NEDİM’İN “KÖŞK KASİDESİ”NE NAMIK KEMAL VE ZİYA PAŞA’NIN NAZİRELERİNİN TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ TARAFINDAN ŞERHİ

A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 56, ERZURUM 2016, 981-1030
NEDİM’İN “KÖŞK KASİDESİ”NE NAMIK KEMAL VE ZİYA PAŞA’NIN
NAZİRELERİNİN TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ TARAFINDAN ŞERHİ
Abdulmuttalip İPEK
Öz
Sanat taklitle başlar ve sanatçı taklitle başladığı sanat serüvenine, mevcut
numunelerin daha üstününü ortaya koyma gayesiyle devam eder. Bu gaye
edebî tür ve gelenekler üzerinde de etkili olmuştur. Bu manada klasik Türk
şiirinin oldukça yerleşik geleneklerinden olan tanzir etme veya nazirecilik
geleneği yalnızca edebî bir alışkanlık olması yönüyle değil; edebî bir ıstılah
olan ibdâ yani sanatçıların yeni ve güzel bir eser vücuda getirme nedenlerini
izah etme yönüyle de önemlidir. Usta şairleri izleyerek bu yolda onlar gibi
şiirler yazma gayreti içerisinde olan genç şairler için bir mektep vazifesi
gören nazirecilik; kimi zaman zemin şiiri geçmek arzusunda olan şairlerce
edebî sahada bir meydan okumaya dönüşmüş, kimi zaman da bir dostluk
nişanesi veya saygı ve beğeni ifadesi olarak nazire yazılmıştır.
Bu çalışmada, zikredilen gayelerden sonuncusu doğrultusunda Tanzimat
dönemi şairlerinden Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın, XVIII. yüzyıl divan
şairi Nedim’in “köşk kasidesi”ne nazire olarak yazmış oldukları sâkînâme ve
bahâriyye türündeki şiirlere Tâhirü’l-Mevlevî’nin yapmış olduğu şerh, yeni
yazıya çevrilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Çeviri yazısı
yapılan metin Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen
Koleksiyonu 91 numarada kayıtlı olup Tahirü’l-Mevlevî’nin kendi el
yazısıyla ve rika hattıyla yazılmıştır. Örnek olmak üzere makalenin sonuna
eski harfli metinden iki sayfa alınmıştır.
Anahtar Sözcükler: Nedim, Köşk Kasidesi, Namık Kemal, Ziya Paşa,
nazire, Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), şerh.
TAHIRU’L-MEVLEVI’S ANNOTATION ON NAMIK KEMAL AND
ZIYA PASHA’S PARALLEL POEMS TO NEDIM’S “MANOR
EULOGY
Abstract
Art begins with imitation, and an artist takes his beginning with imitating
to a higher level of purpose to build on present models. This purpose is also
true for literary genres and traditions. Therefore, the well established Turkish
tradition of mimic poems or parallel poems is not significant only as a
literary practise but also as a means for a poet to explain his ibda, namely his
reasons to create a newer and better poem. Mimicking, which served as a
school for inspiring poets who wished to compose poems as their masters,
turned into a challenge on literary grounds for those who aimed to outrival
the original poem. There are also instances where it served as a token of
friendship or expression of gratitude or admiration.
This study presents researches with a translation in new letters for
Tahiru’l Mevlevi’s annotation on Namik Kemal and Ziya Pasha’s parallels in
sakiname (poems on drinks, drinking, and drinking councils) and bahariyye

 Yrd. Doç. Dr.; Aksaray Üniversitesi Sabire Yazıcı Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
abdulmuttalipipek@hotmail.com.
982* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
(poems celebrating the arrival of spring) types to “the Manor Eulogy” by 18th
century court poet Nedim. The translated text is recorded as item 91 in Fethi
Sezai Turkmen Collection at Sulaymaniyah Manuscript Library and was
written in Tahiru’l Mevlevi’s own handwriting in rika calligraphy. Two
pages of the original text in old letters are presented as samples at the end of
this article.
Keywords: Nedim, Manor Eulogy, Namik Kemal, Ziya Pasha, parallel,
Tâhirü’l-Mevlevi (Olgun), annotation.
Giriş
Klasik Türk edebiyatında oldukça yaygın bir gelenek var idi. Çoğunlukla “nazire” ve
“tanzir” kimi zaman ise “cevap”1
gibi isimlerle anılan bu gelenek, zemin veya model şiir adı
verilen bir şiire -çoğunlukla da bir gazele- aynı vezin ve kafiyede bir benzerinin yazılması
esasına dayanıyor idi. Bir başka şair tarafından yazılmış bir şiirin benzeri olmak üzere yazılan
şiire nazire; bunu yapmaya ise tanzir adı veriliyordu. 2 Başlangıçta bir temayül yahut moda
olarak değerlendirilebilecek olan nazirecilik, zamanla gelenek hâlini almış; nazirelerin
çoğalması ise bunların derli toplu olarak yer aldığı müstakil eserler olan nazire mecmualarının
vücuda getirilmesine zemin hazırlamıştır. Nazire mecmuaları ve nazirecilik geleneği, şuarâ
tezkireleri ve şiir mecmuaları ile birlikte devrin edebî zevkini, sanat anlayışını, o günün
şartlarında hangi sanat anlayışının geçer akçe olduğunu göstermesi, dolayısıyla edebiyat
tarihimize kaynaklık etmesi yönüyle de ayrıca önem taşır.
Şairleri nazire yazmaya iten veya nazireciliğin bir gelenek hâline gelmesini sağlayan
belirli sebepler vardır. Bu sebepleri uzun uzadıya tartışmak konumuzun dışındadır; ancak
şairleri nazire yazmaya yönelten temel bir sebep vardır ki bu sebep esasen sanat eserinin bizatihi
kendisiyle alakalıdır. Zira nazireciliğin temelinde “zemin şiir” olarak kabul edilen ve örnek
alınarak yazılan ana bir şiir vardır. Nazire ise bu ana şiirden doğan, onu taklit ederek vücuda
getirilen şiiri ifade eder. Bu yönüyle taklit veya öykünmenin sanat eserinin başlangıcı olduğu
gerçeği karşımıza çıkar. Antik Yunan filozoflarından başlayarak İslam felsefecilerine kadar
sanatın ve estetiğin teorisini tartışan düşünürler, sanat eserini vücuda getirmede “taklit”in
kaçınılmaz olduğunu tartışmışlardır. Bu noktada ister “cemâlî tecelli” ister “mimesis”3
olarak
isimlendirilsin Doğu ve Batı dünyasının temerküz ettiği kavram taklittir. Sanat taklitle başlar ve
sanatçı taklitle başladığı sanat serüvenine, mevcut numunelerin daha üstününü ortaya koyma

1
“cevap” teriminin nazireyi tam olarak karşılayıp karşılamadığı tartışmalıdır. Bu konuda bk. M. Fatih Köksal, Sana
Benzer Güzel Olmaz -Divan Şiirinde Nazire-, Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.16 vd.
2 Tahir Olgun, Edebiyat Lügati, Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyâtı, İstanbul 1936, s.94.
3
Sanat eserinin doğası ve mimesis kavramı için bk. Nejat Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, Asa Yayınları, Bursa
2004, s.89 - 115.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 983
gayesiyle devam eder. Bu gaye edebî tür ve gelenekler üzerinde de etkili olmuştur. Klasik Türk
şiirinin yerleşik geleneklerinden olan “tanzir etme” veya “nazirecilik” geleneği yalnızca edebî
bir alışkanlık olması yönüyle değil; edebî bir ıstılah olan “ibdâ” yani sanatçıların yeni ve güzel
bir eser vücuda getirme nedenlerini izah etme yönüyle de önemlidir.
Nazirecilik, usta şairleri izleyerek bu yolda onların sunduğu hazır kalıplardan (vezin,
redif, kafiye, hayal, mazmun vs.) istifade etmek isteyen genç şairler için bir mektep vazifesi
görmüş; Tanpınar’ın ifadesiyle “üslup temrini” mahiyetindeki bu çalışmalar eski şiiri hakiki bir
atölye çalışması hâline getirmiştir.4 Kimi zaman zemin şiiri geçmek arzusunda olan şairlerce
edebî sahada bir meydan okuma gayesiyle yazılan nazireler bazen de bir dostluk nişanesi veya
saygı ve beğeni ifadesi olarak yazılmıştır. “Aynı edebî muhitte bulunmak, aynı edebiyat ve şiir
meclislerine devam etmek, aynı tarikatin mensubu olmak, hemşehrilik, arkadaşlık gibi herhangi
bir şekilde birbirleriyle yakınlıkları olan şairler arasında yazılan nazireler genellikle böyle bir
gayeye matuftur.” 5 Bu çalışmada, zikredilen gayelerden sonuncusu olan saygı ve beğeni
doğrultusunda Tanzimat dönemi şairlerinden Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın, XVIII. yüzyıl
divan şairi Nedim’in “köşk kasidesi”ne nazire olarak yazmış oldukları “sâkînâme” ve
“bahâriyye” türündeki şiirlere Tâhirü’l-Mevlevî’nin yapmış olduğu şerh, yeni yazıya çevrilerek
araştırmacıların istifadesine sunulmuştur.
Tâhirü’l-Mevlevî’nin (13 Eylül 1877 - 21 Haziran 1951) asıl adı Mehmed Tâhir olup
son dönem Mevlevîlerinden olması dolayısıyla bu adla anılmıştır. Soyadı kanunu ile Olgun
soyadını alan Tâhirü’l-Mevlevî çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. İlim ve irfana hasretmiş olduğu
hayatı türlü mücadelelerle geçmiştir. Matbuat âleminin önemli isimlerinden olduğu gibi
yaşadığı dönem göz önünde bulundurulduğunda eski ile yeni arasında bir kültür köprüsü olması
dolayısıyla da dikkatleri çekmektedir. Velut bir şahsiyet olan Tâhirü’l-Mevlevî’nin edebiyat,
edebiyat tarihi, biyografi, şerh, hatıra, mektup, tenkit, İslam tarihi ve medeniyeti gibi alanlarda
telif ve tercüme pek çok eseri vardır. Bu eserlerden bazıları eski harflerle bazıları ise yeni
harflerle kaleme alındığı gibi eski ve yeni harfleri bir arada kullandığı eserleri de vardır.6 Bu
çalışmanın konusu olan eser ise “Nedim’in Köşk Kasidesi ve Namık Kemal İle Ziya Paşa’nın

4 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 2003, s. 21.
5 M. Fatih Köksal, age., Akçağ Yayınları, Ankara 2006, s.103.
6 Tâhirü’l-Mevlevî’nin hayatı ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Atillâ Şentürk, Tâhir’ül-Mevlevi Hayatı ve
Eserleri, Nehir Yayınları, İstanbul 1991. Ayrıca bk.: Zülfikar Güngör, Tahirü’l-Mevlevî (Olgun) Hayatı, Eserleri ve
Dini Edebiyatla İlgili Şiirleri, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Danışman: Ali Yılmaz, Ankara Üniversitesi
İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk-İslam Edebiyatı Anabilim Dalı, Ankara 1994. Âlim Kahraman,
“TâhirülMevlevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), 2010, C.39, s.407 - 409.
984* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Naziresi”
7
başlığını taşımaktadır. Çeviri yazısı yapılan metin Süleymaniye Yazma Eser
Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Koleksiyonu 91 numarada kayıtlı olup Tahirü’l-Mevlevî’nin
kendi el yazısıyla ve rika hattıyla yazılmıştır. Eser 58 sayfadır. Yazı itibarıyla çok düzenli
olmayıp sayfaların yalnızca bir yüzü kullanılmıştır. Sayfa yapısı bakımından eserin kimi yerleri
karışık bir yapı arz eder. Sayfalarda hâşiye olarak sonradan ilave edilmiş küçük notlar ve sayfa
kenarlarına düzensiz bir biçimde serpiştirilmiş bilgiler mevcuttur. Eserde Tâhirü’l-Mevlevî
öncelikle “mukaddime” nevinden birtakım açıklamalar yaparak eserin muhtevasını ortaya
koyar. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın şiirlerinin Nedim’e birer nazire olmasından hareketle
tanzîr, nazîre kavramları üzerinde durur; örneklerle nazire geleneği, Namık Kemal ile Ziya
Paşa’nın nazireleri ve bu nazirelerin biçimsel özellikleri hakkında bazı değerlendirmelerde
bulunur. Bu kısım dört sayfadan ibarettir. Burada Tâhirü’l-Mevlevî evvela tanzir ve nazire
terimlerinin tanımını yapar: “Divan ve teceddüt edebiyatımızda bir âdet vardı. Bir şair, diğer bir
şairin manzum bir eserine aynı vezin ve kafiyede benzer olmak üzere bir manzume yazardı.
Bunu yapmaya ‘tanzir’ yazılan ikinci manzumeye ‘nazire’ denilirdi.”8 Daha sonra ise nazirelerin
ne surette yazıldığına ilişkin örnek beyitler sunarak nazire yazılma sebepleri hakkında bilgi
verir:
Bazen bir esere birkaç şair tarafından nazireler yazılır, nazirelerin çoğalması, ilk eser
sahibinin iftiharını mucip olurdu. Nazire yazanın, asıl eser sahibi hakkında
hürmetkâr bir lisan kullanması yahut o eserin tanzir edilemeyecek derecede yüksek
bulunduğunun itiraf olunması da mutat idi.
Mesela Nâmık Kemâl’in:
Sana senden gelir bir işde ancak dâd lâzımsa
Ümîdin kes zaferden gayrdan imdâd lâzımsa
matlalı gazelini tanzir eden Ziyâ Paşa, naziresinin maktaında:
Ziyâ-âsâ Kemâl-i kâmile pey-revlik etsinler
Hüner-mendân için taklîde bir üstâd lâzımsa
demişti. Ben de Nedîm’in meşhur:

7 Bu çalışmaya konu olan eser, başlığından da anlaşılacağı üzere Nedim’in köşk kasidesi ile Namık Kemal’in
sâkînâme, Ziya Paşa’nın ise bahâriyye türünde olmak üzere Nedim’e nazire olarak yazmış oldukları şiirlerin Tâhirü’lMevlevî
tarafından şerhini ihtiva etmektedir. İlk olarak tek bir makale ile yayınlama düşüncesinde olduğumuz söz
konusu eser, sayfa sayısı itibarıyla bir makalenin sınırlarını fazlasıyla aştığından ve hacmi dolayısıyla dergilerin sayfa
/ kelime sınırlamasına uymadığından iki ayrı makale olarak yayınlanmak durumunda kalınmıştır.
8 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), Nedim’in Köşk Kasidesi ve Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın Naziresi, Süleymaniye
Yazma Eser Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Koleksiyonu Numara 91, İstanbul, s.1.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 985
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana
gazelini takliden yazdığım bir nazmın sonunda,
Hâme-i Tâhir senin haddin mi tanzîr-i Nedîm
Nâbecâ pür-cür’et ü fikr-i muhâl olmuş sana
hakikatini söylemiştim.9
Kimi zaman ise bir şairin güvendiği bir eseriyle meydan okuduğunu ve şiir ile
uğraşanlara tanziri teklifinde bulunduğunu belirtir:
Bazen bir şair, güvendiği bir eseriyle meydan okur ve nazım ile meşgul olanlara
tanziri teklifinde bulunurdu. Nitekim Şeyh Gâlib “Hüsn ü Aşk”ın sonunda:
Engüşt-i hatâ uzatma öyle
Beş beytine bir nazîre söyle
diye atmış tutmuştu. Şinâsî’nin bile böyle garabetleri vardır ki Tasvîr-i Efkâr
Gazetesi’nin nüshalarında ‘Şu iki beyt-i âcizânemin tanzîr buyurulması erbâbından
ricâ olunur.’, ‘Bu iki beyt-i âcizânem dahi tanzîr buyurulmak mercûdur’ diye:
Fürûğ-ı devlet-i dünyâ tecellâ-yı kibâr olmuş
Dürûğ-ı hâlet-i rü’yâ tesellâ-yı sıgâr olmuş
‘Aşk ile oldum be-hükm-i bâd ü hâk ü âb ü nâr
Zâr zâr ü hâk-sâr ü eşk-bâr ü dâğ-dâr
‘Akl ü hisâb mâ’il-i tedbîr eder bizi
Nakl ü kitâb kâ’il-i takdîr eder bizi
Rü’yâ-yı vücûdu göre kim nevm-i ʻademde
Bin havf u elemle uyanır yevm-i nedemde
beyitlerini yazar.
Tâhirü’l-Mevlevî’nin, Şeyh Gâlib’in beytiyle alakalı olarak “atıp tutmuştur” ifadesini
kullanması; benzer surette Şinasi’nin, kendi şiirleri için diğer şairlerinden nazire talebinde
bulunması ile ilgili olarak “Şinâsî’nin bile böyle garabetleri vardır” şeklindeki ifadesi, nazire

9 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.1.
986* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
geleneğinin fahriye temelli bu yönünü hoş karşılamadığını gözler önüne sermektedir. Bir başka
ifadeyle o; şairlerin nazire yazarak zemin şiiri geçme arzusunda olmalarını, şiirleriyle
övünmelerini ve kendi şiirlerinden daha iyisinin yazılamayacağını iddia etmelerini doğru
bulmamaktadır.
Tâhirü’l-Mevlevî, nazire ile ilgili değerlendirmelerini İran Edebiyatı’ndaki nazirecilik
geleneğine de değinerek sonlandırır:
Nazire yazmak ve aslını geçmeye çalışmak merakı İran Edebiyatı’nda da vardır.
Hatta bize İranîlerden sirayet etmiştir. Fârisî divanların bazılarında ‘der-cevâb-ı
fulân’ başlıklı manzumeler görülür ki ‘filana nazire’ demektir. İranlılar, nazireciliğe
o kadar merak etmişlerdi ki kaside, gazel ve hamse gibi manzum eserlerden başka
mensur kitapları da tanzir eylemişlerdi. Mesela Şeyh Saʻdi’nin ‘Gülistân’ı birçok
fuzalâ tarafından taklit olunmuştu. ‘Câmî’ ve ‘Kâânî’ gibi hakikaten değerli bulunan
bu mukallitler, şeyhi geçmek için o kadar çabaladıkları hâlde pek geri kalmışlardı.10
Tâhirü’l-Mevlevî, Nedim’in köşk kasidesine Namık Kemal ve Ziya Paşa dışında Ferik
(Musa) Kâzım Paşa’nın da terkibbent şekliyle vücuda getirmiş olduğu sâkî-nâme türünde bir
naziresinin olduğunu belirtir. Matla beytini verdiği Kâzım Paşa’nın naziresinin yedi bentten
ibaret ve Hazine-i Evrâk Mecmuası’nda kayıtlı olduğunu bildirmekle iktifa eder. Tâhirü’lMevlevî,
Ziya Paşa’nın Nedim’e nazire olarak yazmış olduğu şiiri dolayısıyla Namık Kemal’in
Ziya Paşa hakkındaki bir tenkidini de dile getirir:
Nâmık Kemâl, Paşa’nın “Harâbât”ını yıkmak için kaleme aldığı ‘Tahrîb’ ve ‘Taʻkîb’
isimli tenkidî eserlerinin ikincisinde Harâbât câmiine hitaben diyor ki:
Avrupa’da bulunduğumuz zaman, mecmû‘a-i âsâr-ı devletlerini görmüş idim.
İyice hâtırımdadır ki onda:
Tâ key gönül çekersin endûh-ı rûzgârı
Fasl-ı bahâr geldi seyr eyle lâlezârı
matla‘ıyla başlayan nazm-ı ‘âlîleri yok idi. Bu şiir, eğer evvel söylenmiş ise
mecmû‘a-i ‘âlîyyelerine derc olunmayıp da Müntahabât’a konulmak, kendi
beğenmediğiniz bir sözü halkın beğenmesini istemek olduğu için temennî-i muhâl
kabîlinden olur. Sonradan söylendi ise ya Nedîm’in kasr vasfında olan kıt‘asına
yahut kulunuzun Nedîm’e taklîden nazm ettiğim Sâkî-nâme’ye nazîre olacak.
Hâlbuki Harâbât’da ne Nedîm’in ne kulunuzun o eserlerinden bir beyit var. Demek

10 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.2.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 987
ki efendimiz, kendi eseriniz olan on altı beyti, bizlerin altmış kadar beytine
müreccah görmüşsünüz. Kendim için bir şey söylemem. Çünki efendimize karşı
şairlik iddi‘âsına kıyâm, haddim ve Harâbât’a dâhil olmak maksadım değildir.
Fakat Nedîm’in rüchân tabî‘atını hasbetenli’llâh ‘arz ederim ki o, efendimizin on
altı beyti, merhûmun:
Ey ʻâlem-i misâlin seyyâh-ı hûşyârı
Hîç kasr sûretinde gördün mü nev-bahârı
matla‘ına bedel olamaz.11
Tâhirü’l-Mevlevî, Nâmık Kemâl’in “Harâbât’ı sarsan ve gıcırdatan bu şiddetli sadmeleri
hakkında muhakemeye girişmenin saded hâricinde” olduğunu belirterek Namık Kemal’in
öfkesine sebep olan Ziya Paşa’nın tutumunu ileriki sayfalarda şöyle yorumlar:
Paşa, bu nazireyi Harâbât’ın ikinci cildi basıldığı sırada nazmetmiş, mecmuasına
yazdığı sırada altına Safer 1292 tarihini koymuş, Harâbât’a da on altı beyit olarak
derc etmiş. Sonra hâtırına üç beyit gelmiş ise de Harâbât’a giremeyeceği için
mecmuasına geçirmekle iktifâ eylemiş. Yahut da o üç beyti o kadar kuvvetli
bulamadığı için Harâbât’a koymamış, fakat mecmuasından çıkarmaya da
kıyamamış.12
Namık Kemal’in Nedim’in manzumesi hakkında “kıta” tabirini kullanmasını eleştiren
Tâhirü’l-Mevlevî, biçimsel birtakım hususiyetlerden de hareketle söz konusu manzumenin kıta
değil bir kaside olduğunu ifade eder:
Söze başlamadan evvel şunu söyleyeyim ki Nedîm’in bahsedilen eseri için Nâmık
Kemâl kıt‘a tabirini kullanmış. Malumdur ki kıta: ikinci ve dördüncü mısraları
kafiyeli olmak üzere iki beyitten ibaret bir nazım parçasıdır. Vâkıâ ‘kıt‘a-i kebîre’
denilen bir nazım şekli vardır ki beyitleri mahdut değildir. Lakin birinci mısraı
kafiyeli olmaz. Mesela ‘Nef’î Dîvânı’nda kıta başlıklı dört manzume görülür. İkisi
dokuz, biri on yedi, biri yirmi sekiz beyitlidir. Hepsinin de birinci mısraında kafiye
yoktur. Nedîm’in eseri ise matlaı ‘musarra’ yani kafiyeli, beyitleri de on beşten
ziyade olduğu için pekâlâ bir kasidedir.

11 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.3.
12 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.50.
988* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Nâmık Kemâl’in buna kıt‘a demesi ‘Encümen-i Şuarâ’ca reis sayılan ve hakikaten
asrı şairlerinin üstadı olan ‘Leskofçalı Gâlib Bey’e uymasından ileri gelse gerektir.
Çünkü Leskofçalı da:
Tecelli berk urur yer yer sevâd-ı dâğ-ı cânımdan
Cihân-ı tûr-ı ʻaşkam nûr akar her gülsitânımdan
matlalı ve otuz iki beyitli meşhur kasidesinin sonuna her nedense:
N’ola bâğ-ı cihânda olsa mihr ü mâhdan meşhûr
Bu kıtʻam tâze bir güldür gülistân-ı beyânımdan
beytini yazmıştır. ‘Bu şiirim’ deyiverseydi hem ıstılahça bir yanlışlık hem de kıt‘a
kelimesine mütekellim zamirinin eklenmesiyle bir ‘îhâm-ı kabîh’ yapılmamış
olurdu.13
Köşk kasidesi olarak isimlendirilen Nedim’in şiirinin biçim özellikleri hakkında da
birkaç cümle bilgi verildikten sonra şiirin şerhine geçilir. Nazirecilik ve nazire geleneği
hakkında yeterli değerlendirme ve açıklamalarda bulunan Tâhirü’l-Mevlevî; şerh, şerhin tanımı,
kapsamı ve şerh geleneğimiz hakkında ise herhangi bir bilgi vermeyip doğrudan Nedim’in
kasidesinin şerhine geçmiştir. Nedim’in “köşk kasidesi” 19 beyittir.
Nedim’in kasidesinin şerhinden sonra ilk olarak “Birinci Nazire” başlığı altında Namık
Kemal’in 48 beyitlik Sâkî-nâme’si ve şerhi gelmektedir. Ancak burada da yazar, Namık
Kemal’in naziresinin bir sâkî-nâme olması dolayısıyla kısaca edebiyatımızdaki “sâkî-nâme”ler
ve muhtevaları hakkında bilgiler verir. Bilindiği üzere sâkî-nâmeler, klasik Türk edebiyatında
çoğunlukla manzum hikâyelerde ve söz arasında söylenilerek ilham yolu açmak amacıyla
sâkîden 14 şarap istenilen şiirlerdir. “Sahbâ-nâme ve İşret-nâme olarak da adlandırılan bu
manzumeler, Arap edebiyatında ‘hamriyât’ adı altında dağınık olarak görünürken, Fars
edebiyatında kendine özgü konusu ve biçimi olan bir türe dönüşmüştür.”15 “Türk edebiyatında
yazılan sâkînâmelerin birçoğu, İran edebiyatında olduğu gibi ya divanların içinde veya
mesneviler arasındadır. Fakat önemli bir bölümü de -özellikle XVII. yüzyılda kaleme alınanlarbaşlı
başına müstakil birer mesnevi şeklindedir.”16 Türk edebiyatında bu türün en başarılı örneği

13 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.4.
14 Sâkî kelimesinin kökeni ve tasavvufî kullanımları için bk. Aynî, Sâkînâme, haz. Mehmet Arslan, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 2003, s.13-14.
15 Haluk Gökalp, “Sâkî-nâme”, Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil Bilgisi, Kesit Yayınları,
İstanbul 2011, s.419.
16 Rıdvan Canım, Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâme, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s.42.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 989
kabul edilen ilk eser ise XVI. yüzyılın başlarında mesnevi şekliyle Revânî tarafından kaleme
alınmış olan ve “İşretnâme” adıyla bilinen eserdir. Divanlarda farklı nazım şekilleriyle yazılmış
sâkînâmeler olmakla birlikte çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmışlardır. Bununla birlikte
zikredildiği üzere müstakil olarak kaleme alınmış sâkî-nâmeler de vardır ki onlar başlı başına
bir eserdir. Namık Kemal’in Nedim’e nazire olarak yazmış olduğu Sâkî-nâme ise kaside
şeklindedir ve Tâhirü’l-Mevlevî’ye göre klasik Türk şiirindeki müstakil sâkî-nâmelerden farklı
olduğu için ayrı bir eser olarak değerlendirilemez. Tâhirü’l-Mevlevî sâkî-nâmelerdeki rint
edadan bahsederek eskilerin rindâne dedikleri tarza sürekli şarap ve işretten bahsedilmesi
dolayısıyla “şarâbiyyât” adını verdiğini belirtir. 17 O, rint bir eda ile söylenmiş bu şiirler
hakkında: “Divan sayfalarını şarap damlalarıyla lekelenmiş masa örtülerine benzeten bu yazılar,
esef olunur ki şairlerimizden pek çoğunun mecmualarını kirletmektedir.” 18 diyerek eski
şairlerimizi, sarhoşluğu ve işreti şairliğin levâzımından saymalarından dolayı eleştirmiştir.
Tâhirü’l-Mevlevî, başında bir serlevha bulunmaması ve bahar konusunda yazılmış
olmasından hareketle Nedim’in köşk kasidesine ikinci nazire olan Ziya Paşa’nın şiirinin ise
gazel şeklinde bir “bahariyye” olabileceğini söyler. Ziya Paşa’nın şiirinin şerhine geçmeden her
ikisi de Nedim’in kasidesine birer nazire olan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın nazirelerini edebî
yönüyle mukayese eden Tâhirü’l-Mevlevî, Namık Kemal’in naziresinin Ziya Paşa’nınkinden
daha üstün olduğunu şu sözleriyle ifade eder: “Namık Kemal’in Sâkî-nâme’sinde Nedim’e
yetişmek ve geçmek için onun kadar, hatta ondan güzel söylemek merakı bulunduğu gibi Ziya
Paşa’nın Bahariyye’sinde de ikisinden geri kalmamak hevesi ve gayreti görülmektedir. Benim
anlayışıma göre Kemal, teşebbüsünde muvaffak olmuş, fakat Ziya Paşa olamamıştır.”19 Ziya
Paşa’nın naziresi 19 beyittir.
Tâhirü’l-Mevlevî bu eserde klasik şerh geleneğine uygun olarak öncelikle beyitte geçen
kelimeleri ve kelimelerin anlamlarını vermiş, kelimelerin etimolojik değerlendirmesini yaparak
edebî sanatlar, mazmun ve mefhumları bütün teferruatıyla izah etmiştir. Beyitte geçen
kelimelerin anlamlarını ve beytin nesre çevirisini verdikten sonra daha iyi anlaşılmasını
sağlayacak bilgilere başvurmakta ve bunu yaparken de yeri geldiğinde klasik Türk şiirinin
kaynakları hakkında teferruatlı bilgiler vermektedir.

17 Fevziye Abdullah (Tansel) da Kemal’in hususi mektuplarına dayanarak onun Sâkî-nâme adlı meşhur kasidesini
Midilli’ye gittiği yıl kaleme aldığını belirtir ve şiirine verdiği ismin Sâkî-nâme değil Şarâbiye olduğunu söyler. bk.
Fevziye Abdullah, “Namık Kemal’in Midilli’de Yazdığı Manzum ve Mensur Eserler”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat
Mecmuası, XII, (1955), s.75.
18 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.28.
19 Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), age., s.51.
990* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Sonuç
Klasik Türk edebiyatı bünyesinde vücuda getirilen manzum ve mensur eserlerin
anlaşılmasında şerh çalışmaları büyük önem arz eder. Klasik Türk şiirini anlama ve yorumlama
noktasında okura rehberlik eden bu çalışmalar “muğlâk, müphem ve muhayyel” olmakla
eleştirilen Osmanlı şiirini ve dolayısıyla bu şiire kaynaklık eden kültürel yapıyı tahlil etmeyi,
anlaşılır kılmayı sağlar. Çeviri yazısı verilen bu eser de bir şerh olup Tâhirü’l-Mevlevî’nin şerhi
yaparken takip ettiği yol, beyitleri yorumlama tarzı ve müracaat ettiği kaynaklar klasik manada
şerhin nasıl olması gerektiği hususunda bir şablon ortaya koyar. Tâhirü’l-Mevlevî’nin çağdaşı
olan Ömer Ferid Kam’ın “tasnif” merkezli olarak sınırlarını çizdiği, öğrencisi Ali Nihad
Tarlan’ın ise Şeyhî Divanı’nı Tedkîk adlı eserle daha etraflıca bir tahlile dönüştürerek “tetkik”
hüviyeti kazandırdığı çalışmalardan bugün için büyük oranda uzaklaştığımız âşikârdır. Tâhirü’lMevlevî’nin
bu çalışmaya konu olan eseri ve metin şerhine dair eski eserlerdeki şerh
yönteminin tespiti, bugün büyük oranda beyitlerin nesre çevirisi mahiyetinde olan çalışmaların
daha geniş bir açıdan anlamlandırılması ve yorumlanmasına katkı sağlayacaktır. Nitekim
Tâhirü’l-Mevlevî, Nedim’in köşk redifli kasidesi ile Namık Kemal ve Ziya Paşa tarafından ona
yazılan nazireleri şerh ederken kelime ve mazmunların her birini izah etmiş; manzumeleri hem
biçim hem de içerik yönüyle geniş bir incelemeye tabi tutmuştur. Şerh esnasında ağırlığı -zemin
şiir olmasından ötürü olsa gerek- Nedim’in köşk kasidesine vermiştir. Metin içerisindeki
değerlendirmelerinden anlaşıldığına göre Namık Kemal’in naziresini Ziya Paşa’nınkinden daha
üstün görmektedir. Ziya Paşa’nın Nedim’e naziresinde de güzel beyitlerin olduğunu belirtmekle
birlikte, “naziresinin baş tarafına geçirdiği üç beytin her birinin başka bir şeyden bahsetmesi”nin
Paşa’nın manzumesinin yekahenkliğini kaçırdığını ifade eder.
Tâhirü’l-Mevlevî, eserin şerhinde divan şairlerinden örnek beyitler sunduğu gibi kendi
şiirlerinden de örnekler vermiştir. Bu durum onun şârih kimliği dışında şair yönünü göstermesi
bakımından önemlidir. Eserde dikkati çeken bir diğer husus ise konu ile alakalı olarak yazarın
hafızasında çokça beytin olmasıdır. Hem Türk hem Fars şiirinden yeri geldiğinde beyitler
nakletmekle birlikte beyitte geçen bazı kelimelerin divanlardakinden farklı olması; Tâhirü’lMevlevî’nin
söz konusu şiirleri naklederken eserlerden kontrol etme gereği duymadığını akla
getirdiği gibi bu durum nüsha farklılığından da kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda ise klasik
Türk şiirinin donanımlı bir okuru olması bakımından Tâhirü’l-Mevlevî’nin tercihleri ayrıca
önemlidir. Eser içerisindeki örneklerden de anlaşılacağı üzere Tâhirü’l-Mevlevî’nin öne çıkan
bir diğer özelliği tenkit yönüdür. Üstelik o, tenkit ederken ön yargılardan sıyrılmayı
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 991
başarabilmiştir. Zira kendisi gibi Mevlevî şeyhi olan ve klasik Türk şiirinin en önemli şairleri
arasında ismi zikredilen Şeyh Galib hakkında yukarıda zikredildiği üzere “atıp tutmuştur”
ifadesini kullanması bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Onun tenkit yönü bu eserdeki bazı
değerlendirmeleriyle de sınırlı olmayıp esasen çeşitli konularda pek çok ilim ve şiir erbabıyla
olan münazara ve münakaşaları başlı başlına değerlendirilmesi gereken bir husustur.
Bunların dışında Tâhirü’l-Mevlevî’nin eserde Leskofçalı Gâlib, Hersekli Ârif Hikmet,
Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi edebî şahsiyetlerin hususi yönlerine ilişkin yaptığı
değerlendirmeler yahut Ömer Ferid Kam gibi şahsiyetlerle olan ilişkileri, edebiyat tarihimize
kaynaklık ettiği gibi söz konusu şahsiyetlerin biyografilerine de katkı sağlamaktadır.
Metin20
Nedîm’in “Köşk” Kasîdesi’ne Nâmık Kemâl İle Ziyâ Paşa’nın Birer Nazîresi
BİRİNCİ NAZİRE
Nedim’in bir köşk vasfındaki kasidesini şerhe başlarken Namık Kemal’in bu kasideyi
beğenmiş ve nazire yazmış, sonra Ziya Paşa’nın da imrenerek onun da tanzir etmiş olduğunu
söylemiştim. Namık Kemal’in naziresi “Sâkî-nâme” unvanlıdır.
Sâkî-nâme: Saki ile şarabın methine ve sakiden şarap talebine dair divan şairlerince yazılan
manzumedir. Sâkî-nâmeler, ekseriya manzum hikâyelerde ve söz arasında îrâd edilerek ilham
yolu açılmak için sakiden şarap istenilir. Bu, âdeta:
Bir kahve pişirin de kafam dinlensin!
demek kabîlindendir. İşte Fuzûlî’nin “Leylâ vü Mecnûn”da böyle bir talebi:
Sâkî tut elüm ki haste-hâlem
Gam reh-güzerinde pây-mâlem
Sensün men-i mübtelâya gam-hâr
Senden özge dahi kimim var

20 Metinde beyitlerin nesre çevirisindeki italik vurgu, nesre çeviri ile diğer açıklamaları birbirinden ayırabilmek için
tarafımızca yapılmıştır. Yalnızca beyitlerin nesre çevirisi değil alıntı yapılan kısımlar da italik olarak gösterilmiştir.
Tâhirü’l-Mevlevî eski harfli metinde beyitlerin nesre çevirisini tırnak işareti içerisinde, vurgulamak istediği özel isim
ve ıstılahları ise parantez içine almak suretiyle göstermiştir. Çeviri yazıda ise bu kelimelere tırnak işareti içerisinde
yer verilmiştir. Yine yazarın beyitte geçen ve anlamını açıkladığı kelimeler çeviri yazıda koyu renkle yazılarak daha
belirgin kılınmak istenmiştir. Köşeli parantez içerisindeki numaralar ise eski harfli metnin sayfa numaralarını
göstermektedir. Tarafımızdan eklenen dipnotlar ile yazarın metne eklemiş olduğu dipnotları birbirinden ayırmak için
Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun),’nin dipnotları italik olarak yazılmıştır.
992* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Müşkil işe düşmüşem meded kıl
Mey hırzı ile belâmı red kıl
Şeyh Gâlib’in “Hüsn ü Aşk”ında aynı temennisi:
[28] Sâkî kerem eyle bî-dimâğım
Pâ-beste-i rişte-i ferâğım
Mey ver ki bu derd çâresizdir
Deryâ-yı sühân kenâresizdir
Sâkî meded et ki müst-mendim
Bâzâr-ı belâda gam-pesendim
Mey ver ki sühân hitâma erdi
Sermâye-i gam tamâma erdi
Mey ver bana ey gül-i letâfet
Hem sor ki ne eylerim hikâyet
“Nevres-i Cedîd”in yarı kalmış bir mesnevisinde yine böyle bir ricası:
Sâkî bize âteş-i revân ver
Ser-çeşme-i Hızrdan nişân ver
Ol meyle meşâmım eyle tatyîb
Tâ şâhid-i kıssaya verem zîb
Mey sun ki olam fesâne-perdâz
Mestâne kılam beyâna âğâz
Bir de ayrıca yazılmış sâkî-nâmeler vardır ki onlar başlı başına birer eser hâlindedir.
Fuzûlî’nin Fârisî, Aynî’nin -tasavvufî bir eser olan- Türkçe mesnevileri müstakil birer risâle
olduğu gibi Nef’î ile Şeyh Gâlib divanlarındaki sâkî-nâmeler terkib-bend, Nâmık Kemâl’in
şerhi sadedinde olduğum Sâkî-nâme’si de kaside şeklindedir. Hicri 1329 tarihinde bastırmış
olduğum “Nazm ve Eşkâl-i Nazm” unvanlı eserde manzumeleri mevzu itibariyle birkaç kısma
ayırmış, eskilerin “rindâne” dedikleri yazılara “şarâbiyyât” unvanını vermiştim. Bahse
münasebeti dolayısıyla o satırları şuraya alıyorum:
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 993
“Şarâbiyyât: canlar yakan, hânmânlar yıkan şarap ile âlem-i âb’ın lezzet ve letâifine
dâir:
İç bâde, güzel sev de ne derlerse desinler
Meyhânede yat evde ne derlerse desinler
tarzında söylenişlerdir. Divan sayfalarını şarap damlalarıyla lekelenmiş masa örtülerine
benzeten bu yazılar esef olunur ki şairlerimizden pek çoğunun mecmualarını kirletmektedir.
Keşke Nef’î ile Kemâl’in
Merhabâ ey câm-ı mînâ-yı mey-i yâkût-reng
Devri gelsin senden ögrensin sipihr-i bî-direng
[29] ve:
Bezm-i safâda seyr et ol câm-ı gül-nisârı
Bir lâle hey’etinde gör feyz-i nev-bahârı
beyitleriyle başlayan sâkî-nâmeleri ve Ekrem Bey’le Nâcî Efendi’nin:
Şarâbı kim ki nûş eder
Dilinde ‘aşk cûş eder
Misâl-i yem hurûş eder
Dü-çeşm-i eşk-bâr ile
ve:
Gönlüme sâkîyi mi‘mâr eyledim meyhânede
Allah Allah Ka‘be i‘mâr eyledim meyhânede
beyitlerini hâvî manzûmeleri yazılmamış olsaydı.
Eski şairlerimiz, sarhoş olmadan şiir söylenilemezmiş gibi işreti, şairliğin levâzımından
saymışlar ve kü’ûl ibtilâsına ‘rindlik’ unvânını vermişler. Kimi:
Lokma-i gam ki gülû-gîr-i melâl oldu bana
Şîr-i mâder gibi mey şimdi helâl oldu bana
ve:
Hill-i mey emrinde bir tedbîr buldum gûş edin
Mest olun, teklîf sâkıt olsun andan nûş edin
994* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
diye şarabı ‘istihlâl’e kalkışmış, kimi içmeden menedildiği şarabı ihtikân suretiyle kullanmış,
kimi:
O rind-i bâde-perestim ki kâse-i serime
Dokunsalar gelir âvâze-i şarâb şarâb
diye sayıklamış, kimi:
Ben şehîd-i bâdeyem dostlar demim yâd eyleyin
Türbemi meyhâne enkâzıyla bünyâd eyleyin
Türbedâr olsun bana bir pîr-i mey-hâr-ı garîb
Nezr-i ser-hoşân ile ol pîre imdâd eyleyin
Gasl olunmaz gerçi mâ ile şehîdân-ı vegâ
Yıkayın meyle beni bir mezheb îcâd eyleyin
tarzında vasiyetler etmiş!
Sarhoş naralarından farklı olmayan bu türlü söylenişler, çok şükür edebiyat âleminde
işitilmez olmuştur.”
***
“Teceddüd Edebiyatı”ndan evvel Leskofçalı Gâlib’in riyâsetinde toplanan “Encümen-i
Şu‘arâ”ya dâhil şairlerin hepsi de işret müptelası adamlardı. Hatta encümenleri meyhanelerde
in’ikâd ederdi. [30] Sonraları Hersekli Ârif Hikmet Bey’in evinde haftada bir toplanmaya
başladılar ki Namık Kemal de genç yaşında onların arasına girmiş, o mecliste alıştığı yahut da
artırdığı meyperestliği ömrünün sonuna kadar devam ettirmişti. O itiyadın zevki yahut iptilanın
sevki ile der ki:
Bezm-i safâda seyr et ol câm-ı gül-nisârı
Bir lâle hey’etinde gör feyz-i nev-bahârı
“Safa meclisinde güller saçan o kadehi seyr et de ilkbaharın feyzini bir lale heyetinde
temessül etmiş gör.”
Bu kasidenin vezni : (mef’ûlü / fâ’ilâtün / mef’ûlü / fâ’ilâtün)’dür.
bezm: meclis, toplantı.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 995
safâ: suyun duruluğu demektir ki “safvet” de o manayadır. Aksine yani bulanıklığa
“keder” ve “küdûret” denilir. Sonra birincisi “neşe”, ikincisi “neşesizlik” meâlinde
kullanılmıştır. “safâ-yı hâtır” terkibi gibi ki kalbi bulandıracak ve can sıkacak bir hâlin
olmamasıdır. “ihvân-ı safâ”, “yârân-ı bâ-safâ” gibi terkipler ise ihlâs sahibi kardeşler ve dostlar
demektir.
Buradaki “bezm-i safâ” tabiri ile işret meclisinde sıklet verecek kimse olmadığı ve zevk
ve neşe esbâbının tamamıyla bulunduğu anlatılmak isteniyor.
câm: kadeh.
gül-nisâr: gül serpen, gül saçan.
câm-ı gül-nisâr: gül saçan kadeh ki içindeki şarap -kırmızılığı dolayısıyla- güle
benzetiliyor. Kadeh “silme” olarak yani ağzına kadar dolu bulunduğu için kenarından dökülen
damlalar da gül yapraklarına teşbih ediliyor. Bu münasebetle “câm-ı gül-nisâr” tabiri
kullanılıyor. Şarapla dolu kadeh -yine kırmızı görünmesinden- lale gibi tasavvur ve tasvir
edilerek ilkbahar feyzinin lale heyetine girmiş olduğu bildiriliyor.
[31] Açmış neşâtı gûyâ her dilde bir gülistân
Kılmış safâsı peydâ her gözde âb-ı cârî
“O kadehin verdiği neşe sanki her gönlü açılmış bir gül bahçesine döndürmüş, onun
safası ise her gözde akarsu peyda etmiş.”
neşât: sürûr, sevinç, neşe.
gûyâ: sanki demek olduğu gibi söyleyen manasına da gelir. Bu da işretin, kullananları
söylettiğine işaret olsa gerek.
dil: gönül.
gülistân: gül bahçesi.
peydâ: zâhir, mevcut.
göz: hem “çeşm”, hem “menba” mealini ifade eder.
âb-ı cârî: akarsu.
Şair bu beyitte kadehle şarabın neşesiyle safası gönülleri gül bahçesi hâline getirdiğini
ve gözlerde akarsular peyda ettiğini söylüyor. Bununla bazı sarhoşların neşesinden gülüp
996* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
açıldığını, bazılarının da hüngür hüngür ağladığını anlatmak istiyor. Yine kadehi bir menbaa,
içindeki şarabı da saf menba suyuna teşbih ederek zarf ile mazrufun gayet parlak ve berrak
olduğunu ifade ediyor.
Tab‘-ı hazîni kılmış pür-neşve-i tarâvet
Koymuş ‘aceb ‘aceb kim gül şekline hezârı
“Mahzûn tabiatı tazelik neşvesiyle doldurmuş. Çok şaşılacak şey ki bülbülü de gül
şekline koymuş”
tab‘-ı hazîn: mahzun tabiat.
pür-neşve: neşeli.
tarâvet: tazelik, yaşlık, çiçeklerin yeni açılmış hâli.
aceb: şaşılacak şey.
hezâr: bülbül. Bu kelime esasen “bin” demektir. Sonra hezâr dâstân terkibinden ihtisâr
edilerek bülbül manasında kullanılmıştır. Güya bülbülün bin türlü terennümü varmış. Bu
münasebetle ona “hezâr dâstân” denilmiş.
Namık Kemal diyor ki: Şarap dolu bir kadeh, bir şairin mahzun tabiatını neşvedâr eder,
onu yeni açılmış çiçek misali ter ü tâze kılar bülbül gibi inleyen o tabiatı, gül gibi güşâde bir
hâle getirir.
Pîrâmeninde kalmış ‘aks-i dehân-ı hûbân
Ol fassa benzemiş kim yâkût ola kenârı
“Kadehin etrafında güzellerin dudağı aksi kalmış da onu kenarına yakut dizilmiş elmas
bir yüzük taşına döndürmüş.”
pîrâmen: çevre, etraf.
dehân: ağız.
hûbân: güzeller.
fass: yüzük taşı.
Şair; kadehi elmas bir yüzük taşına, iç kenarında görünen şarap kırmızılığını o taşın
etrafına dizilmiş yakuttan [32] bir daireye benzetiyor. Buna da o kadehten içen güzellerin
dudaklarındaki kırmızılığın aksi kalmış olmasını sebep gösteriyor ve bir hüsn-i ta’lil yapıyor.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 997
Pehlû-yı şevka düşmüş bak şâhid-i şarâba
Sarmış miyân-ı nâzın gör câm-ı şu‘le-dârı
“Şarap güzeline bak ki iştiyak kucağına düşmüş, parlak kadehi de gör ki onun nazik
belini sarmış.”
pehlû: yan taraf.
şevk: iştiyâk, göreceği gelmek, göresimek.
şâhid: bir yerde bulunup bir şeyi gören demek ise de İranlılarca “güzel” manasında
kullanılmıştır. Hatta mübtezel güzellere “şâhid-i bâzâr” derler.
miyân: orta ve ara. Bedenin ortası bulunması dolayısıyla bele de “miyân” denilir. Nef’î
Murad Paşa vasfındaki bir kasidesinde:
Gâhî miyân-ı safda turur kendi tîğ-veş
Gâhî miyân-şikâf-ı saf-ı düşmenân olur
Yani: “Paşa bazen -saffın beli demek olan- ortasında kılıç gibi durur, bazen de düşman
saflarına hücum ederek ortasından yarar.” beytinde bu kelimeyi mükerrer ve “tevriyeli” olarak
kullanmıştır. Divanlarda “mû-miyân” tabiri de görülür ki belin inceliğinden kinaye ve mübalağa
olarak “kıl kadar ince belli” demektir.
Şarabın kadehe konulması, onun iştiyak kucağına düşmesine, etrafını kadehin sarması
da, nazlı belinin kadeh tarafından kuşatılmasına benzetilerek pür-cûş u hurûş bir der-âgûş tasvir
ediliyor.
Gûyâ edib tabî‘at tertîb-i bezm-i eflâk
Âğûş-ı mâha vermiş nâhid-i ‘işve-kârı
“Sanki tabiat felekte bir meclis tertip etmiş de cilveli Zühre’yi ayın kucağına vermiş.”
Buradaki tabiat: Natür denilen nizâm-ı âlem. “mâh” ay, “Nâhid” Zühre seyyaresi, Zühre şark
esâtirine göre feleğin sazendesi, garp mitolojisinde de güzellik ve fuhuş mabudesi, “Venüs”,
“Afrodit”.
Kemal Bey, kadehi değirmi olması itibarıyla aya, içindeki şarabı oynaklığı dolayısıyla
Zühre’ye benzetiyor. Şarabın kadeh içinde bulunmasını da güzel Zühre’nin âgûş-ı mâha
verilmesine teşbih ediyor. Bunu yapmış olan tabiata ise epeyce mühim bir vazife gördürüyor.
998* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
[33] Yâ eyleyib meşiyyet te’lîf-i tab‘-ı âfâk
Etmiş şafakla memlû bir ahter-i nehârı
“Yahut Allah’ın iradesi, ufukların tabiatını alıştırıp gündüz görünen bir yıldızı şafakla
doldurmuş.”
meşiyyet: irade, arzu demektir. “meşiyyet-i ilahiyye” gibi terkiplerde kullanılırdı.
şafak: güneş battıktan sonra garp ufkunda görünen kırmızımsı aydınlık. Bu kelime,
yanlış olarak “şafak attı” gibi tabirlerde sabah aydınlığı makamında istimal edilir. Nitekim Ziya
Paşa da Nedîm’e naziresinden olan:
Reng-i şafak degildir her subh olan nümâyân
‘Aks etmiş erguvânın âfâka ihmirârı
beytinde, şafak kelimesini böylece kullanmıştır.
memlû: dolu.
ahter: yıldız.
nehâr: gündüz. Dilimizdeki “gündüz” ile “gün” gibi Arapçadaki “nehâr” ile “yevm” de
farklıdır. “ahter-i nehâr” gündüz yıldızı. Bu terkipten maksat gurubdan sonra karanlık basmadan
evvel garpta yahut sabahları şarkta görünen “Zühre” olsa gerektir.
Namık Kemal, şarabı -kırmızı rengi dolayısıyla- şafaka, kadehi de cilası münasebetiyle
yıldıza benzetiyor. Şarabın kadeh içinde bulunmasını, şafak aydınlığının parlak bir yıldıza
doldurulmasına teşbih ediyor.
Yâ eyleyib temâşâ bezm-i safâda gûyâ
Hoy-rîz-i tâb-ı haclet verd-i cemâl-i yârı
Donmuş tahayyüründen mevc-i safâ-yı şebnem
Hayretle su kesilmiş reng-i gül-i bahârı
“Yahut bir safa meclisinde yârin utancından kızarmış ve terlemiş yüzünü seyr ederken
çiy tanelerinin saf dalgası hayretten donakalmış, baharda açılan gülün rengi de -yine o
temaşadan- şaşırıp su kesilmiş.”
temâşâ: esasen yürümek demektir. Yürümekle birçok şey görüleceğinden “zikr-i sebeb,
irâde-i müsebbeb” tarikiyle mecaz olarak “bakmak” ve “görmek” manasında kullanılır.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 999
hoy: ter.
hoy-rîz: ter döken.
haclet: sıkılma, utanma.
cemâl: güzellik, “zikr-i hâl, irâde-i mahal” tarikiyle [34] mecaz olarak yüz.
tahayyür: şaşırma.
mevc: dalga.
şebnem: çiy dediğimiz gece yaşlığı.
Namık Kemal bu beytinde de şarabı, bahar gülünün erimiş ve su kesilmiş rengine,
kadehi ise şebnem dalgasının donakalmasına benzetiyor. Sonra gül renginin erimesine, şebnem
dalgasının donup kalmasına sevgilinin kızarmış ve terlemiş yüzünü görmüş, kendilerinde o
taravet ve letafet bulunmadığını anlayınca şaşırmış olmalarını sebep gösteriyor, bir “hüsn-i
ta’lil” yapıyor. Fakat onu “gûyâ” ile takyid eylediğinden “şibh-i hüsn-i ta’lil”e düşüyor.
Yâ eyleyib tecessüm sihr ile hande-i yâr
Âyîneden görünmüş cism-i latîf-vârı
“Yahut sevgilinin gülmesi, büyü ile cisim hâline girmiş de cism-i latif gibi aynadan
görünmüş.”
tecessüm: cisim hâline girmek.
sihir: büyü.
hande: gülme.
âyîne: ayna. Eski Türkçesi “gözgü” imiş.
cism-i latif: gözle görülemeyen cisim.
Namık Kemal bu beytinde de şarabı, sevgilinin kırmızı dudaklarındaki parlak bir gülüşe
benzetiyor. Ve o gülüşü sihirle bir cism-i latif hâline sokuyor. Sonra kadehi bir ayna tasavvur
eyleyerek içindeki şarabın dışından görünmesini, cism-i latifin aynada münakis olmasına teşbih
ediyor.
Yâ eyleyib tahaccür kalb-i rakîk-i Cemşîd
Hûn-ı cigerle eyler ‘âlemde dem-güzârı
1000* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
“Yahut Cemşîd’in rikkatli kalbi taş kesilmiş de ciğeri kanıyla âlemde vakit
geçirebiliyor.”
rikkat: incelik, yufkalık.
rakîk: ince, yufka.
hûn-ı ciger: ciğer kanı.
dem: vakit, zaman.
güzâr: geçirme.
dem-güzâr: vakit geçiren.
dem-güzârî: vakit geçirme.
Kemal Bey, sonuncu bir teşbih olarak kadeh için Cemşîd’in taş kesilmiş yufka yüreği,
şarap için de onu yaşatabilen ciğer kanı diyor. Galiba kadehin musaffâ olmasıyla Cemşîd’in
safvet-i kalbi [34/2]21 ve şarap ile ciğer kanının kırmızılığı arasında şâirâne bir “vech-i şebeh”
buluyor. “Hûn-ı ciger”deki “hûn” ile “dem-güzâr”daki “dem” arasında da bir “îhâm-ı tenâsüb”
yapıyor.
Pür-hûn ise ‘aceb mi hâlâ derûn-ı Cemşîd
Almış ecel elinden câm-ı safâ-medârı
“Cemşîd’in yüreğinden hâlâ kan gidiyorsa şaşılacak şey mi? Safaya medâr olan kadehi
ölüm, onun elinden almış.”
pür-hûn: kanlı.
derûn: içeri.
ecel: müddettir ki “hayat müddeti” manasına kullanılır. “eceli yetmiş” yaşama müddeti
bitmiş demektir. “zikr-i sebeb, irâde-i müsebbeb” tarikiyle mecaz olarak “ecel” kelimesi “ölüm”
mevkiinde istimâl olunur.
medâr: asıl bir şeyin döndüğü yer demektir. Göz çukuruna “medârü’l-‘ayn” denilir.
“sebeb” “vesile, yardım” manalarına da gelir. “Medâr-ı mâişet” geçinmeye sebeb olan şey.
“Medâr-ı kelâm” bazı kimselerin lakırdı esnasında söylemeyi itiyat etmiş oldukları efendim,

21 Eski harfli metninde 34. sayfa numarası mükerrer olarak verilmiştir. Bu nedenle çeviri yazılı metinde mükerrer
olan sayfa [34/2] şeklinde gösterilmiştir.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1001
efendicağızıma söyleyeyim, şey, falan filân gibi mühmelât. “Kelin medârı olsa kendi başına
olur.” cümlesi meşhûr bir meseldir.
Namık Kemal, yukarıki beyitte Cemşîd’in kalbi tahaccür eylemiş ve ciğeri kanıyla
yaşamakta bulunmuş olduğunu söyleyerek kadehle şarabı onun kalbine ve ciğeri kanına
benzetmişti!
Bu beyitte aynı teşbihi zımnen tekrarlamakla beraber ölüm, onun elinden kadehi almış
olduğu için yüreğinden hâlâ kan gitmekte olduğunu ifade ederek bir “hüsn-i ta’lil” yapıyor.
Bir neş’e var ki meyde mahrûmunun sezâdır
Âh etse tâ kıyâmet her sebze-i mezârı
“Şarapta öyle bir neşe var ki ondan mahrum kalmış olanın kendi değil, mezarında biten
otlar bile kıyamete kadar ah etse değer.”
[35]
sezâ: layık, değer.
sebze: yeşillik, ot.
Ol mey ki eyleyince tertîb-i bezm-i fıtrat
Hum-hâne-i ‘ademde sâkî-i feyz-i
22 Bârî
Peymâne şeklin almış rindân için neşâtı
Tâca temessül etmiş şâhân için humârı
“Bahs ettiğim öyle bir şarap ki feyz-i ilahi sakisi, yokluk meyhanesinde varlık meclisini
tertip eyleyince o şarabın neşesi rintler için kadeh şeklini almış, mahmurluğu da padişahlar için
tâca temessül eylemiş.”
fıtrat: hilkat, yaratılış.
hum: küp.
hum-hâne: meyhâne. Eskiden şarabın küplere doldurulması ve meyhanede birçok küp
bulunması dolayısıyla oraya bu isim verilmiştir. Avam arasında böyle meyhanelere “küplü”
denilirdi.

22 Tâhirü’l-Mevlevî, beyitte “bezm”; beytin izahında ise “feyz” kelimesini kullanmıştır. Beytin anlam bütünlüğü göz
önünde bulundurulduğunda “feyz” daha uygun düştüğünden “bezm”in sehven yazıldığı düşünülerek “feyz” tercih
edilmiştir.
1002* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
adem: yokluk, “vücûd”un zıddı.
peymâne: büyük kadeh. Aslı “ölçek” demektir. Sonra okkalı kadeh manasına
kullanılmış, onları yuvarlayanlara da -hubûbât ölçenlere benzetilerek- “bâde-peymâ” yani
“şarap ölçen” tabir olunmuştur.
rind: laubali-meşrep, kayıtsız, ayyaş, kurnaz, malumatlı manalarınadır. Şairler ve
mutasavvıflar lisanında kaba sofu, zahit mukabili olarak hekim, feylesof ve ârif makamında
kullanılır.
tâc: baş kisvesi, hususiyle hükümdarların serpuşu.
Zann etme görüb pâdişehin tâc-ı zeridir
Bî-çârelerin şu‘le-i hûn-ı cigeridir
Şeyhlerin külahlarına da “tâc” denilirdi. Molla Câmî:
Hest tâc-ı ‘ârifân ender-cihân ez çâr terk
Terk-i dünyâ terk-i ‘ukbâ terk-i hestî terk-i terk
Der ki: “Dünyada âriflerin tâcı dört parçadan yapılır. O parçaların biri dünyanın,
ikincisi âhiretin, üçüncüsü varlığın, dördüncüsü terk ve kabulün yani iradenin terkine işarettir”
meâlindedir.
temessül: bir şeyin tıpkısı olmak.
humâr: mahmurluk, neşenin zıddı, sarhoşluğun ızdırabı.
Namık Kemal “adem”i meyhane, feyz-i İlâhî’yi o meyhanede saki olmak üzere tasavvur
ediyor. O saki, varlık meclisini tertip edince şarabın neşesi ârifler için kadeh, mahmurluğu da
padişahlar için tâc şeklinde göründü diyor.
[36] Rûh ile ittihâdı bir rütbedir ki bilmez
Me’lûf-ı cân-pezîri mecbûr-ı cân-nisârı
Dilden mi sâ’il olmuş engûrdan mı peydâ
Gözden mi sâ’il olmuş peymâneden mi cârî
“Şarabın ruh ile o kadar ittihadı vardır ki candan alışmış ve elde etmek için canını
verecek derecede mecbur kalmış olanlar, onun üzümden mi peyda olduğunu, gönülden mi,
gözden mi, kadehten mi aktığını bilemezler.”
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1003
ittihâd: birleşmek, bir şey gibi olmak.
bir rütbe: bir derecede, o kadar.
me’lûf: ülfet edilmiş, alışılmış.
me’lûf-ı cân-pezîr: candan ülfet edilen, canda yer verilecek kadar sevilen. “cân-nisâr”
canını saçan, feda eden.
mecbûr-ı cân-nisâr: bir şeyi elde edebilmek için canını verecek derecede istekli.
dil: gönül.
sâ’il: akan.
engûr: üzüm.
cârî: akan.
“sâ’il” kelimesi beyitte tekrarlanıyor. Gördüğüm iki nüshanın ikisi de böyle: Namık
Kemal’in bir lafzı üst üste iki mısrada tekrar edeceğine ihtimal veremiyorum, o kelimenin başka
manası olduğunu da bilemiyorum. Acaba “cevelân”dan “câ’il” yahut “savlet”ten “sâ’il” mi
yazılmıştı da istinsah edilirken “sâ’il” sûretinde alındı?
[36. Sayfaya İlave]
Mülga Dârü’l-Fünûn’un eski müderrislerinden üstad-ı hakîm Ferit Bey Efendi, şu
yazıların yazılışından bir müddet sonra bize gelmişti. Musahabesinden istifade ettiğim sırada
Namık Kemal’in yukarıki beytindeki “sâ’il” kelimelerine dair kendisinden istifâza eylemek
istedim. Meseleyi ve düşündüklerimi anlattım. Birinci “sâ’il”in “hâsıl” olmasına ihtimal verdi,
aynı mısradaki “peydâ” lafzının bu ihtimali kuvvetlendireceğini söyledi. Muhterem üstadın
mütâlaası bence pek münasip göründüğü için beyti:
Dilden mi hâsıl olmuş engûrdan mı peydâ
Gözden mi sâ’il olmuş peymâneden mi cârî
olarak yazdım ve:
“Gönülden mi, yoksa üzümden mi hâsıl olmuş, gözden mi, yoksa kadehten mi akmış
bilinemez.” diye nesre çevirdim.
Elmâs içinde yâkût envâr içinde gonca
Cevherde âb-ı cârî mînâda rûh-ı sârî
1004* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
“Şarap, elmasın içinde yakut, nurlar arasında goncadır. Cevherde akarsu, şişe
dâhilinde sereyan eder ruhtur.”
âb: su demek olmakla beraber “revnak”, “letâfet” manasında kullanılır. Bazı
mücevherlerin içerisinde görülen menevişlere de tabir olunur.
mînâ: şişe.
sârî: sirayet eden, dolaşan, kanın bedende dolaşması gibi... Namık Kemal, dolu kadehi
elmasa, envâra, cevhere; içindeki şarabı da yakuta, goncaya, cevherdeki menevişe ve şişede
sereyan eden ruha benzetiyor.
Gûyâ ki hûşe-i rez pistân-ı Meryem olmuş
Kim rûhdur ser-â-ser âb-ı safâ-medârı
“Sanki üzümün salkımı Hazret-i Meryem’in memesi olmuş. Ondan dolayı safa veren
suyu tamamıyla ruhtan ibaret.”
hûşe: başak, salkım.
rez: üzümün dalı, asma.
pistân: meme.
Meryem: Hazret-i İsa’nın validesi.
kim: çünkü, zira.
ser-â-ser: baştan başa, tamamıyla.
[37] Kemal Bey, üzüm salkımını Hazret-i Meryem’in memesine benzetiyor, suyunu da
serapa ruh yapıyor.
Hazret-i Meryem Ruhullah olan İsa’yı doğurmuş ve emzirmişti. Meryem’in sütünden
Ruhullah yetiştiği gibi üzümün suyundan da manevi hayat demek olan neşe hâsıl olur demek
istiyor.
Etmiş ‘aceb ‘aceb kim nev‘-i nebâtı zî-rûh
Bilmezdi böyle hakkâ dil tab‘-ı rûzgârı
“Çok şaşılacak bir şey ki nebâtât nev’ini zîrûh olarak yetiştirmiş. Doğrusu yâ! Gönül,
zamanın tabiatını böyle bilmezdi.”
zî-rûh: canlı.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1005
hakkâ: doğrusu, hakikaten.
Yukarıki beyitte üzüm suyu için “tamamıyla ruhtan ibaret” denilmişti. Bu beyitte ise
zamanın böyle zîrûh nebât yetiştirmiş olmasına taaccüp edilerek bir “tecâhül-i ârif” yapılıyor.
Re’yin tutaydı rindân ehl-i tenâsühün ger
Derdim ki rûh-ı Cem‘dir olmuş nebâta sârî
“Eğer ârifler tenâsühe kâil olanların sözüne itibar etseydi ben de Cemşîd’in rûhu
nebâta sereyân eylemiş derdim.”
re’y: düşünce, mütâlaa. “re’yini tutmak”: birinin fikrini kabul etmek.
ehl-i tenâsüh: canlı bir mahlûk ölünce ruhunun başka bir kalıba gireceğini itikât eden!
Namık Kemal diyor ki: “Üzüm suyunda bir hayat var. Eğer tenâsüh mezhebine mutekid
bulunsaydım Cemşîd’in ruhu asmaya hulûl etmiş, şaraptaki bu hayat ondan geliyor derdim.
‘Ayb etme rûh dersem gör feyz-i inbisâtın23
İhyâ eden odur hep ‘uşşâk-ı dil-figârı
“Şaraba rûh dediğim için beni ayıplama. Verdiği inbisât ve neşâtı gör. Kalbi yaralı
âşıkları ihyâ eden hep odur.”
[38]
ayb etmek: tabiri eskiden kullanılırmış. Nitekim Fuzûlî’nin:
Her gören ‘ayb etdi âb-ı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı
matlaında görülür. Fakat sonraları o makamda “ayıplamak” mastarı istimal edilmiş.
inbisât: yayılmak, genişlemek ve ferahlamak.
uşşâk: âşıkın cem’i, sevenler.
dil-figâr: kalbi yaralı.
İçenlerin muvakkaten şuuru kalmadığı cihetle dertli olanlar derdini düşünemez bir hâle
gelir ve birkaç saat için ihyâ edilmiş olur.

23 Bu beytin ilk mısrası eski harfli metinde “Ayb etme rûh dersem görsem feyz-i inbisâtın” şeklindedir. Vezne
uymayan “görsem” kelimesi sehven yazılmış olsa gerek.
1006* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Cân derse hûna çok mu gördükce ehl-i hikmet
Bu reng içinde zâhir ol feyz-i Kirdgârı
“Hükemâ takımı; Allah’ın feyzini, yani canı kan renginde gördükleri için (ruh kandan
ibarettir) derlerse çok görülmeli mi?”
hûn: kan.
ehl-i hikmet: hakîm ve hekîm olanlar.
Kirdgâr: Allah.
Eski hükemânın birtakımı: “Ruh kandan ibarettir. İnsan onunla yaşar.” demişler. Namık
Kemal, bu fikre telmih ederek diyor ki: İnsana hayat veren şarap kan rengindedir. Hakîmler,
bundan istidlal eyleyerek insanı yaşatan ruhun kan olduğunu söylüyorlar. Haksız bir dava mı?
Rengîn perdelerde tutsa n’ola makâmın
Kim ser-be-ser tarâbdır cism-i safâ-medârı
“Şarabın safa veren cismi baştan başa zevk ve tarabdır. Onun için rengîn perdeler
makam tuttuysa şaşılacak, çok görülecek bir şey midir?”
rengîn: renkli, dolayısıyla parlak.
perde: malum, musikide ses. Râst perdesi, Dügâh perdesi gibi. Buradaki rengîn perde
ile hem şarabın rengi, hem şişeden kadehe dökülürken çıkardığı perde murad ediliyor.
makâm: durak, durulacak yer. Musikide nağmelerin karar kıldığı perde.
ser-be-ser: baştan başa.
tarab: esasen kalkınma demektir ki sevinç ve neşe ile olur. Çocukların sevindikleri
vakit ellerini çırpmaları ve sıçramaları gibi. Bu münasebetle musiki meclislerine “bezm-i tarab”
denilir, çalgı çalana da “mutrib” tabir edilir.
Namık Kemal diyor ki: şarap, baştan başa tarabdır. Gerek tahammür, gerek salıntı
dolayısıyla oynar durur.
[39]
Kadehe dökülürken çıkardığı ses de müptelalarını oynatır: Böyle nağme ve tarabın ta
kendisi olan şarabın rengi de, perdesi de parlak olması tabiîdir.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1007
Sâkîsi Hızr-ı ‘irfân bezmi behişt-i ma‘nâ
Mînâsı cevher-i cân mecrâsı feyz-i Bârî
“O şarabın sakisi irfan Hızır’ı, meclisi mana cenneti, şişesi can cevheri, mecrası da
Allah’ın feyzidir.”
sâkî: işret meclislerinde kadeh vermek suretiyle hizmet eden.
Hızr: Hazret-i Mûsâ zamanında yaşamış ve onunla görüşmüş bir zat. Bazıları, bu zatın
hâlâ yaşadığını ve âcizlerin ara sıra imdadına yetiştiğini söylerler. Bazıları da Mûsâ’nın muasırı
olan Hızır ölmüştür. Fakat her asrın bir Hızır’ı vardır derler.
Namık Kemal diyor ki: Benim tasvir ettiğim şarabın sakisi manevi bir Hızır’dır. Malum
olan Hızır, bunalmış olanların imdadına yetiştiği gibi bu manevi Hızır da gam ve kederle
boğulmuş olanlara hayat yetiştirir. Bulunduğu meclis manevi bir cennettir. İçinde ham ervâhlar,
kaba sofular yoktur. Sürahisi camdan değil, can cevherinden dökülmüştür. Akıp geldiği yer ise
fıçının musluğu değil, feyz-i ilahi hazinesidir.
Kemal Bey, bu beyti ile sözüne bir tasavvuf neşesi karıştırmak istiyorsa da o neşe,
evvelki ve sonraki beyitlerle tevafuk edemiyor.
Dîvân-ı Cem‘den eyler tarh-ı nişâne hâlâ
Meyhânenin nizâmı peymânenin vakârı
“Meyhanedeki nizâm ile kadehteki vakar, Cemşîd’in dîvânından hâlâ nişan veriyor.”
dîvân: hükümet dairesi ve orada tutulan defter. İslam’da dîvân, Hazret-i Ömer
zamanında tesis edilmiş ve maliye işlerine münhasır bulunmuştu. Emevî ve Abbasî
devletlerinde dîvânlar çoğaldı.
Padişahların vezirler ile birlikte oturup halkın işine baktığı meclise de “dîvân” denilirdi.
“Topkapı Sarayı”nda “dîvân-ı hümâyûn” denilen yer hâlâ durmaktadır. Merkezde olduğu gibi
vilayetlerde valilerin de dîvânı olurdu hattâ oralarda kâğıt okuyan ve yazan mektupçuya “dîvân
efendisi” unvanı verilirdi.
[40] Abbasi valilerinden meşhur Horasanlı Ebu Müslim’in dîvânı gayet heybetli
olurmuş. Bu münasebetle “Ebu Müslim dîvânı gibi” tabiri, mesel olarak söylenilirdi.
Şairin “dîvân-ı Cem” demekten maksadı: Meyhanede böyle bir mehâbet bulunduğunu
anlatmaktır.
1008* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
nizâm: düzgünlük, karışık olmayış.
vakâr: züppelik ve sırnaşıklık ile kibirliliğin ortası, ağırbaşlılık.
Namık Kemal diyor ki: Meyhanede bir nizam var. Gelenler ona riayet ediyor. Kadeh de
ağır başlı. İçenler ona hürmetkâr bulunuyor. Sululuk, cıvıklık gibi edebi, terbiyeyi bozacak
hareketler görülmüyor. Binaenaleyh şu hâl Cemşid’in muntazam ve muazzam dîvânını
hatırlatıyor.
Bâğ-ı İrem’den eyler ‘arz-ı nümûne gûyâ
Sahbâ-yı lâle-rengi mînâ-yı jâle-dârı
“Bu meclisin lale renkli şarabıyla şebnemli, yani buğulanmış sürahisi sanki İrem
bağından nümûne arz etmekte.”
bâğ-ı İrem: rivayete göre “Âd” kavminden “Şeddâd”ın yaptırmış olduğu sarayın
bahçesi. Güya Şeddâd, cennete nazire olmak üzere “İrem zâtü’l-‘imâd” isminde bağlı, bahçeli,
mermer direkli, altın ve gümüş kerpiçli yüksek ve geniş bir saray yaptırmış. Bahçesinin
toprağını misk ve safranla yoğurtmuş. Derelerinden süt ve bal akıtmış. Sonra içine girip
oturmadan ölmüş gitmiş. Bu bahçeli saray, nakl edenlerin hayalindeki kuvvete göre büyüdükçe
büyümüş, o dereceye kadar çıkmış ki cenâb-ı Hakk’ın bunu insanların gözünden gizlemiş ve
cennetler sırasına geçirmiş olduğu bazı kitaplara bile geçmiş!
Evet, Kur’an’da “İreme zâti’l-‘imâd” âyeti var. Fakat bazı müfessirler, “zâtü’l-‘imâd”ın
direkli saray manasına değil, çadır direklerinin çokluğundan “Âd-ı İrem” kabilesine verilmiş bir
vasıf olduğunu söylemişlerdir. Şu tefsirden Âd kavminin çadırda oturan bir kabile bulunduğu
anlaşılır. Böyle değil de hakikaten direkli ve damlı basit bir bina yapılmışsa çadırda oturanlar, o
tarzda bir yapı görmediklerinden bunu uçurdukça uçurmuşlar, sonra gelenler ise daha sonra
geleceklere esâtirî bir rivayet bırakmışlardır.
sahbâ: şarap.
jâle: şebnem, çiy.
[41] Meyhâne gülsitândır peymâne gül-feşândır
Sâkî nihâl-i şûhu mutrıb hezâr-ı zârı
“Meyhâne bir gül bahçesidir, kadeh onun içinde gül saçmaktadır. Saki o bahçenin
oynak bir fidanı, mutrip de dem çeken bülbülüdür.”
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1009
gül-feşân: gül saçan.
nihâl: fidan. “nihâl-i şûh” demekle sakinin hem genç hem oynak olduğunu anlatıyor.
mutrib: sazende.
zâr: inleyen, dem çeken.
Namık Kemal, meyhaneyi gül bahçesine benzetiyor. Bahçede açılmış olan güllerin
kırmızı yaprakları rüzgârla savrulur. Kadehten dökülen şarap damlalarını, gül yapraklarının bu
savruluşuna teşbih ediyor. Kezâ bahçede taze fidanlar bulunur ki rüzgâr estikçe iki tarafa
sallanır ve oynar. Şair, meyhane gülistanındaki genç ve oynak sakiyi böyle şuh bir nihâl gibi
görüyor. Hazin hazin terennüm eden hanende ve sazendeyi de bahçenin sık ağaçları arasında
dem çeken bülbül gibi işitiyor.
Bir gülsitân ki etmiş feyz-i nesîm-i kudret
Hem nüzhet-i zemistân hem devha-i bahârı
“Meyhane öyle bir gülistan ki nesim-i kudretin feyzi, onu hem kışın tenezzüh yeri, hem
de baharın bahçesi yapmıştır.”
nesîm: hafif esen rüzgâr.
nüzhet: esasen uzaklık manasınadır. “tenezzüh” de uzaklaşmak demektir.
Sonra şehrin kasâvetinden uzaklaşmak ve ferahlanmak için bağa, bahçeye ve kıra
çıkmak makamında kullanılmıştır. “ifadenin nezâheti” gibi ibarelerde ise sözün hoşa
gitmeyecek kabalıktan uzak bulunması mealindedir.
zemistân: kış mevsimi.
devha: büyük ağaç demek ise de Kemal Bey onu ağaçlık, yani bahçe manasında istimal
etmiş ve demek istemiştir ki: Bahçeler, yalnız bahar ve yaz mevsimlerinde tenezzühgâh olur.
Lakin meyhanede hem yazın hem kışın tenezzüh edilebilir.
[42] Mutrıb kıyâfetinde olmuş o bâğa bülbül
Uçmuş gül-i behiştin reng-i hicâb u ‘ârı
“Cennet gülünün sıkılma ve utanma rengi uçmuş da mutrib kılığına girmiş ve o bağa
bülbül olmuş.”
1010* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
kıyâfet: Kâmus tercümesindeki tarife göre iz sürüp gitmektir. Kıyafet, Arap
bedevilerinde bir ilim idi ki “kıyâfetü’l-eser” ve “kıyâfetü’l-beşer” diye iki kısımdı. “kıyâfetü’leser”
toprak ve kum üstünde kalan izden sahibinin ne tarafa gittiğini, hatta nasıl bir kimse
olduğunu bilmek, “kıyâfetü’l-beşer” ise iki şahsın azası arasındaki benzeyişten akraba olup
olmadıklarına hükm edebilmek melekesi idi. Bunu yapana kâyif derlerdi.
Bir adamın kisvesi, mesleğine delâlet eder olması dolaysıyla bizim “kılık” dediğimiz
giyinip kuşanma tarzına sonradan “kıyâfet” denilmiştir.
hicâb: esâsen örtünmektir. İnsan, sıkıldığı vakit yüzü kırmızılıkla örtüldüğü için
mecâzen utanmak manasında kullanılmıştır.
âr: bu da o manayadır.
Namık Kemal, cennet gülünün kızarmış rengini uçuruyor, ondan bir bülbül vücuda
getiriyor, sonra o bülbülü mutrip kıyafetine sokup meyhanede çalgı çaldırıyor ve şarkı
söyletiyor.
Mutribin uçar âr ve hicap renginden vücuda gelmesi, saz heyetinin kalabalıkta
sıkılmaksızın terennüm etmeleri dolayısıyla olsa gerektir.
Sâkî letâfetinde olmuş o hâke bir şâh
Fevvâre-i hayâlin âb-ı safâ-nisârı
“Hayal fıskiyesinin safa saçan suyu, o bağın toprağına saki letafetinde yeni sürmüş bir
dal olmuş.”
hâk: toprak.
şâh: sürgün, ağacın yeni sürmüş körpe dalı.
fevvâre: fıskiye.
Şair, yukarıki beyitte meyhanedeki mutribi cennet gülünün uçmuş hayâ renginden
tecessüm ettirmişti. Bu beyitte de sakiyi hayal fıskiyesinin safalar saçan suyundan temessül
ettiriyor. Sakiyi gençliği dolayısıyla taze dala, uzunca boylu olması itibarıyla da fıskiyeden
fırlayıp yükselen su sütununa benzetiyor.
[43] Sâkî mürüvvet eyle yok mu şarâb-ı nâbın
Olmaz mı def‘e fursat endûh-ı rûzgârı
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1011
“Saki, mürüvvet et de kadehi dolaştır. Hâlis şarabın yok mu? Onu içmekle zamanın gam
ve kederini gidermeye fırsat bulamayacak mıyız?”
mürüvvet: insanlık demektir. Bilhassa insanlığın iyi tarafları, lütuf ve kerem cihetleri
kastolunur. İnsanlar, bunun yokluğundan şikâyet edegelmişlerdir. İran şairlerinden “Abdü’lvâsî-i
Cebelî” bir kasidesine:
Ma‘dûm şod mürüvvet ü mensûh şod vefâ
Ve’z her dü-nâm mând çü sîmurg u kîmyâ
beytiyle başlar ki: “Mürüvvet yok oldu, vefa ise nesh edildi. Zümrüdüanka kuşuyla -altın
yapmak demek olan- kimyâ gibi ikisinin ancak adı kaldı.” mealindedir.
İmâm Şâfi’î de “Lev küntü şâ‘iren le-reseytü’l-mürû’ete” demiştir ki “Şair olsaydım
mürüvvete mersiye yazardım” manasınadır. Ben bu sözün mealini şöyle nazm etmiştim:
Yâdigâr etmiş İmâm-ı Şâfi‘î
Fikr-i âtîyi cihân-ı ‘ibrete:
Şâ‘ir olsaydım yazardım mersiye
İrtihâl-i rûh-ı insâniyyete
nâb: hâlis, karıştırılmamış, su katılmamış.
fursat: müsait, zaman.
endûh: gam, keder.
Namık Kemal, hayal fevvaresinden temessül ettirdiği sakiye hitap ile şarap istiyor, onu
içip de zamanın gamından, kasavetinden kurtulamayacak mıyız? diyor. Sonra aşağıki beyitlerle
kendi meşrebini tarif ve dolayısıyla iftihar ediyor:
Men telh-kâm-ı ‘aşkım mest-i müdâm-ı ‘aşkım
Mahmûr-ı câm-ı ‘aşkım mahrûm-ı hûş-yârî
“Ben, aşkın daimî sarhoşu olmakla beraber onun mahmur ve muzdaribi ve idrak ve
şuurun mahrumuyum.”
telh: acı.
kâm: damak. İkisi birlikte damağı acımış, ağzının tadı bozulmuş manasını ifade eder ve
meyus, muzdarip mevkilerinde kullanılır.
1012* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
mest: sarhoş.
müdâm: daimî. Her vakit içilmesi dolayısıyla şaraba da “müdâm” ve “müdâme”
denilir.
mahmûr: sarhoşluktan [44] ayılmaya ve işretin ızdırabını duymaya başlamış olan.
Gönlümdür ehl-i ‘aşkın merd-i vefâ-nihâdı
Tab‘ımdır ehl-i derdin şâh-ı safâ-şi‘ârı
“Gönlüm aşk ehlinin vefalı bir merdi, tabiatım dertlilerin safvet sahibi bir şâhıdır24.”
merd: erkek demek olmakla beraber kâmil insan manasında kullanılır.
vefâ: verilen sözü tutmak. Ben bunu şöyle tarif etmiştim:
Safha-gerdâni-yi kâmûs-ı hakîkât etme
Bulamaz câ orada nükte-i bî-cây-ı vefâ
Ona ferheng-i tahayyülde bu ma‘nâ yaraşır
Murg-ı ‘ankâ demedir hall-i mu‘ammâ-yı vefâ
nihâd: hilkat, cibillet demektir.
vefâ-nihâd: vefalı olarak yaratılmış manasını ifade eder.
şi‘âr: alâmet ve nişân mealinde kullanılan bu kelimenin asıl manası “insan gömleğine
denir ve mutlaka bedenine mümâs olan libâsa denir ve cenk ve sefer hengâmlarında biri birini
tanıyıp bilmek için beynlerinde ta‘yîn eyledikleri alâmete denir. Kâmûs Tercümesi”
Şu hâlde şi‘âr: gömlek, fanila gibi bedene giyilen elbise. Üste giyilene “disâr” denilir.
Sonra üniforma gibi tanınmak için kullanılan alâmet, daha sonra parola mevkiinde istimâl
edilmiştir.
Te’sîr-i bahtım etdi devrân-ı çarhı vârûn
Etdim i‘âde ‘ahd-i Cemşîd-i kâm-kârı
“Tali’imin tesiri, feleğin dönüşünü tersine çevirdi de muradına ermiş olan Cemşid’in
zamanını geri getirdim.”
baht: tâlih.

24 Bu kelime metinde (شاهديدر (şeklinde yazılmıştır.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1013
devrân=deverân: dönmek, zaman.
çarh: felek.
vârûn: ters, aksi, aksine.
iâde: geri çevirmek.
ahd: zaman.
kâmkâr: muradına ermiş olan.
Cemşîd, her istediğini elde etmiş ve gûyâ bin sene saltanat sürmüş (!) olduğu için ona
böyle vasıflar verirler.
Namık Kemal diyor ki: Benim bahtımda terakki etmemek ve ileri gitmemek mazhariyeti
var. Onun tesiriyle felek tersine dönmeye ve geri geri gitmeye başladı. Bu tesir ve teessür
dolayısıyla Cemşîd’in neşeli devrini geri getirmiş oldum.
[45] Yek neş’e-yi safâyım ol rütbe kim görülmez
Bezm-i mahabbetimde âsâr-ı bî-karârî
Arzın hevâya çıksa erkân-ı bî-sebâtı
Çarhın zemîne geçse bünyân-ı üstüvârı
“Bendeki safâ neşesi o kadar sabittir ki arzın sebatsız erkânı havaya çıksa, feleğin
sağlam binası yıkılıp yere geçse, yani dünyanın altı üstüne gelse, muhabbetim meclisinde
kararsızlık görülemez.”
yek-neş’e: bir neşede, bir hâlde olan.
bî-karârî: kararsızlık, tebeddül, tagayyür.
erkân: rüknün cem’i. Köşeler, sütunlar, belli başlı taraflar. Mecazen ileri gelenler:
erkân-ı devlet, erkân-ı vilâyet. Usul, kaide manasına da kullanılır “yol ve erkân”, “edeb ve
erkân” tabirlerinde olduğu gibi.
bünyân: bina.
üstüvâr: sağlam.
1014* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Şair demek istiyor ki: Ben saf ve sabit tabiatlı bir adamım. İkbal ve idbar tesiriyle
meşrebim değişmez. Ufak tefek felaketler değil, kıyamet kopsa ve dünya alt üst olsa yine fikrim
ve hissim tebeddül etmez.
Her katre hûn-ı cismim bir mevc-i bâde-i ‘aşk
Her zerre dâğ-ı sînem bir câm-ı feyz-i Bârî
“Cismimdeki kanın her damlası, aşk şarabının bir dalgasıdır. Göğsümdeki yaranın her
zerresi, Allah’ın bir feyiz kadehidir.”
katre: damla.
mevc: dalga.
bâde: şarap.
dâğ: yara.
Kemal, hüviyet ve tabiatını tarife devam ederek diyor ki:
Vücudumdaki kanın her damlası, aşk deryasının bir dalgası, o kanların bedenimde
dolaşması, o deryanın coşup dalgalanmasıdır. Göğsümün içinde daima kanar bir yara var ki
duygulu bir şair oluşumun tesiriyle açılmıştır. İşte o yaranın her zerresi Allah’ın bir ilham
kadehidir.
Ol rütbe gark-ı meydir kim mû-be-mû-yı cismim
Olmuş neşât elimden kilk-i beyâna sârî
“Cismimdeki kılların her biri o kadar şaraba batmış, yani benliğim o derece mest
olmuştur ki bendeki neşe, elimden kaleme sirayet etmiştir.”
gark: batmak demek olmakla beraber “mağrûk” yani batmış mealinde kullanılır.
Arapça masdarların [46] “ism-i fâ‘il” yahut “ism-i mef‘ûl” manasında istimali adetti. Mesela
cemâl denilir “cemîl”, şarâb denilir “meşrûb” demek istenilirdi. Buradaki “gark” masdarı da
“mağrûk” yani ism-i mef‘ûl manasında kullanılmıştır.
mû-be-mû: kıl kıl, ayrı ayrı.
kilk: kalem.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1015
beyân: bildirmek, ifade manasına olduğu gibi belâgat denilen “ilm-i edeb”in me‘ânî,
beyân, bedî diye üçe ayrılan kısımlarından biri. Hakikat, mecaz, kinaye, teşbih ve istiareden
bahseden ilim.
Namık Kemal, şu “sâkî-nâme”yi kaleminin bu kadar parlak yazmasına kendisindeki
neşenin, parmakları vasıtasıyla ona sirayet etmiş olmasını sebep gösteriyor.
Her satr-ı nazmım olmuş bir mevc-i bâde mânend
Kim noktalarla bulmuş zînet habâb-vârî
“Nazmımın her satırı, yani mısraı bir şarap dalgası hâlindeki habab gibi noktalarla
süslenmiştir.”
satır: esasen sıra demektir. Sonra yazı sırası manasında kullanılmıştır.
nazm: inci, boncuk gibi şeyleri ipliğe dizmek manasınadır. Mevzûn sözler de inci
dizilerine benzedikleri için o yolda söz söylemeye “nazm” denilmiş, masdarların bazen “ism-i
mef‘ûl” manasına kullanılması dolayısıyla burada olduğu gibi nazm denilip “manzum söz”
murad olunmuştur.
mânend: gibi.
nokta: benek.
habâb: nısf-ı küre şeklinde görünen su kabarcığı.
-vârî: teşbih edatı, gibi.
Namık Kemal, şiirinin her mısraını bir şarap dalgasına, mısralardaki kelimelerin
noktalarını da dalgalarda görülen su kabarcıklarına benzetiyor.
Verdim midâd-ı meyle bir dil-rübâya sûret
Hep şevk u neş’e cismi hep reng ü fer ‘izârı
“Şarap mürekkebiyle öyle gönül kapıcı bir güzel resmi yaptım ki cismi şevk ve neşeden,
yanağı da renk ve ziyadan ibaret.”
midâd: mürekkep.
dil-rübâ: gönlü kapıp götüren güzel.
sûret: bir şeyin görünüşü.
1016* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
sûret vermek: [47] yapmak, meydana getirmek, resim yapmak.
fer: ziyâ.
izâr: yanak.
Namık Kemal, şu kasideyi gönül kapan bir güzele benzetiyor. Onun tersimi yani
kasidenin terkimi için mürekkep yerine şarap kullanmış olduğunu, ondan dolayı resmin cismi
şevkden ve neşeden, yanağı ise renk ve ziyadan ibaret bulunduğunu söylüyor.
Böyle mürekkeple resim yapmak mazmununu daha evvel Şinasi sarf etmiş, Reşid
Paşa’ya medhiyye olmak üzere yazdığı bir mesnevide:
Olmuş insâna ta‘assub bir onulmaz ‘illet
Hüsn-i tedbîrin ile kurtulur ondan millet
Andırırsın o tabîbi ki ne dem verse ‘ilâc
Iztırâbından onu hastası eyler iz‘âc
İncedir gerçi bu fikrim kaba düşdü ta‘bîr
Eyledim sanki mürekkeb ile hûrî tasvîr
demiştir. Namık Kemal, şüphesiz bu beyitleri görmüş ve ondan sonra “midâd-ı meyle bir dilrübâya
sûret” vermiş ise de inkâr edilemez ki o sureti Şinâsî’den daha parlak gösterebilmiştir.
Etdim bu nazm-ı terde rûh-ı neşâtı tasvîr
Mest eylesin safâsı Bihzâd-ı büt-nigârı
“Bu yeni ve parlak manzumede neşe ruhunu tasvir ettim. Onun vereceği safa ressam
Bihzâdı mest eylesin.”
ter: tâze, taravetli, latif. Nâcî’nin:
Ey şi‘r-i terim eşkim ile hem-cereyân ol
Sînemdeki nîrân-ı gama reşhâ-feşân ol
beytinde olduğu gibi “şi‘r-i ter” terkibi latif, parlak şiir manasını ifade eder. “Bihzâd” İran’da
meşhur bir nakkaş. Sünbülzâde Vehbî, bunu “Tuhfe”sinde ve:
De peyker-sûrete Erteng bir sûret kitâbıdır
İki nakkâş-ı meşhûr adıdır Mânî ile Bihzâd
beytinde zikr ve tarif etmiştir.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1017
büt: put. Mecazen perestiş edilircesine sevilen güzel.
nigâr: nakış.
büt-nigâr: put nakşeden, güzel nakış ve resim yapan. Namık Kemal, kasidesini
yukarıki beyitte güzel bir levhaya benzetmişti. Bu beytinde de İran’ın en meşhur ressamı o
levhayı görsün de safasından mest olsun diyor.
[48] Sâf ü latîf ü nâzik elfâzı câm mânend
Bikr ü ferâh ü rengîn ma‘nîsi bâde-vârî
“Bu manzumenin lafızları saftır, latiftir, naziktir, şarap kadehi gibidir. Manası ise
yenidir, geniştir, parlaktır, şarabı andırır.”
bikr: kocaya varmamış, doğduğu gibi kalmış kız demek ise de Divan Edebiyatı’nda
söylenilmemiş mazmun manasında kullanılırdı. Şair bu tabiri istimal ile sâkî-nâmesinin yepyeni
manaları hâvî olduğunu anlatmak istiyor ve hakikaten doğru söylüyor. Ez cümle üzüm salkımını
Meryem’in memesine benzetmek, divan şairlerinden hiçbirinin hayalinden geçmemiştir.
ferâh: geniş. Bu “ferâh” Fârisîdir. Sürûr manasına olan “ferah” ise Arapçadır.
Binaenaleyh Kâzım Paşa’nın:
İdâre etmedi dûlâb-ı çarhı âb-ı ferah
Felek piyâlesine konmadı şarâb-ı ferah
gazelinin “hüsn-i matla”ını teşkil eden:
Ümîd-i ‘afv ile olma harîs-i ‘isyân kim
Ziyân-resîde eder âdemi hisâb-ı ferah
beytinin kâfiyesini ve redifini teşkil eden “hisâb-ı ferah” doğru değildir “geniş hesap” demek
olan “hisâb-ı ferâh” olması lazım gelir.
ma‘nî: mana demektir. Arapçada iki türlü (elif/a) vardır. Biri “elif-i memdûde”dir ki (أ (
şeklinde yazılır ve (uzun آ = â) okunur. Öbürü “elif-i maksûre”dir ki (ى (resminde yazılır ve
(kısa آ = a) okunur. “ma‘nâ, fetvâ, da‘vâ” gibi elif-i maksûre ile yazılan kelimeleri İranîler
“ma‘nî, fetvî, da‘vî” okumuş, o kırâat tarzı onlardan bize geçmiş.
Dönsün misâl-i sâgar bezminde ehl-i tab‘ın
‘İrfânımın cihânda kalsın bu yâdigârı
1018* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
“Bu sâkî-nâme, tabiat sahiplerinin meclisinde kadeh gibi elden ele devretsin ve
irfânımın dünyada yâdigârı kalsın.”
Eski şarap meclislerinde tek kadehle ve sıra ile içildiği için kadeh, elden ele devr ederdi.
Namık Kemal de sâkî-nâmesinin tabiat-ı şairâne ashâbı meclisinde o sûretle dolaşıp okunması
ve kudret-i şâirânenin cihanda yadigâr kalmasını istiyor.
[49] Sahbâya fâ’ik oldu bu yâdigâr-ı rengîn
Pür-neş’e-i safâdır ammâ ki yok humârı
“Bu parlak yâdigârım, şaraptan üstün oldu. Çünkü safa neşesiyle doludur. Fakat
keyfiyetinde mahmurluk vermek yoktur.”
Bu nazm-ı terle etdim bî-câm dehri sermest
Ma‘dûm olursa lâyık Cemşîdin iştihârı
“Ben, bu yeni manzumeyle dünyayı kadehsiz mest ettim. Artık Cemşid’in şöhreti yok
olursa layıktır. Çünkü o kadehle sarhoş ederdi.”
Nâmık yeter kelâmın olsa ne rütbe mu‘ciz
İlzâm mümkin olmaz hussâd-ı nâ-bekârı
“Nâmık söylediklerin yetişir. Sözün ne kadar muciz olsa yine uygunsuz hasetçileri
susturmak mümkün olmaz.”
mu‘ciz: acze düşüren, âciz bırakan. Peygamberlerden zuhura gelen hârikulâde hâllere
“mucize” denilmiş olması da onlar gibisini yapabilmekte başkalarını acze düşürdüklerindendir.
ilzâm: susturmak, cevaptan âciz bırakmak.
hussâd: hasetçi demek olan “hâsid”in cem’i.
nâ-bekâr: uygunsuz.
Hîç etme fevt-i fursat nûş-ı şarâb-ı nâb et
‘Âlem bahâr-ı fânî ‘ömr ise cûy-ı cârî
“Fırsatı fevt etmeyerek hâlis şarap iç. Dünya geçici bir bahar, ömür ise akıcı bir
deredir.”
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1019
İKİNCİ NAZİRE
Nedim’in bir köşk vasfındaki kasidesini Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın tanzir etmiş
oldukları yukarılarda söylenilmişti. Şeklinden ve şerhinden anlaşılmış olacağı üzere Kemal’in
naziresi “Sâkî-nâme” unvanlı bir kasidedir. Paşa’nın naziresinde serlevha bulunmadığı için şairi
tarafından ayrıca bir isim verilmemiştir. Bahar mevzuuna dair yazılmış olması itibarıyla bir
bahâriyye olabilir. Şekli ise gazeldir. Süleyman Nazif’in “tahşiye”siyle Kanâat Kütüphânesi’nin
1924’te bastırdığı “Külliyât-ı Ziyâ Paşa”nın “gazeliyyât” kısmında münderic ve 19 beyitten
ibarettir. Malumdur ki şekl-i mahsus ile yazılan gazellerin beyit sayıları yirmi dörde kadar
çıkabilir.
Yine “Külliyât-ı Ziyâ”da bu gazelin altına inşâd edildiği zamanı göstermek üzere “Safer
1292” tarihi yazılmış, Harâbât’ın aynı sene içinde Matbaa-i Âmire’de basılmış olan ikinci
cildine de konulmuştur. Yalnız Harâbât’taki beyitler:
Tâ key gönül çekersin endûh-ı rûzgârı
Fasl-ı bahâr geldi seyr eyle lâle-zârı
matlaıyla başlar. Namık Kemal’in yine 1292 tarihinde Magosa’dan yazıp göndermiş olduğu
“Ta‘kîb” isimli tenkidnamede:
“Avrupa’da bulunduğumuz zamân mecmû‘a-i âsâr-ı devletlerini görmüş idim. İyice
hâtırımdadır ki onda:
Tâ key gönül çekersin endûh-ı rûzgârı
Fasl-ı bahâr geldi seyr eyle lâle-zârı
matla’ıyla başlayan nazm-ı ‘âlîleri yok idi…” demiş olduğu da yukarıda söylenilmişti. Şu hâlde
Paşa, bu nazireyi Harâbât’ın ikinci cildi basıldığı sırada nazmetmiş, mecmuasına yazdığı sırada
altına Safer 1292 tarihini koymuş, Harâbât’a da on altı beyit olarak derc etmiş. Sonra hâtırına üç
beyit gelmiş ise de Harâbât’a giremeyeceği için mecmuasına geçirmekle iktifâ eylemiş. Yahut
da o üç beyti o kadar kuvvetli bulamadığı için Harâbât’a koymamış, fakat mecmuasından
çıkarmaya da kıyamamış.
[51] Namık Kemal’in Sâkî-nâme’sinde Nedim’e yetişmek ve geçmek için onun kadar, hatta
ondan güzel söylemek merakı bulunduğu gibi Ziya Paşa’nın Bahariyye’sinde de ikisinden geri
kalmamak hevesi ve gayreti görülmektedir. Benim anlayışıma göre Kemal, teşebbüsünde
muvaffak olmuş, fakat Ziya Paşa olamamıştır.
1020* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Ey bülbül-i belâkeş çekme cefâ-yı hârı
Vasl-ı dü-rûze-i gül degmez bu hârhârı
“Ey belâ çeken bülbül! Diken cefasına katlanma. Gülün iki günlük vuslatı bu ızdıraba
değmez.”
belâ-keş: bela çeken.
hâr: diken.
dü-rûze: iki günlük.
hârhâr: esasen kaşıntı demektir ki Türkçede “hart hart kaşınıyor” denilir. Sonra sıkıntı
ve ızdırap manasında kullanılmıştır.
Paşa, bülbüle hitap ederek diyor ki: Ey belâ çeken bülbül; açılıp dökülmesi iki gün
sürebilen bir gülü görebilmek için binlerce dikenin cefâsına katlanıyorsun. Bu kadarcık vuslat; o
derece mihnete değmez. Binaenaleyh güle yaklaşma ki dikenden yaralanmayasın.
Bilmem niçin güzeller ‘uşşâka nâz ederler
Görmekdir ihtiyârî sevmekdir ıztırârî
“Görmek ihtiyârî, sevmek mecburî olunca güzellerin âşıklara neden nazlandıklarını
anlayamıyorum.”
ihtiyârî: isteyerek yapılan iş.
ıztırârî: de istemeyerek, mecburi olarak.
Paşa, bakıp görmenin iradî, fakat sevmenin gayr-ı iradî bulunduğunu söylüyor ve hâl
böyle iken güzellerin âşıklara niçin nazlandıklarını soruyor. Bilmem amma bu iki mısra arasında
mantıkî bir râbıta yok. Sevilen her şey nazlıca elde edilir. Muztar ve ehl-i niyâz olanların da
naza katlanmaları lazım gelir.
Nûr-ı hüdâ-yı ‘aklı vermiş iken Hudâvend
Halkın ‘aceb degil mi Mehdîye intizârı
“Allah, insanlara aklın hidayet nurunu vermişken onların Mehdiyi beklemeleri
şaşılacak şey değil midir?”
hüdâ ve hidâyet: doğru yolu bulmak, sapa ve çıkmaz yoldan caddeye çıkmak.
Hudâvend: sahip, mâlik, efendi, Allah.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1021
Mehdî: kıyamete yakın çıkıp da halkı hidayete çıkaracağı bazılarınca beklenilen bir
kimse. Buna sâhib-i zuhûr vasfı da verilir. Yine Ziyâ Paşa’nın:
[52] Kandesin sen kande çık ey Mehdî-i sâhib-zuhûr
Millet-i İslâmı pâ-mâl eyledi ceyş-i fütûr
beytinde olduğu gibi. Bu, çıkacak Mehdi hakkında Şiîlerin fikri şudur: “İmamiyye Mezhebi”ne
göre on birinci imam olan “Hasen-i Askerî” 28 yaşında iken H. 259 tarihinde vefat etmiş.
“Muhammed Mehdî” isimli bir oğlu kalmıştı. 12. imam sayılan bu çocuk H. 265 tarihinde 9
yaşında olduğu sırada “Samarrâ” beldesinde bir “serdâb”a girip kayboldu. Kıyamete yakın
çıkacak Mehdi ve İmam-ı Hayy budur.
Sünnîler ise: Mehdi kıyamete yakın doğacak ve çıkacak derler. Mutasavvıfiyeye
gelince: Her asırda halkı doğru yola sevk eden bir Mehdi vardır. Hazret-i Mevlânâ:
Pes beher devrî velî-i kâ’imest
Âzmâyeş tâ kıyâmet dâ’imest
Pes İmâm-ı Hayy-ı mutlak ân velîst
Hâh ez nesl-i ‘Ömer hâh ez ‘Alîst
der ki: “Her devirde Hak ile kâ’im bir veli vardır. Halkın o veliler vasıtasıyla hidâyete ermesi
yahut sözlerini dinlemeyip dalâlette kalması kıyamete kadar sürecektir. Diler Ömer neslinden
olsun, ister Ali sülalesinden bulunsun (İmam-ı Hayy) denilen işte o velidir.” mealindedir.
Paşa demek istiyor ki: Allah insana akıl nuru vermiştir. O nur ile hidayet yolunu bulmak
kâbil iken halkın Mehdi’yi beklemesi garip değil midir?
Ziya Paşa, Nedim’in kasidesini bir “bahariyye” olmak üzere tanzir etmek istemiş ve
bundan aşağıki beyitlerde oldukça güzel sözler söylemiş ise de naziresinin baş tarafına geçirdiği
şu üç beyit ile manzumenin “yek-âhenk”liğini kaçırmıştır. Çünkü o beyitlerin her biri başka bir
şeyden bahsetmektedir.
Tâ key gönül çekersin endûh-ı rûzgârı
Fasl-ı bahâr oldu seyr eyle lâle-zârı
“Gönül, zamanın gamını, kederini nice bir çekip duracaksın? Bahar faslı geldi. Çık da
lale tarhlarını seyret.”
tâ key: ne vakte kadar, niçeye dek. “tâ ki” şeklinde de kullanılır.
1022* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
fasl: mevsim.
lâlezâr: lalelik, lale tarhı.
[53] Paşa’nın gönül diye hitab ettiği ya “şahs-ı mücerred”i yahut mefrûz bir muhataptır. Birinci
takdire göre “tecrîd” ikincisine göre “teşhis” sanatı yapılmış olur. Her iki takdire göre de şu
demek isteniliyor ki: Yâhû; ne vakte kadar zamanın kasâvetiyle kapanıp kalacaksın? Bahar
mevsimi geldi. Dışarıya çık, lale tarhlarını seyret de biraz için açılsın.
Gülzârı et temâşâ kıl nazra-i çemenzâr
Bak feyz-i lâ-yezâle gör sun‘-i Kirdgârı
“Gül bahçesini temaşa et, çemenliği gözden geçir. Bitmez, tükenmez feyze bak ve
Allah’ın sanatını gör.”
temâşâ: bu da “seyr” gibi yürümek demektir. Yürümenin görmeye sebep olması
dolayısıyla mecazen görmek manasında kullanılır.
nazra: bakış, görüş.
lâ-yezâl: bitmez, tükenmez, zevâl bulmaz.
sun: sanat.
Kirdgâr: Allah.
Ferş eyleyib zemîne bir perniyân-ı ahdar
İ‘zâz eder tabî‘at sultân-ı nev-bahârı
“Tabiat; yere ipekli ve nakışlı yeşil bir kumaş döşemiş de ilkbahar sultanına tazim
gösteriyor.”
ferş: döşemek, yaymak, sermek.
perniyân: ipekli ve nakışlı kumaş, nakışı olmayana “perend” denilir.
ahdar: yeşil.
i‘zâz: tazim, tevkîr.
sultân: esasen kahretmek, galip gelmek manasınadır. Sonra isim manasına olarak
hükümdarlara unvan olmuştur. İlk defa bu unvan, Bağdad halifesi tarafından “Gazneli
Mahmud”a verilmişti. Şu hâlde İslam sultanlarının ilki odur.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1023
Paşa yerde biten çimenleri ve arasındaki renk renk çiçekleri ipekli ve nakışlı bir kumaşa
benzetiyor. Sonra bu kumaşın ilkbahar sultanına “pây-endâz” yani yol halısı olmak üzere tabiat
tarafından döşendiğini söyleyerek bir “hüsn-i ta’lil” yapıyor.
Reng-i şafak degildir her subh olan nümâyân
‘Aks etmiş erguvânın âfâka ihmirârı
“Sabahları görünen pembelik, şafak rengi değildir. Erguvan çiçeklerinin kızıllığı aks
etmiş de ufuklar ondan kızarmıştır.”
şafak’ın güneş battıktan sonraki kızıllık demek olduğu yukarıda söylenilmişti.
subh: sabah.
nümâyân: görünen.
erguvân: pembe çiçek açan bir ağaç.
ihmirâr: kızarmak, kızartı.
Bu beyitte de “terdid” ve “hüsn-i ta’lil” sanatları vardır.
[54] Ser-tâ-be-pâ mücevher takmış sanır ‘arûsân
Ezhâr ile görenler eşcâr-ı mergzârı
“Çayırlıkta çiçeklerle donanmış ağaçları görenler, başından ayağına kadar mücevher
takınmış gelin sanırlar.”
ser-tâ-be-pâ: baştan ayağa, yukarıdan aşağıya kadar.
arûsân: gelinler.
ezhâr: çiçekler.
eşcâr: ağaçlar.
merg: çayır.
mergzâr: çayırlık. Arapçada aynı manaya olan merc galiba bundan alınmadır.
Her katre âb-ı nîsân bir çeşme mâ’-i hayvân
Gûyâ ki cân bağışlar zerrâta rûh-ı sârî
“Nisan yağmurunun her damlası bir (âb-ı hayât) çeşmesi ve zerrelere can veren sârî bir
ruh misali.”
1024* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
mâ’-i hayvân: âb-ı hayât.
zerrât: zerreler.
Yâ katre katre şebnem yâ kıt‘a kıt‘a elmâs
Yâ ‘aks-i mihr-i tâbân yâ nûr-ı feyz-i Bârî
“Çayırlar ve yapraklar üstünde parlayan ya damla damla çiydir yahut kıta kıta
elmastır. Onları parlatan ise ya parlak güneşin aksi yahut nûr-ı ilahinin feyzidir.”
Gül-berg içinde gonca gûyâ ki zâhir eyler
Levh-i zümürrüd üzre yâkût-ı âb-dârı
“Yeşil gül yaprağı arasındaki gonca, zümrüt bir levha üzerindeki hâlis yâkûtu
gösterir.”
gül-berg: gül yaprağı
zümürrüd: zümrüt dediğimiz yeşil taş.
yâkût: kırmızı ve kıymetli malum taş.
âb-dâr: sulu, latif, parlak.
Bâd-ı seher mi yâ Rab yâ nefha-i Mesîhâ
Yâ feyz-i kalb-i ‘ârif yâ mevc-i âb-ı cârî
“Acaba esen seher rüzgârı mı, İsa’nın nefesi mi, yoksa ârif kalbinin feyzi mi, akarsu
dalgası mı?”
bâd: rüzgâr.
nefha: üfleyiş, hoh! deyiş.
mevc: dalga.
âb-ı cârî: akarsu.
Mesîh: ve Mesîhâ: Hazret-i İsa.
“Mesîh” kelimesi, İbranî’de takdis edilmiş demektir. Beni İsrail peygamberleri, başına
zeytinyağı dökmek suretiyle halkı takdis ederlerdi. Yahya peygamber de “Şeria Nehri”nde
Hazret-i İsa’nın başına su dökerek onu takdis [55] ve tamîd eylemiş olduğu için İsa’ya “Mesîh”
denilmiş, sonra bu kelime Arapçaya “Mesîh” Acemceye “Mesîhâ” şeklinde geçmiştir. Hazret-i
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1025
Yahyâ’ya Hristiyan Arapların “mu‘ammid” Frenklerin “Baptiste” demeleri ve çocukları kilisede
vaftiz ettirmeleri bundandır.
Paşa sabahleyin esen rüzgârı ferah ve hayat vermesi dolayısıyla İsa’nın nefesine, ârif
kalbinin feyzine ve akarsu mevcesine benzetiyor, bir de bilmiyormuş gibi davranarak bir
“tecâhül-i ârif” yapıyor.
Gıbta o rind-i ‘aşka kim ‘azm-i gülşen eyler
Ceybinde şîşe-i mey yanında gül-‘izârı
“Cebinde şarap şişesi, yanında gül yanaklı sevgilisi olduğu hâlde gül bahçesine giden
laubali âşıka gıbta olunur.”
gıbta: beğenilen bir şeyi elde etmek arzusu. Bu, hased gibi değildir. “hased” birindeki
bir şeyin zâil olmasını istemek “gıbta” ise onun gibisine mâlik olmayı dilemektir. Bundan
dolayı “hased” mezmûmdur, ahlaksızlıktır. “gıbta” ancak aç gözlülükten ibarettir.
azm: niyet edilen şeyi yapmaya davranmaktır.
ceyb: esasen yaka yırtmacı demektir. Sonra ona teşbihen diğer yırtmaçlara da “ceyb”
denilmiştir.
gül-izâr: gül yanaklı, yanağı gül gibi pembe olan.
Bir elde câm-ı bâde bir elde dest-i cânân
Eyler seher nişîmen sahrâ-yı lâle-zârı
“O laubali âşık; bir elinde şarap kadehi, bir elinde sevgilinin eli olduğu hâlde erkenden
kıra gider ve çiçekli çayırlar üstünde oturur.”
nişîmen: oturacak yer.
sahrâ-yı lâle-zâr: laleli kır demekse de kırlarda gelincikten başka lale bulunmadığı için
“çiçekli çayır” dedim.
Geh nâkil-i piyâle sad ra‘şe ile ‘âşık
Geh sâkî-i kadeh-keş bin nâz ile nigârı
“Bazen âşık kendi eliyle ve titreye titreye kadehi kaldırıp içer, bazen de sevgilisi bin naz
ile kadeh sunup sâkîlik eder.”
geh: bazen.
1026* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
nâkil: naklden ism-i fâ‘il.
nakl: göç etmek, göçürmek demek olduğu gibi devenin kendi kendine [56] su içmesi
manasına gelir. Burada yakışık alan mana da o olsa gerek. Bir de nakl yahut nukl “işret
mezesine denir ki üzerine tenâvül olunan nevâleden ‘ibâretdir ve ba‘zen nûn’u mazmûm
olur,‘alâ-kavlin zammesi hatâdır.-Kamus Tercümesi”
piyâle: ayaklı kadeh.
sad: yüz adedi.
ra‘şe: titreyiş.
kadeh-keş: kadeh veren.
nigâr: resim, nakış ve güzel.
Paşa, rint bir âşıkın sevgilisi ile tenhaca işret edişini anlatmak istiyor. O âşıkın bazen
kendi kendine, fakat hâli kalmamış olduğu için titreye titreye piyale yuvarladığını, bazen de
sevgilisinin naz ve işveyle sakilik ederek kadeh sunduğunu söylüyor.
Her şîvesinde pinhân bir tavr-ı hûş-rübâyî
Her nüktesinde meknûn bir vaz‘-ı dil-şikârî
“O sevgilinin her şivesinde şuur kapan bir hareket, her nüktesinde ise gönül avlayan bir
hâl gizli.”
şîve: naz.
pinhân: gizli.
tavır: hareket.
hûş-rübâyî: şuur kapma, insanda idrak bırakmamak keyfiyeti.
nükte: kapalı ve mazmunlu söz.
meknûn: gizli.
vaz: duruş.
dil-şikârî: gönül avlama.
Ruhsârı gül gül olmuş destinde câm-ı leb-rîz
Tâ nâfe dek dökülmüş gîsû-yı târ-mârı
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1027
“Yine o sevgilinin yanakları gül gibi kızarmış. Elinde dolu bir kadeh tutuyor. Dağınık
saçları ise göbeğine kadar dökülmüş.”
ruhsâr: yanak.
dest: el.
câm-ı leb-rîz: kenarına kadar dolu kadeh.
tâ: kadar, değin.
nâf=nâfe: göbek.
gîsû: saç.
târ-mâr: karışık, dağınık.
Sad-çâk pîrehenler gül-bûse-çîn dehenler
Bir yana zühd ü ‘iffet bir yana şerm-sârî
“Gömlekler parça parça olmuş. Ağızlar gül gibi bûseleri toplamakta. Zühd ve iffet
bertaraf edilmiş, mahcubiyet de bir tarafa atılmış.”
[57] sad-çâk: yüz parça, yani parça parça.
pîrehen=pîrâhen: gömlek.
gül-bûse: gül gibi buse. Dudakların gonca gibi toplanmasından kinaye.
gül-bûse-çîn: gül gibi buse toplayan, öpen.
dehen=dehân: ağız.
zühd: aslı kanaat demektir. Sonra sofuluk manasında kullanılmıştır.
iffet: ahlaksızlıktan çekinme hâli.
şerm-sârî: mahçupluk, utanma, sıkılma.
Tasvir ettiği şu levhada pek realist davrandığını Ziya Paşa da anlamış olacak ki son
beytinde fani dünyada tahkik ile tasavvurun, yani hakikat ile hayalin bir olduğunu, cihanın varı
yoğu emr-i i‘tibârî bulunduğunu söylemeye mecbur kalmış ve tasvir ettiklerim hakîkî değil,
hayaldir demek istediğini:
Birdir Ziyâ fenâda tahkîk ile tasavvur
Varı yoğu cihânın bir emr-i i‘tibârî
beytiyle ifade eylemiştir.
1028* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
Kaynaklar
Ahterî Mustafa Efendi (2009). Ahterî-i kebir. (haz. H. Ahmet Kırkkılıç - Yusuf Sancak).
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Bozkurt, N. (2004). Sanat ve estetik kuramları. Bursa: Asa Yayınları.
Devellioğlu, F. (1998). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lügat. Ankara: Aydın Kitabevi
Yayınları.
Fevziye Abdullah (1955). “Namık Kemal’in Midilli’de yazdığı manzum ve mensur eserler”.
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Mecmuası, c. XII, 56 - 90.
Gölpınarlı, A. (2004). Nedim divanı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Güngör, Z. (1994). Tahirü’l-Mevlevî (Olgun) hayatı, eserleri ve dini edebiyatla ilgili şiirleri.
Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Halil Nihad (1338 - 1340). Nedim divanı. İstanbul: İkdam Matbaası.
Kahraman, Â. (2010). “TâhirülMevlevî”. İslâm Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, C.39, 407 - 409.
Kanar, M. (2003). Örnekli etimolojik Osmanlı Türkçesi sözlüğü. İstanbul: Derin Yayınları.
Köksal, M. F. (2006). Sana benzer güzel olmaz -divan şiirinde nazire-. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Macit, M. (1997). Nedim divanı. Ankara: Akçağ Yayınları.
Mütercim Âsım Efendi (2009). Burhân-ı katı, (haz. Mürsel Öztürk - Derya Örs). İstanbul: Türk
Dil Kurumu Yayınları.
Mütercim Âsım Efendi (2013). el-okyânûsu’l-basît fî tercemeti’l-kâmûsi’l-muhît (kâmûsu’lmuhît
tercümesi), (haz. Mustafa Koç - Eyyüp Tanrıverdi). İstanbul: Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 6 cilt.
Olgun, T. (1936). Edebiyat lügati. İstanbul: Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyâtı.
Parlatır, İ. (2006). Osmanlı Türkçesi sözlüğü. Ankara: Yargı Yayınevi.
Redhouse, J. W. (2011). Turkish and English lexion. İstanbul: Çağrı Yayınları.
Şemseddin Sami (1999). Kâmûs-ı Türkî, İstanbul: Çağrı Yayınları.
Şentürk, A. (1991). Tahir’ül Mevlevi hayatı ve eserleri. İstanbul: Nehir Yayınları.
Tahirü’l-Mevlevî (Olgun), Nedim’in köşk kasidesi ve Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın naziresi.
İstanbul: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Koleksiyonu,
Numara 91.
Tanpınar, A. H. (2003). 19’uncu asır Türk edebiyatı tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi.
Nedim’in “Köşk Kasidesi”ne Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Nazirelerinin Tâhirü’l-Mevlevî Tarafından Şerhi
TAED 56* 1029
Eski Harfli Metinden Örnekler
EK 1
1030* TAED 56 Abdulmuttalip İPEK
EK 2

Konular