KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN)

KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN)
SADELEŞTİREN: PROF. DR. MEHMET KANAR 
ÖZ
Berlin Friedrich Wilhelms Üniversitesi öğretim üyelerinden Franz
Babinger’in1 7 Mayıs 1921 tarihinde açılış dersi olarak verdiği “Der
İslâm in Kleinasien: Küçükasya’da İslâmiyet” konulu makale, daha sonra
Zeitschrift der Deutschen Morgenlaendischen Gesellschaft adlı süreli
yayının 76. cildinde basılmış (Leipzig 1922, s. 126-152) ve bu makale
Edebiyat Medresesi hafız-ı kütübü Râgıb Hulûsi [Özden] tarafından
Türkçeye tercüme edilerek Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası’nın
2. yıl, 3. sayısında yayınlanmıştır (Temmuz 1338/1922, s. 188-221).
Prof. Fuad Köprülü de Babinger’in makalesini okuduktan sonra bazı
hataları düzeltmek, bu arada kendi araştırmaları sonucunda kimi
konularda sahip olduğu kanaatlerini ortaya koymak için söz konusu
makaleye tenkidî bir cevap hazırlamış ve bunu “Anadolu’da İslâmiyet.
Türk istilasından sonra Anadolu tarih-i dînîsine bir nazar ve bu
tarihin menbaları” adı altında Darülfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmua-

 Prof. Dr. Mehmet Kanar, TC Yeditepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim Üyesi, (İstanbul Üniversitesi Fars
Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi), email: mehmet.kanar@yeditepe.edu.tr;
profkanar@gmail.com
1 Franz Babinger (1891-1967): Alman Türkolog ve tarihçi, İslâm sanatı tarihi
uzmanı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk ordusunda görev yaptı.
Çalışmalarını daha çok Türk tarihi alanında yoğunlaştırdı. Berlin, Münih,
Bükreş ve Yaş üniversitelerinde Türkoloji, Yakındoğu tarihi ve kültürleri
dersleri verdi. Belli başlı eserleri: Scheich Bedrettin (Şeyh Bedrettin), 1921; Die
Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke (Osmanlı Tarih Yazarları ve
Eserleri), 1927; Mehmet der Eroberer und seine Zeit, Weltenstürmer einer Zeitenwende
(Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı, Bir Çağ Sonunun Akıncısı), 1953.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
20
sı’nda bir dizi makale halinde yayınlamıştır (yıl: 1338, 4 Eylül, 5
Teşrîn-i sânî, 6 Kânûn-i sânî ayrı basım, 129 sayfa).
Aşağıda Prof. Babinger’in açılış dersinin günümüz Türkçesine gö-
re sadeleştirilmiş metni sunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Küçük Asya, İslâm, Franz Babinger
ABSTRACT
Franz Babinger, one of the academic members of Friedrich Wilhelms
University, Berlin, presented the paper “Der İslâm in
Kleinasien: Islam in Asia Minor” as an opening course 7 May 1921.
Then, it was published in volume 76 of the periodical named Zeitschrift
der Deutschen Morgenlaendischen Gesellschaft (Leipzig 1922, s.
126-152). The paper was translated into Turkish by Râgıb Hulûsi,
bumpkin of Madrasah of Literature and was published in the issue 3
of the second year of the journal of the Darülfünûn Faculty of Literature
(July 1338/1922, s. 188-221).
After reading the paper of Babinger, Professor. Fuad Köprülü gave
a critical answer to the paper in order to correct some mistakes and to
express his own views he had after a series of researches, and he published
them in a series of papers under the name of “Islam in Anatolia,
a Look at the History of Religion after the Invasion of Turks and
the Sources of This History” in the journal of Darülfünûn Faculty of
Literature (year: 1338, 4 September, 5 Teşrîn-i sânî, 6 Kânûn-i sânî
separate publication, 129 pages).
Key words: Asia Minor, Islam, Franz Babinger
چکیده
بحثی که فرانس بابینگر، عضو هیئت علمی دانشگاه فردریش ویلیامز برلین با عنوان" Der
Kleinasien in İslâm :اسالم در آسیای صغیر" در تاریخ 7 می 1921 به عنوان بخشی از
درس مطرح کرد بعدها در شماره 76 مجله" Deutschen der Zeitschrift
.(Leipzig 1922, s. 126-152)شد چاپ"Morgenlaendischen Gesellschaft
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
21
این مقاله با ترجمه آزاد حافظ قطبی راغب خلوصی به ترکی ترجمه در مجموعه شماره 2 سال 3
.(Temmuz 1338/1922, s. 188-221) شد چاپ دارالفنون ادبیات دانشکده
پروفسور فواد کوپرولو بعد از مطالعه مقاله بابینگر و اصالح بعضی از خطاها و افزودن
نظرات خویش جوابی برای آن تهیه نموده است و در مقاله ای با عنوان "اسالم در آناطولی" با
نگاهی به تاریخ اسالم بعد از استیعالی ترک و منبع شناسی آن پرداخته است که به صورت
سری مقاالت در مجموعه دانشکده ادبیات دارالفنون منتشر شده است. در زیر ترجمه ترکی به
روز شده مبحث مطرح شده توسط پروفسور بابینگر ارایه می گردد.
کلید واژه ها: آسیای صغیر، فرانس بابینگر
Kadim dünyanın hiçbir diyarına bunca asırların geçişi sırasında
Anadolu'ya olduğu kadar garip ve hususî bir rol ve vazife düşmemiş-
tir. Bu yarımada en eski zamanlardan beri Doğu ile Batı arasında bir
aracı ve üzerinde Doğu ile Batı illerinin gerek barış gerek savaş kuvvetlerini
ölçüşmek için telakki ettikleri bir milletler köprüsü olmak
gibi kendisine dünya tarihinin bahşettiği bir talih ve mukadderiyete
mazhar bulunmaktadır. İşte Anadolu'nun -zikre şayan olmayan birkaç
istisna bir yana- hiçbir zaman kendisine has, vahdetli bir ülke
teşkil edememiş olması şüphesiz bu vaziyeti ile açıklanabilir. Kendisinin
bu hususî “aralık” vaziyeti her taraftan gerçekleşen göç akınlarını
tayin edip kolaylaştırdığı için burada Ârî, Sâmî, Moğol ırklarına
mensup muhtelif şubeler ahlak, âdetler, din ve saire itibarıyla aralarında
hiçbir bağ bulunmaksızın, büyük bir çeşitlilik ve farklılıkla yan
yana yerleşmiş, konuşmuş oldukları gibi memleketin yerli ahalisi de
hiçbir zaman sağlam ve bütün bir kitle olmayıp, son derece şaşırtıcı
tezatlar ve garip tesirlerle dolu karmakarışık bir kavimler topluluğu
halini arz etmekteydi. Yine burası eskiden beri, üzerinde ticaret ve
harp için buluşan kavimlerin bir savaş meydanı veya ganimet malı ve
hiçbirini de kalıcı olarak yerleşmek isteyecek derecede kendisine bağ-
lamamak şartıyla, sayısız fatihlerin daimî hedef ve amacı olmuştu.
Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Acemler, Romalılar, Suriyeliler… bü-
tün bunlar Anadolu hudutlarından bir an için gelip görünüyorlar ve
az bir müddet sonra hiçbir iz bırakmaksızın kaybolup gidiyorlardı.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
22
Yunanlılar sahil kenarlarını işgal ve iskân ederek ülkenin içlerine
ilerliyor fakat o nispette de kendi ırkî özelliklerini za'fa düşürerek
nihayet büsbütün terk ediyorlar, Acemler, kısa, Romalılar ise daha
uzun bir müddet için burasını ellerinde bulunduruyor, bununla beraber
Anadolu'yu ancak bir iskân sahası yani koloni olarak görüyorlardı.
Şimdi birdenbire bu sahne değişiyor, roller de değişiyor. Vaktiyle
kadim devirde bu Anadolu, Batı ve onun irfan, medeniyet ve sanatı
sayesinde Doğudan ayrılmış, koparılmış olduğu gibi, daha sonraları
Doğu da, ancak bu defa büsbütün yeni şekillerle ve yıpranmamış
milletlerin taze kuvvet ve taşkınlığıyla ortaya çıkıyor... Anadolu'daki
Bizans hâkimiyetinin çürümüş bir bina gibi çöktüğü sırada, XI. asrın
ikinci yarısında, anlaşılmaz büyük olayların tesiriyle Asya'dan batıya
doğru sürülmüş olan bir çoban boyları topluluğu ki Türkmenler daha
doğru tabiriyle, bunların en ileriye gelen bir kolu, yani Selçuklar, yarımadanın
eşiğinde görünüyor ve pek az bir zaman sonra Anadolu'nun
içerisine dalıp burada ayrı bir devlet olan Rûm saltanatını kurarak
yeni bir dinin hâkimiyetine yol ve meydan açıyorlar.
Çoktan beri kadim devrin Anadolusuna, buranın müteaddit kavimlerine,
muhtelif dinlerinin şekillerine layık olduğu derece ve miktarda
gayret ve zekâsını sarf edecek hatırı sayılır adette araştırmacı
çalışmış ve birçok hususu genel hatlarıyla aydınlatıp açıkladığı halde
bu diyarın artık bin seneyi geçen bir zamandan beri geçirdiği
“İslâmiyet devresi” hemen hemen hiç incelenmemiş bir devir olarak
gösterilirse, yanlış bir iddiada bulunulmuş olmaz. Hatta şimdiye kadar
Müslüman Anadolu'ya ait velev ki yüzeysel olsun, umumî bir
taslak bile yapılmamıştır. Oysa bugün bizim bu Müslüman Anadolu'ya
dair bildiklerimiz genellikle Bizans tarihçileri ile eserlerinin ço-
ğu yazma halinden bile çıkamamış olan, aciz ve mahdut bazı İslâm
müelliflerinin verebildikleri cüz'î ve eksik haberlerden ibarettir. Böyle
olmakla beraber, ihtimal ki burada “İslâm incelemeleri için bir yeni
ülke” olmak üzere Anadolu'ya ait umumî bir taslak çizme yolundaki
bu teşebbüs biraz cesurca sayılabilir.
Buna rağmen ilmin burada yapacak ne gibi vazifeleri olduğu hakkında
düşüncelerimizi bir defa muhasebe ve teftişten geçirmek ve
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
23
aynı zamanda İslamiyet’in bu sahada gideceği yolları seri hatlarla
resmetmek cazibesiz bir iş olmasa gerektir.
Bu hususta en evvel karşımıza çıkacak asıl soru şudur: İslâm dini
bu kıtaya ne vakit girdi? Anadolu ne vakit “Dârü’l-İslâm” halini aldı?
Bu o kadar dolaşık bir meseledir ki bugün buna dair ancak bazı faraziyata
girişilebilir. Yalnız şu kadarı müspettir ki daha hicretin birinci
asrında İslâmlar2
tarafından vaki olan geçici akınlar burada gerek
siyasî, gerek dinî bir iz bırakmamışlardır. Fakat söylediğimiz gibi,
milattan sonraki XI. asırda (1067) oradaki Bizans mirasına pek kolayca
konmuşlar ve bu yeni fethedilen memlekette İslamiyet’e kesin bir
kabul mevkii temin etmişlerdir. Dinî tarihin konu olacağı bu makalemizde
siyasî tarihten bir nebze olsun bahsetmek caiz değildir. Bununla
beraber bahsin heyet-i umumiyesini anlayabilmek için sadece
şu keyfiyeti hatırlatmak icap eder ki onuncu asrın ortalarında bu
Türkmen boyları topluluğu Selçuk isminde birinin başkanlığı ve kumandası
altında Türkistan’dan Buhara'ya hicret etmiş ve orada rivayete
göre 956 senesinde İslâm dinini kabul etmiştir.3 Kendisinin bundan
evvel hangi dine salik olduğu hiçbir yerde belirtilmiyor. Fakat şu
kadarı kesindir ki bundan sonraki ilk kırk sene içinde, ilk defa olmak
üzere Nişabur camiinde Tuğrul Bey adına hutbe okunduğu 10374
tarihinden itibaren Selçuklar bütün İran, el-Cezire, Irak, Suriye ve
Anadolu'ya hâkim olmuşlardı ve ortada mevcut bütün devletleri sü-
pürmüşler, Hindistan hudutlarından Akdeniz sahillerine kadar yayı-
lıp uzanan bir saha üzerinde saltanat kurmuşlardı.
Anadolu'da az zamanda önce İznik, sonra Konya asıl Selçuk saltanatının
fer'î bir kolu olarak meydana gelen Anadolu Selçuklu Devletinin
başkenti olmuştu.5

2 bk. E.W. Brooks, Anadolu'da Araplar (570-641). Arap kaynaklarından,
Yunan Tetkikleri Dergisi, c. 18, Londra 1898, s. 182-208 (İngilizce) yine aynı
zatın 816-888 seferi, Arap kaynaklarından, aynı dergi, c. 19, 1899, s. 19-33.
3 bk. Tabakât-ı Nâsırî, G. Raverty Londra, 1881, c. 1, s. 117.
4 Bir mürettip sehvi olsa gerektir (Ragıb Hulusî).
5 bk. Houtsma, Anadolu Selçuklularına Dair, Hollanda İlimler Akademisi
Bülteni, Tarih ve edebiyat kısmı, üçüncü seri, 9.kısım, Amsterdam 1892, s.
133-153 (Flemenkçe).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
24
Doğuda hükümet süren asıl Selçuk hükümdarları gibi Rûm (Anadolu
Selçuklu) sultanları da sanat, ilim ve edebiyatı teşvik ve himaye
ediyorlardı. Fakat bütün bunlar Türk değil, halis Acem tarz, renk ve
üslubundadır. Aynı şekilde, bilhassa bazı cami ve medreselerde bugüne
kadar muhteşem örnekleri kalmış olan kendilerine has âbide ve
binalarda görünen mimarî usulü açıkça Doğu İran tarzıydı. Bütün
Anadolu'ya yayılmış olan binaların üzerindeki sayısız kitabe Konya
sultanlarının bediî zevk ve ihtişam düşkünlüklerini gösterip ilan etmektedir.
Bizans Hıristiyanlığı yerine, sırf memleket dâhilinde olsun,
yeni din kaim olmuş, Hıristiyan din, ahlak ve zihniyeti son sığınma
yeri olarak ancak Karadeniz ve Akdeniz sahillerinde tutunabilmiştir.
Şimdi biz Rûm Selçuklarının itikadî fikir ve nazarlarına dair ne biliyoruz?
Acaba oralarda Sünnîlik mi, ehl-i sünnet mezhebi mi vicdanlarda
hâkimdi? Kesinlikle bilinmiyor. Ve ihtimal ki ilmî araştırmalarda
en az dikkat edilen birinci nokta budur. Birçok karine bu hususta
şüpheye imkân bırakmıyor ki Rûm Selçukları Şiî mezhebine mensuptular.
Yani tek bir kelime ile Alevîydiler. Buhara diye bilinen o esrarlı
ve menkıbelere bürünmüş keşişler şehrinde -Buhara kelimesi Bûdî
lisanında manastır manasına gelen “Ubhara” kelimesinin Türkçe -
Moğolca şekli olarak görülmektedir- İşte, bu vaktiyle bir mubedler
hareminin merkezi olan İranlıların şehrindeydi6 ki Selçuklular atalarının
dinini İslamiyet’le değiştirmişlerdi.
Özellikle Rus âlimlerinin çabaları sayesinde bilgi sahibi olduğumuz
bir keyfiyeti İslâm müelliflerinden tanık getirerek belgelemek
istersem, bu makalenin çerçevesini kırmış ve aynı zamanda ifadelerimin
özlülüğünü ihlal etmiş olacağım. O da şudur ki: Seyhun’un
ardındaki ülkeler, yani Maveraünnehir dediğimiz kıt'a hiçbir zamanda
ciddî bir surette Sünnî olmamış, hiç olmazsa daima Alevî tesirlere
tabi kalmıştı. Bir defa İran'ın o vakit de şimdiki gibi katiyyen ehl-i
sünnet telakkilerine merkez olmadığı, belki İslamiyet’in eski mezheplerinin
bırakıldığı veya değişime uğramış olduğu yerlerde daima
Sünnî düşmanı olduğu münakaşa götürmez bir kısım halkı içinde
barındırdığı her türlü şüphenin üstünde bir vakıadır. Hâlbuki sadece
bir kaynak zikretmiş olmak için mesela söyleyebiliriz ki yaklaşık otuz

6 Buhara hakkında bk. W Barthold, İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 809 v.d.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
25
sene bir müddet (1063-1092) Selçuklardan Alparslan ve oğlu Melik-
şah'ın vezir ve danışmanı olan Ebû Ali Hasan Nizâmülmülk’ün Siyasetname'si
Türk boylarının ne kadar İranîleşmiş ve iliklerine kadar Şiî
fikir ve itikadlarıyla işlenmiş olduğunu7 başka bir manaya hamli
mümkün olmayacak şekilde haber vermektedir. 1170 senelerinde
doğmuş olan Yakut gibi ehl-i sünnet müellifler Türklerin İslâmiyet
düşmanlıklarına karşı nefretlerini göstermekten geri kalmıyorlardı.
Bu cümleden olarak, Arap coğrafyacısı, Koşar ile Beluç'un “İslamiyet’in
Rum ve Türklerden daha azılı düşmanları” iki haydut olduğunu
söylüyor.8 Onun için Bizans tesirlerinin kuvvet ve derecesi kü-
çümsenmemesi gerekmekle beraber, Anadolu'nun Selçuk binalarından9
bahsedilirken bunlarda Sünnî Müslümanlarca o kadar şiddetli
bir bağlılıkla ihtiraz olunan canlı tasvirlerin bulunması gibi çok dikkat
çekici bir hadisenin Bizans tesirlerine atfedilerek, aynı zamanda
Selçukluların Sünnî olduklarının10 kabulü katiyyen hatadır. Nitekim
Konya binalarında görülebilen o sayısız “Çâr Ali” dedikleri şeyler
bina edenlerin Şiî ruhiyet ve zihniyetleri hakkında istenildiğinden
daha iyi kanıt olmaktadır.
Filvâki şimdiye kadar Rûm Selçukları hakkındaki tarihî haberler
bize ne kadar cüz'î miktarda sızmış bulunursa bulunsun bir nokta
çürütülemez ve reddedilmez bir şekilde sabit ve muhakkaktır. O da

7 Schefer Siyasetname, Nizamülmülk tarafından Sultan Melikşah için telif
olunmuş devlet yönetimine ait eser Schefer tarafından tab ve tercüme edilmiş
Farsça nüsha (Fransızca), Yaşayan Doğu Dilleri Mektebi Neşriyatı, üçüncü
sıra, c. 7-8 ve ilave, üç cilt. Paris 1891, 1893, 1897. bk. Leon Cahun, Asya Tarihine
Medhal, menşelerden 1405'e kadar Türkler ve Moğollar, Paris (Fransızca).
Açıklıktan uzak fakat müellifin çok okumuşluğu ve ihtiva ettiği yoğun malumat
ve veriler dolayısıyla oldukça kıymetli bir kitaptır ki Turancıların
İncilidir. Bu hususta en ziyade alakası olan fasıllar şunlardır: Türkler ve
İslâmiyet, Moğollar, Moğollar Devrinde Asya, Timurleng ve İslâmiyetin Zaferi.
Siyasetname hakkında da 153, 162, 180, 182, 190. sayfalara müracaat.
8 bk. K.Barbier de Meynard, İran lugatı, Paris 1861, s. 455 (Fransızca).
9 Bu hususta tamimî bir surette kısmen Gustave Menden'de Fransızca
“Eski ve yeni Sanat Mecmuası”nın 32. cildindeki “Anadolu'da Selçuk Abideleri”nde
malumat vermektedir.
10 bk. Friedrich Sarre, Anadolu'da Seyahat, Berlin 1796, s. 68 vd.(Almanca).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
26
şudur ki: Rûm Devletinin bütün siyasî ve dinî hayatı tamamen İran
tesiri altında bulunuyordu. Şiirde, saray dairelerinde sadece Fars dili
kullanılıyordu. O zamandan kalma müteferrik bazı ehemmiyetsiz
edebî kalıntılar istisnasız Farsça yazılmıştı. Acem hânendeleri Konya'da
kendi ana dillerinde garip sevda şarkıları ve ilahî türküler terennüm
ediyorlar Rûm sultanlarının menkıbeleri de yine İran lisanında
terennüm edilip yazılıyordu. Bu münasebetle sadece M. Th.
Houtsma sayesinde keşfedilen İbni Bîbî (vefatı 1272) tarihini hatırlatmak
yeter. Gerçi bu kitabın bir Türkçe nüshası elimizde ise de bunun
anlaşılması XIII. asırda hazırlanmış Farsça muhtasarı sayesinde esaslı
bir surette kolaylaşmıştır. İşte keza “in usum delphini” namına (?)
aslında Farsça telif edilmiş olan bu vekayiname medeniyet tarihi bakımından
çok yüksek bir kıymeti haizdir. Çünkü el'an bir zamanki
göçebeliklerinin açık izlerini korumakla birlikte medeniyet ve irfan
bakımından İran'a11 tabi olan Selçuk saray hayatını son derece canlı
bir surette göstermektedir.
Binaenaleyh yalnız Rûm Selçukları havzası için Şiî İslâm dinini
resmî din olarak kabul etmekte tamamen haklı olabilirsek de, bu yeni
hâkimiyete tabi olan ahali ile fatihlerin büyük kitlesini bu dinin sadık
ve şaşmaz salikleri telakki etmek kesinlikle doğru olmaz.
Selçukların İslâmiyeti kabûl etmezden evvel hangi dine inandıkları
meselesi ancak farazî bir şekilde hallolunabilir. Türk boyları arasında
şamanlığın yanında Hıristiyanlığın bir şeklinin de yeri olduğuna
dair muhtelif karineler mevcuttur. İsrail (ki Selçuk'un oğullarından
birinin adıydı), Mikail, Yunus, Musa gibi garip İncilî -Hıristiyan
isimlerinin o zamanlar Hıristiyan Kafkas kavimleriyle olan komşuluk
ile izah edilebileceği zannedilmişse de, Daniel Chwolson ve Wilhelm

11 bk. Selçuk tarihine dair metinler külliyatı, naşiri M. T. Houtsma, 4 cilt, Leiden
1888, 1902. Necib Asım'ın Türk Tarihi, İstanbul 1330 tab'ındaki ifadesine
göre İbni Bîbî aslı Farsça olan vekayinamenin İkinci Murat zamanında (1421-
1451) defterdar Cafer Çelebizade tarafından Türkçeye tercümesidir. Bu konuda
bk. M. Th. Houtsma, İslâm Ansiklopedisi, c. 2 ve İbni Bîbî'nin eseri. Rus-
ça Şark Atikiyyâtı mecmuasının 4. cilt, 1. cüz'ü de, Petersburg 1912, istifadeli
bir hülasayı içerir. Yine bk. Almanca İslâm mecmuası, c. 4, s. 135, no.9.,
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
27
Radloff tarafından meydana çıkarılan Nastûrî mezar kitabeleri12 Semi
Reçiye dedikleri Yedi Su eyaletindeki Türk boyları arasında Hıristiyanlığın
kuvvetle münteşir bulunduğunu açıkça ispat etmektedir.
Petersburg’un görüşünde isabetli İslâm müdekkiki W. Barthold buna
dair uzunca ve kanaat verici bir makale neşretmiştir.13
Bundan başka yine Anadolu Selçuklularından kısmen kendi arazileri
üzerinden geçen Haçlı seferleri dolayısıyla Batı Hıristiyan kanı
karışmaları da oluyordu. Hatta Toulouse ve St. Gilles kontu Dördüncü
Raimund’un (doğumu 1042- vefatı 5 Şubat 1105, Trablus) hemşiresi
İsabella ve onunla birlikte birçok sosyete frenk kadınları Selçuk
beylerinin harem dairelerine girmişler, bunun üzerine İsabella, Birinci
Kılıçarslan (vefatı 1087) tarafından nikahlanarak Anadolu sultanlarının
ceddesi olmuştu. Bu gibi hanedan münasebet ve irtibatlarına
memleketin dinî ahval ve vaziyeti için kapsamlı bir tesir atfetmekten
çok uzak bulunmakla beraber, bilhassa ileride göreceğimiz
gibi münferit olmayan bu durumların, Selçukluların ellerindeki Hıristiyan
esas halkına karşı vaziyetlerine az çok etki ettiğini zannediyorum.
Anadolu'nun yerli sakinlerinin dinini ne derece değiştirmiş oldu-
ğu hakkında hiçbir şey söylenemez. Ancak şu kadarı pek muhtemel
olarak kabul edilebilir ki eskiden beri mevrus Hıristiyanlık büsbütün
mücadele ve mukavemetsiz terk ve feda edilmemiş, belki İslâmiyetin
yeni kaim olduğu yerlerde alttan alta yine yaşamaya devam etmiş ve
din araştırmacılarına bu kadar zahmet çıkartan o gayet acayip ve meraklı
itikatların karışmasına yol açmıştır.
Bu tezahür ve gelişmekte olan Selçuk medeniyetine ansızın Moğol
hükümdarı Cengiz Han’ın imha yıldırımı çarptı. Anadolu kendisinin
hüküm ve tabiiyeti altına girdi. Fakat bu geçiciydi. Binaenaleyh mem-

12 bk. St. Petersburg imparator akademisi muhattaraları, 1886, 1890, 1897
senesi ciltlerinde ve Radlofff'un kısmen iştirakiyle neşrettiği “Semireçiye
“(Yedi Su Eyaleti) Süryanî Mezar Kitabeleri, (Almanca).
13 bk. W. Barthold, Rus Atikiyet İmparatorluk Cemiyeti Şark Şubesi Yazıları, c.
8, Moğollardan Evvelki Devirde Türkistan'da Hıristiyanlık, Petersburg 1893; ve
yine N. Petrovskij, Türkistan'da Hıristiyanlık makalesine dair, aynı yerde, s. 153
v.d. (Rusça).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
28
leketin dinî gelişimi için bir tesir ve ehemmiyete sahip değildi. Bunu
bir yana bırakırsak, şu husus hemen hemen muhakkak gibidir ki
Cengiz Hanlıların kabul ettiği İslâm akidesi şekli esas itibarıyla Sel-
çuklularınkinden hemen hemen farksızdı. Mesela şu vakayı hatırlatalım:
Hülagu tarihçi İbnü't-Tıktaka tarafından doğrudan doğruya
Ali'nin halefi ve coşkulu bir Alevî sıfatıyla pek taşkın bir surette tebcil
edilmiş, adeta semavîleştirilmiştir.14 Hıristiyanlarca da kendisinin
dikkat çekici hoşgörüsü, hatta Hıristiyan dostluğu sebebiyle çok
muhterem tutulmaktaydı. Kısa bir zaman devam eden Moğol hâkimiyetinden
sonra Anadolu bir takım derebeylerin eline kolay bir av
gibi düşmüştü.15 Mamafih Selçuklular başkentleri olan Konya'da sö-
nük ve zahirî bir hayat yaşamakta devam etmişlerdir.
Ancak, mensup olduğu hanedanın sonuncusu olan Alaeddin
1308'de zehirlenerek öldüğü zaman yarımada bir takım derebeyliklere
bölünmüştür ki bunların çok karanlık olan tarihleri bizi burada
daha ziyade meşgul edemez. Yalnız şu kadarını açıklığa kavuşturalım
ki bu beyliklerin de Alevîliğe mensubiyetleri ispat olunabilir. Bunun
için mesela sadece “Nûre Sufî” dedikleri muammalı şahsiyeti,
ondan neşet eden Karamanoğullarını veyahut Aydın, Hamid, Teke
(Teke Türkçede erkek keçidir) beylerini düşünüyorum.
Mamafih bütün bu ehemmiyetsiz derebeyliklere nazaran 13. asır
dönümünde birdenbire tarihin karanlığından çıkarak, ilkin, kendilerine
gösterilmiş olan ufak bir araziyi, ondan sonra nihayet Selçuklu
saltanatının parçalanması ve kendisine varis olan beyliklerin hüküm
ve tabiiyete alınması sayesinde bütün Anadolu'yu, mutlak bir surette
mülkiyet ve tasarruflarına alan yeni bir aşiretler topluluğu gelir ki

14 el-Fahrî, müellifi İbnü't-Tıktaka, Arapça metni, naşiri Reynorg, Paris
1895, s. 9 ve yine bk. L. Kahulî, adı geçen eser, s. 428.
15 Anadolu derebeyleri hakkında Osmanlı lisanında pek mühim şeyler
neşredilmiştir. Ezcümle Halil Edhem Bey tarafından Tarih-i Osmanî Encümeni
Mecmuası, 1912 senesi 11. ve 1913 senesi 12., 13. ve 14. sayılarında Karamanlılara
ait kitabe ve vesikalar ki ayrıca basılmıştır. Daha sonraki tarihi için
Marino Sanoto'nun Rûznâme'si çok kıymetli malzemeyi ihtiva eder. Tekeoğ-
lu'na ait bir tetkik henüz mevcut olmayıp, Hamidaoğlu için bk. J. H.
Mordtmann, İslâm Ansiklopedisi, 2. cilt.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
29
çok daha mühimdir. O da Osmanlı kavmidir. Bunun nereden geldiği
ve kendisini Doğudan göçmeye sevk eden sebebin ne olduğunun
gediksiz bir surette keşif ve ispatı henüz ilmin tetkikatı ve araştırmaları
için müyesser olamamıştır. Bu Türkmen boylarının evvelki serü-
venlerini derin bir karanlık örtmektedir. Acaba bunlar anayurtlarından
nasıl bir din getirmişler ve ne vakitten beri İslamiyet’e girmişlerdir?
Th. Nöldeke 60 sene evvel bu kavmin ilk ceddi olan Osman'ın
tamamiyle Arap-İslâm ismini taşıdığı halde babasının Ertuğrul ve
amcalarının Sunkur, Gündoğdu, Dündar, hatta kardeşlerinin bile
Gündüz Alp, Sarı Bali gibi müşrik diyebileceğimiz gayr-i İslâmî adları
olduğuna16 dikkat çekmiştir. Hâlbuki diğer taraftan dedesinin adı-
nın Süleyman olduğu söyleniyor ve başka bir yerde Osman'ın İslamiyet’i
ilk kabul ettiği zaman eski ismini değiştirmiş olduğu faraziyesini
serdettiydim.17 Mamafih bununla da Süleyman adı izah edilmiş olamaz.
Meğerki bunun için de Tevrat’ın Salomon’u esas alınmış ve kendilerinin
soydaşları olan evvelki Selçuklardaki Hıristiyanî-İncilî isimlerin
zuhurunu mucip olan aynı etkenler bunun için de kabul edilmiş
ola.
Özetle, Osmanlılar, Selçukların bütün mirasına sahip oldular. Dinî
durum İslâmlaşmanın gittikçe ilerleme kaydetmesinden başka bir
değişim göstermedi. Bu yeni sultanlar zamanında ise öncekinden çok
daha geniş bir ölçekte genç Osmanlı devletinin manevî ve dinî hayatına
tesir itibarıyla kendisine büyük bir şiddet ve vüs'at atıf ve izafe
edilmesi gereken Şark meczuplarının memlekete gelip toplanmaları
hadisesi vuku buluyor.

16 bk. Alman Şark Cemiyeti Mecmuası, c. 13, s. 182, not.3, s. 183. Ve yine benim
Şeyh Bedreddin hakkındaki takdimimim, s. 11. İslâm mecmuası, c. 11,
Berlin 1920 (ayrı nüsha olarak).
17 bk. Bedreddin, s. 11, not.2. Dikkat çekicidir. Aşık Paşazade Tarihi
basmasında, İstanbul 1334, s. 1, satır 3'de müellifin ceddinin ismi bütün
yazmaların işhad ettiği gibi her halde Selman olduğu halde birdenbire
Süleyman olarak görülüyor. Acaba Osman'ın dedesinin de adı bu değil
miydi? Şiî İran'da Selmân-i Pâk'in çok bariz ehemmiyetine binaen bu keyfiyet
meseleye garip bir renk vermiyor mu? Buna lutfedip dikkatimi çeken J.
H. Mordtmann olmuştur.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
30
Demek istiyorum ki dervişler ve bunların neşrettiği sufîlik hâkim bir
mevki alıyor. Bunlar bir defada memlekete gelmiş değillerdir. Daha Sel-
çuklar zamanında birçok sûfi makarr-ı evliya (velîler merkezi)18 olan
Buhara'dan gelip Anadolu'ya cemaatle girmişler ve orada gerek saray
gerek ahali tarafından istekle kabul edilmişlerdi. Maveraünnehir'in çok
yüksek tutulan halk velîsi Ahmed-i Yesevî (vefatı Yas'da 1166’dadır)
bunların hepsinin izinden gidilen üstadıydı. Bu bakımdan Horasan bu
yabancıların misafirlerin kaynağıydı. Taşköprüzade’nin19 eski kaynaklara
ve rivayetlere dayanarak ilk Osmanlı şeyhlerine dair verdiği haberler
gözden geçirilecek olursa, bu adamların müthiş misyonerlik faaliyetleri
hakkında az çok bir görüş elde edilebilir. Her köşe ve bucakta zaviyeler
ve mamureler tesis ve inşa eden ve çilehaneler açarak mutekid müridleri
“sülûk”ları dairesine alanlar bunlardır.
Bu suretle birçok tarikat bu toprak üzerinde mantar gibi bitmekteydi.
Bunlardan bilhassa ikisini zikredelim: Birisi, Celaleddin-i Rûmî'nin kurduğu
olan Mevlevilik20, diğeri de ondan daha az maruf olmayan Hacı
Bektaş-ı Velî21 tarikatıdır.

18 Martin Hartmann'ın Almanca İslâmî Şark Mecmuası/nın 1. cilt, 6.-10.
cüzündeki “Kaşgaristan'da hâcelerin hâkimiyeti”'ne dair makalesi de (Berlin
1905) buna ilişkindir.
19 bk.Taşköprüzade, Şakâiku’n-numâniye bunlardan iki Arapça basmanın
birisi kenarında İbni Hallikân'ın Vefeyâtül-a'yân ve inbâu ebnâiz-zamân'ı
havi olmak üzere 1299 Bulak diğeri 1300 Kahire tab'ıdır. Bir de Mehmed elMecdî
tarafından yapılmış Türkçe tercümesi vardır ki 1269'da İstanbul'da
basılmıştır.
20 bk. S. R. Trowbridge, “Alevîler yahut Aliperestler”, Harvard İlahiyat
Mecmuası, 1909, c. 2, 93-94. Bilhassa s. 94 yukarısı. Mevlevilik tarihi için şunlar
da faydalıdır: Şemseddin Ahmed Eflâkî'nin Menâkibül-ârifin'i ki C l.
Huart “Dönücü Dervişlerin Evliyaları” namıyla Paris 1918, 1. cildinde
Fransızca tercümesini yapmıştır. Mamafih ihtiva ettiği kıymetli malumata
binaen Mevlevî Galip Dede'nin (vefatı 1210/1795 Galata) Tezkire-i şüerâ-yı
Mevleviye'si daha mühim ve kıymetlidir. Viyana'da (Flügel kataloğu, 2/312,
no 1257) bir yazma nüshası mevcut olup Ali Enverî'nin 1309'da İstanbul'da
tab'edilmiş olan Semâhâne-i Edeb'inde de alıntı parçalar halinde görülmektedir.
21 Hacı Bektaş hakkında Mehmed Süreyya'nın Sicill-i Osmânî'si oldukça
faydalı malumatı havidir. c. 2, s. 22. Burada mensup olduğu tarikatin irşad
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
31
İkisi de imanlı Aliperestlik taraflarıdır. Her ikisi de silsilelerini Peygamber'in
damadına ulaştırmaktadır.
Bu dinî ihvan cemiyetleri Osmanlı hükümdarlarının hararetli teşvik
ve himayeleri sayesinde feyiz ve inkişafa mazhar oluyorlardı. Kadim
Osmanlı tarihçileri Bursa ve Edirne sarayları tarafından yapılmış olan
zengin vakıflar ve tekke tesislerine ait haberlerle doludur. Bilhassa bu
yeni gelenleri Allah’ın resulleri gibi şevk ile karşılayan halkın çeşitli tabakalarından
kendilerine tahsis edilen çok taraflı teberruat dervişlere
kayıttan âzade bir murakabe hayatı sağlıyordu.
Bu misafirlere karşı gösterilen lüzumundan fazla itimadın pek yakında
bu genç Osmanlı devletine ne kadar tehlikeli olacağı henüz akıllardan
bile geçmiyordu. Daha Selçuklular zamanında böyle memlekete yabancı
bir takım dervişlerin, devletin nizamına karşı isyan ile saltanat hanedanı
aleyhinde ayaklanmalarda bulunmaları gibi haller nadir değildi. Dubeux
da Mir'ât-ı Tevârih başlıklı Latince eserinde her halde bir şark aslına
istinaden veyahut bir Haçlı tezkiresinden iktibasen böyle bir hadiseyi
bütün ayrıntısıyla tasvir etmiştir22
.
Bu ve bunun gibi diğer hikâye ve rivayetlerden bu yabancıların yerli
halk indinde büyük bir nüfuz ve itibara sahip oldukları dolaylı olarak
anlaşılıyor. Her ne kadar o zamanlarda Anadolu'daki dinî cereyanları
ayrıntısıyla kâfi derecede net olarak bilmiyorsak da bu her halde Sünnî
düşmanı olan yoldaşların saray ve ahali nezdinde gördükleri itibar hatta
evliya derecesinde tazim edilmeleri keyfiyetine dayanarak kadim Osmanlı
ülkesinde Şiîliğin yayılması hakkında istisnalara cüret edebiliriz.
Türkçe eserler bu konuda hemen esaslı bir surette suskun kalıyor. Fakat
aynı zamanda bu derviş ve sufîlerin Allah’a kulluklarını gösteren hareketlerine
dair takdirlerini safça belirtmekten ve hayret etmekten geri

silsilesi yer alır. Kendisinin bir sıra müridleri de, ezcümle Kovacık, Hacim
Sultan, Sarı İsmail, Resul Baba, Yunus Emre, Tapduk Emre zikrediliyor.
Nişabur'da meşhur Ahmed-i Yesevî'nin halifelerinden biri olan Şeyh Ahmed'in
kızını almıştır.
22 bk. Vinczenz v. Beauvars'nin dağınık eserleri ve Mir'ât-ı Tevârih'i ve
mütalaaları, Helmstadt 1635, s. 155-156. Buradaki “Pape Ruissule” şüphesiz
“Baba Resulullah” olacaktır. Acaba bununla o yukarıda zikrettiğimiz “Baba
Resul” mü yahut “Baba İshak” mı (bk. Th. M. Houtsma, Selçuk Tarihine Ait
Metinler Külliyatı, 4. cilt, s. 227-230, Leiden 1902). Yoksa başka bir baba mı
murad edildiği henüz belirginleşmemiştir.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
32
kalmıyorlar. Şimdiye kadar basılmış olmak suretiyle bizim için kabil-i
vusul bir hale konan Osmanlı tarihlerinden en eskisinin müellifi bulunan
Aşık Paşazade bile, Konya'da bilahare bütün sufîlerin toplu olarak katledilmeleriyle
sonuçlanan23 bu derviş isyanında dahli bulunan Baba İlyas’ın
peyreviydi.
Ne yazık ki biz gerek Osmanlı devletinin ictimaî teşkilatı24 ve gerek
orada zuhur etmiş olan dinî yoldaşlık ve kardeşlikler25 hakkında
henüz pek ziyade karanlıktayız. Anadolu’nun durumu hakkında çok
dikkat çekici bir tasvir bırakmışsa da yine bu erkek birliklerini andırır
cemiyetlerin26 - ki bunlara Hacı Bektaş'ın da bu sırada tesis etmiş olduğu
rivayet edilen yeniçeriler27 dahil edilmek icap eder - zuhur ve

23 bk. Aşık Paşazade Tarihi, İstanbul 1334, s. 1, satır 5 Bedreddin, s. 15, not 3
P. A. Krafft, Viyana Şark Akademisi, Arapça, Farsça ve Türkçe Yazmaları Fihristinde,
Viyana 1842, s. 126, (Roma rakamları) 31'de, 99 numarada,
837/1433'de vefat etmiş olması lazım gelen bir “Pir İlyas” zikretmektedir.
Konya insanı Gıyaseddin zamanında ki 1235-1259 aralarında vukubulmuş
olduğu rivayet edildiğine (bk. Taşköprüzade, Mecdî, mezkur tabı, s. 23),
halbuki Aşık Paşazade ancak 15. asrın ikinci yarısında yaşamış olduğuna
göre bu Baba İlyas mı yoksa başka bir baba mı kastedildiğinden şüphedeyim
diyebilirim. Zamanen bu müracaat ettiğimiz yazmada zikrolunanı mevzu-i
bahs etmek icabeder. Esasen burada bir de 860/1455'de vefat etmiş olan bir
“Baba Resul” vardır.
24 Bunun için bk. Şeyh Bedreddin, s. 11, not.1 ki burada bazı ufak malumat
verilmiştir. Bu sahada hemen hemen hiçbir araştırma yapılmamıştır.
Halbuki “erkek birlikleri”nin kadim Osmanlı ülkesindeki ehemmiyeti ne
kadar büyütülse layıktır.
25 Bu gibi kardeşlik hakkında İbni Batuta'da rivayetler vardır. Mesela
I/5'de yılan yiyen Ahmedîler (Rufâîler), I/45”de Isfahan'da bir “kav” idaresinde
bulunan “erken delikanlılar cemaati” hakkında bilhassa 2/281-282'de
“Seravil” hakkında verdiği malumat ongun ve kıyafetler tarihi için mühimdir.
Herman Türning, Türk Kütüphanesi, c. 16'yı teşkil eden “Müslüman
Cemiyet Birlikleri Tedkikatına Dair Bazı Mütalaat” başlıklı eserinde, Berlin
1913 (Almanca) burasını gözden kaçırmıştır.
26 bk. Helmutt Ritter, Almanca “İslâm Mecmuası, c. 10, s. 244-250.
27 bk. H. Shurtz, Yeniçeriler, Prusya Salnameleri, c. 112, Berlin 1903, s. 45-
479. Bu zat yeniçerilerin erkekler birliği hususiyetini pek doğru kavramıştır.
Bunlarda ergenlik kaydına dair bazı malumat için bk. A. H. Lybyer, Osmanlı
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
33
menşeleri meselesi açık kalıyor. Burada savaşçı bir Türkmen aşiretinde
herhalde varlığı farzolunamayacak şekilde bir misafirperverlik
hüküm sürüyor ve Arap seyyahın pek canlı tasvir ettiği gibi, her tarafa
yolculara mahsus konuk evleri kapılarını açıyor ve bütün memlekete
yayılmış olan “Ahiyyetül-fetyân”28 dediği bir cemiyet “Gençler
fütüvvet birliği” namıyla memleketlerinden gelip geçen hacı ve garipleri
ibate ve iaşe etmeyi kendilerinin en yüksek vazifeleri telakki
ediyordu. Ankara ahîlerini29 bu eski teşkilatın bekaya ve akisleri gibi
telakki etmekte haklı değilsek, o asırda bu hallerin çok uzun bir zaman
devam etmemiş olduğunu kabul etmek caiz olabilir.
30 Timur

İmparatorluğu Hükümeti, Cambridge, 1913 (İngilizce), s. 7. Yeniçerilerin
manastır keşişlerine benzer teşkilatları O. Gh.Van Busbeek'ın dikkatini çekmiştir.
28 İbni Batuta Ahî kelimesini yanlış bir tarzda arapça “ah”(kardeş) kelimesinden
iştikak ettiriyor. Halbuki Jean Deny'nin Journal Asiatique, 1920'de
gösterdiği vechile bu 1. şövalyelik, 2. ihvanlık, 3. esnaflık manalarına gelen
Türkçe bir kelimedir.
29 Bunlar hakkında bk. Şeyh Bedreddin, s. 101 ve buradaki kaynaklar.
30 Osmanlı ülkesindeki loncalar hakkında bakınız. Evliya'nın 1. ciltte verdiği
malumattan başka (bunun için bk. Julius Germanus, Keleti szemle, c. 9,
1908 ve c. 10, 1909, Budapeşte), Ms. Constance Sutcliffe'in İngilizce Fortnightly
Review, c. 60, 1896, 820-829. sayfalarındaki “Türkiye Loncaları”. Ve
yine H. Schurtz'un Almanca Ulûm-i İctimaiye Mecmuası, yıl 6, Berlin 1903,
683-706. sayfalarındaki “Türk pazar ve loncaları” makaleleri. Siro M. Remey'in
“Türkiye'de On iki Senelik Siyaset İntibaları”, Londra 1897 (İngilizce)
eserindeki Türkiye'nin Anadolu'daki seferlerine medyun olduğu şeylere
ilişkin 11. faslında “Bu esnaf cemiyetlerinin Türklerin seleflerinden alınmış
olduğu fikrini bu derece şümulüyle kabul edemem. Türklerde fütüvvet için
bilhassa British Museum'daki iki yazma: (bk. Rieu, Türkçe Yazmalar katalo-
ğu, s. 239) müteaddit ve çok mühim kısımları ihtiva etmektedir. (l. Ehl-i
fütüvvet cemaatinin âdab ve erkânı, 7. Fütüvvetin asıl usülleri, 9. Selmânîler
tarikatının veya ustura ve bileği ihvanının menşe ve kavaidi) - Türkçe fü-
tüvvetnameler hemen Avrupa'nın her kütüphanesinde mevcuttur. Burada
topluca zikredeyim: Berlin, Yazmalar, 5,26 Dresden, Yazmalar, 65 266 Gotha,
Yazmalar, Türkçe 45,1 Londra, Harl 4630 Rieu, s. 233 b, numara IV, bunun
için bakınız numara III (Yeniçeriler) Münih, Yazmalar, Türkçe, 20. Burada
 PROF. DR. MEHMET KANAR
34
istilaları ile geçici olarak sarsılmış olan Osmanlı satvetinin artması
üzerine bu dervişliğin de nüfuz ve tesiri tehditkar bir derecede kuvvet
ve şiddet kazanmıştır.
Bu ikinci defaki geçici Moğol hâkimiyeti bu gelişimi asla haleldar
etmemiştir. Tamamiyle aksine. Hatta büyük Fatih'in Anadolu şeyhlerine
ne kadar geniş ölçüde müsait ve lütufkâr davranmış olduğu keyfiyeti31
her halde dikkatimizi pek fazla çekmeye layıktır. Fakat bu
husus V. D. Smirnoff’un “Rebabname’deki Selçukça beyitler”'i tetkik
münasebetiyle meydana çıkardığı vaka ve hakikatlerden sonra, Timur'un
sufîliğe pek ziyade yakınlığı olan bir tarikate mensup oldu-
ğunun muhakkak telakki edilebileceği32 derpîş olduğu takdirde izah
edilebilir. Osmanlı hâkimiyetinin yeniden kurulmasından sonra İranlı
dervişlerin Osmanlı hanedanı ve Turanlı hükümdarlar şeceresine
karşı suikastlar tertip ettikleri haller artış göstermiştir.

Tıraşîname yukarıya Selmânîlere bk. Paris Milli Kütüphanesi yazmaları, S.
T. 9 ve ST 17 (1600 senesine bakınız)
31 bk. Şeyh Bedreddin, s. 85.
32 bk. V.D. Smirnoff Beynelmilel Birinci Müsteşrikler Kongresi Müzakereleri,
kısım 3, Paris 1899, s. 143 ve müteakipte, “Selçukça dedikleri beyitler ve
Türklerde Hıristiyanlık” makalesi (Fransızca). Meşhed'de İmam Rıza Kü-
tüphanesinde bulunan bir vakıfname “Vakıfname-i Emir Timur ber emlâk-i
Şeyh Safiyuddin ve evlâd”dır. Timur'un dinî bakımdan inkâr edilemez şekilde
Alevîliğe olan nisbetini dolaylı olarak ispat ettiği farzolunabilir. Bk. W.
İwanoff, İngiliz Şark Cemiyet-i Kraliyesi Mecmuası, 1920, s. 549, no.57 (İngilizce)
– Ve yine Şam'ın bu cihangir tarafından zaptına dair olan müellifi
meçhul bir Osmanlıca tarihin rivayeti de dikkate değer. Orada güya kendisini
Yezîdî yani malum olduğu üzere 10 Teşrin-i evvel 680'de Kerbela'da
Hüseyin'i şehit eden Muaviye'nin oğlu halife Birinci Yezid müntesibi gibi
göstermiş, bu vesile ile Şam'da bulunan 10 000 yezidîyi kendisine celbetmişmiş.
Leunclavius'un Latince “İslâm Türk Tarihi”nde (Frankfurt am Main
1590) varak 357, 5 ve müteakipte tercümesi mevcut bulunan bütün bu rivayet
(yine bk. varak 37, 14 ve müteakip kezalik F(ransiscus) a M(esgnien)
M(eninski)'nin Anatome Secundi Monstrosi partus, aynı yerde, Viyana 1671,
s. 9) Aşık Paşazade Tarihi s. 77'de yoktur. Burada sadece Timur'un, Yezid'in
kabrini keşfedip kazdırdığı hikâye olunuyor.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
35
Bu esnada, yani XV. asır dönümüne doğru Osmanlı ilinde de
İran'dan gelen dinî bir cereyan gittikçe nafiz ve tehditkâr bir hal ve
şekil gösteriyor. Erdebil'de sûfiye mezhebi33 burada XIV. asrın ilk
çeyreğinde Safiyüddin isminde büyük bir sufî şeyhi vardı ki silsilesini
Ali'ye kadar ulaştırıyor ve 12 Eylül 1334'de ermişlerden biri olarak
fenâ dünyasından irtihal etmiş bulunuyordu. Kendisinin evlat ve
ahfadı bu takva ve murakabe seccadesine oturmuş ve ruhaniyetlerinin
şöhreti Bursa'ya sultanın sarayına kadar varmış, hatta her sene
Erdebil'e zengin hediyeler ve dolgun keseler gönderilmişti.34
Bu cihet bütün Osmanlı tarihçilerince, endişesizce, adeta memnuniyetle
açıklanmaktadır. Osmanlı hükümdarlarınca bu bağışların
gönderilmesi o kadar muntazam oluyordu ki bir defa gönderilenlerin
arkası kesilince Şeyh Cüneyd bu konuda Bursa'ya şikâyet bile etti.
Bilhassa bu adamın siyaseten ammeye muzır fiilleri ve hareketleri her
halde saltanat merkezinde daha o zaman anlaşılmış olmalıdır. Ger-
çekten de bu girift hareketleri sonuçta kendisini Karakoyun hükümdarı
Uzun Hasan nezdine ilticaya mecbur etti.35 Orada yalnız bir misafir
gibi kabule değil, aynı zamanda Uzun Hasan'ın Trabzonlu Hıristiyan
prenslerinden biri olan Katerina ile izdivaçlarından doğan kızı
Hadice Begüm’ün dest-i izdivacına da nail oldu. Fakat Cüneyd'in
nail olamadığı şey, ki kendisinin dervişlik esası üzerine teşkil edilmiş36
ve kendilerine mahsus (tıpkı Bektaşîlerinkine benzeyen, ancak

33 Bunun için daha ayrıntılı olarak bakınız: Şeyh Bedreddin, 75 ve müteakip
sayfalar ve burada kaydedilmiş olan Avrupa ve İslâm eserleri ve Marino
Sanuto'nun Safevîlerin ilk tarihi hakkında verdiği haberleri Browne adına
çıkarılan özel sayı (Cambridge, 1922, s. 28-50) 'da bir makale halinde toplayıp
neşrettim. İran kaynakları henüz keşfedilmemiş haldedir ve Safevîlerin -
ki bu tabirden maksadım, doğrudan doğruya bu derviş tarikatı olup (Revue
de Mond Musulman, c. 51-52'de, Paris 1921, s. 97, no. 58'de yanlış olarak
kabul edildiği gibi hükümdar hanedanı değildir). İlk tarihi henüz tamamen
karanlık içindedir.
34 bk. Aşık Paşazade Tarihi, İstanbul 1334, s. 264.
35 Uzun Hasan hakkında bk. Şeyh Bedreddin, s. 88. İslâm dini tarihindeki
kendisine has mevkii henüz iyice aydınlatılmaya ve izaha muhtaçtır.
36 Sanuto'nun rûznâmelerinin 4. cildinde, 500. varağında yazılı bir rivayetinden
açıkça anlaşılmaktadır. Orada bir mana ifade etmeyen 'Komediruisi”
 PROF. DR. MEHMET KANAR
36
kırmızı renkte) serpuşlarla (ki kızılbaşlar bu !) techiz olunmuş maiyyeti
güruhunu bir hükümet halinde kurarak birleştirmekti. On beş
yaşında torunu olan ve Safeviye tahtının kurucusu Şah İsmail'e37
hayret uyandırıcı bir şekilde müyesser oldu.
Bu delikanlıya bir hamlede binlerce, yüz binlerce insanların kalbini
cezbeden, kendisine kısa bir zamanda sağlam temelli bir devlet
kurma kudreti veren şeyin ne olduğu bugüne kadar bir muamma
kalmıştır. Osmanlı başkentinde o zaman Batının bile varlığından haber
aldığı bu yeni mezhebin yayılması korkuyla izleniyordu. O zamanki
İtalyan tezkirelerini (relansiyoneler), fakat hepsinden önce
Marino Sanuto’nun rûznâmeleri (diyarolar) yeni peygamber hakkında
birçok mucizemsi masallarla doludur. Bunlara göre İsmail'in nazarında
para ve mevkiin hiç kıymeti yoktu. Her şey kayıtsız şartsız
yeni dine bağlılık ve teslimiyetten ibaretti.
Bu delikanlı için hiçbir ulufe olmaksızın, siperlik zırh giyinmeksizin
askerlik yapılıyor ve kendisi için coşku ve şevk ile ölüme atılını-
yordu.38 Bazı dinî hükümler, ezcümle rivayete göre domuz eti yenilmesinin
helal sayılması, şarap içme yasağının kaldırılması gibi şeyler,
yeni mezhebin mabudu olan Ali tarafından bu gibi sınırlandırmaların
icrasının imkânsız olacağı esasına dayanılarak çıkartılmıştı. Ne yazık
ki Safevîlerin daha başka akidevî fikir ve görüşlerine ait hemen hiçbir
şey bilmiyoruz. Batı rivayetlerinin çok defa eksik ve abartılı olarak
verdikleri malumattan alabileceğimiz fikre göre bunun esası her halde
kadim İran ve aynı zamanda şüphesiz Hıristiyan akide ve âdetlerinin
son derece dikkate değer bir alaşımı olması gerekiyor. Özellikle
İsmail'in nezdinde Türklerin tamamiyle hilafına olarak Hıristiyanlara

yerine “ Ko me diruisi” yani “dirvisi” “dervişler gibi “ demek olacaktır. Bunun
için Londra'da Hindistan nezaretinde “Erdebil'deki ruhanî hükümetin
menşeine dair olan 536 numaralı yazmaya bakınız. (H. Ethe, Hindistan Nezareti
Kütüphanesindeki Farsça Yazmalar Kataloğu, Oxford, 3.19, s. 213).
37 bk. Şeyh Bedreddin, s. 85-86.
38 Şah İsmail'in her tarafta ne büyük bir şevk ve heyecanla kabul olduğuna
dair gerçekçi tarihçi Âlî'nin Viyana'daki Târih-i Âl-i Osman yazması,
O.H. 20 A (Flügel 241, 1022) 193. varakta bu yeni hâkimiyetin ruhuna ilişkin,
okunacak mülahazatla birlikte garip görüşler ihtiva etmektedir.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
37
karşı görülen hoşgörü dikkat çekicidir. Büyük ataları olan Uzun Hasan'ın39
bir Hıristiyan ile evlenmesi ve Hıristiyanlıkla siyaseten birlik
kurması keyfiyeti, Hıristiyanî fikirlerin bu hususta ne derece bir rol
oynadıkları meselesinin tetkik ve müzakeresinde asla gözden uzak
tutmamalıdır.
Sonuç olarak, az zaman içinde yeni mezhep Anadolu'da sağlıksız
bir şekilde yayıldı. O zamanki bir Venediklinin beyanına göre, bütün
ahalinin dörtte üçü bu genç peygamber ve dinine taraftarlıklarını ilan
etmişlerdi.40 Bilhassa yarımadanın güneybatısında, Karaman'ın alt
taraflarında, Teke ve Hamid illerinde tamamen Safevî kesilmişlerdi.
Aslında oralarda çoktan beri zemin hazırlanmıştı. Daha Sadreddin
ismindeki Safiyüddin'in oğlu burada etrafında coşkulu bir cemaat
oluşturmuş ve nakle göre daha o zamanlardan beri oralar halkı İranlı
şeyhlere kapılmıştı. Timur, aynı şekilde kuvvetle vurgulanması gerektiği
gibi, ordusuyla geçerken buraları esirgemişti.41 Bu havali ile
Erdebil arasında maddî ve fikrî sıkı bir ulaşım mevcut bulunuyor ve
buraya İsmail'in düşmanlarına karşı olan mücadelelerinde kendisine
yardım için alay alay her taraftan göç ediyordu. Böyle bütün bir kı-
sım memleketin çok uzakta ve bir kenarda bulunan pîrlerinin mezhebine
karşı bu sökülmez bağ bir gece içerisinde meydana gelmiş
olamazdı. Aslında bu Anadolu'nun yalnız güneybatı taraflarına özgü
olmayan uzun bir propaganda mahsul ve neticesiydi.
1415-1416'da Aydın'da zuhur edip bir anda Rumeli topraklarında
da hayli taraftar bulan Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin'in
ayaklanması, Bedreddin'in beslediği akidevî fikirlerine nazaran, mutlaka
Osmanlı tahtının yok oluşunu hazırlayacak görünen o tehlikeli

39 Uzun Hasan'ın bilhassa Venedik'le olan diplomasi münasebetleri malum
olup, tezkirelerde yer almaktadır. Bk. Hakliyot cemiyeti neşriyatında
kolayca ulaşılabilir bir hale getirilen Zeno ve Giosafat Barbaro kardeşlerin
seyahat tasvirleri.
40 bk. Nikolaus Yorg, Osmanlı Devleti Tarihi (Almanca), c. 2, s. 327'deki not
ki burada 8 Nisan 1514 tarihli rapor, kaynağı zikredilmeksizin yer almaktadır.
41 bk. Şeyh Bedreddin, s. 86 ve yine yukarda s. 201 not 2'de zikredilen Safiyüddin
ve evladına ait Timur'un vakıfnamesi.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
38
vukuat sırasına dahil olduğu gibi, muhakkak bir surette sabit olduğu
üzere, Safevîlerin dinî ve siyasî emelleriyle de fikren bağlantılı bulunur.
Vaktiyle Konya Acem manevî hayatının ve edebî faaliyet ve giri-
şimlerinin merkezi olduğu gibi, Osmanlı hâkimiyeti zamanında da
Bursa, daha sonra Edirne, hatta İstanbul İranlı şeyh ve şairler için bir
toplanma yeri olmuştu. Osmanlılarda şiir ve genellikle kompozisyon
şevk ve ateşi İran örneklerinden ışık ve hararet almaktaydı. Manzum
olarak, o zamanlardan elimize geçen eserlerin hemen hepsi doğrudan
doğruya Farsça asılların bir taklidi olup, zatî ve yerli olarak hiçbir
muhteva arz etmemektedir. O zamanki Osmanlı şairlerinin kafiye
düşkünlüklerinin bize gösterdiği şey baştanbaşa Acem ruhu ve Acem
tasavvurlarıyla dolu oyuncaklardır. Kaba dili dediğimiz yetersiz
Türkçe bu şairane edaların fikrî ağırlık ve azametine asla uygun gelemezdi.
Hatta büsbütün değilse bile, yeni fikir ve duygu ötesi hayallerin
ifadesi için de Farsçanın yardımına başvuruluyordu. Bu suretle
Farsça Osmanlı lisanını dağılmaya uğratmış ve gitgide Arapça ile
birlikte ancak son zamanlarda başarılı tasfiyecilik faaliyet ve gayretlerine
maruz kalmış olan garip bir halita vücuda getirmiştir.
Bununla birlikte asıl halk kitlesi hiçbir zaman böyle bir nazım lisanının
acayip fikir ve tasavvur âlemiyle kaynaşmıyor, buna karşın
Hacı Bektaş halifelerinden biri olan Yunus Emre gibi âşık kalender
dervişlerin ağzından coşan sade dinî türküler, ilahilerden42 heyecan
duyuyorlardı. Bu ilahiler dervişler vasıtasıyla her yere nakledilip
yayılıyor ve böylece nesilden nesile tevarüs ediyordu. Ahalinin şer'î
ihtiyaçlarını da Türkmen hocalardan müteşekkil safdil bir sınıf temin
ve ifa ediyordu.
İslâmiyet daha o vakit de Kutadgu Bilig’in (ki bunda esas nüveyi
bir Türk-Çin tasavvurlar âlemi teşkil etmektedir) telifi zamanında
olduğu gibi, her türlü katı hükümlerden uzakta, sırf sathî bir mahiyetteydi.
Eski inanç gelenekleri değişik şekillerle yaşamaya devam
ediyor ve dinin talimatı ne kadar sade ve halka uygun bir tarzda va'z

42 İlahiler hakkında bir tetkik en acil ve mübrem incelemelerden biridir.
Ben Almanya'da bulunan bazı yazmaları Şeyh Bedreddin, s. 18, not 2'de
toplamıştım.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
39
ve neşrediliyorsa Anadolu halkının geniş kitlesi de o kadar muhabbet
ve şataretle bunlara ilgi gösteriyor ve intisap ediyordu. Bu bakımdan
Şah İsmail dininin çabucak memlekette hâkim kesilmesi ve biraz
dengesini kaybetmiş ve sufiyane fikirlere kapılmış olduğundan kendisine
velî namı verilmiş olan Sultan Bayezid-i Sânî’nin nihayet rüyasından
uyanması garip karşılanamazdı. Adı geçen, kendi döneminin
ilk senelerinde (1492) meczup bir derviş tarafından kendisine karşı
icra edilmiş43 suikast Doğudan gelen tehlikeye karşı teyakkuz ve basirette
bulunması için her halde ilk ihtar işareti olmuş olsa gerektir.
Bunun üzerine “Acem Peygamber”in mensubiyetini, bilhassa bunların
şeyhlerini binlerce nüfus halinde harekete getirdi ve Asya tarafındaki
vilayetlerden Avrupa tarafındaki Rumeli, Yunanistan, Sırbistan,
Arnavutluk gibi toprakların ücra köylerine naklettirdi.44 Fakat burada
da bu sürgünler daha büyük bir mukavemet ve inatçılıkla yeni cemaatler
oluşturmuşlardır. Öyle cemaatler ki bugüne kadar izleri takip
edilebilmektedir.
Ancak Bayezid'in oğlu Selim, kendisinin Yavuz lakabını medyun
olduğu, bütün şiddetini uygulamak suretiyle bu afetin bir dereceye
kadar önünü almaya muvaffak olmuştur. Gerçekten de tarihçilerin
ittifakla haber verdiklerine göre, memlekette 40 000 den fazla Şiî doğ-
ratmış ve zararsız bir hale getirmiştir.45 Bu kesin bir başarı oldu. Çünkü
o vakitten beri Anadolu'da Acem fitnecilerinin iğfalkâr davetlerinin
ardı kesilmiş ve hiç kimse kendisinin alenen bu zındık dinine
intisabını ilana cüret edememiştir. Buna karşın daha ziyade gayretle
gizliden propagandacılık devam etmiş ve bu küçük mezhebin baskı
altındaki mensuplarını ücra derelere, tenha dağlara çekmişlerdir.
Bunların önemsiz kalıntıları Kızılbaş ve Tahtacılar adı altında zamanımıza
kadar sürüklenmiş olup, bunların muammâî menşeleri
Avrupa araştırma âlemini epeyce zaman uğraştırmıştır. Bulgaris-

43 bk. Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Almanca tab'ı, c. 2, s. 302.
44 bk. Şeyh Bedreddin, s. 90 ve devamı.
45 bk. Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 2, Peşte 1828, s. 628. Burada 40
000 tabiî “sayısız, binlerce” mukabili takribî bir adettir.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
40
tan’da46 bile tesadüf olunan Kızılbaşların Safeviye mensuplarının
hakikî kalıntıları olduğu meselesi artık devam edemez. Bu mülahazanın
tenkidi sırasında özellikle ibret verici bir ifadeyi nakledeceğim
ki o da, keyfiyetin aslına katiyyen vakıf olmaksızın, şu yolda rivayette
bulunan bir Avusturya-Macar Antalya47 viskonsolosuna aittir. Gö-
çebe olmayan yerli halktan başka sancak dahilinde yani bu İsmail'in
zuhurundan çok evvel Şiîliğin bir kalesi olan Teke sancağında Yörük
adıyla daha binlerce göçebe vardır. Bunlar hayvan yetiştirirler veya
deve sürücülüğü ederler yahut kereste işlerler ki “Tahtacılar bunlardır
ve adeta hükümetin nüfuzu dairesinden hariç yaşarlar. Yakın
zamanlara kadar gelenek olarak İran teb'ası sayılıyorlardı ve hükü-
met de bunu zımnen kabul ediyordu. Ancak son zamanda bu düzensizlik
giderilmiştir.
Malum olduğu üzere, kızılbaşlara “çepni” yahut “çetni”
48 dahi denilir.
Bunlar bilhassa Trabzon havalisinde bulunmakta olup, esasen
daha XV. asırda “çapnide” adıyla Bizans tarihçisi Laonikos Chalkokondyles
tarafından şahit gösterilmiş olsalar gerektir.49 Hâlbuki Hacı

46 Bunun için bk. C. J. Jireçek, Bulgaristan prensliği, Viyana 1891, s. 141
(Almanca) ve yine Şeyh Bedreddin, s. 106, lahika, bk. Carl Peez, Hıristiyan
Türkler mi yoksa Türk Hıristiyanları mı? Doğu Bulgaristan'a ait bir tetkik
(Almanca), Şarka Ait Avusturya Aylık Mecmuası, Viyana 1894, s. 80-91.
47 bk. Tibor Pözel v. Viranyos, Şarka Ait Avusturya Aylık Mecmuası, yıl 41,
Viyana 1915, s. 306. Bunun için bk. Vital Cuinet, Osmanlı Asyası, c. 1, s. 855.
Bunda Tahtacıların 1887'ye kadar askerlik etmedikleri kayıtlıdır.
48 bk. Mordtmann'ın “Ön Asya ve bugünkü Türkiye'ye Dair” dört konferansında
“Bugünkü Türkiye”ye, Berlin 1917, s. 101, notlar ve Human, Coğ-
rafya Cemiyeti Müzakeratı, c. 7, Berlin 1880, s. 248 ve devamı; ve yine Kannenberg,
Globus, yıl 68, 1895, s. 62.
49 Bonn tab'ı, Chalkokondyles'de her ikisine ait fıkralar vardır. 1843, s. 65
6 ve s. 496,12. Burada kısmen bulundukları sahanın hududu da
gösterilmiştir. Kohis tarafından Amastris şehrine kadar olan havaliyi iskan
ve işgal etmektedirler (Rumca metin). Şu halde bunların XV. asırdaki
Amastris yani bugünkü Amasra'ya kadar (bk. K.Ritter, Anadolu, 1.cilt, Berlin
1859, s. 768. ve yine Von Diest, Pettermann Bülteni ilaveleri, sayı 94, Gotha
1889, s. 68 ve devamı. Bir de harita 2 ki bu her halde pek batıda yer alır)
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
41
Halife’nin Cihannüma’sında bilhassa bu hususta Trabzon'un tasviri
sırasında çok mühim bir ibare vardır: “Trabzon'un batı ve güneyine
Cibal Çinî derler. Bunda Türk taifesi sâkin olur. Laz taifesiyle müşterektir.
Lisanları Türk ve Acem ve Şah-ı Acem'i mabud itikad edip râfızîlerdendir”.50
Eğer basmadaki çinî kelimesini Çepni’ye dönüştürerek çetni ile
bu tabirde, zikrettiğimiz çepni veya çetnileri görmek istersek yanılmış
olmayız zannederim. Zira burada “Tesan”lar söz konusu olamaz.
Aslında kızılbaşlar, bilhassa buralarda, ezcümle Kastamonu taraflarında
da yoğunlukla bulunmakta ve birçok seyyah tarafından nitekim
son zamanlarda ilk defa Richard Leonhard51 tarafından şahit gösterilmektedir.


uzanması gerekiyor. Diğer noktalarda Hacı Halife'nin verdiği malumat ile
tamamen uzlaşmaktadır.
50 bk. Hammer, Viyana Salnameleri, c. 114, Viyana 1846, s. 99 ki burada
düşünmeden Çinî diye alıyor. Ve yine M.Vivien de St. Martin'in “Anadolu'nun
tarihî ve coğrafî tasviri” isimli fransızca eserinin 2. cildinde Cihannüma'nın
Armen tarafından yapılmış olan tercümesinde (Paris 1852)
öyledir. s. 656. Mamafih de St. Martin eserinin 2. cildinde 13. asrın sonundan
1846 senesine kadar Anadolu'ya ait seyahatnameleri gayet kıymetli bir
surette toplamıştır.
51 Bu zatın eserine bakınız. Paphlagonya, Kuzey Anadolu'da Seyahat ve
Tetkikler, Berlin 1915 (Almanca), s. 359 ve devamı. Burada ele alınan kızılbaşların
Galaç kavmi bekayası olmak üzere telakkisi fikrini kabul edemem.
İnkâr edilemez bir surette Hind-Cermenî tipi gösteren cismanî hususiyetleri
rahatlıkla kabul edilebilir. Keyfiyet şüphesiz Acemlerin hicret ve iskânlarından
veyahut İranlı muhacirlerin veya göçebelerin (yörüklerin) yerli ahali ile
karışmış olmalarından ibarettir. Hatta İranlı yani Selçukî kanı, daha Bizanslı-
lar zamanında Makedonya'ya geçmiştir. Nitekim Kodinus Koropalata'nın
kendilerinden bahsettiği Vardarlılar bunu ispat eder. “Vezaif” Yunanca metin,
Bonn 1829, 3.37,18 38,8 (ki burada Angoroton denilen hususî bir nevî
serpuş söz konusudur!) 57, 13. Anadolu'nun İslâmiyet devrinde ise dinî sebeplerle
vaki olan göçlerde bu gibi bir takım hususî hadiselerin doğru telakki
edilebilmesi için azamî dikkatle nazara alınmak gerekir. Bk. Şeyh Bedreddin,
s. 24, notlar, bk. Cravfort, Kapadokya Kızılbaşları (bektaşileri) arasında
yaşayan itikad ve âdetler, Büyük Britanya Antropoloji Müessesesi Dergisi, c. 30,
Londra 1900, s. 305-320 (İngilizce). Weight, “Şiî Türkler”, Victoria Müessesesi
 PROF. DR. MEHMET KANAR
42
“Her kim okur fârisî, gider dinin yarısı” yolunda eski bir Osmanlı
atasözü vardır. Fakat bu zındıklara karşı olan bütün hışmıyla beraber
Birinci Selim Fars dilinde şiirler yazmaktan geri kalmamıştır. Kendisi
tamamen İran maneviyetinin dairesi içindeydi. Nasıl ki bir dergâhta
terbiye görmüş olan Fatih Sultan Mehmed de52 sarahaten Alevî dervişliği
ve Aliperestliği tercih eden Bayramî şeyhi Akşemseddin’i bü-
tün önemli devlet işlerinde müsteşar edinmişti53, tıpkı tasavvufa olan
alaka ve irtibatını yukarıda söylediğimiz İkinci Beyazıt gibi, Selim'in
de mübarek şeyhlerin türbelerine karşı garip bir hulûs ve saygısı
vardı. Mısır seferine giderken Şam'daki büyük zındık54 Muhyiddin
İbni Arabî’nin merkadi huzurunda azîm bir huşû ve tekrim55 izhar
etmiştir. Sufîliğe olan bağı ise en ziyade hemen tamamen sufiyane
fikirlerle dolu olan Farsça Divan'ından56 tezahür etmektedir. İstanbul
başkentinde o zaman Doğu İran âlim ve mimarları kaynaşmaktaydı.57
Bunun için sadece Çinili Köşk dedikleri muhteşem eser hatıra getirilmelidir.
Resmî lisan bilhassa Farsçaydı ve bu Acem medeniyeti

Müzakeratı Dergisi, c. 40, Londra 1908, s. 325-339 (İngilizce). Ve yine aynı
müellif, ingilizce “Muasır Mecmua”, c. 104, 1913, s. 690-698.
52 İkinci Mehmet’in terbiyesi hakkında ezcümle Chalkokondyles, II/352,
rivayet ediyor ki “Ruhanîlerle ve bunlar arasında Nâzırîlerle bulunurdu”.
Yunanca metin, 544/15'deki fıkraya göre öğretmeni bir Acem, belki de Hızır
Bey'di ki bunun öğrencisi Hayreddin Şeyh Cüneyd-i Erdebilî'nin hocasıydı.
Hayreddin 883/1478'de vefat etmiş olup İstanbul'da Unkapanı kapısında
medfundur. Chalkokondyles'in zikrettiği Nâzırîler hakkında bk. s. 352/15, ve
yine 133/15 ve devamı. Zihidler ve bunlar arasında nazırîler (Nezir bk. Turan'daki
nezirim: Nasıralılar).
53 Akşemseddin hakkında Evliya'nın verdiği mühim malumata bakınız. c.
1, s. 336 ve devamı.
54 Tercümana zeval olmaz hükmünce müellifin ifadesi aynen nakledilmiş-
tir (mütercim).
55 Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Almancı tab'ı, II/516. Selim yeni bir
türbe yaptırmıştır.
56 Buna dair bk. P. Horn, Alman Müsteşrik Cemiyeti Mecmuası, c. 60, 1906, s.
97 ve devamı. Divan P. Horn tarafından imparator İkinci Wilhelm emriyle
tab' ve 1904 senesinde Sultan Abdülhamid'e hediye edilmiştir.
57 İstanbul'daki dervişler hakkında bk. Evliya Çelebi, Seyahatname, c. 1, s.
500 ve devamı. Gelibolulu Surûrî o zaman Farsça bilenlerin en birincisiydi.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
43
taraftarlığı fikir ve hissiyatta gülünç taşkınlıklarla kendini gösteriyordu.
Bunu İkinci Mehmet zamanına ait bir vaka bariz bir surette
ispat etmektedir.
Şair Lâlî kendisini satabilmek için Acem görünmüş ve az zamanda
sultanın yakınları arasına girmeye nail olmuştu. Kendisinin gerçek
doğum yeri Tokat olduğu haber alınır alınmaz saray mensupları arasından
olanca sertlik ve rezaletle defedilmişti. Bunun üzerine intikam
maksadıyla acı bir hicviye yazmıştır ki bunun Hammer tarafından
yapılmış olan Almanca tercümesini burada aynen nakilden kendimi
alamıyorum. (Latîfî Tezrikesi’nin 290. sayfasında kayıtlı olan bu şiirin
aslını kaydediyoruz):
Gevhere kıymet olmaya kânda
Dürr bahâsın bula mı ummanda
Söylenir nükte vü meseldir bu
K'olur elbet çerağ dibi karanu
Eğer âdemde marifetse murad
Ne fazilet verirmiş ana bilâd
Taştan sâdır oldu gerçi güher
Muteberdir velî niteki hüner
Rûmda külehlenmesin mi Acem
Oldu bu izzet ile çün ekrem
Acemin her biri ki Rûm'a gelir
Ya vezaret ya sancak umagelir.
58

58 Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Almanca tab'ı, II/589 ve yine Gibb,
Osmanlı Şiir ve Nazım Tarihi, II/367 (İngilizce).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
44
Selim 1514'de Şiî takibatından sonra Mısır seferine hazırlandığı
zaman 1516'da durum böyleydi. Bu tarihî andan itibaren hilafetin
saltanata ilhakı üzerine durumda baştanbaşa bir değişim meydana
geldi. Artık Acem-Şiî nüfuz ve tesiri, hiç olmazsa devlet ve saray hayatında
gittikçe gerilemiş, nihayet yerini tamamen Arap-Sünnîliğe
terketmiştir. Bununla beraber, dinî meslek erbabı hatta hocalar kısmı,
son asırlara kadar bile bu rafızî fikirlerden tamamen kurtulamamış ve
o vakitten beri Anadolu'da derviş ve zındıklar tarafından körüklenen
ve inkâr edilemez bir şekilde Alevîlik sebep ve emelleri altında tekrar
tekrar gerçekleşen ayaklanmalar -ki ilk defa 1605'de ihtiyar sadrazam
Kuyucu Murad Paşa59 tarafından bastırılmış olup bu münasebetle
tarihçi Naîmâ tarafından kendisine Seyfüddevle ve Muhyi-s'saltana
ünvanları bahşedilmiştir. Daha o zamanlar bile muhaliflerin Acem
mezhebi yani Alevîlik davasının nihâî zaferi hakkındaki ümitlerinden
vazgeçmemiş olduklarını göstermektedir. Osmanlı tarih yazarları
halkı devlet ve halife aleyhine tahrike çalışarak Sünnîlik aleyhindeki
fikirlerini ahali arasında yaymaya savaşan bir alay zındık şeyhlerinden
bahsetmektedir. Bu tasavvuf ricalinin büyük Osmanlı allamesi
Hacı Halife (1609-1657) zamanında bile memlekette ne kadar büyük
tesiri olduğu ve hâceler kısmını nasıl birbirine diş bileyen iki muhasım
fırkaya ayırdığını bu zatın İstanbul'da üç defa basılmış olan ve

59 Tarsus civarında Karaisalı aşiretine mensup Veli Halife b. Mustafa isminde
birinin 932/1525 senesinde Acem şahı Şah Serahseran tarafından bir
tahrik neticesinde çıkarmış bir ayaklanma hakkında Peçevî I/120 devamında
bilgi vermektedir. Yine orada kökenlerinin Şiî olduğu katiyyen şüphe edilemeyecek
daha bir takım isyanlardan bahsediliyor. Bunun için bk. Hammer,
Osmanlı Devleti Tarihi, (almanca/, III/67 ve devamı. Ve yine Şeyh Bedreddin,
s. 14, 3. not Karaçelebizade, Ravzatül-ebrâr'ında, Viyana yazmalar,
H.O.13'de 366-367. varaklarda “kadınlarda iştirak” usulünü ihdas etmek
isteyen on beş bid'atçinin garip teşebbüslerine dair bilgi vermektedir. Bulak
tab'ı, 538 Ve yine Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, IV/507'ye bakınız. Tahrikçiler
1028/1619'da Çeşmî Mehmed Efendi fetvası üzerine müthiş işkencelerle
idam edilmişlerdir.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
45
her halde tercümeye layık olan Mîzânü’l-hak fî ihtiyari’l-ehak ismindeki
eseri pek hoş bir tarzda anlatıyor.60
Dervişlik zamanın geçmesiyle asıl anlam ve önemini kaybetmiş ve
hiç olmazsa siyaseten önemsiz bir teşkilat menzilesine inmiştir. Kelimât-ı
cefriye ünvanlı muzlim ve dine muzır pendnameleriyle birkaç
defa sürgüne gönderilmiş olan Niyâzî61 bir zamanki sufî hâkimiyetinin
en son kuvvetli temsilcisidir. Aynı şekilde, soyunu Şeyh Safiyüddin
Erdebilî'ye ulaştıran Şeyh Hüdâî de (vefatı 1628) görünüşe göre
ancak meşhur muvahhidane ilahîlerini meydana getirmek suretiyle
ve garip maneviyeti, meczubane tavır ve hareketiyle kendisini sünnet
ve şeriat ehlinin ciddî takibatından koruyabilmiştir.62 Zira meczup
veya abdal ve delilerin Hakk'ın nefsine tutulmuş olmasına mebni,
arzî kuvvetlerin fevkinde bir kudrete mazhar oldukları yolunda halkta
en kadim zamanlardan kalma bir itikat vardı. Bir vakit Moğollar
tarafından Haleb'in zaptı esnasında (25 Kânun-i sanî 1260) oradaki
Yahudi havraları yanında bulunan sufî dergâhları haremgâh yani
mukaddes sığınma yeri telakki edilmiş olduğu gibi63, son asırlarda
mutasavvıf zahidlerin çilehaneleri böyle sağlam bir ilticagâh sayılıyor
ve çok kere siyasî caniler için sığınacak bir saçak oluyordu. Bilhassa

60 bk. Rieu, British Museum Türkçe Yazmalar Kataloğu, Londra 1887, s.
254 Ve yine Flügel, Viyana Saray Kütüphanesi, Arapça, Farsça ve Türkçe
Yazmalar Kataloğu, c. 2, s. 767. İstanbul'da üç baskısını biliyorum 1281, 1286
ve 1306 tarihliler. Sonuncusu Ebuzziya Külliyatı, 71. sayıdır.
61 Niyâzî hakkında bk. Hammer, Osmanlı Tarihi, c. 3, s. 587-594 Viyana
Kataloğu, c. 3 Niyâzî'nin Limni'deki hapis hücresi de bir harem olmuştu.
62 İslâm Ansiklopedisi'nde ne yazık ki yer almayan Hüdâî adıyla maruf
Şeyh Mahmud Üsküdârî hakkında bk. Hammer, Osmanlı Şiir ve Nazmı Tarihi,
c. 3, s. 192-202. (Almanca). Bu zat 1628'de vefat etmiş, hücresi önünde
defnedilmiştir. bk. Hacı Halife, Fezleke, II/113 Sicill-i Osmânî, IV/318 Gibb,
Osmanlı Şiir ve Nazmı Tarihi, III/219 Mehmed Rauf, Mir'ât-ı İstanbul, İstanbul
1314, s. 179. Bunda bir tarih varsa da, katiyyen örtüşmüyor. İlahîleri ile külliyatı
Viyana'da 700 no'lu yazmada mevcuttur. (Flügel, Fihrist, I/652). Orada
245'den 246. varaka kadar Hüdâî'nin soyağacı münderic olup, pîrleri arasında
Şeyh Safiyüddin Erdebîlî, Şeyh Sadreddin Erdebilî, ve yine Koca Ali-i
Erdebilî gibi en eski safevîler zikredilmektedir.
63 bk. L.Cahun, Asya Tarihine Medhal, s. 424 yukarısı.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
46
Hüdâî’nin dergâhı hakkında rivayet olunur ki burası senelerce sadrazam
Halil Paşa’yı takipçilerinden korumuştu.64
Böylece “muhtelif yönlerden tevil olunabilen mezhepler ve aynı
zamanda hoşgörülü meşrepleri ile geniş bir vicdanın ılık seması altında
kayıtsızca taşıp büyüyen” sufîlikle (Hammer, Osmanlı Devleti
Tarihi, IV/608), “Dervişlerin zahirî ibadet şekillerindeki taşkınlıkları
havsalası dar bir tefsir makasıyla uluorta kırpan” kaba ehl-i sünnet ve
cemaat taraftarlığı arasında büyük bir zıtlık meydana gelmiştir.
Mamafih halk yine en kadim geleneklerine uyarak mübarek sayı-
lan şeyhlerin65 talimat ve irşadatına daha çok rağbet etmekteydi. Osmanlı
ravilerinin net şahadetlerine göre bütün bu zındıkların ne kadar
büyük bir nüfuz ve rağbete nail oldukları, daha bugün bile sırf
şeriat dairesinde bir dinin halk tabakasına ne kadar az tesir ve hulul
etmiş olduğu keyfiyetiyle sübut bulmaktadır. Hakikaten Anadolu
daima sayısız bir takım dinî cemaatlere bölünmüş bir ülke olarak
kalmıştır.
Binaenaleyh burada en geniş manasıyla dinî tetkikler için son derece
engin bir meydan açılıyor. Şimdiye kadar buna dair hiçbir şey
yapılmamıştır. Ben şimdi aşağıdaki satırlarda İslâmiyetin bu yolda
nasıl bir istikamet dahilinde çalışacağını kısaca ele alma teşebbüsünde
bulunacaksam da karşımızda açıklığa kavuşan kâhir bir miktarda
mesele ve vazifeler dolayısıyla bunların içinden ancak münferid ve
cüz'î bazı noktalarını meydana çıkarabileceğim. Buraya kadarki anlattıklarımızdan
anlaşıldığı üzere burada ilmin dercinin ilk ilgilene-

64 bk. Hammer, Osmanlı Şiir ve Nazmı Tarihi, III/193 Osmanlı Devleti Tarihi,
V/572.
65 Viyana'da O.S. H.126'de (Flügel, II/396) mevcut şeyhinin bir yazmasında
267. varakta 17. asrın Nakşibendiye, Satvetiye, Bayramiye, Mevleviye,
Celvetiye, Gülşeniye, Kadiriye, Nurbahşiye, Rufaiye, Zeyniye şeyhlerine ait
şimdiye kadar istifade edilmemiş kıymetli bir isimler fihristi mevcuttur.
Etraflı bir Osmanlı Tarikatları Tarihi henüz müellifini beklemektedir.
Browne'un “Dervişler” başlıklı (Londra 1869) (ingilizce) eseri tamamen de-
ğiştirilip yeniden tertip ve telfik olunmalıdır.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
47
ceği şey Anadolu halk dinidir.66 Tarihî bir inkişaf silsilesinden meydana
gelmiş ve türlü temasların tesirine maruz kalmış bir inançlar
manzumesi gibi, tabiî İslâmiyet de kıvamını bulması esnasında en
önceki aslî mefhumun iç yapılanmasından mütevellid saf bir mahsul
olarak kalmamıştır. Belki bize müteaddit bilhassa iki mühim tesirin
ortak bir sonucu olarak tebarüz etmektedir. Bunlardan evvelkisi kendisine
has temel fikirlerin tekamülü, sonrakisi de kendisinin istihaleye
uğratıp hüviyetine ilhak ettiği yeni bulunmuş en eski tasavvurların
tesiridir. Biz Anadolu'da İslâmiyetten bahsettiğimiz zaman
aşikârdır ki buradaki Muhammed dini, Müslüman camiasına dahil
memleketler havzasının hiçbir yerinde görülemeyecek derecede bir-
çok muhtelif tesirlere maruz kalmış ve hiçbir yerde din burada oldu-
ğu kadar binlerce yıllık sayısız bir takım itikat kalıntılarını alıp işlememiştir.
İslâmiyetin aslî nas ve akidelerinin hiçbir sahada evliyaperestlik
hususunda olduğu kadar geniş ölçüde saliklerinin ihtiyaçları-
na intibak etmemiş olduğunu temhid ve ispat meziyeti İslâmiyetin
kıdemli üstadı İgnaz Goldziher’e aittir. Gerçekten de mağlup ve ölmüş
dinler bakiyelerinin yine alttan alta canlı bir surette tevarüs edip
gitmelerini temin eden sütre bilhassa bu olmuştur. Ancak bu zat, evliyaperestliğe
en ziyade hayat kuvvetini ulaştıran67 şeyin bilhassa
“Ali menkıbesi” olduğunu, çünkü bunun bu bakiyelerin yaşamaya
devam etmesini ve İslâmiyete muhalif inanç unsurlarının tevil ve
tahrif edilmesini kolaylaştırmak için müsait bir çerçeve teşkil ettiğini
belirttiği zaman, bununla sadece her halde son derece dikkate değer

66 Rusyalı Gordlevskij bu mevzu ile etraflı bir şekilde uğraşmış ve bir dizi
makale neşretmiş olup bunlar hakkında Th. Menzel, Almanca İslâm mecmuası,
c. 4, s. 12 ve devamında malumat vermiştir. Aynı şekilde, bu babda
İgnaz Konuş'un da bir çok kıymetli tetkikleri vardır. Bunun için yine bakı-
nız: W. Pertsch, Türkçe Yazmalar, Berlin 1889, s. 345, ki burada o vakte de-
ğin neşredilmiş olan kitap ve makaleler toplanmıştır. Ve yine bk. Leopold
Grünfeld “Kaba Dilinde Anadolu Halk Türküleri”, Leipzig 1888, c. 8, s. 94.
Bir de Emile Carnoy ve Jean Nicolaides (vefatı 1893), Anadolu Halk An'aneleri,
Paris 1889, 16 (fransızca). Carnoy'un “İstanbul ve civarları halk an'aneleri“
ismindeki eseri de, Paris 1892, (fransızca) evvelkisi gibi gayri ilmîdir.
67 bk. Goldziher, Muhammedîlik Tetkikleri, Halle 1890, 2. kısım, s. 275 mü-
teakip. İslâmiyette evliyaperestlik (almanca).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
48
bir gerçeğe işaret etmiş, fakat daha derin noktalarına dokunmamıştır.
Ben burada dinler ve kavimler ruhiyatının bu pek çetin meselelerine
girişmeye kalkışmayacağım. Şu kadar var ki, din ve itikat meselelerinde
nassî talim ve tasavvurların aslî bir mahiyeti olmayıp, belki
büsbütün hususî bir hayatiyeti olduğu keyfiyetine dayanarak, hayatta
olan bir mürşidin mabud gibi tazim olunması halinin Şiîliğin68
imamperestlik hissiyat ve hareketleriyle pek kolayca telahuk edebileceğine
dikkat çekmek isterim. Farsça ve Türkçede mutasavvıf veya
sufî denilen şeyhlerin biyografilerinden bahseden, vilayetname veya
menakıbname dedikleri eserleri mütalaa eden her dikkatli okuyucu için
bu müşahede kendiliğinden hâsıl olur. Aliperestlik69 ise, doğrudan
doğruya sufîliğe intikal ettirir. Binaenaleyh dervişliğin Şiîlikle olan
dikkat çekici irtibat ve alakası kesinlikle tesadüfî olamaz.
İşte kökünü şüphesiz içeri Asya'dan almış olan bu dervişlik, Sel-
çuklular zamanından beri Anadolu'nun dinî hayatı için en manidar
bir farika olmuştur. Bununla birlikte ve bunun sayesinde Budi70, Mani,
Hıristiyan ve diğer dinlerin tasavvurları yarımadaya gelmişti. Burada
ise Bizans Hıristiyanlığı İslâmiyetle umutsuzca bir harbe tutuş-
muş, çarpışıyordu. Zarurî bir tarzda bu çeşit çeşit dinî manzumelerden
memleketin muhtelif kısımlarında her birinin dinî gelişimine
göre tabiî yarı bir hususiyet gösteren garip bir halita vücuda gelmiş-
tir. Onun için her şeyden evvel bir defa Anadolu'nun dinî haritasını

68 İsrail Friedlaender'in Almanca Asuriyat Mecmuası, Strasbourg 1909 ve
1910, 23. ve 24. ciltlerindeki “Şiîlik müessisi Abdullah bin Sebe ve bunun
yahudi menşei” ünvanlı makalesi (bilhassa 24. cildin 37. sayfasına bakınız)
ne kadar nafiz fikirler arzetse de, her halde esaslı bir tashihe maruz kalması
zarurîolduğu farzedilebilir.
69 Aliperestlik hakkında da esaslı bir tetkik mevcut değildir. İngilizHindli
misyoner Edward Sell'in ingilizce “Hıristiyan edebiyat cemiyeti”
mecmuası, 1910 Madras, s. 72'de münderic “Aliperestlik” makalesi, müellifin
pek şiddetli zahirperver bakış açısından sarfınazar, tamamen yetersizdir.
70 Budiliğin İslâmiyete olan tesiri hakkında bk. Goldziher'in Aleksandr
Çuma hatırasına konferanslar neşriyatından “Budiliğin İslâmiyete Tesiri”
ünvanlı macarca makalesi, Budapeşte 1903, s. 44. Budiliğin Acemistan ve
Türkiye'deki İslâmiyete dolaylı olarak tesiri ise şimdiye kadar kabul olunduğundan
çok kuvvetlidir.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
49
yapıp bunda, bugün mümkün olduğu kadar her mezhep ve tarikat
mıntıkalarını tayin ve işaret etmek ilmî tetkiklerin asıl görevi olmalı-
dır. İngiltere'deki Sir W. M. Ramsay böyle bir haritanın lüzumunu
daha 1892'de Londra’da Müsteşrikler Kongresinde tasrih etmişti.71
Adı geçen kadim Küçük Asya ile birlikte Müslüman Anadolu'sunun
da tetkikiyle uğraşmış olan pek nadir zevattan olup, müteaddit makalelerinde
bu kıtanın dinî tarihi için bazı vesikalar toplamıştır.72
Anadolu'da her mübarek yerin bir türbe ile işaret ve tayin olunduğu73
yolunda kendisinin ifade ettiği şaşmaz dinî umdenin pek doğru tebeyyününü
adı geçene borçluyuz. Hâlbuki bu yarımada aynı zamanda
kıyas olunamayacak mübarek yerlerle, evvel zamandan kalma
çınarların gölgesine dayanmış veya selvilerin dibine sokulmuş zahid
şeyhlerin, babaların, dedelerin türbeleriyle dolu olup, yerli halk
maddî ve manevî her hangi bir sıkıntıya düçar olunca bunları ziyaretle
onlardan ruhuna kuvvet ve şifa diler.
Türk seyyahı Evliya Çelebi (1611-1680 seneleri) henüz kısmen
matbu olan Seyahatname'sinde bu mübarek makamları büyük bir aşk
ve dikkatle araştırmış ve tasvir etmiştir.74 Eseri dinî araştırmalar için

71 bk. WM. Ramsay, kendisinin yayımladığı “Roma imparatorluğu şark
vilayetleri sanat ve tarihine dair tetkikler”i, Aberdeen 1906, s. 289-290 (ingilizce).
Fakat bunun tarihi 1902 yerine 1892'dir. Aynı şekilde Anadolu'da
hususî bazı mahallere dinî saygının sürekli gösterilmesi keyfiyeti 1892'de
Londra'da toplanan Beynelmilel dokuzuncu müsteşrikler kongresi müzakereleri,
c. 3, s. 381-391 (ingilizce).
72 bk. “Anadolu'ya temellük için Müslümanlarla Hıristiyanların muharebesi”
ismindeki takriri “Roma imparatorluğunun doğu vilayetleri sanat ve
tarihine dair tedkikat” eserinde. Bir de benim Şeyh Bedreddin, s. 67 notlarında
isimlerini topladığım bu İngiliz alimine ait eserlere bakınız.
73 bk. Ramsay, yine orada, s. 275 ve 289.
74 Evliya Çelebi hakkında bk. H.Morgan'ın İslâm Ansiklopedisi 1. cildindeki
çok isabetli makalesi. Th. Menzel'in Grothe'nin “Ön Asya seferlerim” ünvanlı
eseri, c. 1, Leipzig 1911, s. 196-197'sindeki makalesi de çok güzel malumatı
içerir. Bu seyahatname ancak kısmen altı cilt olarak 1314-1318 (1896-1900)
senelerinde Necib Asım tarafından İkdam matbaasında tab ve neşredilmiş-
tir. Daha dört cilt kalıyor. Bütün eserin yazmaları Üsküdar'da Nakşî tekkesi
bahçesindeki Selimiye kütüphanesinde mevcut ve mahfuzdur. Bunlar
 PROF. DR. MEHMET KANAR
50
hakikî bir definedir. Tetkikatı sırasında ait olduğu evliyalar hakkındaki
tevatür ve gelenekleri, çok kere biraz akla sığmaz abartılarla
birlikte nakleder. İşte ilmî araştırma yapanlar buraya da dikkatlerini
çevirerek bu rivayetlere ve özellikle önceden zikrettiğim şu vilayetname
veya menakıbname dedikleri azizler biyografisine ait sayısız eserlere
dayanarak bir “Osmanlı evliyaları tarihi” malzemesi vücuda getirmelidir.
Bu hususta da henüz tamamıyla başlangıçta bulunmaktayız.
Gerçi Rus Türkiyatçılarından Wladimir Aleksandr Gordlevskij
epeyce zaman evvel bir Osmanlı ayografisi vaat etmiş75 ve elimizde
birkaç “evliya-menakıb” işlenmiş bir halde mevcut bulunmuş ise de,
buna ait Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde mevcut son derece
külliyetli yazma malzeme (Almanya’da birkaç adet kıymetli ve kısmen
tanınmamış nüshalar bulunabilir.76 Daha tamamiyle doğru bir

1155/1732 tarihlidir. (Bu kütüphanenin kataloğuna bakınız. İstanbul 1311, s.
31, no.458-462). Her halde bunun istinsah edilmiş bir sureti olmak üzere
ikinci bir yazma nüshası da Bâb-ı Âlî civarında Beşir Ağa kütüphanesinde
bulunmaktadır.
75 Bence tetkike değer görünen bazı menâkıbnameleri burada topluyorum:
Pertsch, Türkçe yazmalar, Gotha, s. 137, no.166: Menâkıb-ı Şeyh EbülVefa
(Her halde İstanbul'da Esad Efendi kütüphanesinde 2427 numarada
kayıtlı çok mühim ve kıymetli Menâkıb-ı Tâcül-ârifin'in aynı olacaktır (Tâcül-
ârifin, Muhammed'in lakabı olup, künyesi Ebül-Vefa'dır). Pertsch, Türkçe
yazmalar, Berlin, s. 53, no.1526 Menâkıb-ı Akşemseddin (Bu mühim şeyh hakkında
bk. Evliya, I/336, 337 ki burada oğulları da birer birer zikredilmektedir.
792/1390'da Şam'da doğmuştur) Risâletül-menâkıb, yine orada, s. 263,
no.236. Üç muhtelif menâkıbnameyi içerir. Brockelmann, Hamburg Belediye
kütüphanesi Şark Yazmaları Kataloğu, s. 143;262 numaralı yazma Hacı Bektaş'ın
Menâkıbnamesi Konya evliyalarının menkıbeleri, Berlin yazmalarından,
8 numaralısında vardır (Pertsch, s. 31). İstanbul kütüphanelerinde de
sayısız vilayetname mevcuttur.
76 Fakat bütün bunlardan en ehemmiyetlisi ve Anadolu'nun dinî tarihi
için en büyük kıymeti haiz olanı çok yerde nüshaları bulunmakta olan Fars-
ça yazılmış “Kitab-ı menâkıb-ı Kadı Burhaneddin” ünvanlı Kadı Burhaneddin
menkıbesi. Bu kitap 800/1397 tarihinde Esterabadlı Aziz tarafından telif
edilmiştir. İstinsah edilmiş nüshaları: Ayasofya kütüphanesi, no.3465'de,
Ragıb Paşa kütüphanesinde, Topkapı Sarayı kütüphanesinde, keza Esad
Efendi kütüphanesinde mevcuttur. İlmin kendisine Anadolu beyliklerine ait,
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
51
şekilde tescil bile edilmemiştir. Böylece en çok Farsça olarak yazılmış,
bilahare Türkçe halk kitapları şekline dökülmüş olan bu evliya tarihlerinden
Anadolu'da İslâmiyetin ilk zamanlarına ait canlı ve renkli bir
medeniyet tarihi levhası vermiş ve bunlardan, buradaki eski Hıristiyan,
hatta müşterek azizlerinin ne ölçüde Müslüman kisvesinde ya-
şadıkları görülüp anlaşılacaktır. Bir de bu tamamen kabul edilmiş
olanlardan başka gerek Anadolu ve gerek Trakya’da77 daha bir takım
iki taraflı azizler ve hacetgâhlar da vardır.

hepsi de İstanbul'da yayımlanmış Tarih-i Encümen-i Osmanî mecmuasında
bulunan bir dizi gayet güzel tetkikleri medyun olduğu Ahmed Tevhid Bey
bu mecmuanın 26.-32. sayılarında bundan bazı parçalar iktibas etmiştir.
Esasen Bezm u Rezm başlığını taşıyan, Anadolu'nun Osmanlıdan önceki
devrine, bilhassa Karamanoğullarına ait yeni bakış açıları getirecek olan bu
eserin tamamen tab'ı çok mübrem bir ihtiyaçtır. Ve zahmetine çok çok değer.
Bakınız: Sadeddin, Tâcüttevârih, I/133 II/410. Burhaneddin'in kızı asıl ismi
Habibe olan Selçuk Hatun'dur. Ninesi ise, baba tarafından Selçuklu sultanlarından
İkinci Keykavus'un torunlarındandı. bk. Max von Berchem, CIA,
3(50. Bir de Platon M. Melivranski'nin Rusça “Şarka Dair Mülahazalar” külliyatı,
Petersburg 1895, s. 131-152'de “Sivaslı Ahmed Burhaneddin Divanından
muktebes parçalar” ünvanlı makalesine bakınız.
77 İstanbul evliyalarından, Friedrich Schrader “İstanbul, mazi ve hali”
Tübingen 1917 (Almanca), s. 83-98'de hoş bir tarzda bahsetmektedir. Her
yerde Bizans'ın misal teşkil ettiği açıkça görülüyor. Ve yine bakınız: A.
Gordllevskij, Rusça “Etnografik umumî nazar” mecmuasının 86.,87., 90., 91.
sayılarında “Osmanlı ve rivayet menkıbeleri” ünvanlı 76 sayfada makalesi ki
bunda kısmen Hıristiyan olmak üzere 167 evliyadan bahsetmektedir. Bunun
için bakınız: Aleksandr Nikola Samojloviç, Rusça “İslâm Dünyası”, 1. yıl, s.
582-584. İstanbul evliyaları hakkında Hocazade Ahmed Hilmi'nin Ziyaret-i
evliya, İstanbul 1325'da çok malzeme vardır. Amasya evliyalarından da Abdizade
Hüseyin Hüsameddin'in Amasya Tarihi adlı birkaç ciltlik çok güzel
eseri (İstanbul 1330) bahsetmektedir. Bütün Anadolu'da ve genellikle Ön
Asya'da halk itikadında Hızır adıyla yaşamakta bulunan Aziz Yorgi hususî
bir hürmet görmektedir. Türk halk rivayeti Hıristiyan menkıbesinin hemen
bütün çizgilerini almıştır. Hatta avamdan her Türk tamamen Aya Yorgi
yortusuna rastgelen bir Hızır günü tanımaktadır. Bunun için Kasım günü ki
26 Teşrin-i evvel, Aya Dimitri yortusu ile mukayese edilmelidir.) XVI. asırdan
beri Avrupa seyyahlarının seyahatnamelerinde Kedreli veya Çedreli
 PROF. DR. MEHMET KANAR
52
Bu babda birkaç yararlı örnek vermeme müsaade buyurulsun.
Dobruca ovası kademesinin alt tarafında, Batuva vadisinin öte tarafında,
Dişbudak kuzeyinde bir derviş dergâhına sahip tekke köyü
vardır. C. J. Jireçek (Almanca) “Bulgaristan Prensliği” (Viyana 1891)
başlıklı pek mükemmel eserinin 533. sayfasında buna ait şu garip
hikâyeyi nakletmektedir:
“Bu dergâhın velîsi dikkate değer iki taraflı bir zattır. Türklerce
Akyazılı Baba,78 Hıristiyanlarca Aya Atanaş’tır. Gerek Hıristiyan gerek
Müslümanlar tarafından bilhassa çalınmış davarların meydana
çıkarılması için kendisinden yardım istenir. Kırım savaşından önce
yalnız Müslümanların davarını koruyormuş, fakat o vakitten beri
kurnaz dervişler Hıristiyanlar için kendisinin teveccühünü kazanmış-
lar. 1883 senesinde pîrin her iki şahsı için de verilen hediyeler toplanmış
ve Hıristiyanların parası Balçık'ta bir mektep inşasına sarfedilmiştir.”
Evliya Çelebi ve ona atfen ve aynı şekilde Jireçek (aynı yerde,
s.536) başka bir vaka nakletmektedir:
“Karadeniz sahili üzerinde Kalyakarac (Kali Akra) burnunda Evliya
Çelebi bir kasır bulmuştur ki burada bir tekke ile beraber bir ma-
ğara içinde Sarı Saltık Dede'nin79 yeryüzüne dağılmış yedi türbesin-

yani Hızır İlyas özel bir rol oynar. Aynı şekilde Helmut von Moltke'nin çok
net bir örnekle gösterdiği gibi Ashâb-ı Kehf de Anadolu'da bundan daha az
bir itibarı haiz değildir.
78 Akyazılı Baba hakkında Evliya Çelebi'nin verdiği çok mühim malumata
müracaat, c. 3, s. 349, 350-354'de Hacı Bektaş'ın çağdaşlarından ve Ahmed
Yesevî'nin müritlerinden biri olan bu velînin büyük tekkesinden bahsetmektedir.
Bu kayıtlar doğru ise, o halde Hacı Bektaş'ın hayatî zamanı XIII. asırda
olmaladır. Evliya, Akyazılı Baba hakkında iki menkıbe daha naklediyor.
79 Saltık Dede İslâm akideleri tarihinde en dikkate değer hadiselerden biridir.
Onun hakkında da Evliya Çelebi çok önemli bilgiler vermektedir. bk.
I/569, II/133 ve devamı, II/368 İbni Batuta seyahatnamesi, II/416 ve devamı.
Dede Buharalıdır (!) ve asıl ismi Muhammed-i Buhârî'dir (Evliya, II/134, 5-6).
Kendisinin güya müridlerine “öldüğü zaman kendisine 6-7 tabut içinde
küffar diyarının muhtelif yerlerine bırakmalarını”, çünkü Müslümanlar asıl
vücudun nerede olduğunu bilemeyecekleri için her tarafı ziyaret ederek
geçip gideceklerini, böylelikle bunların İslâm diyarına katılmaları için zemin
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
53
den biri vardı ki bu mağarada Saltık Dede iki kayser kızını yedi başlı
bir ejderin esaret pençesinden kurtarmışmış. Türk seyyahı bundan
bahsederken diyor ki: (II/133 ve devamı) “Hıristiyanlar aynı velîye
Aziz Nikola (Aja Niqola, Hagion Nikolaos) olmak üzere tazim ediyorlar.
Jireçek buradaki bu iki taraflılığın eski, belki de Ortaçağ Hıristiyanlarından
aşılanma bir şey olduğu görüşündedir. Tabiî Anadolu'da
da bu gibi örnekler zikredilebilir. Bunun için sadece muhtelif
şekillerde görülen Seyyid Battal’ı hatırlamak yeterlidir. Nitekim
Adalya’nın bir buçuk saat batısında yer alan Papazoğlu çiftliğinde bir
ayazma yani mübarek kaynak vardır ki burada Meryem’in yüzü gö-
rülmüşmüş. Bu mucizeli kaynak gerek Hıristiyan ve gerek Müslü-
manlarca da rivayete göre şifalı olduğuna mebni çok büyük bir itibar
görmekte ve her iki tarafça da kalabalıklar halinde ziyaret edilmektedir.”80
Bundan başka bazı Hıristiyan aziz isimleri mevki isimlerinde81 ya-
şamaktadır. Bu cümleden olarak Bilecik tarafında İnegöl mevkii, Aşık
Paşazade’ye göre ( Tarih, İstanbul 1324, s.4, alttan ikinci satır) aslen
Aya Nikola (Aja Niqola), yani Ayos Nikolaos, (Hagios Nikolaos) ki
Aziz Nikola imiş. Bu münasebetle kısmen çok keşfedilmemiş bilgileri
içeren bu Anadolu mevki isimlerinin82 esaslı bir şekilde elenip tetkiki,

hazırlanmasını” vasiyet ettiği hakkında bakınız: Hammer, Osmanlı Devleti
Tarihi, Almanca tab'ı, 48/354-354 Evliya'nın II/134 müteakibindeki rivayetine
atfen. Hatta bu rivayete göre, Ançığ'da bile bir tabut varmış. Kumandası
altında 12.000 Türkmenin gelip Dobruca Tataristan'ına yerleşmiş olduğu bu
Osmanlı velîsi esaslı bir şekilde incelemeye lâyıktır. bk. Şeyh Bedreddin, s.
24 notlar.
80 Murray, Anadolu Seyyahları için rehber, Mâveray ve Kafkas ve İran,
Londra 1911, s. 123 (İngilizce).
81 Eski Osmanlı harp kahramanlarından alma mevki isimleri hakkında
bk. Osmanlı Devleti Tarihi, Almanca tab'ı, II/533 yukarısı. Bunlar Osman'ın
silah arkadaşlarından ibarettir.
82 Osmanlı şehirleri vekayinameleri külliyatı da bu hususta çok önemlidir.
Fakat bunlardan Zağra şehrinin yazma vekayinameleri gibi birçok kıymetli
parçalar bir daha geri gelmez bir şekilde kaybolup gitmiştir. Rivayete
göre bunlar önce Arapça ve Farsça olup, daha sonraki zamanlarda Türkçe
yazılmışmış ( bk. C. J. Jireçek, Bulgaristan Prensliği, Viyana 1890, s. 390).
 PROF. DR. MEHMET KANAR
54
bu münasebetle yine âlimane mesai için meşkûr bir mevzu olarak
gösterilmesi gerekir.
Bu kısa işaret ve bildirimlerden anlaşılacağı gibi, Anadolu'da
İslâmiyet tetkikleri için sonsuz bir saha açılıyor. Bu öyle bir çalışma
meydanı ki üzerinde bütün bir sıra nesillerin ve bütün milletler mensubunun
zengin mahsulat derkedebilmek ümidiyle faaliyette bulunmaları
mümkün ve mültezemdir. Gerçekten de hâlihazır ve gelecek
bu gibi gayretlere uygun değildir ve yakında bu durumların değiştirileceğini
beklemek için insanın, üzerine bütün feyziyle dolu bir ümit
neşesi ve itimat şevkine sahip olması gerekir. Hele hele şu sıralarda
Yakındoğuda muazzam inkılablar oluyor ve Anadolu'nun eski savaş
meydanı yeniden, üzerinde kavimlerin birbirini imha edercesine kesip
doğraştıkları bir sahne olmak tehlikesine giriyor. Burada sonsuz
kıymette birçok şey bir daha geriye getirilemeyecek şekilde kaybolabilir.
Biz artık Anadolu ovalarında çınlayan silah seslerinin dindiği ve
buranın yine milletler arasındaki barışçıl rekabete serbestçe açılacağı
günün gelmesini temenni edelim! Küçük Asya'nın kadim devirdeki
tarih ve medeniyetini ilim âleminin aydınlığına çıkaran, bilhassa Alman
tetkik ve araştırmaları olduğu gibi, Anadolu Ortaçağ devrini
aydınlatmak ve burada ilmin huzurunda ortaya çıkan sayısız muammaların
çözümlerini bulmak keyfiyeti için de inşallah yine Alman
âlimleri kendilerine düşen faaliyet hisselerini alacaklardır. Başlıca
Alman âlim ve araştırmacılarının mesaisine medyun olan şimdiye
kadarki İç Asya ve Türk kavminin beşiğine ait keşiflerin Anadolu
İslâm tarihinin son meselelerini çözüp aydınlatacak cevapların da
Orta Asya'nın hayretler uyandıran definelerinden çıkacağı fikrine
hak verdirmesi muhtemeldir.

Bunlar 1877'de Osmanlı-Rus harbinde yok olmuştur. Türk kavminde tarihî
hatıranın yokluğu hakkında bk. Jireçek, aynı yerde, s. 136-137. Ve yine J. Ph.
Fallmerayer, Şarka Ait Parçalar, 7. tab, 1877 (Almanca), s. 381'de vaktiyle
(1842'de) Larissa (Yenişehir)'da Büyük Selatin Camii'nde mahfuz bulunan
Turhan Bey'e ait bir biyografi zikrediyor. Bütün bunların ümitsiz bir şekilde
kaybolup gitmemeleri gerekiyorsa, artık bütün Türkiye'de dağılmış bulunan
bu yazma eserlerin toplanmasına bir an evvel başlamak gerektir.
KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN) 
55
Sözüme son vermeden önce müsaadenizle, eski ve yeni Anadolu'nun
mümtaz bir aşinası olan83 Hirschfeld’(1847-1895)in bir münasebetle
burası hakkında serdettiği vaat verici bir görüşünü nakledeyim.
“Burada, hem de kolaylıkla keşfedilecek zengin hazineler var. Elverir ki
Anadolu'yu sadece eski devirlere ait bir ülke olarak araştırma fikrinden artık
vazgeçilmiş olsun!”
Franz Babinger
Berlin Darülfünun Muallimlerinden
Mütercimi
Ragıb Hulusi
Edebiyat Medresesi Hâfız-ı Kütübü

Konular