedirmek için kuzu keserler, üzerine bir parça yumurta
ve yağ dökerek hazırladıkları kuzu kebabını Behrâm’a ikramda bulunurlar
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/328)
Şah bezmlerinde sebze ve pirince yer verilmemiştir. Büyük ihtimalle
sebze, özellikle pirinç bir besin kaynağı görülmemiş olabilir. Fakat
tatlı yemeklerin hazırlanmasında pirinçten yararlanma yoluna gidilmiş-
tir (İhsan 1383: 115). Pirinç oldukça ucuz olduğundan sadece pirinci yoksul
insanlar ekmek yapımında kullanırlarmış (İhsan 1383: 151). Öyle ki
Ravendi, onuncu yüzyılda Huzistan halkının besin kaynağı olarak pirinçten
bahsetmiş, onu değirmende un ile karıştırıp fırında ekmek olarak
pişirdikten sonra yediklerini yazmıştır (Ravendî, 1357: III/212).
Sebze/yeşillik de sadece düşük gelirli kişilerin sofrasında bulunurmuş.
Şahların bezm sofralarında sebzeye yer verilmemiştir. Zengin ve
parlak sofralarda sebze yemeğine rastlanmaz. Onların sert oluşları, arzu
edilmeyen renge sahip olması, diş etlerine zarar verme düşüncesi o günkü
toplumda kabul görmüş, beğenilmediğinden rağbet de görmemiştir
(İhsan 1383: 119).
Bezmlerde şahlar için özel yemekler hazırlanırmış. Bu yemekler, yapı-
lan bazı katkılarla hükümdarların sağlığını korumak amacıyla yapılırmış.
Hüsrev, düzenlediği bir bezmde taze kebap yaptırır, bu kebabın
üzerine de dövülmüş parlak inci döktürürmüş. Hüsrev, Ummân tüccarlarından
on batman saf altın karşılığında kıymetli inci alırmış. Aldığı
inciler, bedendeki rutubeti, mutedil bir hale getirirmiş. Hüsrev, bu özel
kebabı, yaptırdığı çok özel bir pırında pişirtirmiş. Fırına harcadığı para,
bir ülkenin vergisiyle eşdeğermiş. Onun içinde odun yerine on, on beş
batman mis gibi öd ağacı yaktırırmış. Kebap orada pişermiş ve altın sofra
üzerine konarmış. Kebap bin yedi yüz miskal ağırlığındaymış (Nizamî,
Hüsrev ü Şîrin 1363: 276). Hüsrev, o kebaptan fıstık içi ve şeker
peltesi alır gibi bir iki lokma tadarmış, gerisini sarayda toplanan muhtaç-
lara verirmiş (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 277). Bezmde içilecek ve yenileceklerde
bazıları şunlardır: Kebaplar, çeşitli yemekler ve yiyecekler,
aşlar, tatlılar, ekmekler, şerbetler, reçeller ve diğer yenilecek ve içilecekler:

ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  63
4.4.1. Kebâplar
Hükümdar bezmlerinin vazgeçilmez yiyeceklerindendir. Tazeliği yanında
besin derecesi yüksek bir yiyecektir. Bezmlerdeki kebap çeşitleri
ya dört ayaklı hayvanlardan ya da kuşlardan yapılır:
“Sonbaharda zengin bir sofra kur! Üzerine üst üste kızarmış kuzu kebapları,
kebap olmuş tavuklar koy!” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/443).
“Bezmi düzenle, kur! Hurilerin bahçesi gibi donat! Şarap iç, mezenin tadına
bak, kebap ye!” (Nizamî, Heft Peyker 1363: 113).
Kebaplar arasında en çok tercih edileni kuzu kebabıdır. Şahların
bezm sofralarının vazgeçilmez yiyeceğidir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: 355,
365, 370; Nizamî, Heft Peyker 1363: 113). Yaban eşek etinden yapılan kebaplar
da rağbet edilen kebaplardandır. Daha çok kahramanların bezmlerinde
kullanılmıştır. Rüstem’in yiyeceğinin büyük bir kısmını bu yaban
eşeğinin etinden yapılan kebaplar oluşturmuştur:
“Rüstem önüne yaban eşeği etinden yapmış kebabı koydu. Onun yemeği her
öğün yaban eşeğinden yapılmış kebap idi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/239).
Bezmde başka kebapların yenildiğini de görmekteyiz: Gorm: kızartılmış
yaban koyunu (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/97). İnek kebabı (Nizamî,
Şerefnâme 1363: 292). Tavuk kebabı (Nizamî, Şerefnâme 1363: 293). Kızarmış
balık (Nizamî, Heft Peyker 1363: 258).
4.4.2. Ebâhâ//Aşlar
Bezmdeki aşlar, sadece isim olarak ve diğer yemekler arasında zikredilmiştir.
“Anber kokulu lezzetli aşların cennet yemeklerinden olduğunu bildirmiş”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 292).
“Yüzlerce çeşitten fazla rengarenk aşları önce altın sofralara koydular” (Nizamî,
Şerefnâme 1363: 298).
4.4.3. Helvâ ve Lûzîne//Baklava
Helva ve baklava da bezmin vazgeçilmezlerindendir. İsim olarak ifade
edilmiş, neden yapılmış oldukları söylenmiştir:
“O sofrada bulunan helvaların nasıl bir yiyecek olduğunu misafirler biliyordu”
(Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 276).
64  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Kuru baklava ve taze helva, dudak daralmaları gibi daralmıştı, sıkılmıştı”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 293).
“İsimleri bilinmeyen helvalar ‘vardı’ Bazıları fıstıklı, bazıları da bademli”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 293).
“Şekerden yapılmış helvalar rağbet görmüş ve lezzetli olduğundan beğenilmiştir.
İçine badem konulması helvaya farklı bir tat kazandırmıştır (Nizamî,
Şerefnâme: 293).
4.4.4. Nân ve Nân-ı Şîrînî//Ekmek ve şekerli Ekmek
4.4.4.1. Rokâk
İnce ekmek, lavaş (Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-ı Sohen 1386:
IV/3657).
“İki elekte/kalburda rokâk, ince bir ipek misali, ay gibi parlamada” (Nizamî,
Şerefnâme 1363: 298).
4.4.4.2. Şeker Bûze
İnce yuvarlak ekmek (Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-ı Sohen 1386:
V/4528):
“Kâfûr gibi şeker-bûzeler, huri sinesi ve sırtı gibi ince ve yumuşak” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 258).
İnce, yumuşak ve iştah açan ekmekler daha çok rağbet görmüştür.
Sadece şahların sofralarında değil halk sofrasında da beğenilerek tüketilmiştir.
Daha küçük ve çok ince ekmekler de sofralarsa bulunurmuş.
Öyle ki fırıncılar el becerileriyle ekmekleri öyle ince pişirirmiş ki incelikten
onlar görülmez ve ince kumaş parçalarına benzermiş (İhsan 1383:
114). İran’ı ele geçiren Arapların bu ince ve yuvarlak ekmekleri gördüklerinde
onun ince bir mektup kâğıdı zannetmişler (İbn Haldun 1345:
I/328).
4.4.4.3. Korse-i Şeker-Âmîhte
Yağ ve şekerle pişirilmiş küçük ve yuvarlak ekmek. Bugün şekerli/tatlı
ekmek olarak biliniyor (Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sohen
1386: VI/5520). “Yemek/ekmek yeme” yerine kullanılmıştır:
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  65
“Şekerle pişirilmiş yuvarlak ekmek, üzerine susam dökülmüş” (Nizamî, Şerefnâme
1363: 298).
4.4.4.4. Kolîçe:
Küçük yağlı ekmek ( Muîn, Ferheng-i Muîn 1360: III/3048).
“Yağlı ve güzel kokulu, garip görünümlü binlerce kolîçeyle beslenmiş” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 259).
“Kızarmış kuş, koyun kebabı, Irak yemekleri, yuvarlak ekmekler/korse-i şeker-âmîhte,
küçük yağlı ekmekler/kolîçeler ve lavaş/rokâk ekmeği” (Nizamî, Heft
Peyker 1363: 293).
4.4.4.5. Turşu/Rîçâr
Bezmlerde sofralarda sunulan yiyeceklerden biri de turşudur. Turşular,
sadece isim olarak geçer ve hangi maddelerden imal edildiği söylenmiştir:

“Turunç, ayva, nar ve narenciyeden yapılmış turşular güzel olur” (Nizamî,
Şerefnâme 1363: 259).
“Yemek sarayında içine badem ve fıstık atılmış güzel turşular” (Nizamî, Şerefnâme
1363: 293).
4.4.4.6. Fukâ
Fukâ, üzüm ve incirde yapılmış bir içecektir. Fukâ, özellikle şeker,
bal, gül suyu ve miskten yapılan bir içecektir. Beden sağlığı için yemekten
sonra içilmesi tavsiye edilmiştir (İhsan 1383: 129; Muîn, Ferheng-i
Muîn 1360: II/2558). Şâhnâme’de yataktan kalktıktan sonra veya bir uykunun
ardından uyanınca içildiği görülür (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VII/355).
4.4.4.7 Şerbet
Bezm sofralarında yer alan bir başka içecek de şerbettir. İsim olarak
geçer:
“Sıcak yemeklerden ve soğuk şerbetlerden, büyün yemeklerden kurtulunca…”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 163).
“Hisardaki gelinler şerbet karıştırdılar. O şerbete dudaklarından şekerler
döktüler” (Nizamî, Şerefnâme 1363:330).
66  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
4.4.4.8. Collâb
Bezm sofralarında yer alan, gül suyu karıştırılmış bir içecek.
“Yeryüzü cennet havuzları gibi olunca, önce lezzetli bir collâb/ gül suyu iç-
ti” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 297).
4.4.4.9. Pâlûde
Pâlûde/pelûze bir tür tatlıdır. Araplar arasında “fâlûzec” olarak bilinir.
Çok tüketilen hoş ve güzel bir yemek olup özel misafirlere ikram
edilen bir yemektir (İhsan 1383: 121).
“Katkısız/saf ıtır kokulu pâlûde yenildikten sonra, nice beyinlerdeki ‘olumsuz
düşünceler’ arıtılarak ‘akıl’ yerine geldi” Nizamî, Şerefnâme 1363: 293).
4.4.4.10. Meyveler
Bezmde yer alan yiyecek çeşitlerinden meyveler, sofrada yemeklerin
yanına bırakılmıştır. Bezm sofralarında en çok üzüm, nar, mandalina,
ağaç kavunu ve ayva yer almıştır:
“Sofrada güzel görünüşlü ve hoş meyveler, Rey üzümü, Ordu elması ‘vardı’
“(Nizamî, Heft Peyker 1363: 293).
“Meyveler yenilip, şaraplar içilince akla uyku, gönüle de rahatlama geldi”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 137).
“Sofrada tatlı ve kokulu birçok meyve çeşidi vardı Hatta oldukça fazla miktarda”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 28).
Meyveler, ülke topraklarından hasat edildiği gibi bazıları da yabancı
ülkelerden getirtilirdi (İhsan 1383: 128). Şahların bezmindeki yiyecek
ve içecekler, lüks ve pahalı meyvelerden oluştuğu için doğal olarak
sıradan insanların düzenlediği bezmlerde bunlar yer almazdı.
4.5. Taht-ı Zerrîn//Altın Taht
Büyük bezmlerin, şahlara layık bezmlerin en başta gelen en önemli
gereçlerinden biri altın tahttır. Şahın ve seçkinlerin bezmde oturması için
konulmuş bir gereçtir. Bu tahtlar az da olsa kürsü olarak da adlandırılmıştır:
“Bütün saraylara altın taht koydu. Oturdular, yediler ve mutlu oldular”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/244).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  67
“Sarayda altından yapılmış kürsü üzerine oturdular, onun dostlarını çağırdılar”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/415).
“Saraya altın kürsü koydu, sırma ipekli yastıklar getirdi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VIII/402).
Altın tahtın yanında “gevher-âgîn” yani mücevherlerle süslü olan
tahtlar da bezmlerde geçer:
“Güzel kız için içinde çeşit çeşit mücevherler olan altından bir taht koydular”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/232).
Altın tahtlar, şahlar ve onun özel konukları için konulurdu. Ayakları
billurdan ve yakuttan yapılan tahtlar da vardır:
“Bir altın taht ki ayakları billurdan. Cihanın efendisi onun üzerine oturmuştu”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/76).
Bazı tahtların ayakları da özel şekilde yapılmıştır. Efrâsiyâb’ın bezminde
Siyâvuş için konulan tahtın ayakları manda başına benzer:
“Öne altın bir taht koydular. Bütün ayakları manda başı gibiydi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/84).
İskender’e hediye verilen tahtın ayakları da ejderha başı şeklindedir:
“Ayakları ejderha başı gibiydi, onun mücevherlerini değerini kimse bikmedi”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/61).
Bezmlerde yetmiş parça mücevherlerle, özellikle de yakut ve zümrüt
kullanılarak yapılmış tahtlar da vardır (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/61).
Şîrîn, Hüsrev’i kendi sarayında ağırlamaya niyet ettiğinde altın işlemeli
kilimlerin serilmesi, altı ayağı bulunan ve bu ayakların tümü altın olan
bir tahtın kurulmasını cariyelerden ister:
“Mücevherlerle süslenmiş kilimleri sarayın içine yay, döşe. Altı ayağı da altından
olan o kürsüyü/tahtı getir” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 303).
Gerşaspnâme’de çok özel tahtlar tasvir edilmiştir. İki tarafında yakuttan
ve zebercetten yapılmış iki fil bulunan, inciden ve kehribardan imal
edilen tahtın ayaklarını arkadan iki aslan tutmuş ve üstünde mücevherlerle
süslenmiş tavus kuşu bulunan bir taht, mükemmel özelliklere sahip
olarak tasvir edilmiştir. Tavus kuşu, insan gibi nefes alıyor ve her nefes
alıp verdiğinde nefesinden kafûr ve misk, gagasından da yakut saçılı-
yordu. Aslanlar zaman zaman tahtı yukarıya kaldırıyor, filler de şahın
68  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
yönüne doğru hareket ediyordu. Bu hayvanlardan biri elindeki kadehleri
padişaha sunuyor, diğeri de meze veriyordu. Bir oyuncak bebek, tahtın
altından dışarı çıkarak çeng çalıyor, tekrar tahtın altına gidiyordu
(Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 72). Bir başka taht tasviri de tahtın
yanında oyuncak bir Sakî yer alıyor. Elinde mücevher kaplı bir kadeh
var. Her dem şah, elini uzattığında oyuncak Sakî, kadehi padişahın önü-
ne getiriyor ve ona ‘afiyet olsun’ diyor (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354:
426). Som altından yapılmış tahtlar da bezmde görülür:
“Hüsrev emir buyurdu, tıpkı güneş gibi parlayan som altında bir kürsü/taht
getirdiler” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 297).
Beyhakî, Ramazan bayramı merasimlerini anlatırken Gazneli Sultan
Mesud’un altın tahta oturmadan önce tahtadan yapılmış tahta oturdu-
ğunu söyler (Beyhakî 1362: 524). Sonra üç yıl büyük emekler verilerek
yapılan altın tahtı uzun uzun anlatır. Beyhakî’ye göre o taht kırmızı altından
yapılmış, kıymetli mücevherlerle süslenmiş, etrafı da korkuluklarla
çevrilmiştir. Tahtın yüzü çeşitli parlak cevherlerle işlenmiş olan
Rum ipekleriyle örtülmüş, dört bir tarafı altın külçelerle dokunmuş ibri-
şimlerle işlenmiştir (Beyhakî 1362: 540). Nâsır Hüsrev de Mısır sultanının
sarayını anlatırken on iki ihtişamlı saraydan bahseder ve onların her
birinin genişliğinin atmışa atmış arşın olduğunu, sarayın kabul salonunda
bulunan tahtın üç taraftan dört arşın yüksekliğinde yapıldığını da
ifade etmiştir (Vezînpûr 1362: 67).
Altın taht, sadece hükümdar tarafından kullanılırdı. Bir zaman Efrâsiyâb,
iyi niyetini göstermek ve sulh isteğini sunmak için Gersîvez’i,
Rüstem’e ve Siyâvuş’a sunulmak üzere çeşitli hediyelerle birlikte
Siyâvuş’un yanına gönderir. Bu hediyeler içinde en kıymetlisi kendine
ait olan altın tahttır. Efrâsiyâb, altın tahtın şahlara yaraştığı için Rüstem’in
ise bir pehlivan olduğundan dolayı altın tahtın sadece ve sadece
Siyâvuş’a verilmesini ister:
“Rüstem, bir pehlivan olduğu, padişah olmadığı için hediyeler arasındaki altın
tahtı ona verme” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/54).
Gönderilen hediyeler arasında bazen altın tahtın dışında gümüş tahtlar
da yer almıştır. Hürmüz, Behrâm’ın Sâve Şâh’ı yenilgiye uğratması
üzerine ordu komutanlarına hediyeler yollar. Gönderdiği hediyeler gü-
müşten yapılmış tahtlardır:
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  69
“Gümüşten yapılmış bir tahtın yanında iki altın na’l’in ve çeşit çeşit şeyler
de gönderdi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/375).
“Zîr-gâh” adı verilen bir başka taht da mesnevilerde görülür. Zîrgâh,
şahın tahtının yanına koyulan ve dört ayaklı bir sandalyeden biraz
büyük bir tahtın adıdır. Bu tahta, şahın misafirleri veya rütbe ve derece
olarak yüksek seviyeli kişiler otururmuş:
“Altın bir zîrgâh getir dedi. Bir de altın külah ve gerdanlık” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/171).
“Altın tahtın yanına ordunun ileri gelenlerinin oturmaları için bir zîrgâh
‘vardı’ “ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/401).
“Kutlu Nerîmân’a yer verdi, kendi yanındaki zîrgâha onu oturttu” (Esedî-
yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 332).
Bezmde yer alan tahtlara özel hazırlanmış güzel kokular sürülmüştür.
Tahtlar, bir gelin gibi de süslenmiştir:
“Siyâvuş, eyvanın yakınına varınca, üzerinde firuze renkli nakışlar olan,
şahlara yaraşan ipekle süslenmiş parlak bir altın taht gördü” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/17).
“Örtüsü cevherlerle süslenmiş altın tahtadan bir taht getirdiler” (Nizamî,
Heft Peyker 1363: 168).
“Şahın tahtı ipeklerle süslenmiş, başı üzerine de Keyânî bir taç konulmuş”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/9).
4.6. Hân//Sofra
Bezm gereçlerinden biri de sofradır. İşlevsel bir özelliği vardır. Küçük
masalardan oluşan sofra üzerine yemekler konurdu:
“Yüz çeşitten fazla hatta daha çok türlü türlü yemekler altın sofralara koydular”
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 298).
“Sofrayı bir düzen üzerine açtılar, ölçüsünden fazla acayip yemekler üzerine
koydular“ (Nizamî, Heft Peyker 1363: 173).
Yerde bağdaş kurulup oturulduğu için alçak masalarda yeme içme
daha rahat ve kullanımlı olduğundan bu sofralar küçük olarak tasalanmıştır
(İhsan 1383: 227). Gösterişli bezmlerde sofralar altındandır:
“Altın sofrayı onun önüne koydu. Sofra üzerine de yağlı ve tatlı yemekler getirdi
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/277).
70  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Altın sofrayı donattılar, sonra da şarap, rûd ve çalgıcı istediler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/110).
Sofraların zenginliği, parlaklığı, ihtişamlığı çeşitli benzetmelerle ifade
edilmiştir. Aşağıdaki buna bir örnektir:
“Güneş gibi parlayan bir sofra kurulmuş, üzerinde de saf billûrdan yapılmış
dört kâse ‘var’ “ (Nizamî, Şerefnâme 1363: 293).
Aşağıda da altın sofranın ağırlığa işaret edilmiştir:
“Altın sofra kurdular. Üzerine az çok bin yedi yüz miskal ağırlığında ‘kebap’
koydular” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 276).
Beyhakî’de bu sofralardan “meclishâne” adıyla bahsedilmiştir: “üç
yüz seksen ‘zerrînehâne’ yani altın sofra’ koydular. Her bir parçası bir
arşın uzunluğunda, bir arşın genişliğindeydi” (Beyhakî 1362: 540). Bezm
sofraları, çeşitli gül ve yeşilliklerle donatılmış, nakışlarla işlenmiş, mü-
cevherlerle süslenmiştir. Öyle ki Hüsrev Pervîz’in sarayındaki bir sofra,
göz alıcı, nefis parlak mücevherlerle süslendiği söylenmiştir. Onun sebze
desenleri yeşil zümrütten, meyve desenleri de altından işlenmiştir. Bayram
günleri o sofralar hem lüksün, görkemin hem de huzur ve refah
içinde bir arada yaşamanın simgesi olarak kurulmuştur (Avfî 1374: 162).
Mesudî, Hüsrev Pervîz’in düşmanlarından kurtulmak için Rum kayserinin
yanına elçi olarak Behrâm Çûbîn’i bir takım hediyelerle gönderdiğinden
bahseder. Hediyeler arasında da süslü bir sofra varmış. Bu
sofra üç arşın uzunluğundaymış. Üç ayağı altından mücevherlerle süslenmiş,
ayaklarının her biri farklı hayvan figürlerinden yapılmıştır. Bu
ayaklardan biri, aslan pençesi, diğer ayağı geyik toynağı ve üçüncü ayağı
da kartal pençesi şeklindeymiş (Mesûdî 1370: I/269).
Tahtların süslenmesi, bazen de farklı şekilde yapılmıştır. Yemek hakkında
söylenmiş özlü sözler veya hikmetli cümleler, tahtın çevresine
süslü yazılarla yazılarak taht süslenir. Enuşirvân’ın altın, inci ve çeşit
çeşit mücevherlerden yapılmış büyük sofrasının kenarında: “Erdemli
oluşundan dolayı, ihtiyaç sahibine bağışta bulunan kişinin sofrasından
yemek yiyene afiyet olsun! İştahın çekip de yediğinin her şeyi büyük bir
iştahla yersen, sen onu yemiş olursun. İştahın çekmediği halde Her şeyi
iştahsız yersen, o seni yemiş olur” yazısı yazılıymış (Mesûdî 1370: I/262).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  71
Kısaca bezm sofraları, en çok altından bunun dışında mercan, billur
ve firuzeden yapılmış, çeşitli mücevherlerle süslenmiş, değerli ipek kumaşlarla
sarılmış, doğadaki bazı hayvan, bitki ve çiçek desenleriyle nakış
nakış işlenmiş, ayakları da hayvan sureti görünümlü olmuştur.
4.7. Zurûf/Kaplar
Şahane bezmlerde, yeme içmede bezmin güzelliğine, parlaklığına uygun
kaplar kullanılmıştır. Bu kaplar bezme uygunluk göstermiş ve bezme
layık gereçler olarak öne çıkmıştır. Sasanîler zamanında güzel sanatların
büyük bir gelişme göstererek uç noktalara taşındığı, hemen her
sanat dalında büyük ilerlemeler görüldüğü, bu sanat eserlerinin günü-
müze kadar ulaştığı bilinmektedir (Freyl 1386: 371). Sasanî dönemi bakır
kaplar, Orta Doğu bakır sanatı örneklerinin en seçkinlerinden sayılmış-
tır. “Tâs-ı Süleymân” isminde bir kadeh, Sasanî kuyumculuk sanatının
başyapıtlarındandır. Adı geçen tâs, inci külçesinin yanında daha çok
bakırdan yararlanılarak yapılmıştır (Christensen 1370: 4). Yine söylendi-
ğine göre III. Yezdicerd, Araplara yenildiğinde devletinin kıymetli eşyalarını
Çin’e göndermiştir. Bu mallar arasında yedi bin altın kap da varmış.
Bu kapların her biri on iki bin miskal ağırlığındaymış (Nefîsî 1383:
200).
Sasanî döneminden bazı altın ve gümüş kaplar korunarak zamanımı-
za kadar gelmiştir. Bu kaplar, şah tasvirleri, bezm tasvirleri ve av tasvirleriyle
süslenmiştir. Altın işlemeli zarflardan birinde ilk Sasanî hükümdarı
Fîrûz’un geyik avı tasvir edilmiştir (Christensen 1370: 824). Diğer
Sasanî kaplarında da hayvan şekilleri, çeşitli bitki ve çiçek nakışları bulunmaktadır.
Bu kapların birinde bir ağacın iki tarafında iki deste gül
veya ağacın yanında bir aslan tasviri yer almıştır. Buna benzer nakışlı
kaplar, padişah atölyesinde yapılarak şahın konuklarına, komutanlarına,
yabancı devletleri sultanlarına hediye olarak da verilirmiş (Christensen
1370: 423-428).
Bezmde kullanılan kaplar, daha çok altından, gümüşten, billûrdan,
zebercertten ve akîkten yapılmıştır:
“Gümüş ve altın tabaklar koydu. İlk önce ‘Keydâfe’yi andılar” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/50).
“Zebercerd tabaklar, pîrûze bardaklar hem kırmızı altından hem de ham gü-
müşten yapılmıştı! “ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/150).
72  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Meze tabakları Yemen akîkindendi. Billûr şamdanlar misk doluydu” (Esedî
Tusî, Gerşâspnâme 1354: 425).
Beyhakî, Sultan Mesud’un oğlunun düğününde iki yüzden fazla altın
tabak kız tarafına çeyiz olarak gönderilmiştir. Tabak içine de meyve yerine
çeşitli mücevherlerin bulunduğunu yazmıştır (Beyhakî 1362: 526).
Tabak içlerine misk, öd, zaferan gibi güzel kokular dökülerek bezmde
kullanılmış veya hediye verilmiştir:
“Öd ve misk dolu altın tabaklar, iki altın na’lîn ve altın direkler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: IV/300).
“Firuze renkli cam bardak, zebercet tabaklar hem kırmızı altından hem de saf
gümüşten. Kâfur ve misk dolu, aynı zamanda zaferan dolu. Hepsini hükümdarın
önüne götürdüler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/150).
“Yüz tabak misk ve yüz tabak zaferân tek seferde hükümdara teslim ettiler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/150).
4.8. Dıraht-ı Tezyîn//Yapay Süs Ağacı
Mesnevilerde, bezmde kullanılan süs ağaçları da yer almıştır. Bezmin
gereklerinden biri olan süs ağaçları, altın, gümüş ve çeşitli mücevherlerden
yapılmıştır. Böyle bir süs ağacını Keyhüsrev’in bezminde görüyoruz.
Bu süs ağacının taneleri gümüş, dalları altın ve yakutmuş. Şahın
tahtının üstünde bir tür gölgelik görevi yapan bu ağacın yaprakları akîk
ve zümrüd, turunç meyveleri de altın imiş. Ağacın içi gül suyu ve miskle
dolu ve ağacın yüzeyinden açılan deliklerden rüzgârın esmesiyle kovuk
içerisindeki güzel kokular şahın başına ve şahın yanında oturan kişilerin
üzerine dökülüyormuş:
“Şahın sarayına bir ağaç diktiler. Külah ve taç üzerine nasılda gölge yayı-
yordu. Gövdesi gümüş, dalları yakut ve altındandı. Taneleri çeşit çeşit cevher
idi. Yaprakların tümü akik ve zümrüttendi. Meyvesi de asılmış küpe gibiydi.
Tüm meyveler altın ve turunç idi. Onun tüm gövdesi ney gibi delinerek içerisi
miskle, gül suyuyla doldurulmuştu. Şah, kimi yanına oturtmuşsa, rüzgâr, onun
üzerine misk koku saçıyordu” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/54-55).
Söylenceye göre İran’ı ele geçirmesinden sonra Cemşîd’in tahtı, hazineleri,
paha biçilmez derecede kıymetli mücevherlerden yapılmış “tâk-ı
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  73
zerrîn”i İskender’in eline geçmiştir (Râvendî 1387: I/581). Rum İmparatoru
da Hüsrev Pervîz’e, altından yapılmış bir hurma ağacı göndermiştir.
Bu ağacın dalları ve yaprakları zümrütten, taneleri kırmızı yakuttan,
sarkan dalları da damarlı akik taştan olduğu söylenmiştir (Nefîsî 1383:
7). Abbasî sarayında, berrak su ile doldurulmuş yuvarlak bir havuzun
ortasında on sekiz dallı bir ağaç varmış. Küçük dalları gümüşten, tanesi
de altındanmış. Yaprakları renkli ve rüzgârın tesiri altındaymış gibi titriyormuş.
Dallarında gümüşten yapılmış türlü türlü kuşlar duruyormuş.
Bu kuşlar aynı zamanda da ötüyorlarmış. Saraya 917 yılında elçi olarak
gelen Bizans elçisi en fazla hayret içinde bırakan da bu imiş (Metz 1362:
II/ 124).
Gerşâspnâme’de süs ağaç yerine “bâğ-ı zeytînî/zeytinlik bağ” yer alır
ve iki yerde geçer. Biri; ağaçları zebercert, meyveleri cevher olan, bünyesinde
havuz barındıran ve havuzun suyu gül suyu ile dolu olup taşları
inci, kumları da saf misk olan bir bağ. Mihrâc Şâh, onu Gerşâsb’a hediye
eder:
“Tahtın önünde altından bir bağ-ı zeytinî vardı. Meyvesi cevherden, ağacı
zebercertten idi. O güzel bağın havuzu gül suyu ile doluydu. Taşları inci, kumları
da saf misk idi” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 94).
Diğer bağ da meyveleri ve yaprakları türlü türlü kuşlardan, ağaçları
çeşitli cevherlerden yapılmıştır. Dallardaki kuşlar, nağmelerle ötüşüyorlarmış.
Mihrâc Şâh, onu da Dahhâk’a göndermiştir:
“Zebercertten ve altından yapılmış güzel bir bağ-ı zeytinî. Onda her gül,
şeb-çerâğ gibi cevherdendi. Üzerinde binlerce dal ‘olan’ bir ağaç, yaprakları
firuze taşından, meyveleri yakuttan. Her dalında zebercertten yapılmış renk
renk kuşlar. Her kuş, dallarda oturuyordu. Onlardan nağme sesi yükseliyordu”
(Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 199).
4.9. Toronc
Bezmlerin gereçlerindendir. Turunca, “bâleng” veya “utruc” da denir.
Genellikle büyük bezmlere mahsustur (İhsan 1383: 128). İşlevsel özelliklerinin
başında elde tutmak ve koklamak gelir:
“Geldi, altın kürsü üzerine oturdu. Son derece kızgındı. Elinde turunç kokluyordu”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/255).
74  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“İskender, Çin salarının eyvanından bir gece yarısı elinde bir turunçla geldi”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/93).
“Mutlu bir şekilde tahtın üzerine oturdu. Elinde kâfur ve amber kokan bir
turunç ‘vardı’ “ (Nizamî, Şerefnâme 1363:409).
Ferruhî, bezmde şarap ile turuncun arkadaşlığından bahsetmiştir:
“Bazen ellerde bir turunç, bazen avuçlarda bir ok. Bazen ellerde küçük bir
mızrak, bazen de ağızlarda bir kadeh” (Ferruh’i Sistânî 1371: 337).
Doğal turunçların bulanmadığı mevsimlerde yapay bir turunç yapılarak
içini kâfur ve amber gibi güzel kokulu incilerle doldurmuşlardır.
Turunç yerine bazen yapay narenç de yapılmıştır.
4.10. Zer-i Dest-Efşâr
Bezmin az bulunan gereçlerindendir. Zer-i dest-efşâr, mum yumuşaklığında
altından yapılmış bir el topudur. Hüsrev Pervîz’in özel kullandı-
ğı gereçlerin başında gelirmiş. Onun sarayının hem nefis hem de acayiplerinden
sayılmıştır. İki yüz miskal ağırlığında bir altın parçasından ibaretmiş.
Yumuşak bir mumdan yapıldığı için ona çeşitli şekiller verilirmiş
(Seâlibî 1368: 444). Denildiğine göre bu altın, kimyagerlik sanatına mahsusmuş
(Muîn 1367: II/361). Sasanî padişahlarına özelmiş. Sıkılan parmakların
arasından taşarmış.
“Padişahın avucunda zer-i dest-efşâr vardı. Onu sıkınca parmaklarının arasından
dışarı çıkardı/taşardı” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 356).
5. Mekânhâ-yı bezm//Bezmin Düzenlendiği Yerler
Bezmin mekânları çok çeşitlilik arz eder. Bezmin düzenlenmesinin
amacı ve de düzenleme zamanı mekânları öne çıkarmıştır. Başka bir
ifadeyle bezmdeki mekânlar, bezmin gaye ve vaktiyle ilintili olup bu
doğrultuda işlevsel bir özellik gösterir. Bezm mekânları ayinlere, bayramlara,
törenlere ve eğlencelere göre çeşitlilik sergilediği gibi mevsim
zamanlarına göre de farklılık arz eder. Ayin ve törenler münasebetiyle
düzenlenen bezm mekânları daha çok “âteşkede”dir. Bahar ve yazın
tertip edilen bezmlerin yeri bağlar, ovalar ve sahralardır. Yılın sert mevsimlerinde
saraylar, bezmlere mekânlık görevi yaparlar. Bezm mekânları
gösterimlik/teşhir bezm mekânları ve süslenmiş bezm mekânları olarak
iki kısma ayrılmışlardır.
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  75
5.1. Mu’arrifî-i Mekânhâ-yi Bezm
Bezmin düzenlendiğini gösteren mekânlar çeşitlidir. Bunlar mesnevilerde
saray, bağ, ova ve sahra, şikârgah, ateşkede ve savaş meydanı olarak
karşımıza çıkar.
5.1.1. Kâh//Saray
Gösterişli bezmlerin düzenlendiği mekânlar saraylardır. Revaklı, eyvanlı
ve künbetli gösterişli ve görkemli büyük sarayların Sasanî döneminin
en seçkin mimari eserleri olduğu bilinmektedir (Christensen 1370:
876). Gösterişli sarayların Abbasîler döneminde de yapıldığını görürüz.
Özellikle mimariye düşkün bir halife olan Mutezîd Billah, Bağdat’ın do-
ğusunda “Tâc Sarayı” adıyla bir muhteşem saray yaptırdığı gibi bu sarayın
iki mil ötesinde ve üç mil uzunluğunda “Süreyyâ Sarayı” olarak bilinen
yeni bir saray da yaptırmıştır. Bu saraylar, başta ünlü Abbasî şairi
İbn Mutez olmak üzere dönem şairler tarafından övülmüştür (Hamevî
trs.: 3-5, 77). Bezm için yapılan özel saraylar da olmuştur. Bezmi donatıp
süslemek yetenek isteyen sanatlardan biri sayılmıştır. Bezm için hazırlanan
veya yapılan saraylar gümüş, altın, pahalı mücevherler, çeşitli incelikler
ve sanatsal özellikler kullanılarak yapılmış, altınla işlenmiş, cevherlerle
süslenmişlerdir. Saraylarının her köşesinin parlak ve yaldızlı
oluşlarından dolayı insanların bakışlarını çekmiştir. Böyle bir sarayı
Kâvus, Mazanderan’dan döndükten sonra yaptırır:
“Kâvus oturmak için altından bir saray yaptırır. İki oturum yükseklik verilmiştir.
Sarayın eyvanının yapımında yakut kullanılmıştı. Gövde kısmı firuzeyle
süslenmişti. Sarayın parlaklığı gibi baharın parlaklığı da yıl boyu sürdü. Sarhoşların
yanağı güller gibi kırmızıydı. Herkes dertten, gamdan, tasadan uzaktı.
Şeytanlar bedenlere kötülük yapmada zorlanıyordu” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
II/151).
Kâvus’un yaptırdığı parlak, görkemli sarayın bir benzerini de Enuşirvân,
özel bezmler için yaptırmıştır:
“O şehriyâr, özel bir saray yaptırdı. Sarayın eyvanı kıymetli taşlarla süslü,
tâkları gümüş ve altın külçeydi. Birkaç çeşit gevher de altına katılmıştı. Kümbeti
abanoz ve fildişinden. Yine fildişinden, abanozdan ve tahtadan da süslemeler.
Hintli, Rumlu sanatkârlar vardı. Her sanatkâr kendi sanatıyla anılıyor, tanını-
yordu. O büyük sarayda herkes toplandı. Orası hem saraydı hem de işyeriydi.
Cennet gibi o sarayı süslediler. Hiçbir göz, sarayın herhangi bir yerinde çirkin
76  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
bir şey görmedi. Cihan hükümdarı, bezmde kâm alsın diye o saraya “sûristân”
dedi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/154).
Bezm için yapılan veya hazırlanan saraylar Gerşâspnâme’de de geçer:
Gökyüzüne kadar uzanmış bir saray. Duvarı granitten, yerleri mermerden.
Onda bir kasır ‘var ki’ baştanbaşa saf gümüşten. O köşkün bütün eyvanı lacivert,
gövdesi damarlı akikten, döşemesi/yerleri tamamen altın sarısı renkte. Kemerli
salonlar, parlak mücevherler ve yakuttan. Ayrıca her kemerli salon yüzlerce
resim ve süslerle dolu” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 367).
Mesnevilerde sarayların iç ve dış görünümleri oldukça birbirlerine
benzerler. Bunların başında saray duvarlarının çeşitli tasvirlerle süslenmiş
olması gelir. Bu nakışlı tasvirler bezm, rezm ve av sahneleriyle, pehlivanların
kahramanlıklarıyla, güzel yüzlülerin çehreleriyle çizilmiş resimlerden
oluşmuştur:
“Sarayın kemerli salonlarının duvarlarını, şahların ya bezmleriyle ya da savaş
meydanlarındaki resimleriyle resmettiler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
III/112).
Feruhî de Sultan Mahmud’un saray tasvirinde nakış ve resimlerden
şöyle bahseder:
“Doğu hükümdarının sarayının birçok yerinde duvarlar ya ellerde küçük
mızrak savaş alanları, ya da ellerde şarap kadehleriyle bezm resimleri çizilmişti”
(Feruhî Sistanî 1371: 54).
Kabilli Mihrâb, eşi Sindûht’a Zâl’ı anlattığında, onun pehlivanlıktaki
ve binicilikteki gücünü göstermek için saray duvarlarında nakşedilmiş
olan kahramanlık tasvirleriyle Zâl’ı karşılaştırıp Zâl’ın hem dünyada eşi
görülmemiş bir pehlivan hem de at kullanmada benzeri olmayan bir
binici olduğunu söyler (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/160). Gerşâsp’ın da
ejderhalarla yaptığı savaş ve bu savaştan başarılı bir şekilde çıktığını
gösteren tasvirler de saray duvarlarına çizilmiştir (Esedî-yi Tûsî,
Gerşâspnâme 1354: 3). Rûdâbe’nin tasvirlerinin sarayının her yerinde
resmedildiğini de onun hizmetçilerinin ağzından işitiyoruz:
“Cihan baştanbaşa senin sevginle doludur. Tüm sarayda senin çehrenin resimleriyle
doludur” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/162).
Gerşâspnâme’de de Rum hükümdarının kızına bütün ülkelerin şahları
âşık olup ona gönül verdiklerini, bu peri yüzlü güzelin resimlerinin de
bu hükümdarların saraylarının duvarlarına nakşedildiğini görülür
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  77
(Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 218). Behrâm, Havernak sarayının odalarında
her biri başka bir ülkeye mensup olan yedi güzelin resminin bü-
yük bir el becerisiyle ve Çinli ressamları bile hayret içinde bırakacak
şekilde çizildiğini görür (Nizamî, Heft Peyker 1363: 77-78). Ayrıca
Behrâm’ın bir okla aslanı ve yaban eşeğini avlaması, ejderhaları öldürürken
göstermiş olduğu kahramanlık sahnesini Munzar, bir ressam getirir
ve sarayın odalarının duvarlarına, onun kahramanlıklarını ölümsüzleştirecek
resimleri yaptırır (Nizamî, Heft Peyker 1363: 77).
“Ressam, Behrâm’ın her yaptığı özelliği resmettiği gibi Hovernak sarayına
‘yedi güzelin de’ resmini çizdi” (Nizamî, Heft Peyker 1363: 77).
Sarayların bu denli güzel ve nakışlarla ilmik ilmik örülmüş olması
“gülşen” olarak adlandırılmasına sebep olmuştur:
“Gülşen/saray, bahar gibi süslendi. Şehriyarla beraber büyükler de oturdular”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IV/302).
“Boyu selvi gibi olan Daye ona: ‘eğer senin misafirlerinin arzusu buysa, sen
git gülşen/saray yap. Ben bu gece o güzelleri süslerim’ dedi” (Esedî-yi Tûsî,
Gerşâspnâme 1354: 234).
“Onların içlerinde Râmîn bir güneşti. İki gözü nergis, yanakları nesrindi.
Şarap ve rûdla bezme oturmuş, ırmağa düşüp boğulan ‘biri’ gibiydi. Vîs, gülşenin/sayayın
yukarısında oturmuş, onun güzelliğinden dolayı gülşen/saray aydınlanmıştı.
Dâye, onu birçok hile, aldatmayla gizlice gülşenin/sarayın teras
aralığına onu oturtdu, gözünü pencere deliğine koydu” (Gurganî, Vîs ü Râmîn
1371:121-122).
Mesnevilerde gülşen-i zer-nigâr, gülşen-i sûr, hâne-i zer-nigâr, eyvân-
ı gevher-nigâr ve eyvân-ı bezm de saray anlamında kullanılmış ifadelerdir:

“O gülşen-i zer-nigârı süsledi, kırmızı dudaklı Sakî de şarap getirdi” Firdevsî,
Şâhnâme 1375: V/363).
“Gülşen-i sûrda sofraya oturdular ve şöyle dediler: ‘o halde Rumîleri çağır,
davet et’ “ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/132).
“Lezzetli şaraptan sarhoş olunca eyvân-ı gevher-nigâra gittiler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/419).
“Bir ay boyunca eyvân-ı bezmde ve avlanma yerinde şahın yanında oldular”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/168).
78  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Beyhakî’de de gülşen ve hâne-i zerrîn saray anlamında kullanıldığını
görmekteyiz: “Şarap içildi, sofradan sarhoş olarak kalktılar ve gülşenden/saraydan
da ‘divân’a geldiler” (Beyhakî, 1362: 344). “Emir tahta oturmak
için hâne-i zerrîne/saraya geldi. Şarap bezmi terasta idi. Şarap içip eğlenmek
için doğrudan oraya gittiler” (Beyhakî 1362: 344).
5.1.2. Bâğ
Bezmler, sıcak havalarda veya uygun mevsimde özellikle de bağlarda
düzenlenmiştir. İranlıların bağa karşı özel ilgileri olduğu söylenmiştir.
Öyle ki, “ İranlılar için bağ, gezinmek için gidilecek bir mekân değil, gönül
birliği içinde oldukları dostlarıyla oturmak, eğlenmek, şiir okumak, hikmetli
sözler konuşmak hatta yağmur damlalarının dökülmesini temaşa etmek için
gidilen bir yerdir” (Sekvîl 1384: 358).
Farsnâme yazarı, bağın icatçısı Menûçehr’dir der. Menûçehr, dağlardan
ve ovalardan çeşitli gülleri bir araya getirmiş, onları ekmiş, birazcık
boy atınca da etrafını çitlerle örmüş ve bağ yapmış (İbn Belhî 1374: 118).
Bezm düzenlemek için yapılan saraylar daha çok güzel ve bakımlı bağ
içlerinde yapılmıştır. Bu bağların örneklerinden biri de “bâğ-ı fîrûzî”dir.
Gazneli Mesud, babasının ölümünden sonra o bağda bezm düzenlemekten
vazgeçmiş, o bağı özel merasimlerde, özelliklede askeri geçişlerde
kullanmıştır (Beyhakî 1362: 256). Aşağıda bu bağın içindeki saraylara
işaret edilmektedir:
“Emir, sofranın kurulması için emretti, şarap istedi, bağın içindeki sarayı da
süslediler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/93).
Bağın içindeki sarayların yanında “bâğhâ-yı sultânî” bezm düzenlemek
için özel mekânların başında gelir. Hükümdarlık belirtileri olan taht
getirilerek bezmin yapılacağı bağda gül kokan ağaçların altına konur,
yerleştirilir. Sonra da diğer egemenlik göstergesi olan taç getirilir. Böylece
hükümdara ait bağda bezm düzenleme eylemi başlar (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: V/54; VI/10; VII/64).
Bezmin düzenlendiği alanlar olarak bağlar, etrafları uzun selvilerle ve
söğüt ağaçlarıyla kuşatılmıştır. Çeşitli meyve ağaçları da bağları kuşatan,
çevreleyen diğer ağaçlardır. Mevsim bahar ise çeşitli çiçek kokularının
hissedildiği bağın ortasında bir de havuz yer almıştır. Bahar gelince
bezmler, bağlarda düzenlenirdi. Narşahî, ünlü eserinde güzellikleriyle
göz kamaştıran Buhârâ’nın bağları ve bu bağlar içinde yer alan görkemli
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  79
saraylar hakkında oldukça fazla bilgi vermiştir. Öyle ki Narşahî, bağ
içerisindeki “Cuy-i Mulyân/Movliyân” sarayından söz ederken: “Cennetin
en güzel yerlerinden daha güzel” der (Narşahî trs. :38). Narşahî, bu bağı
ve içindeki sarayı şöyle tasvir eder: “Bağın içinde süslü mihmanhâneler,
dört büyük bahçe/bağ, gösterişli havuz ve havuz başları ve bir de büyük
bir çadır var. Gerek doğu gerekse batı tarafından güneş ışıklarını en kü-
çük parçası buralara düşmezdi. Bağın içerisinde armut, badem, fındık,
kiraz ve üzüm gibi çeşitli meyve ağaçları bulunur. Cennetteki amber gibi
kokan her meyve bu bağda mevcut idi (Narşahî trs. :38).
Şâhnâme’de özel, özel olduğu kadar güzel bir bağdan bahsedilir. Adı
“İrac Bağı”olan bu bağ, türlü amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır.
Ferîdûn, oğlu İrec’in ölüm haberini alınca doğruca bu bağa yönelir. Firdevsî,
bu durumu şöyle anlatır ve bağ hakkında bilgi verir:
“Gönlü yaralanmış Şâh ve ordu çığlıklar atarak İrec Bağı’na yöneldiler.
Şâh’ın kabul törenleri günlerce burada yapılırdı Bezmler, mekân olarak daha çok
burada kurulurdu. Bağdaki padişahlık havuzunuzu, uzun servi ağaçlarını, sö-
ğüt ağaçlarını, ayva ağaçlarını, törenlerin yapıldığı yerin özgür insanlarını
göremeyen ordunun feryatları Keyvân’a kadar ulaştı” (Firdevsî, Şâhnâme
1375:II/106).
Bezmlerde “nişestegâh-ı bâğ” yani bağda oturulan özel alan,
“ceşngâh” olarak da tabir edilmiştir. Şahların oturduğu alan ile bağın
eğlence alanı özel olarak ağaçlandırılmıştır:
“Şâh, nevrûzda bağa gitti ve iki hafta ceşngâhda kaldı” Firdevsî, Şâhnâme
1375: IX/227).
“O servi boylu güzel, barbed elinde bir süre şehriyâr için çaldı. Saraydan çıktıp
ceşngâha geldi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/227).
Bağda özel hazırlanmış oturma yeri başka bir ifadeyle “nişestgâg-ı
bezm” Beyhakî’de de görülür: “Emir, bir sofra kurulmasını emretti. Yeşillikler
içerisinde bağın başka bir yerinde görkemli, seçkin insanlara yaraşacak bir
sofra kurulur. Önlerinde büyük bir havuz, her tür meyve ağaçlarının çevrelediği
geniş ve ferah bir alan onlar gelene kadar hazırlandı” (Beyhakî 1372: 482).
Gerşâspnâme’de de anlatılanlara uygun bağların varlığı görülmektedir.
Özellikle bezm için hazırlanmış bir bağ şöyle anlatılır: Bağın gereklerine
göre hazırlanan bu bağın ortasında bir havuz yer almış, gümüşten olan
bu havuzun çevresi mermerlerle kaplanmış, yolları yine mermerlerden
yapılmış, havuzun suyu altından, suyun içindeki balıklar altın ve gü-
80  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
müşten imal edilmiştir. Sıcak ve soğuk mevsimlerde açan güller ve dallarında
her çeşit meyvelerin olduğu ağaçlar, bağı süsleyen diğer unsurlardır:

“İçinde sarayında bulunduğu babama ait bir bağ vardı. Güzellikte ve gönül
açıcılıkta cennete benzerdi. Duvarları mermerden oluşmuştu. Yolları mermer,
suları ise ham gümüş. Gece vakti çerâğ gibi parlayan bir gül vardı ki gündüzleri
de bağda açardı/ışık saçardı. Yine bir gül daha vardı ki sıcakta da soğukta da
çiçek açardı. Her bir dalından kafesler asılmış, kafeslerin içinde kuşlar öterdi. O
bağdaki havuzun her köşesi altından, suları gül suyundan, kum tepelerinin
kokusu misk ve amberden idi. Som altın ve gümüşten pek çok balık su altından
giden büyücü gibiydi. O bağda bir ay boyunca şarapla, rûdla ve sazlarla neşelendiler,
eğlendiler” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 324).
5.1.3 Deşt ve sahrâ
Bezmlerin düzenlendikleri alanlardan biri de ova ve sahralardır. Bu
yerlerin özelliği çevresinin yeşilliklerle dolu, akarsularının bol olduğu,
insanların içlerine huzur ve sevinç veren yerler olmasıdır. Seçilen yerlerde
otağ veya çadırlar kurulur, halılar ve kilimler serilir, bezm için gerekli
olan araç ve gereç tedarik edilerek bezmin alt yapısı hazırlanırdı:
“Cihan hükümdarının otağını akarsu önüne kurdular. Cihan sahibi gelip altın
tahta oturdu. Kendisiyle birlikte ünlü kişiler ve hükümdarı sevenler de oturdu.
Bezm, geceden başlayıp tüm gün devam etti. Sanki toprak altındaki bütün
ölüler ayağa kalktı” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/291).
“Yeşilliklerle dolu bir alanda öyle bir dinlenme yeri buldular ki orada süsen
bitkisinden başka bir bitki bitmemişti. O cenneti andıran yere yerleştiler ve padişahın
otağını oraya kurdular” Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 128).
“Otak ve çadırları kurulmasını emretti. Sofrayı donattılar, şarabı getirdiler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/187).
5.1.4. Âteşkede
Bezm düzenlenen mekânlardan biri de âteşkedelerdir. Âteşkede,
muğların tapınaklarına ve âteşperestlerin ateş yaktıkları yere denir (Yıldırım
2008: 104). Buralarda dua edilir, dinsel ayinler, törenler düzenlenirdi.
Âteşkedeler, daha çok yüksek yerlerde, tepe üstlerinde veya dağların
eteklerinde yapılmıştır. Etrafı da yüksek duvar veya benzeri şeylerle
çevrilmiştir (Nefîsî 1383: 140). Bütün âteşkedelerin mimari planları aynı
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  81
olup her yerde birdir. Âteşkedeler, sekiz kapı ve sekiz köşeli birkaç odadan
oluşur ve ortasında hiç sönmeyen “âteşdân/ateşlik” bulunurdu
(Christensen 1370: 232). Nevrûz şenlikleri, Mihrigân ve Sede Bayramları
âteşkedelerde düzenlenirdi:
“Ülkede âteşkede yaptı, Mihrigân ve Sede şenlikleri yapıldı” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/154).
“Sede şenliği ve nevrûz yerinde âteşkedeye bir miktar bağışta bulundu”
(Firdevsî, IX/289).
Sasanî şahları birçok altın ve gümüş âteşkedelere hediye ederlerdi. Bu
hediyeler/bağışlar bazen savaş bitiminde savaştan elde edilen ganimetlerden
oluşurdu. Behrâm, savaş sonucu ele geçirdiği Çin hakanının tacında
bulunan mücevherlerle âteşkedenin duvarlarını süslemiştir:
“Temiz dinli insanların önünde, içinde parlatılmış cevherlerinde bulunduğu
Çin hakanının tacındaki mücevherlerin âteşkedenin duvarlarında kullanılmasını
emretti, altın ve cevherlerle ‘duvarlar’ süslendi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VII/397).
Bu şenliklerin düzenlenmesi için âteşkedelerde saraylar yapılmıştır.
Ünlü Arap şairi Ebu Dulef, X. yüzyılın ilk yarısında İran’a gelmiş, Huzistan’daki
Hindicân Âteşkedesi’nin şaşırtıcı yapımını tasvir etmiştir
(Nefîsî 1383: 164). Nevrûz, Eyvân-ı Nevrûz, Eyvân-ı Sede, Kâh-ı Sede,
Sede Sarayı, Sede Otağı, Dergâh-ı Sede, Çeşngâh-ı Sede, Sede Şenlik Yeri
âteşkedelerin içindeki saraylardan bazılarıdır:
“Tümü, âteşkede içindeki Sede Şenlik Yeri’ne, Nevrûz Eyvânın’a gittiler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/309).
“İçerisinde çeşmeler, etrafında ova ve çayır bulunan bağ ve sarayla dolu bir
şehir kurdu. Âteşkedeye çeşme suyu getirdi. Sede ve Mihrigân şenliği yapıldı”
Firdevsî, Şâhnâame 1375: VII/136).
5.1.5. Şikârgâh//Av Yeri
Av, insanın ilgi duyduğu ve ona yöneldiği bir eylem biçimidir. İnsan,
açlık duygusunu hissettiği zaman av ile tanışmıştır. Yaşamın sürmesi
için yemek gerekli olduğundan hayvanları avlamak insanın ilk yaptığı
eylemlerden biri olmuştu. İnsanla, hayvan arasındaki ilişkide başlamış
olur. İran edebiyat kitaplarında hayvanları avlamak, hayvanları evcilleş-
82  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
tirmek, etlerini yemek, onlardan yararlanmak gibi insanlar ile hayvanlar
arasındaki pek çok ilişkiler yer almıştır (Husrevî, 1383: 18).
Şâhnâme’ye göre insanla hayvan arasındaki ilk ilişki Keyûmers’le baş-
lamıştır: “Nerede yırtıcı ve vahşi bir hayvan varsa keyûmers’i görür görmez
yanına gelir ve tahtının dibinde boyun eğip otururdu” (Firdevsî, Şâhnâme
1388: 511). Keyûmers’in oğlu Siyâmek, Ehrimen’in oğlu tarafından öldü-
rülünce, bütün vahşi hayvanların, kuşların ve av hayvanlarının çığlıklar
atarak hepsi birden dağa doğru koşup Keyûmers’in tahtının etrafında
toplandıklarını yine Şâhnâme’den öğreniyoruz (Firdevsî, Şâhnâme 1388:
12-13).
İnek, koyun ve diğer hayvanları besleyen, onları yararlı işlerde kullanan,
onların etlerini yiyen, yırtıcı hayvanları ve zararlı hayvanları öldü-
ren ilk insan Hûşeng’tir (Husrevî,1383: 19).
“Geyiği, av hayvanı olan yaban eşeğinden, öküzü, eşeği ve koyunu ayırdı.
Böylece kendisine yararlı olanları kullanmış oldu. Sonra da cihan sahibi
Hûşeng, bu hayvanları çift çift ayırmalarını, bir kısmının hizmet amacıyla kullanılmasını,
bir kısmının da etlerinin yenmesini emretti” (Firdevsî, Şâhnâme
1388: 15-16).
Şâhnâme’ye göre hayvanlarla en geniş eylemlerin ilklerini gerçekleştiren
kişi Tehmurs’tur. O, ürkek ve insanlardan kaçan hayvanları gözden
geçirerek, karakulakla parsı onlardan ayırmış, bu cinsten olan hayvanları
çöllerden ve dağlardan getirip bağlamış, kuşlardan ele avuca sığmayan
şahin ve atmacayı yakalayıp eğitmiştir. Adamlarına da bu hayvanlara
karşı iyi davranmalarını, onları güzel ve tatlı bir şekilde çağırmalarını
buyurmuştur (Firdevsî, Şâhnâme 1388: 17-17).
İnsan ile hayvan arasındaki münasebetlerden biri de avlanma olmuş-
tur. Avlanma alanına “şikârgâh” denir. Av yerinin ortaya çıkışı çok eskilere
dayanır. Medlerin geniş av alanlarına sahip oldukları ve hayvanları
avladıkları bilinmektedir (Gurvî 1353: 125). Av alanlarının padişaha ve
seçkin ailelere ait olduğunda başkasının avlanması söz konusu değildi
(Gurvî 1353: 122). Sasanî padişahlarının büyük bir zevk içerisinde avlandıkları
bilinmektedir. Hatta Enuşirvân’ın hizmetçileri arasında bulunan
bir kişi “nehcîrbend” yani avcı başı” adıyla anılmıştır (Husrevi 1383: 19).
Söylenildiğine göre, hükümdar, devlete ait büyük bağlarda pek çok
av hayvanları bir araya toplanılarak, oralarda da avlanmıştır (Râvendî
1386: VII/32). İslam’dan sonra da devlet yöneticileri bu işi devam ettir-
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  83
mişlerdir (Râvendî 1386: VII/32). Halife Yezîd’in on beş bin hayvanı bir
araya getirdiği söylenmektedir (Mesûdî 1370: I/273). Abbasi halifesi
Muktedir Billâh da her çeşit vahşi hayvanlarını kendi sarayında bulundurmuştur
(Mekkî 1383: 166).
Narşahî, eserinde “Şemsâbâd”ın Melik Şemsülmülk tarafından yaptı-
rılmasını anlatırken şunları söyler: “Melik, İbrahim Kapı denilen yerden
arazi satın aldı. Aldığı araziye bağ ve meyve bahçeleri yaptırdı. Ona ‘Şemsâbâd’
adını verdi ve yanına hâssa hayvanları için bir otlak kurdu, etrafını çitlerle çevirdi,
sağlam duvarlar yaptı. Bu otlağın içinde geyikler, ceylanlar, tilkiler ve
domuz gibi vahşi hayvanları barındırdı. Bu hayvanların tamamı eğitilmişti”
(Narşahî trs.: 41).
Av, hükümdarlar için bir rahatlama, stres atma olarak algılanmıştır.
Av, daima bezmle birlikte yan yana olmuştur. Selçuklu Tuğrul Bey’in
ava gittiğinde yemek için iki bin baş hayvanı da yanında götürdüğü söylenmiştir
(Nizâmülmülk 1364: 170). Beyhakî de av ile bezmin bir arada
gerçekleştiğini yazmıştır: “Emir, başka bir gün av seyretmek istedi. Otağda
şarap içenlerin yanına gitti. Bütün mutfak ve şaraphânenin aletlerini dışarıya
çıkarmışlardı” (Beyhakî 1362: 162). “Emir, pek çok askerin çember içine aldığı
av hayvanlarını avladıktan sonra bezm alanına geri döndü ve bir hafta orada
kaldı, hem avlandı hem de şarap içti.” (Beyhakî 1362: 262). Aşağıdaki ifadeler
av alanında bezmin kurulduğunu göstermektedir:
“Otağı ve büyük çadırları kurdular. Bir ovada avlanmaya başladılar. Avlanma
süresi boyunca ovada kimsenin uykusu gelmedi. Şarap, av eti, rebâb ve
çeng…” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/359).
“Ovanın bir yerinde şarap ile, rûd ile, içki içenlerle birlikte avlanma gerçekleşti”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/214). “Askerler ve şarap içenler olunca bir
ay av yerinde öylece kaldılar” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/331).
“Av alanından geri gelince kutlu ayaklarıyla kurulan bezme geldiler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/7).
Hüsrev Pervîz, çıktığı bir av partisinde göndermeleri için adamlarına
çalgı aletleriyle birlikte bir taht ister, istedikleri de gönderildiğinde, av
alanında bir bezm düzenler” (Firdevsî, Şâhnâme: IX/212). Av alanlarının
mekânları belirlendiği için bezm de her zaman bu avlanma alanlarında
düzenlenirdi. Av ve bezm için en uygun zaman bahar mevsimi olmuş-
tur:
84  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Bahar geldi, cihan cennete dönüştü. Siyah toprak üzerine felek, lale ekti.
Bütün ülke av hayvanlarıyla doldu. Irmak suları süt ve şarap gibi oldu. Şâh
Behrâm Gûr’a yaban eşeği avlama zamanı gecikiyor dediler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/379).
“Zaman bahar olup avlanma günü gelince de av düşüncesiyle sabaha doğru
yola koyuldular” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 270).
“Gel de bir süre ava çıkalım. Gel de dinlenelim, gönlümüzün pasını silelim.
Mâh ülkesi baharla, yemyeşil oldu. Toprağına Zühre ve ayın ışığı vuruyor”
(Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 130).
5.1.6. Meydân-ı Ceng//Savaş Meydanı
Bezmler, bazen savaş meydanında ve genellikle iki savaş arasında kı-
sa da olsa ara verildiğinde düzenlenirdi. Böyle vakitlerde çadırlar ivedilikle
kurulur, kahramanların ve ordunun dinlenme yerinde bezm yaygısı
sarılır ve bezm düzenlenmiş olur. Rüstem ile Sohrâb, savaş alanında
uzunca bir süre savaşırlar. Savaşa bir süre ara verilir ve Sohrâb, savaş
alanında bezm kurar:
“Sohrâb, ‘bu ordu nerede’ diye sordu. Ordunun cesur kişilerinden hiç kimse
öldürülmedi. Ben pek çok İranlı öldürdüm. Yeryüzü, kanla gül gibi kızardı.
Şimdilik gönülden gamı şarapla atmak, içki sofrasını süslemek gerekir” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: II/227).
Siyâvuş’un oğlu Furûd’un macerasında Turanlılar, Tûs yönetimindeki
İran ordusunu yendikten sonra Turanlılardan bir grup bezme otururlar.
Turanlılar, bu şekilde eğlenirken bir haberci Tûs’un yanına gelerek,
ona şu haberi iletir:
“Zira Turanlılar, sürekli sarhoş ve şarap içiyorlar. Gece ve gündüz ellerinde
kadehler şarap ile dolu” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IV/72).
Turanlı komutan Pîrân, İran ordusunun komutanı olan Goderz’e
Rûyîn ile bir mektup gönderir ve İran ile Turan arasındaki savaşın bitmesini
ister. Goderz, Pîrân’ın mektubunu okur ve Rûyîn’e mektuba cevap
yazana kadar misafirim ol, der. Savaş alanında hemen onun için
otağ hazırlanır, Goderz ile Rûyîn, bir hafta boyunca bezme otururlar:
“Goderz, Rûyîn’e: ‘Ey ordu komutanının oğlu! Ey kutlu genç! Sen ilk önce
bizim misafirimiz ol da, ondan sonra bu mektubun cevabını iste’ dedi. Rûyîn’e
bir otağ kurdular, içini Rum ipekleriyle süslediler, çalgıcılar istediler. Goderz,
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  85
bir hafta rûd sesleri arasında şarap içti, bir yandan da mektubun cevabını hazırladı”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/153).
Nerîmân, savaşırken Gerşâsp ve hakan da savaş alanında bezm dü-
zenleyip karşılıklı şerefe kadeh kaldırıyorlardı (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme
1354: 350). İskender de savaş alanından zaferle çıkınca savaş meydanında
bezme oturmuştur:
“Bir hafta boyunca savaş alanında ‘kurulan bezmde’ dinlendi. Savaş yeri
kırmızı renkli şarapla aydınlandı” (Nizamî. Şerefnâme 1363: 135).
5.2. Ârâsten-i Mahall-i Bezm//Bezm Alanını Süslemek
Bezmin düzenlenmesinin en önemli öncüllerinden biri, bezm alanının
süslenmek ve güzel kokularla donatmaktır. Bezmin düzenleneceği alana
altın halılar serildiği, son derece çekici ve güzel kumaşlar asıldığı görülmektedir:
“Saraylardan biri ‘bezm için’ seçildikten sonra tüm saraya altın dokumalı
halılar serdiler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/84).
“Çin ipeğinden dokunulmuş bir halı serdiler. Sen, gökyüzünün yeryüzüne
dönüştüğünü zannedersin” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/402).
“Şehirdeki sevinç çeşit çeşit olunca, Şâhın sarayının nasıl olduğunu sen dü-
şün? Şûşter gibi, nakışlı Veşî ipekli kumaşlar çoktu, Gatfer güzelleri gibi, servi
boylular vardı” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 84).
“Mutlu bir şekilde iki menzil birlikte koştular, fersenk fersenk ipek halılar dö-
şediler” Nizamî, Şerefnâme 1363: 326).
“Hind hükümdarı onun sözünden mutlu oldu. Sarayı saf Çin ipeğiyle süslediler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/429).
Bezmin yapıldığı alanın süslenmesinde renk renk güllerden, güzel
kokulardan yararlanılmıştır. Eğer şah, gittiği yerden şehre geri dönüyorsa,
padişahın özel misafirleri şehre ayak basıyorsa, ya da şehzade veya
şah evlenecekse sarayın yanında şehir süslenir, duvarlara renkli kumaş
parçaları asılırdı:
“Duvarlara ipekli parçalar astılar, şekerden yapılmış dirhemler ayağının altına
döktüler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/357).
86  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Emir verildi, şehrin çarşı pazarını süslemek için zamanın iş bilenlerini getirdiler.
Harzem kumaşı ve Rum ipeğiyle bütün şehri baştan ayağa ter ü taze
yaptılar” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 250).
“Kapı, duvar, yer, eşik, Çin tarzı nakışlarla süslenmişti” (Gurganî, Vîs ü
Râmîn 1371: 86).
Şehir süslemesi bazen uzadıkça uzayıp gider:
“Kırk fersah öteye kadar süslediler, her yerde şarap içmeye oturdular” (Gurganî,
Vîs ü Râmîn 1371: 242).
“Şahın ve ordunun geçtiği yerler, yol olsun veya olmasın her yeri süslediler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/341).
Şehre gelen önemli bir misafiri karşılamak üzere onun ve yanındakilerin
geçiş güzergâhındaki yüksek yapıların çatıları üzerine rahatlıkla bir
insanın oturabileceği küçük kumaş çadırlar yapılırmış. Bu çadırlarda
oturanlar, misafirler geçtiği güzergâhlardan onlar üzerine altın, gül, zaferan
ve bunlar gibi şeyler dökerlermiş. Bu küçük çadırlara “âzîn” ve
“gonbed” ve çatı üzerinde oturmakla görevlendirilmeye “âzîn-besten”
denirmiş.
“Yolu, şehri süslediler, bütün sokak, mahalle, çarşı da. O, her şehrin büyüklerini
ve kahramanlarını, tüm seçkinleri de karşıladı. Bütün yollara, yolu olmaya
yerlere de çadırlar kuruldu. Cihan, altın karışım diba gibi oldu. Mücevherlerle
birlikte bütün kokuları aşağı attılar. Âzînlerden başlarına döktüler” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: V/362).
“Bütün çatılara mutlu bir şekilde âzîn kurdular. Tüm yollar Çin ipeğiyle
donandı” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 288).
Sarayın, çadırın, yolların, şehirlerin süslenmesi yanında buralara baş-
ta amber ve miskolmak üzere güzel kokular saçıldığı (Firdevsî, Şâhnâme
1375: VII/438; V/361; Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 62), bunların dışında
altın veya çeşitli nesnelerden yapılmış yapay paralar da kümbet/gonbed
olarak anılan çadırlardan misafirlerin üzerine atıldığı, saçı-
lanlar çok kere güzel kokularla birlikte döküldüğü görülür (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: VII/12; VIII/184). Bu saçma ve dökme eylemi bazen gere-
ğinden fazla olunca, hayvanların yüz ve yeleleri saçılan maddelerle neredeyse
görülmez bir hal alır:
“Atların yelelerinin tümü şarap ve miskle doldu. Şekerden yapılmış paralar
ayaklar altına dökülmüştü” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/184).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  87
“Fillerin yüzleri bir baştan bir başa şarap, zaferan ve miskle dolmuştu”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IV/298).
Aşağıda da âzînlerde oturan güzel yüzlülerin altın, gül, misk döktükleri
görülmektedir. Ayrıca mesnevilerde az da olsa fıstık, şeker gibi yenilecek
maddelerin saçıldığına şahit olmaktayız:
“Şâhlar şâhı Merv şehrine gelince, Şehirde büyük bir bezm düzenlendi. Binlerce
âzîn kuruldu. Ay yüzlüler âzînlere oturdular. Büyükler, Şâh’a cevher ve
amber saçtılar, küçükler de fındık ve şeker serptiler” (Gurganî, Vîs ü Râmîn
1371: 84).
“Horasan’ı baştanbaşa süslediler. Peri yüzlüler âzînlere oturdular. Bütün
yollar ona bahçe gibi geldi. Tüm eller, ona mücevher saçtı” (Gurganî, Vîs ü
Râmîn 1371: 367). “Bütün yollara âzînler kuruldu ve kurulan her bir âzînlerden
sıra sıra güller saçıldı” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme: 431).
Râmîn’in Vîs’ü görüp âşık olduğunda Vîs, altından yapılmış bir “taht-
ı revân”a oturmuştu. O taht-ı revânı şair, gonbed yani çadıra benzetmiş-
tir:
“Sanki o taht-ı revân bir gonbed/çadırdı. Vîs’in saçının kokusundan, baştanbaşa
ambere bulaşmıştı. Onda güneş resmedilmiş, üstüne altın bir örtü atılmış-
tı. Bazen ay ve Zühre onunla parlıyor, bazen de güzelliği gül saçan olmuş, çenesini
top, zülfünü de çevgân yapmış” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 81).
Bazen küçük çadır anlamında kullanılan “âzîn” yerine “âyîn” kelimesi
de kullanılmıştır:
“Bütün şehir içerisinde âyînler kurulmuş, Çin puthânesi gibi süslenmiş,
kadını, erkeği çayırlıkta oturmuş, çayırlık ay ve yıldıza benzeyen güzellerle dolmuştu”
(Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 59).
Eski tarihi metinlerin genellikle her yerinde “’azîn”lerden söz edilmiş,
bunlar “zer-efşânî” ve “şeker-rîzî” olarak algılanmıştır (Beyhakî 1362:
255, 42; Râvendî 1364: 111; Gerdizî 1363: 426). “Âzîn”, “âyîn” ve “gonbed”
hem nazım hem de nesir kitaplarında “hayme”nin yani çadırın
yanında “hâze” yani zafer takı ve “kubbe” olarak da anılmıştır.
Bezm mekânlarında bezm kurulmadan önce güzel koku saçmak İranlılar
arasında geçerli adetlerden biri sayılmıştır. Avestâ’da soğuk algınlı-
ğında güzel kokulu bitkileri koklamak tavsiye edilmiştir. Vendîdâd’da
da özel ağaçlardan toplanmış dallardan tütsü yaparak bulaşıcı hastalıklardan
temizlenildiği gibi bu ağaçlar yakılarak rüzgârın yardımıyla ko-
88  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
kuları etrafa yayıldığında kişilerden karanlık soylu gizli devler/şeytanlar
uzak olurmuş (Afîfî 1374: 460).
Bezmlerin hoş kokularla kokması için güzel kokulu güllerden yararlanılmıştır.
Ayrıca misk, amber, öd, gül suyu gibi maddeler de kullanılmıştır
(Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 96; Nizamî, Heft Peyker 1363: 233;
Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/78; Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 28).
Mesnevilerde güzel kokuların bezmde kokması için mumlarda da yararlanılmıştır.
Mum hem aydınlanma aracı hem de güzel koku saçan bir
madde olarak kullanılmıştır. Abbasi Halifesi Memûn’un Hüseyin b. Suhet’in
kızı Bûrân’la evlendiği gece her biri bin yüz batman amberden
yararlanılarak yapılan mumlar yakılmıştır (İbn Hâldûn 1369: 329). Nâsır
Hüsrev de gözlemlerinde Beytü’l-Mukaddesî’deki bir mumdan bahsetmiş,
mumun yedi arş uzunluğunda olduğu ve amber koktuğunu söylemiştir.
Mısır sultanının her yıl oraya fazlaca mum gönderdiğini, birinin
de bu uzunlukta olduğunu belirtmiştir (Vezînpûr 1362: 37):
“Hepsi yakuttan ve amberden olan bezmdeki mumlar, bezmi aydınlatıyordu”
(Nizamî, Heft Peyker 1363: 167).
“Amber katılmış mumların parlaklığıyla ateşten bir cennete, kokulu dumanından
da bir bahçeye benziyordu” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 357).
“Şarap içmeye bağ tarafına gittiğin her zaman amber kokulu mumlardan
başka bir aydınlanma aracı götürmedin” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/301).
6. Zâmân u Moddet-i Bezm//Bezmin Süre ve Zamanı
Bezmlerin düzenlenmesi için özel bir zamana gereksinim duyulmamıştır.
İhtiyaç duyulduğu zaman ve vakitte bezm hazırlanılırdı. Bezm
sabah vakti olduğu gibi akşam vaktinde de tertip edilirdi. Akşam başlayan
bezmler de sabaha kadar devam etmiştir. Aşağıda verilen örnekler
sabah vaktinde yapılan bezmlere aittir:
“Güneş doğudan nûr çeşmesi gibi doğunca, kâfûr kokulu şarabı kadehe dö-
kelim, bu ‘gam’ deryasından o kayıklarla kaçalım” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn
1363: 351).
“Doğunun salınarak yürüyen tavusu/güneşi, başını firuze renkli tâktan ba-
şını dışarıya çıkardığı seher vaktinde Şâh, eline ikinci kez şarap aldı ve huzurlu
bir şekilde sarayın kapısını açtı” Nizamî, Şerefnâme 1363: 415-416).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  89
“Sabah vakti uykudan kalkıyorlar, huzurla ellerini kadehe götürüyorlardı”
Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 191).
“Melik, mutlu olarak uykudan kalktı, sabah vakti eğlenceye başladı” (Nizamî,
Hüsrev ü Şîrîn 1363: 300).
“Şâh, dün geceki uykusundan başını kaldırdı, ibadet etmeye başladı. Tapınma
şartını yerine getirdikten sonra aklına meclis kurma, şarap içme işi geldi”
(Nizamî, Şerefnâme 1363:298).
“Başka bir gün de sabahın tan yeri vaktinde Şâh, sofraya oturdu ona şarap
getirdiler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/364).
Sabah vakti yanında bezmlerin akşam zamanında da yapıldığı görü-
lür. Aşağıda yer alan örnekler de akşam vakti yapılan bezmlere örnektir:
“Sabaha doğru uykudan kalktılar, bütün gece meclisi donattılar, şarap içtiler.
Bölük bölük külah takılmış, kemer bağlamış ‘olarak’ Şâh’ın yanına geldiler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/84).
“Gece vaktinden sabaha kadar oturdular, Cem’in kadehiyle Cem’i yad edip
içtiler” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 397).
“Gece yarılarına kadar sürekli şarap içtiler, ‘şarkı için’ çalgıcılar, dudakları-
nı açtılar” Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/206).
“Güneş şişesi taş üzerine ulaşınca/akşam olunca cihan, halk üzerine gönül
daraltıcı oldu/dünya halka zindan oldu. Tekrar şarap şişelerini ‘ellerine’ aldılar.
Şişe gibi şarapları başları üzerinde tuttular” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363:
138).
Bezmlerde “sabûhî kerden” yani sabah vakti şarap içmek tavsiye
edilmemiştir. Kâbûsnâme yazarı oğluna şöyle tavsiyede bulunur: “Hiç
olmazsa ‘sabûhî’, adet edinme, alışkanlık haline getirme. Eğer tesadüfen olursa
vakitlerine dikkat et. Zira sabah vakti içki içmek, akıllılar tarafından kabul görmemiş,
benimsenmemiştir. Bunu adet haline getirmek doğru değildir, pişmanlık
da duymazsın” (Unsuru’l- Me’âli 1375: 69).
Sabah vakti içilen şarapla ilgili bir anekdot da Beyhakî’de yer alır. Bir
bağda Hisârî, sabûhîni ölçüsüz içer ve gece bağda sızıp kalır. O sarhoş
haliyle bir hata işler ve falakaya çekilir (Beyhakî 1362: 161). Beyhak’i de
sabûhînin beğenilmediğini, bilgelerin az içmeyi veya hiç içmemeyi tavsiye
ettiklerini şöylemiştir (Beyhakî 1362: 161). Ayrıca Beyhakî, sabah
vakti şarap içildiğine şahit olmuş ve Sultan Mahmud’un Ebul Hasan’a
sabûhîyi emir vererek, bir bağda sabah onun içilmesinin güzel olacağını
90  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
da söylemiştir (Beyhakî 1362: 36). Bezmde sabit, değişken olmayan vakitlerde
örneğin gece gündüz veya sürekli şarap içildiği de olmuştur. Hüsrev
Pervîz, gece gündüz şarap içmeyi dört kısma ayırmıştır. Her kısmın
payını ayrı ayrı taksim etmiş, ikinci kısmı da mutlu ve huzurlu olmak
için ayırmıştır (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/196).
Bezmlerin süresi farklı farklıdır. Belirli süreleri yoktur. Evlenme üzerine
düzenlenen bezmlerle, kazanılan zaferleri kutlamak için tertip edilen
bezmler en az bir hafta devam etmiştir. Zâl ve Rûdâbe’nin evlenmeleri
üzerine tertip edilen bezm birkaç hafta sürmüştür:
“Sonra saraydaki oturma salonuna geçtiler. Ellerinde şarap kadehi bir hafta
‘orada’ kaldılar. Saraydan bağ yönüne doğru tekrar gittiler. Orada da üç hafta
mutluluk şarkısı çaldılar” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/233).
Pîrân’ın Şiyâvuş’un yanına gittiğinde Pîrân’ın onuruna verilen bezm
bir hafta devam etmiştir:
“Altından yapılmş bir sofra donattılar. Şarap istediler, rûd ve çalgıcıları ça-
ğırdılar. Bu mutluluk tam bir hafta sürdü. Cihan hükümdarını andılar” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/100).
Siyâvuş ile Ferngîs’in düğünleri için düzenlenen bezmin süresi de bir
haftadır:
“Tam bir hafta eğlendiler. Hiçbir bedene/göze uyku gelmedi. Öyle ki kuşlar
ve balıklar bile uyumadı Yeryüzü çalgı ve sevinç sesleriyle baştanbaşa bir bağa
dönüştü” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: III/110).
“Ellerde şarap, bazen dörtnala gidiyorlar, bazen mutluluğa oturuyorlar. Bu
şekilde bezm bir hafta sürdü” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 394).
Siyâvuş’un ateşten geçmesi üzerine sarayda düzenlenen bezm üç gün
(Firdevsî, Şâhnâme 1363: III/37), Efrâsiyâb’ın öldürülmesinden sonra
Kâvus’un tertip ettiği bezm de kırk gün sürmüştür (Firdevsî, Şâhnâme
1375: V/337).
7. Rohdâdhâ-yı Ma’mûl-ı Mecâlis-i Bezm//
Gösterişli bezmlerde ma’mul olan yani her bezmde gerçekleştirilen ve
alışkanlık haline gelen bazı olaylar/etkinlikler de vardır. Bu etkinlikler:
bezmde bahşiş vermek ve dağıtmak, saçmak eylemini yapmak, bir baş-
kasına kadeh vermek, hikâye anlatmak gibi eylemlerden ibarettir. Her
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  91
bezmde bu olaylar gerçekleştirilmiştir. Bunlar bezmin doğasına uygun
hareketler, eylemler, olaylar olarak görülmüştür.
7.1. Bezl ü Bahşiş der-Bezm//Bezmde Bezl ve Bahşiş
Gökemli bezmlerin en önemli teşrifatlarından biri padişahın bahşiş
vermesi, saçıp dağıtmasıdır. Bu eylem padişahın büyüklüğünün yanında
cömertliğinin de bir göstergesi olarak görülmüştür. Bu eylem onun adı-
nın yücelmesine de sebep olmuştur (Christensen 1370: 534). Menûçehr,
taç giyme münasebetiyle yaptığı konuşmasında bezmde iki elinin cö-
mertliğini deryaya benzetmiştir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/136). Bârbed,
Pervîz’in gitmesi üzerine elinin cömertliğini ve onun hem bezm de hem
de rezmde dağıttı bahşiş, dağıtma ve saçmalarını büyük bir özlemle
anar:
“Bezm gününde, rezm/savaş gününde de bahşişler saçan, dağıtan o ‘hükümdar’
şimdi nerede?” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/279).
İran ordu komutanı Rüstem, Arap ordu komutanı Sa’d b. Vakkâs’a
verilmek üzere bir mektup yazar. Sasanî devletinin büyüklüğünü, zenginliğini
söylemiş, dile getirmiş ve şahların bezmlerinden ve o bezmlerde
dağıtılan bahşiş ve saçılanlardan söz etmiştir (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
IX/322). İskender’in vasıfları arasında bezmde eline şarap aldığında hazinelerinden
bol miktarda bahşiş dağıtıp, saçtığı ifade edilmiştir ( Nizamî,
Şerefnâme 1363: 372). Bezmde alışıla gelen bir eylem olan cömertli-
ğin göstergesinin Şâh Mûbed’de görmekteyiz:
“Etrafındakilerle nasıl yemek yedi? Nasıl şarap içti? Bir günde tüm cihanın
yediğini yedi, içtiğini içti! Onun avucu bulut gibi yağmur yağdırıyordu. O
buluttaki kadeh parlayan şimşek gibiydi” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1371: 92).
Gazneli sultanların sayısız bahşiş ve bağışları kaynaklarda oldukca
fazla dile getirilmiştir. Sultan Mahmûd’un bezmde içip sarhoş olduğu
bir gece mahbubu Ayaz’ı sesleyip zülüflerini kesmesini/kısaltmasını
ister. Ayaz da saçlarını keser. Mahmûd, sarabın etkisinden kurtulduktan
sonra pişman olur ve çok üzülür. Şair Unsurî de Mahmûd’un üzüntüsü-
nü gidermek için iki beyit söyler. Bu iki beyit Sultan Mahmûd’un çok
hoşuna gider ve Unsurî’nin söylediği iki beyit için ağzını mücevherlerle
doldurur (Nizamî Arûzî 1369: 57). Gazneli Sultan Mesûd’un da bayram
bezmlerinde şairlere iki bin dinar bahşiş dağıtmıştır. Zeyneb Alevî’ye elli
bin dirhem vermiş, bunları da filler üzerinde göndermiştir. Unsurî’ye
92  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
yüz dinar, bezmin çalgıcı ve hizmetlilerine de otuz bin dirhem bağışlamıştır
( Beyhakî 1362: 276).
Nevrûznâme’de bunlara benzer ifadeler yer almıştır: “Acem meliklerinin
başka bir âdeti de huzurlarında söylenen bir şarkı, çalınan bir musiki
aleti, söylenmiş güzel bir söz duyunca çok hoşlanır, mutlu olurlar, ağızlarından
‘aferin, yaşa’ sözleri çıkar ve de kendilerine ait hazinelerinden
binlerce dirhem bağışlarlar” (Hayyâm trs. : 24). Aferin, yaşa, ne mutlu
gibi sözler söyleyip arkasından da çok miktarda dirhem ve dinar verme
geleneği Enuşirvân ve Hüsrev Pervîz’in bezmlerinde de gerçekleştiğini
görmekteyiz (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/146). Hüsrev, aferin ve çok
yaşa sözlerini mübarek olarak görürmüş. Kendisi bir yoksula “âferîn”
dediğinde ardından o yoksulu ihsana gark edermiş (Nizamî 1388: Külliyât-ı
Nizamî: 184). Hüsrev, bir şarap bezminde Şîrîn’in gamı onu kendinden
geçirir ve Hüsrev, Barbed’in getirilmesini emreder, derdinin
dermanını onda arar. Barbed, otuz makamda çalar ve her bir makâmda
Hüsrev, ona “âferîn, çok yaşa” der. Barbed, o gün çaldığı her makâm için
padişah ona hazinesinden bol miktarda bağış ve bahşiş verir:
“Barbed, her keresinde çalıp söylediğinde Hüsrev’in dili de yüzlerce âferîn
diyordu. O ay yüzlünün şöyle bir âdeti vardı ki, her âferîn deyişte, ardından da
bir kese altın verirdi” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 194).
Mesnevi bezmlerinde kendilerine bahşiş verilen, bağışta bulununların
başında çalgıcılar ve müzisyenler gelirdi. Bezm katılımcılarından olan
çalgıcılara bağışlar yapılması oldukça çok karşımıza çıkan bezm olaylarındandır.
Aşağıdakiler bunlara sadece bire örnektir:
“Şarap getirdi, çalgıcıları sesledi. Onlar üzerine pek çok altın ve mücevher
saçtı” Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/230).
“O gün çaldığı her makâm için hükümdar, ayrı bir hazine bağışladı, ihsan
etti. Terennüm ettiği her makâm için Şâh, ona cevher işlemeli bir kaftan verdi”
(Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 194).
Bahşişler sadece bezmler de değil, farklı etkinliklerde de karşımıza
çıkmaktadır. Zâl ile Rûdâbe’nin düğün şenliğinde de bahşiş verildiği
görülmektedir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/234). Rüstem’in doğumunda da
şarap içilip, şarkılar dinlendikten sonra ihtiyaç sahiplerine bahşiş olarak
dirhem verilir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/240). Padişah, bezl, bahşişleri
ve de bağış olarak saçtıklarını son kuruşuna kadar dağıtır ve bezm bitiminde
bezmden ayrıldığı zaman yanında zerrece dirhem kalmadığı da
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  93
olmuştur. Mûbed Şâh, bezm sonunda bezmden ayrıldığında tüm bahşiş
ve saçılması gerekenleri dağıtıp saçtığından yanında dirhem namına bir
şey kalmaz:
“O denli mal ile bezmi donattı. Kalktığında yanında bir zerre bile kalmadı.
Herşeyi bağışladı, saçtı ve dağıttı. Yedi içti, muradınca eğlendi” (Gurganî, Vîs
ü Râmîn 1371: 43).
Bezmde saçmak, dağıtmak ve bahşiş eylemi ayırım yapılmadan herkes
için uygulanmıştır. Bahşişe layık olmayanlar bile bu işten yararlanmışlardır
Bezm, devlet hazinesinin boşalmasına da sebep olmuştur. Erdeşîr’in
oğlu Ferâyîn, babasından sonra padişahlık tahtına oturunca hazineyi
boşaltır:
“Gece karanlığından, gündüzün aydınlığına kadar dinar saçtı. Layık olmayanlara
pek çok hilat verdi. İki haftada Erdeşîr Şâh’ın dolu hazinesinden kıymetli
bir şey kalmadı” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/301).
7.2. Nisâr Kerden
Bezmde yapılması gereken olaylardan/eylemlerden biri de bezl ve
bahşişle iç içe olan saçmak, dağıtmak, hediye vermek olan “nisâr kerden”dir.
Altın, gümüş, mücevherler bezme katılanlara saçılır, dökülürdü.
Erdeşîr, bir bezmde oğlu Şâpûr’un üzerine saçı/para döker:
“Kendi hazinelerinden cevher ve dinar istedi, oldukça değerli yakut istedi.
‘Şâpûr’un’ üzerine pek çok altın ve kıymetli taşlar yanında, misk ve amber de
döktü. Onun başının arka kısmı saçılan dinardan görünmez oldu. Onun yüzü-
nü de dökülen cevherlerden dolayı kimse görmedi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VII/163).
Bezmde, katılımcıların üzerine mücevherlerin ve güzel kokuların sa-
çılması, daha çok altından imal edilen kadehlerle gerçekleştirilirmiş.
“Sindûht, üç yüz hizmete hazır cariyelerle çıktı. Onların her biri ellerinde iç-
leri misk ve mücevherlerle dolu birer altın kadeh ‘tutuyordu’ Sâm’ın başina
kadehlerin içinde bulunan cevherleri saçtıktan sonra, Sâm’a ‘âferin, çok yaşa’
dediler” (Firdevsî, Şâhnâme 1375: I/232).
“Râmîn, Refîdâ’nın ayaklarına içi cevherler dolu yüz kadeh saçtı. Onu altın
süslemelitahta oturttu. Daha sonra ünlüleri çağırdılar, yeniden inci ve cevher
saçtılar” (Gurganî, Vîs ü Râmîn 1372: 241-242).
94  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Nisâr kerden, bazen kişilerin ayakaltlarına dökülürdü. Hüsrev Pervîz,
Ferhâd’ı sarayına davet eder, ona güzel davranılmasını ister ve attığı her
adımda da ayağının altına altınlar nisâr edilmesini ister:
“ Padişaha, ‘Ferhâd’a’ güzel davranılmasını, onun her adımına altınlar nisâr
edilmesini emretti. O heybetliyi yukarı oturttular, yukarıdan onun ayağının
altına da altın nisâr etiller/saçtılar” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 233).
Şîrîn’i karşılayanlar, onun gelişiyle geçtiği her yerden ayaklarına saçı-
lar saçtılar (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 386). Ayakaltına yapılan nisârın
aynı zamanda başlara da uygulandığını görmekteyiz. Ünlülerin, ordunun
ileri gelenlerinin Şîrîn’in başından yağmur gibi altın ve gümüş nisâr
ettiklerini görmekteyiz (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 85). Şâhların başından
yakut, altın gibi değerli mücevherlerin nisâr edildiği ve bu nisârın
çokluğundan şahların ayaklarının görülmediği mesnevilerde yer almıştır
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/363; Nizamî, Heft Peyker 1363: 229).
Mesnevilerde nisârın en fazla tutarı/bedeli otuz bin dinar olduğu gö-
rülür:
“Otuz bin dinarı üç kese içerisinde götürdüler ve onun ayağına nisâr ettiler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VIII/176).
“Güzellere nisâr edilmesi için bizzat kendisi otuz bin dinar getirdi” (Firdevsî,
Şâhnâme 1375: III/100).
“Keseler içinde nisâr edilmek için hazineden otuz bin dinar ‘getirdiler’ “
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: VII/10).
“Önce cihan kahramanları otuz bin dinar değerinde olan cevherleri onun
önüne nisâr ettiler” ( Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 206).
“Zebercerd ve inci nisâr etmek için yüz kadehin içine otuz bin ‘dinar’ döktü-
ler” (Esedî-yi Tûsî, Gerşâspnâme 1354: 200).
Nisârda şeker de kullanıldığı görülmüştür. Şeker nisâr etme/saçma az
da olsa mesnevilerde görülür. Zaferan, amber, misk gibi hem değerli
hem de güzel kokulu olan bu şekerler, bağlanabilir küçük keseler içinde
dökülür (Recâyî 1350: 215):
“Duvarlara ipekler astılar. Şekerle birlikte dirhem de ayağı altına döktüler”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: V/357).
“O gönül çelen güzelin gelin odasına yükler dolusu şeker nisâr ettiler” Nizamî,
Leylâ vü Mecnûn 1363: 378).
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  95
7.3. Câm-ı Mey Dâden be- Kesî //Kişiye Şarap Câmı Vermek
Bezmde şarap vermek görevi Sakîlerin uhdesine verilmiştir. Şarap
sunmak ile özdeşleşmiştir. Kadeh ve şarap söz konusu olunca akla Sakî
gelir. Şarap, kadeh ve Sakî üçgeni bezmi çağrıştırır. Bezmde Sakî denildiğinde
elinde kadeh, şarap sunan biri olarak resmedilir. Sakî, bir kimseye
şarap vermek eylemini süslü elbiselerle bu işi gerçekleştirir. Bezmde
birilerine içki sunmak Sakînin görevi olmasına rağmen, bazen bu işi şahlar
veya bezmin ileri gelenleri yapar. Şâh, bezmde bulunan birinin hatı-
rını sorduğu gibi ona şarap kadehi de verebilir. Şarap kadehini vermek,
o kişi için büyük bir övünç kaynağı olur. Keykûbâd, güzel bir rüya görmesi
münasebetiyle düzenlediği bir bezme Rüstem de katılır. Keykûbâd,
elinde iki kadeh tutar. Kadehlerden biriyle kendi içer, diğerini de Rüstem’e
verir:
“O genç adam kendi tahtına oturdu. Bir eliyle kadehe şarap doldurarak özgür
insanların şerefine içti. Sonra kadehi doldurup Rüstem’in eline vererek, ona
dedi ki ‘ey ünlü pehlivan…’“ (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/59).
Firarda olan Behrâm Çûbîn, yaşlı bir köylünün misafiri olur. İhtiyar
kadından şarap ister. Yaşlı kadın şarabı getirir, Behrâm’a verir. Behrâm
elinde bir kadeh kendisi için tutar, diğer elinde tuttuğu kadehi de yaşlı
köylünün eline verir:
“İhtiyar kadın gitti, kadeh getirdi. Behrâm, gelen kadehlerden mutlu oldu.
Bir kadehe şarap doldurup ihtiyarın eline verdi. İhtiyar kadın da buna çok sevindi”
(Firdevsî, Şâhnâme 1375: IX/ 126).
Rüstem, İsfendiyâr’ın oğlu Behmen’e bir av yerinde şarapla dolu bir
kadeh verir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: VI/239). Yine Rüstem, dördüncü
hanında Mazenderan çölünün ortasında bulduğu sofraya, göz alıcı renklere
bürünmüş bir cadı gelir. Fakat Rüstem, onun cadı olduğunun farkında
değildir. Kendi içtiği kadehten başka, diğer bir kadehe şarap doldurur
ve cadının içmesi için eline verir (Firdevsî, Şâhnâme 1375: II/98).
İskender de Çinli cariyesiyle işret yaptığı zaman iki elinde bulundurdu-
ğu kadehlerin biriyle kendi içer, diğer kadehi de cariyesinin eline verir
(Nizamî, Şerefnâme 1363: 472).
Bu âdet ve gelenek fars edebiyatında “dostgânî” veya “dostkâmî” yani
dostlarla birlikte şarap içmek veya dostların şerefine kadeh kaldırmak
ya da dostları anarak şarap içmek anlamında kullanılır
96  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
“Ona ‘dostkâmî’ için bir şarap getirdi. Bir grup bundan mutluluk duydu”
(Mes’ûd Sa’d Selmân 1374: 99).
“Herkes, bir şarap içmişim dostun elinden diye söyler. Padişah, bir yoksulla
nasıl ‘dostgânî’ içer” ( Attâr Nişâbûrî 1374: 17).
7.4. Destân Gûyî//Efsane Anlatma
Destan/efsane, hikâye anlatma bezmlerde geçerli olan eylemlerden biridir.
Destanların konuları çok çeşitlilik arz eder. Corci Zeydân, İslam
halifelerinin neredeyse tamamı edebî, tarihî ve ahbar ilmine dair bilgileri
dinlemeye aşırı derecede ilgi göstermiştir, der. Muaviye, Hişâm ve
Mansûr başta olmak üzere birçok halife, İran ve Rum tarihinden ibret
dolu tarihi olayları, kahramanlıkları, padişahların usul ve yöntemlerini,
bu iki milletin destanlarını incelemek için özel kişiler görevlendirmiştir.
Her halifenin tarihçisi ve kıssa söyleyeni varmış. Bunlar halifenin belli
zamanlarında düzenledikleri meclislerde çeşitli destanlar/efsaneler söylemişlerdir.
Bu kişiler halifeler için gece yarılarına kadar, halife uykuya
dalıncaya dek, kıssa ve mesel söylemek için çağrılmışlardır (Zeydân
1382: 1007).
Beyhakî’de de Muhder adıyla anılan efsane/kıssa söyleyicilerin çok
kere saraya davet edilerek, geceden sabaha kadar kıssa anlattıkları kayıtlıdır
(Beyhakî 1362: 504). Mucmelüt Tevârîh’de de Hüsrev Pervîz’in çevresinde
bulunan, Behrûz olan bir “semergûy” yani gece masalı anlatıcı
olan birinden bahsedilmiştir (Mucmelü’t-Tevârîh 1318: 96).
İbn Nedîm, geceleri uyumayıp efsane dinleyen ilk kişinin İskender
olduğunu söylemiştir. Ayrıca o, İskender’in kendisine efsane anlatan bir
grubun olduğu ve bunların onun için efsaneler söylediklerini, bu âdetin
daha sonra da başka padişahlar tarafından devam ettirildiğini de ifade
etmiştir (İbn Nedîm 1381: 540). Yine denilmiştir ki İskender, zamanını
dörde taksim etmiş ve bir bölümünün birini de efsane/destan dinlemeye
ayırırmış (Settârî 1368: 9).
İslam toplumunda kıssa geleneğini saraya sokan ilk halifenin Emevi
Devleti’nin kurucusu olan Muaviye olduğu söylenmiştir. O, yaptırdığı
saraylarında kıssa anlatanların söyledikleri efsaneleri dinlermiş (İbn
Cevzî 1386: 26).
Efsane söylemek Hüsrev ü Şîrîn’de de vardır. Hüsrev, düzenlediği
bezmlerde nedimlerinden ve kızlardan efsane anlatmalarını ister:
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  97
“Hüsrev her güzelin sırayla birer efsane anlatmalarını emretti. Ketenler
giymiş Sakîler oturmuşlar, aya benzeyen yüzleri üzerine ipek tüller, kulakları
kırmızı ‘küpeler’ takmışlar. Gamzeden ok, kaştan keman yapmışlardı. Hepsi de
ince görüşlü, sağlam atıcı!. Her biri, bir şeker yükü açmış, tatlılıktan şekeri
kıymetten düşürmüş” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 134).
Bu efsane söyleyiciler hem Hüsrev ile Şîrîn’in aşkını, hem de herhangi
bir aşkı anlatmışlardır. On güzel kız farklı farklı efsane söyledikten sonra,
Şâpûr ve Şîrîn de efsane anlatır. Son anlatıcı Hüsrev, aslan ve geyik
öyküsünü anlatarak, Şîrîn’e duyduğu aşkı, örtülü de olsa söylemiş olur
(Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 134-135). Efsane söyleyiciler sonraki gecede
de tekrar kadehlerini ellerine alıp şarap içerek, neşelerini yenilediler
ve efsane söylemeye başladılar
“Yine dün akşamki gibi efsaneye benzer efsane anlattılar Yine evvelki gecedeki
inci gibi ‘inciler’ deldiler” (Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn 1363: 139).
Kadınların önemli özelliklerinden biri de efsane söylemektir. Bu efsane
anlatımında amaç, ya kişilerin gönüllerini elde etmek ya da onları
aldatmak, kandırmaktır. Hüsrev Pervîz, Şîrîn’i saraya getirmek için karı-
sı Meryem’in ağzını yoklar. Meryem, Şîrîn’i büyücülükle suçlar ve onun
binlerce efsane bildiğini ve bu efsanelerden birini hile ile uygularsa seni
kandırır ve aramıza ayrılık sokar diyerek, bu işe şiddetle karşı çıkar:
“Beni, Bâbil sihirbazlarına baş eğdiren bir cadıyla ‘bir arada tutacaksan o,
binden fazla efsane bilir. Huzurunda öyle bir cilve yapar ki, seni kandırır ve bizi
‘birbirimizden’ uzaklaştırır. Sen ondan memnun olursun ‘ama’ ben senden uzak
düşerim. Ben onun büyülerini iyi bilirim, böyle efsaneleri iyi anlarım” Nizamî,
Hüsrev ü Ş’irîn 1363: 196).
İskendernâme’de “efsane” ile “efsun”un bir arada bulunduğunu görü-
rüz. İskendernâme’ye göre, âteşkedelerde efsane anlatımı âdetten sayılmıştır.
Öyle ki Nevrûz zamanı şuh ve güzel kızlar, Borzîn Ateşkedesi’nde
efsane anlatmıştır. Bu güzeller aynı zamanda büyü işiyle de meş-
gul olurlarmış:
“Onların bütün işleri şuhluk ve gönül çelmektir. Onlar, bazen efsane anlatır,
bazen de büyücülük yaparlar. Sihirden başka bir çerağ yakmamışlar, efsane
söylemekten başka bir şey öğrenmemişler” (Nizamî, Şerefnâme 1363: 239).
98  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Bezmlerde sadece efsane anlatılmamış. Pek çok konu da dillendirilerek
anlatılmıştır. Hüsrev’in bezminde güzellerin dünyada hangi ülkede
yaşadıkları anlatılmıştır:
“Bezmde biri güzeller Rum’dadır. Öyle ki güzellik bir hazineyse o hazineyi
değerli kılan Rum’da vardır. Bir diğeri de ‘güzeller’, Hoten’den çıkar. O tarafın
güzel yüzlüleri, güzellik yönüyle bir efsanedir. Biri de o abâd ülke Ermenistan’dır
dedi. Zira oranın güzelleri, peri kadar güzel olurlar. Biri ‘dedi ki’ Keşmîr
şehirlerindendir. ‘Onların’ güzellikte hiçbir kusurları yoktur” Nizamî, Hüsrev
ü Şîrîn 1363: 278).
Mesnevi bezmlerinde söylenen efsaneler farklı farklıdır. Bilinmeyen
yerlerden bahsetme, çok özel kişileri konuşma, eşyanın olağandışı özelliklerini
söyleme gibi değişik konular hakkında efsaneler anlatılmıştır.
Bu tür efsane anlatmaya “acâyîb-i dünya” denir. Bu çeşit efsaneler İskendernâme’de
çoktur:
“Gizlenmiş inciler içerisinde her bir inciden, söylenmemiş efsanelerden söz
etti. Biri Horasan’dan, Gûr’dan kıssalar söyledi. Oranın güçlük ve çilelerinin
bulunduğundan bahsetti. Biri Rey’den ve ordularından, Ferîdûn, hazinesini
oradan ‘nasıl’ elde ettiğinden dem vurdu. Bir başkası da Harezem’den ve
Çîn’den ve oraların miskini ve ipeklerini dile getirip anlattı” (Nizamî, Şerefnâme
1363: 298-299).
Bezmlerde efsane/kıssa söylemenin önemini Behrâm Gûr’un şarabı
yasaklamasının altında yatan gerçekten anlıyoruz O, bu yasakla “nâme-i
bâstân” yani eskilerin efsanelerini veya kitaplarını okumayı amaçlamış-
tır:
“Herkese şarabın sürekli haram kılınması üzerinden neredeyse, bir yıl geç-
mişti. Şah, bir bezm kurunca nâme-i bâstân istedi” (Firdevsî, Şâhnâme 1375:
VII/323).
SONUÇ
Yer, gök ve insandan sonra sevincin yaratılması, ateşin bulunması,
av hayvanlarının etinden yararlanma sonucu yemek çeşidinin çoğalması,
şarabın icadı gibi insan hayatını etkileyen unsurlar, eğlencenin alt yapı-
sını hazırladı. Toplumsal katılımla şenlikler, törenler, âyînler, toylar yapıldı.
Eğlence, musiki ile buluşunca da karşımıza bezm olgusu çıktı. İnsanlar,
günlük yaşamın monotonluğunu ve sıkıntılarını belirli bir zaman
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  99
dilimi içerisinde de olsa bezm düzenleyerek, kırma yoluna giderken,
geçmişe dönük yoğun bir sosyokültürel miras ve belgeleri ortaya koyduklarını
fark etmeden eğlenip mutluluğun tadını çıkardılar. Şair ve
yazarlar, bu zengin materyalleri kendilerine sunulan sınırlar içerisinde
ve estetik bir şekilde manzum ve mensur eserlerde anlatma yoluna gittiler.

Böylece bezm, şairler tarafından mesnevi nazım şekliyle yazılan manzum
eserlerde bazen bütüncül, bazen de parçasal bir biçimde yer buldu.
Gördük ki mesnevilerde bezm, basit bir yeme-içme, çalgı dinleme ve
eğlenip keyif sürmekten daha kapsamlı bir olgu olarak karşımıza çıkmış,
bir toplumun sosyal hayat ve kültürel zenginliklerini gözler önüne seren
zengin materyaller olmuştur. Dolayısıyla bezmleri, toplum yaşamından
kesitler sunan tarihi sosyal belge, kültür tarihinin maddi unsurlarını
oluşturan malzeme, folklorik bilgilerin arşiv dairesi gibi görebiliriz.
“Toplumun belli bir süre içindeki durumunu görmek istiyor musunuz?
Edebiyatını gözden geçiriniz” (Levend 1988: 52) sözü yerinde söylenmiş,
doğru bir ifadedir. Zira baktığımız az sayıdaki mesnevilerde;
bezmin düzenlenmesinin gerekleri, bezme katılan şahsiyetler, bezmin
aletleri, mekânları, zaman ve müddeti, bezmlerde yapılması bir gelenek
haline gelen eylem ve olaylar, en ince ayrıntılara kadar geniş bir yelpazeden
ele alınmış, anlatılmış, tasvir edilmiş, toplumun eğlence kültürü,
şenlik anlayışı, giyim-kuşamı, musikî zevki, mimarî yapıları, geleneksel
rituelleri, mutfak kültürü, çiçek dünyası, toplum yaşamına dair âdet ve
alışkanlıkları, davranış biçimleri gözler önüne serilmiştir. Kısaca, mesnevilerde
anlatılan, tasvir edilen bezm, şairlerin kurguya dayalı bir anlatı-
mından çok, toplum hayatının izlerini ortaya koyan, gösteren belge niteliğindeki
metinlerdir.
Mesnevilerde bezm söylemi, kahramanlık anlatı mesnevilerinde somut
anlatım biçiminde ifade edilmiştir. Bu açıdan, edebî metin hüviyetinden
çok, tarihi metin üslup özelliği arz eder. Duyguya fazla yer verilmemesi,
imgelerden yararlanılmaması, gönderme ve telmihin yok denecek
kadar az kullanılması ve de kelimelerin çok anlamlılığından faydalanılmaması
bunu doğrular niteliktedir. Aşıkâne anlatı mesnevilerinde,
somutun yanında soyut, duygusal ve lirik bir söylem benimsenmiş, teş-
bihin güzel örnekleri sergilenmiş, edebi tasvirlere daha çok yer verilmiş-
tir.
100  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Mesnevi yazarları, bezmi anlatırken, mesnevinin/şiirin estetik dünyasının
icazet verdiği oranla toplumsal hayat unsurlarını zengin malzeme
içerisinde sunmuşlardır. Sunulanlar, edebiyatın bazı yandal bilim disiplinlerine
referans olma özelliği taşıdığından dolayı, sosyal hayatın pek
çok unsurları incelendiğinde, mesnevilerdeki bezm metinleri kültürel
arka planıyla bazı disiplinler arası araştırmaya kaynaklık edecek niteliktedir.
KAYNAKÇA
Afîfî, Rahîm, Esâtîr ve Ferheng-i İrân der-Noviştehâ-yi Pehlevî, Tahran 1374 hş.
Attâr, Ferîduddîn, Dîvân-ı Attâr, (nşr. Takî Tefezzulî), Tahran 1374 hş.
Avfî, Muhammed, Cevâmi’ul Hikâyât, (nşr. Cafer Şiâr), Tahran 1374 hş.
Ayyûkî, Varka ve Gulşâh (nşr. Zebihullâh Safâ), Tahran 1343 hş.
Bahâr, Melikuşşuarâ, “Fehleviyât yâ Terânehâ-yı Millî”, Bahâr ve Edeb-i Fârsî
(nşr. Muhammed Gulbîn), Tahran 1351 hş.
Belamî, Ebu’l Fazl, Târîhnâme-i Teberî, (nşr. Muhammed Ruşen), Tahran 1363
hş.
BeRumend, Saîd Cevâd, Cur’afeşânî, Tahran 1385 hş.
Beyhakî, Ebu’l Fazl Muhammed b. Hüseyin, Târîh-i Beyhakî, (nşr. Kâsım
Ganî), Tahran 1362 hş.
Câhız, Ömer b. Bahr, Âyîn-i Kişverdârî der-İrân ve İslâm, (trc. Habibullah
Nevbaht), Tahran 1386 hş.
Christensen, Arthur, “Câm-ı Sihrâmîz” Nomûnehâ-yı Nohistîn-İnsân ve Nohistîn-Şehryâr
der-Târîh-i Efsânehâ-yi İrâniyân, (trc. Jâle AmûzgârAhmed
Tefezzulî), Tahran 1377 hş.
Christensen, Arthur, İrân der- Zemân-i Sâsâniyân, (trc. Reşîd Yasemî), Tahran
1370 hş.
Damgânî, Menuçehrî, Dîvân-ı Menûçehrî Damgânî, (nşr. Muhammed Debîrsiyakî),
Tahran 1384 hş.
Dayf, Şevkî, Târîhul Edebi’l-Arabi/Asru’l-İslâm, Kahire trs.
Dıraht-i Âsûrîk, (trc. Mâhyâr Nevvâbî), Tahran 1363 hş.
Dihhodâ, Alî Ekber, Lugatnâme, Tahran 1372 hş., I-L.
Dihlevî, Emîr Husrev, Dîvân-ı Emîr Husrev Dihlevî, (nşr. İkbâl Selâhuddîn),
Tahran 1380 hş.
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  101
Enverî, Hasan, Ferheng-i Bozorg-i Sohen, Tahran 1386 hş.
Firdevsî, Ebul Kâsım, Şâhnâme, (nşr. Saîd Hamîdyân), Tahran 1375 hş.
Firdevsî, Ebul Kâsım, Şâhnâme-i Firdevsî, (nşr. Julius Mohl), 1388 hş.
Gencevî, Nizamî, Heft Peyker, (nşr. Vahîd Destgerdî), Tahran 1363 hş.
Gencevî, Nizamî, Hüsrev ü Şîrîn, (nşr. Vahîd Destgerdî), Tahran 1363 hş.
Gencevî, Nizamî, İkbâlnâme, (nşr. Vahîd Destgerdî), Tahran 1363 hş.
Gencevî, Nizamî, Kulliyât-ı Nizamî-i Gencevî, (nşr. Pervîz Bâbâyî), Tahran
1388 hş.
Gencevî, Nizamî, Leyla vü Mecnûn, (nşr. Vahîd Destgerdî), Tahran 1363 hş.
Gencevî, Nizamî, Şerefnâme, (nşr. Vahîd Destgerdî), Tahran 1363 hş.
Gerdizî, Ebu Saîd Abdulhay, Târîh-i Gerdizî, (nşr. Abdulhay Habîbî), Tahran
1363 hş.
Gurganî, Fahruddîn Esad, Vîs ü Râmîn, (nşr. Muhammed Rûşen), Tahran
1371 hş.
Gurvî, Alî, “Sayd ve Âdâb-ı Ân der-Şâhnâme-i Firdevsî”, Huner ve Merdum, s:
153-154, Tahran 1353 hş.
Hosrevî, Zehrâ, Şi’r-i Şikâr der-Edeb-i Arab, Tahran 1383 hş.
Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi (trc. Yavuz Alagun), İstanbul 2002.
İbn Batlân, Tercume-i Takvîmus Sıhhat, (nşr. Gulâmhüseyn Yûsufî), Tahran
1382 hş.
İbn Belhî, Farsnâme, (nşr. Mensûr Restiğâr Fesâyî), Tahran 1374 hş.
İbn Cevzî, Abdurrahmân b. Alî, Kıssa ve Kıssagûyî Der İslâm (trc. Mehdî Muhabbetî),
Tahran 1386 hş.
İbn Haldûn, Abdurrahmân, Mukaddime-yi İbn Haldûn, (trc. Muhammed
Pervîn Gonâbâdî), Tahran 1345 hş.
İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Uyûnul Ahbâr, Kahire 1930.
İbn Nedîm, Muhammed b. İshâk, el-Fihrist, (nşr. Muhammed Rızâ Teceddüd),
Tahran 1381 hş.
İhsân, Muhammedİsfahânî, Ebul Ferec, el-Egânî, (nşr. Abdussettâr Ahmed
Ferrâc), Beyrut 1965.
Kılıçlı, Mustafa, Sadrul İslâm ve Emeviler Döneminde Gınâ, Erzurum 1993.
Kirmânî, Hâcû, Dîvân-ı Eş’âr-ı Hâcû Kirmânî, (nşr. Ahmed Suheyl Hansârî),
Tahran 1369 hş.
102  YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
Levend, Agah Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1988.
Lisân, Hüseyin “Şi’r ve Şarâb”, Yağmâ, s: 29, Tahran 1355 hş.
Mekkî, Muhammed Kâzım, Temeddun-i İslâmî der Asr-ı Abbâsiyân, (trc. Muhammed
Sipihrî), Tahran 1383 hş.
Mesûdî, Hüseyin b. Alî, Murûcu’z-Zeheb (trc. Ebûl Kâsım Pâyende), Tahran
1370 hş.
Meşhûn, Hasan, Târîh-i Mûsîkî-yi İrân, Tahran 1373 hş.
Mevlânâ, Celâluddîn Rumî, Mesnevî-yi Ma’nevî, (nşr. R. A. Nicholson), Tahran
trs.
Mez, Âdâm, Temeddun-i İslâmî der Karn-ı Çehârom-i Hicrî, (trc. Alî Rızâ
Vekâletî), , Tahran 1362 hş.
Mostevfî, Hamdullah, Târîh-i Gozîde, (nşr. Abdurrahmân Nevâî), Tahran
1364 hş.
Mucmelut Tevârîh, (nşr. Melikuşşuara Bahâr), Tahran 1318 hş.
Muîn, Muhammed, “Şomâre- i Heft ve Heft Peyker-i Nizamî”, Mecmû’a-i
Makâlât, Tahran 1368 hş.
Muîn, Muhammed, Ferheng-i Fârsî, Tahran 1360 hş., I-VI.
Nefîsî, Saîd, Târîh-i Temeddun-ı İrân-ı Bâstân, Tahran 1383 hş.
Nizâmülmülk, Ebul Hasan, Siyerül Mulûk, (nşr. Cafer Şiâr), Tahran 1364 hş.
Oşîderî, Cihângîr, Dânişnâme-i Mezdiyesnâ, Tahran 1371 hş.
Pâdşeh, Muhammed, Ferheng-i Câmi’-i Fârsî/Anendrâc, (nşr. Muhammed
Debîrsiyakî), Tahran 1363 hş.
Râvendî, Mortezâ, Târîh-i İctimâ’î-yi İrân, Tahran 1357 hş.
Râvendî, Muhammed b. Alî, Rahâtu’s-Sudûr ve Âyetu’s-Surûr, (nşr. Muhammed
İkbâl) Tahran 1364 hş.
Rengçî, Gulâmhüseyn, Gul ve Giyâh der Edebiyyât-ı Manzûm-i Fârsî, Tahran
1372 hş.
Rızâ, İnâyetullah, “Berresî-yi Câmiaşinâsî-yi İrân Pîş ez İslâm”, s: 19, Abân
1356, 1356 hş.
Rudekî, Dîvân-ı Rudekî, (nşr. Cafer Şiâr), Tahran 1378 hş.
Sâbî, Hilâl b. Muhsin, Rusûmu Dâru’l-Hilâfe, (trc. Muhammed Rızâ Kedkenî),
Tahran 1346 hş.
ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - II-  103
Se’âlibî, Abdulmelik b. Muhammed, Yetîmetü’d-Dehr, (nşr. M. Muhyiddîn
Abdulhamîd), Kahire 1956.
Seâlibî, Abdulmelik b. Muhammed, Târîh-i Se’âlibî/Ahbâr-i Mulûk-i Furs, (trc.
Muhammed Fezâ’ilî), Tahran 1368 hş.
Selmân, Mesûd-i Sa’d, Dîvân-ı Mes’ûd-i Sa’d, (nşr. Pervîz Bâbâyî), Tahran
1374 hş.
Semerkandî, Nizamî Arûzî, Çehâr Makâle, (nşr. Muhammed Kazvînî), Tahran
1369 hş.
Sistânî, Ferruhî, Dîvân-ı Hekîm Ferruhî, (nşr. Muhammed Debîrsiyâkî), Tahran
1371 hş.
Sitâyişger, Mehdî, Vâjenâme-yi Musîkî-yi İrân, Tahran 1374 hş.
Şemîsâ, Sîrûs, Ferheng-i İşârât-ı Edebiyyât-ı Fârsî, Tahran 1377 hş.
Şîrâzî, Hâfız, Dîvân-ı Hâfız, (nşr. M. Kazvînî-K. Ganî), Tahran 1368 hş.
Şirvânî, Hâkânî , Dîvân-ı Hâkânî-yi Şirvânî (nşr. Ziyâuddîn Seccâdî),Tahran
1374 hş.
Tûsî, Esedî, Goştâsbnâme, (nşr. Habîb Yağmâyî), Tahran 1354 hş.
Unsuru’l- Me’alî, Keykâvus b. İskender, Kâbûsnâme, (nşr. Gulâmhüseyin
Yûsufî), Tahran 1375 hş.
Vezinpûr, Nâdir, Nâsır Husrev, Tahran 1362 hş.
Yakût Hamevî , Mu’cemu’l Buldân, Beyrut, trs.
Yıldırım, Nimet, Fars Mitolojisi, İstanbul 2008.
Yıldırım, Nimet, İran Edebiyatı, İstanbul 2012.
Zeydân, Corcî, Târih-i Temeddun-ı İslâm, (trc. Alî Cevâhir kelâm), Tahran
1382 hş.

Konular