İRAN GEZİSİNİN ARDINDAN

İRAN GEZİSİNİN ARDINDAN
Prof. Dr. İbrahim Arslanoğlu
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi, Öğretim Üyesi
ÖZET
Bu yazıda, Gazi Üniversitesinden bir grup öğretim üyesinin 14-24 Mayıs 2003 tarihlerinde Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi koordinatörlüğünde İran’a yaptığı kültürel ve bilimsel
içerikli gezi anlatılmaktadır.
ABSTRACT
The cultural and scientific tour that a group of Gazi University teachers took to Iran between
14-24 May 2003 with the coordination of Turkish Culture and Hacı Bektasa Veli Research Center is
told in this writing.
Anahtar Kelimeler: İran, Tahran, İran’da Kültür ve Medeniyet
Key Words: Iran, Tehran, Culture and Civilization in Iran
İran İslâm Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kültürel, bilimsel eğitim programı
çerçevesinde İran’ın Meşhed Üniversitesi ile Gazi Üniversitesi arasındaki işbirliği anlaşması
gereğince; 14-25 Mayıs 2003 tarihleri arasında, üniversitemizin çeşitli fakültelerinde görevli 36
öğretim üyesi, İran’ın Meşhed, Isfahan, Tahran ve Tebriz şehirlerine akademik bir gezi yaptık.
Başta bu geziyi yapmamıza izin veren ve bu konuda bizi maddî ve manevî olarak destekleyen
Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Rıza Ayhan Bey’e teşekkür ederim. Diğer taraftan gezinin programını
yapan, gerek İran Büyükelçiliği ve gerekse diğer yetkililerle görüşerek konaklama ve ziyaret yerlerinin
plânlanmasını sağlayan Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr Alemdar
Yalçın ve Müdür Yardımcısı Yard. Doç. Dr. Gıyasettin Aytaş’a teşekkürü bir borç bilirim.
14 Mayıs 2003 Çarşamba günü Rektörlüğümüz giriş kapısı önünden saat 20.10’da
kalkan üniversitemize ait bir otobüsle gezimize başladık. Kısa ihtiyaç molalarımız dışında hiç
durmadan yolumuza devam ettik ve 15 Mayıs 2003 tarihinde yaklaşık saat 10.00’da Erzurum Atatürk
Üniversitesi kampüsüne ulaştık. Gece yolculuğunda uyumayan arkadaşlarımız, Atatürk Üniversitesi
misafirhanesinde yaklaşık 2 saat kadar uyuyup, dinlendikten sonra öğle yemeğini Atatürk Üniversitesi
sosyal tesislerinde yedik. Öğleden sonra şehirde kısa bir gezintiye çıkarak Erzurum’un tarihî mekânlarını
ziyaret ettik. Saat 18.00 civarında Atatürk Üniversitesi kampüsüne dönerek yine sosyal tesislerde akşam
yemeğini yedikten sonra saat 20.00’de yola koyulduk; 4 saatlik bir yolculuktan sonra Türkiye saati ile
24. 00’te Gürbulak sınır kapısına ulaştık. Burada Tebriz Türk Konsolosluğu görevlileri tarafından
karşılandık. Önce Türk tarafında pasaport işlemlerimizi yaptırarak İran tarafına geçtik. Pasaportlarımızı
İran yetkililerine topluca verdik. Bir taraftan bu işlemler yapılırken diğer taraftan İranlı yetkililer, bizi
VIP salonuna alarak meyve suyu ve pastadan oluşan küçük bir ikramda bulundular. Burada gezimiz
boyunca bizimle ilgilenecek olan İranlı görevlilerce karşılandık. İran saati, Türkiye’den 1 saat 26 dakika
ileri olduğu için saatlerimizi bu ülkeye göre ayarladık. Daha sonra Tebriz’e ulaşmak üzere yola çıktık.
Yaklaşık 4 saatlik bir yolculuktan sonra 16 Mayıs Cuma günü saat 7.00 civarında Tebriz Havaalanına
vardık. Saat 8.50’de uçağa binerek saat 10.30’da Meşhed Havaalanına indik.
MEŞHED’İ ZİYARET
Meşhed Havaalanında bize rehberlik edecek olan İran İslâmî Kültür ve İlişkiler Merkezi
temsilcisi AhmetMercani tarafından karşılandık. Havaalanından bavullarımızı alarak Meşhed Firdevsi
Üniversitesi servis aracı ile Firdevsi Üniversitesinin Misafirhanesine yerleştik. Saat 12.00’de Firdevsi
Üniversitesi sosyal tesislerinde öğle yemeğimizi yedik. Tekrar misafirhaneye dönerek 1,5 saat kadar
dinlendikten sonra saat 17.00’de İran’ın meşhur şairi Firdevsi’yi anma törenlerine katıldık. İran’ın kendi
kültürüne en yüksek seviyede sahip çıktığını şair için yaptırılmış olan muhteşem anıt mezardan
anlıyoruz. Resim: 1 (Meşmed’de Firdevsi’yi Anma Törenleri)
Törende önce İran İslâmî Kültür ve İlişkiler Merkezi Yetkilisi Emini Bey ve rehberimiz Ahmet
Mercani, Firdevsi’nin İran edebiyatındaki önemini belirten konuşmalar yaptılar. Bu arada her iki
konuşmacı, bizim Türkiye’den gelerek törene katılan bir grup olduğumuzu seyircilere duyurdular. İki
üniversite arasındaki işbirliği sonucu bu ziyaretin gerçekleştiğini belirterek Rektörümüz Sayın Prof. Dr.
Rıza Ayhan Bey hakkında övücü sözler söylediler. Sonra bir erkek sanatçı İran Halk müziğinden parçalar
sundu. Bunun ardından üç erkek tiyatro sanatçısı Firdevsi’nin Şehnamesi’nden örnek oyun sahnelediler.
En son kız ve erkek öğrencilerden oluşan bir orkestranın konserini izledik. Bu orkestra, doktorasını
İtalya’da yapmış bir şef tarafından yönetilmiş olup, İran halk müziğinin Batılı enstrümanlarla çok sesli
yorumundan oluşmuştur. Tören bittikten sonra Firdevsi’nin anıtının altında yer alan mezarını ziyaret
ettik. Sonra Firdevsi’nin Şehnamesinde yer alan hikâyelerin duvardaki kabartma figürlerini inceledik.
Figürlerin neyi ifade ettiğini tiyatroda rol alan sanatçılardan birisi bize açıkladı. Sonuçta sahnelenen
oyun ile figürlerin ifade ettiği olayların birbiriyle örtüştüğünü gördük. Akşam yemeğini buraya yakın bir
restoranda yedik ve otelimize dönmek üzere servis aracımıza bindik.
Türkiye’den İran’a hareket edeceğimiz sırada, bizi uğurlamaya gelen İran’ın Ankara
Büyükelçiliği Müsteşarı, İran’da cep telefonlarımızın çalışmayacağını söylemişti. Gerçekten de sınırı
geçer geçmez cep telefonlarımız sustuğu için Türkiye’deki yakınlarımız ile telefon görüşmesi yapmak
üzere Meşhed Postahanesine gittik. Biz Türkiye’deki gibi kontörlü telefonlarda tuşlara basarak,
karşıdaki kişi ile görüşebileceğimizi sanıyorduk. Oysa önce isimlerimizi ve telefon numaralarımızı
görevli memura yazdırarak beklemeye başladık. Bir süre sonra memur tarafından adım okundu ve bir
kabine girerek görüşme yapmam söylendi. İçeri girip de, ahizeyi kaldırdığımda sesin gelmediğini
farkettim ve telefon kabini ile görevli memur arasında tam dört defa gelip gittikten sonra konuşmayı
gerçekleştirebildim. Bu durum, İran Devletinin telekomünikasyonda Türkiye’den yaklaşık 25 yıl geride
olduğunu gösteriyordu. Bu, belki de, İran’ın dışarıya açık bir ülke olmaması ile de
açıklanabilir. Yaşadıklarımız bize, devlet adamımız Turgut Özal’ın 1983’lerde Türkiye’de
telekomünikasyon alanında gerçekleştirdiği büyük değişimi hatırlattı. Grup arkadaşlarımızın hepsi
konuşmamasına rağmen telefon görüşmeleri bir saatten fazla sürdü ve sonra servis aracımıza
binerek otelimize döndük.
Burada, yaşadığımız bir olayı nakletmeden geçemeyeceğim. Ben postanede ilk telefon
görüşmesini yapanlardan birisi idim. Konuşmayı bitirdikten sonra postanenin dışına çıktığımda, bazı
arkadaşlarımızın kaldırım kenarında çay içtiklerini gördüm ve çay almak için çaycıya yaklaştım. Çaycı
Türkçe konuşuyordu, kendisine Türkçe’yi nereden öğrendiğini, sordum. Çaycı bir papağan gibi her
gelen arkadaşımıza şu sözleri söylüyordu: “ Ben Kürdüm Kürt, Abdullah Öcalan”. Düşündükçe bu
kişinin İran’da kendi hâlinde yaşayan bir Kürt insanı mı, yoksa bir başka milletten art niyetli bir insan mı,
olduğu konusunda tereddüde düştük. Çünkü gittiğimiz diğer illerdeki üniversitelerde yanımıza yaklaşıp
önce bizimle Türkçe konuşarak Kürt olduğunu söyleyen ve daha sonra batı dillerinden birisiyle Türkçe
bilmediğini ifade eden bazı kişilere şahit olduk.
17 Mayıs Cumartesi günü, otelimizde sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Firdevsi
Üniversitesini ziyaret etmek üzere otobüsümüze bindik. Üniversitenin kapısında Rektör Yardımcısı
tarafından karşılandık. Sonra toplantı salonuna alınarak pasta ve meyve ikramında bulundular. Burada
karşılıklı olarak iki ülke arasındaki kurulması gereken bilimsel ve kültürel ilişkilerin önemi konuşuldu.
Üniversite yetkilileri üniversiteleri ve İran eğitim sistemi hakkında açıklamalar yaptılar. Sonra öğretim
üyeleri alanlarına göre çeşitli fakültelerde inceleme gezisine katıldılar. Bunun sonunda servis aracımıza
binerek Firdevsi Üniversitesinin sosyal tesislerinde indik ve öğle yemeğimizi orada yedik.
Öğleden sonra 12 imamlardan sekizincisi olan İmam Ali Rıza’nın türbesini ziyaret ettik. Burası
Şii dünyasının bir çeşit hac ziyareti olarak kabul edilebilir. Türbe, ülkenin çeşitli yerlerinden gelen
ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. İmam Ali Rıza Türbesi, çok geniş bir mekânda yer alıp âdeta bir külliye
özelliği taşımaktadır. Türbede ziyaretçilerden bazıları türbenin parmaklıklarına elleriyle dokunmaya
çalışırken, bazıları türbeye yönünü dönerek duygusal sözler söyleyip ağlıyor, kimisi ayakta durarak
Kur’an-ı Kerimden ayetler okuyordu. İmam Ali Rıza Türbesi, çeşitli ülkelerden ziyaretçilerin
getirdiği çeşitli dillere ait bir çok eserin yer aldığı muazzam bir kütüphaneye de
sahiptir. Kütüphanenin 1150 yıllık bir tarihi geçmişi olup, 53 dilde 1,5 milyon kitabı ve 21 ciltlik bir
kataloğu bulunmaktadır. Burada, birincisi 12 yaşına kadar çocukların; ikincisi, 12-16 yaşlar
arası; üçüncüsü 16-20 yaşları arasındaki gençlerin; dördüncüsü 20 yaşından büyüklerin kitap
okuyabildikleri salonlar bulunmaktadır. Ayrıca kız ve erkeklerin oturduğu salonlar da birbirinden
ayrılmıştır.
Külliyenin masrafları külliyeye ait arazilerden elde edilen gelirlerle karşılanmaktadır. Bundan
başka İmam Ali Rıza Külliyesi; 15 tarım kuruluşu, 21 endüstriyel şirket, 1 serbest bölge ve 13 ticarî
teknik servise sahiptir. Ayrıca buraya gelen kişiler, İmam Ali Rıza’nın türbesine para ve altın gibi kıymetli
madenleri atmaktadırlar. Bunlar da toplanarak külliyenin masraflarında kullanılmaktadır. Buraya
devletin herhangi bir ödenek ayırmadığı yetkililer tarafından ifade edilmiştir. Külliyenin 100 bin kişiye
yemek verebilecek bir salonu bulunmaktadır. Ayrıca yatacak yeri olmayanlar için yatakhanesi de vardır.
Külliye görevlileri yolda kalan veya parasını çaldıran kişilerin biletlerini alarak memleketlerine
gitmelerini de sağlamaktadırlar. Saat 18.00 civarında Külliye ziyaretimiz tamamlandı ve grup üyeleri bir
kapalı çarşıda serbest gezinti ve alışverişe çıktılar. Saat 19.30’da bir yerde toplandık ve servis aracımıza
binerek Torgabe Yaylası’na, İslâmi Kültür ve İlişkiler Merkezi Meşhed Temsilciliğinin verdiği yemeğe
gittik. Burada yemek, şark usulü, tamamen otantik bir mekânda yenilmektedir. 3-5 kişinin oturacağı
yükseltilmiş sedirlere çıkarak, yere oturup sırtımızı yastıklara dayadık ve yemeklerimizi yere serilmiş
sofralarda yedik. Bu mekânlar, biraz Anadolu köylerindeki hayatı andırmaktadır. Yemekten önce İslâmî
Kültür ve İlişkiler Merkezi yetkilisi Emini Bey iki ülke arasındaki ilişkilerin önemini anlatan bir konuşma
yaptı. Buna cevaben grup başkanı olarak ben de kısa bir konuşma yaparak, iki ülkenin bilimsel, kültürel
ve ticarî ilişkilerini geliştirmesinin iki ülkenin de çıkarına olacağını, söyledim.
NİŞABUR’U ZİYARET
18 Mayıs Pazar, sabah saat 6.00’da kalkıp sabah kahvaltısını yaptıktan sonra Nişabur’a hareket
ettik ve yaklaşık saat 10.00’da Nişabur’daki Yarı Özel İslâm Üniversitesine vardık. Burada şair,
İranlıların deyimiyle hakıym(filozof), Ömer Hayyam’ı anma töreninin yapıldığı panele katıldık.
Konuşmacılar doğal olarak Farsça konuşuyorlardı. Önce iki bilim adamının konuşmasını rehberimiz
Ahmet Mercani Türkçe’ye çevirdi. Daha sonra bundan vazgeçtiği için yaklaşık 1,5 saate yakın
anlamadan Farsça konuşmaları dinledik. Bu bizim için son derece sıkıcı geçen anlar oldu. Bu törende
Üniversitemiz öğretim üyelerinden Prof. Ahmet Mermer de Ömer Hayyam hakkında bir konuşma yaptı.
Konuşmasının başlangıcı Farsça idi, kısa bir süre sonra Türkçe olarak konuşmasını sürdürdü. Daha sonra
İranlıların bu konuşmanın tamamının Farsça olmasından daha çok memnun olacaklarını ifade
ettiklerini, öğrendik. Resim: 2 (Nişabur’da Ömer Hayyam’ın Anıt Mezarı)
Tören bittikten sonra Hacı Bektaş Veli’nin doğduğu Fuşencan Köyü’ne gittik. Köylüler bir sıraya
dizilip bize hoş geldin diyerek ellerimizi sıktılar. Sonra köyün misafir evi olarak kullanılan, tek katlı bir
binaya götürdüler. Önce köy muhtarı, kısa bir konuşma yaparak, bize hoş geldiniz, dedi. Sonra bir tarih
öğretmeni söz alarak, “Hacı Bektaş Veli, bu köyde doğmuştur.”, dedi. Konuşması bittikten sonra ben,
bu köyde kendisinin Hacı Bektaş Veli’nin soyundan geldiğini veya onun yolunu takip ettiğini iddia eden
kişilerin bulunup bulunmadığını, sordum. Tarih öğretmeni bu soruya şu cevabı verdi: “ Moğollar, burayı
işgal ettikleri zaman herkesi katlettiler, sağ kalanlar da birkaç depremde öldüler ve şu anda bu köyde
yaşayan halk, daha sonra buraya yerleşmiştir.”
Öğle yemeğini Nişabur yakınındaki bir yatılı okulun yemekhanesinde Ömer Hayyam Paneline
katılan bilim adamları ile birlikte yedik. Yemekten sonra Nişabur’da bir müzenin açılışını yaptıktan sonra
Ahşap Köyü ziyaret ettik. Bu köyde, mimarı ABD’de öğretim üyeliği yapmış bir kişinin yaptığı ahşap bir
cami ile ahşap bir evi gezdik. Mimar, emekliliğinden sonra bu köye yerleşmiş. Ziyaret sırasında camide
hazır bulunarak sorduğumuz soruları cevapladı.
Daha sonra Meşhed’e dönmek üzere yola çıktık ve yol üzerinde şair, matematikçi Ömer
Hayyam’ın türbesini ziyaret ettik. Türbe sanduka şeklinde değildi. Mezarın üzerine orijinal bir beton
dökülmüş onun üzerine de uzaktan görülecek şekilde yüksek bir anıt inşa edilmiştir. Meşhed’e
döndükten sonra otelimize geldik ve bavullarımızı alarak Meşhed Havaalanına gittik. Yaklaşık saat
20.50 civarında uçağa binerek 22.00’de Isfahan’a indik. Önce Isfahan Havaalanında bekleyen Isfahan
Üniversitesine ait iki otobüsle Isfahan Teknik Üniversitesine ait misafirhaneye gittik ve bize ayrılan
odalara yerleştik.
ISFAHAN’I ZİYARET
19 Mayıs Pazartesi, Sabah saat 7.00’de kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra tarihî mekânları
ziyaret etmeye başladık. İlk gittiğimiz yer Doğal Tarih Müzesi idi. Müzenin bahçesinde fil, zürafa ve
dinazor gibi hayvanların maketleri yer alıyordu. Sonra müzenin içine girdik, burada dikkatimizi çeken
şey, Şah İsmail ile Yavuz Selim arasındaki Çaldıran Savaşının temsilî resminin duvara çizilmiş olması idi.
Burada görevli memure şu yorumu yaptı: “Bu savaşta devletimiz, ilk defa Osmanlı İmparatorluğuna
yenildi. Bunun sebebi, Osmanlı ordusunda ağır topların bulunmasıdır.” Müzede resim çekmek yasak
olduğu için bu temsili resmin fotoğrafını çekemedik.
Öğle yemeğini Isfahan’da bir restoranda yedikten sonra Şah İsmail’in torunlarından Şah
Abbas’ın (1588-1629) yaptırdığı, Şah Meydanı ve Şah Camii’ni gezdik. Resim: 3 (Isfahan’da Şah
Meydanı) Bu meydan, dikdörtgen şeklinde olup dört köşesinin her biri kapalı çarşı ile
çevrilmiştir. Kapalı çarşısının içinde yerli ve yabancı turistlerin alışveriş yaptıkları çok sayıda dükkan
bulunmaktadır. Ayrıca meydanın ortasında geniş bir avlu yer almaktadır. Şah Abbas Camiine, bu
avludan geçilerek girilmektedir. Bu Cami, İran çiniciliğinin en güzel örneklerinden birisini teşkil
etmektedir. Bu meydanın uzun köşelerinden birisinde, şahların orduyu selamladıkları üç katlı bir
selâmlık binası yer almaktadır. Buraya çıkıldığında, muhteşem bir manzara ile karşılaşılıyor. Bütün
Isfahan şehri buradan seyredilebildiği gibi Şah Meydanını buradan bir bütün olarak görebilmek de
mümkündür. Ortadaki avluda büyük bir havuz yer alıyor. Havuzun çevresi yeşillendirilmiş ve
ağaçlandırılmış. Avluda faytonlar bulunuyor, isteyenler bu faytonlara binerek avlunun etrafında tur
yapabiliyorlar. Üniversitemiz Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cemal Çevik’e göre, böyle bir
eser ABD’nin Kaliforniya eyaletinde de bulunuyor. Ona göre burası daha eski olduğuna
göre ABD’deki kompleks buradan örnek alınarak yapılmış olabilir.
Akşam yemeğini Isfahan’da bir restoranda yedikten sonra şehrin ortasından akan Zayende
Irmağı kenarında bir gezintiye çıktık. Bu nehir üzerinde Safavi Hükümdarı Şah Abbas tarafından
yaptırılan ve otuzdan fazla kemere sahip tarihî bir köprü dikkatimizi çekti. Köprü o dönemin inşaat
teknolojisi ve mimarisinin en güzel örneklerinden birisi olsa gerektir. Köprü trafiğe kapatılmış olup yerli
ve yabancı turistlerin ziyaret ettiği ve üzerinde gezinti yapabilecekleri bir mekân hâline getirilmiştir.
Mimar olmadığım için eseri, mimari açıdan değerlendirmem mümkün değilse de şimdiye kadar böyle
bir köprüyü ilk defa gördüğümü söylemeliyim. Köprünün genişliği dikkatimizi çekiyor. Genellikle tarihi
köprüler, dar olduğu için bu köprülerden aynı anda iki arabanın geçmesi zordur. Bu köprü sanki
otomobilin icat edildiği 20. yüzyıl koşullarına göre yapılmış, çünkü yanyana iki ve hatta üç otomobilin
çok rahat bir şekilde hareket edebilmesi mümkün. Bundan başka köprü üzerinde her iki tarafta da
yaya kaldırımı bulunmaktadır. Yine her iki tarafta, kaldırım bitişiğinde, üstü kemerlerle kapatılmış yaya
yürüyüş yolu da bulunmaktadır. Yağmur veya kar yağdığında yayalar bu kısımdan ıslanmadan nehrin bir
kenarından diğer kenarına geçebilirler. Kapalı yürüyüş yolunun bitişiğinde ve en kenarda,nehri
seyredebilmek için her iki tarafta ayrı birer yaya yürüyüş yolu daha vardır. Fakat bu yolların nehre
bakan kısımları tamamen açık olduğu için, yayaların nehre düşme tehlikesi söz konusudur.
Gezinti bittikten sonra grup ikiye ayrıldı. Bir grup Türkiye’deki yakınları ile telefon görüşmesi
yapmak üzere Isfahan Postahanesine gittiler. Bir grup ise köprünün ayağında bulunan çay
bahçesinde çay içmek üzere kaldılar. Çay içtiğimiz mekân gerçekten çok dikkat çekici idi. Köprünün altı
kapalı olduğu için sular, sadece yarım metre genişliğindeki birkaç küçük kanaldan akmaktadır. Diğer
kısımlar taş yapı ile kapatılmış olduğu için buralara masa ve sandalye konularak çay bahçesi hâline
getirilmiştir. Ayrıca çay bahçesinin yanında süs eşyaları satan dükkanlar ile çay ocağı da bulunmaktadır.
Postahaneye giden grup, köprüye döndükten sonra saat 23.30 civarında otele dönmek üzere
servis araçlarımıza bindik. Otelin bulunduğu kampüsün giriş kapısına geldiğimizde bir sürprizle
karşılaştık. Kapıdaki bekçi bizi içeri almak istemedi ve kapıda yaklaşık yarım saat bekledik. Bu
sırada bizi gezdiren İranlı görevliler, çeşitli makamlarla defalarca telefon görüşmesi yaptılar ve
sonuçta içeri girebildik. Servis otobüslerimiz Isfahan Üniversitesine, kaldığımız otel ise Isfahan Teknik
Üniversitesine aitti. Kendisine bilgi verilmedi ise gecenin bu saatinde başka bir üniversiteye ait ve
içinde yabancıların bulunduğu bir otobüsün kampüse girmesi, görevli tarafından mahsurlu bulunmuş
olabilir. Bu konuda fazla malumat sahibi olamadık ve sonuçta otelimize girebildik.
20 Mayıs Salı, sabah otelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra ziyaret amacıyla Isfahan
Üniversitesine gittik, bizi kapıda kimse karşılamadığı gibi içeri de alınmadık. Yarım saat kadar dışarıda
bekledikten sonra içeriye buyur edildik. Bir konferans salonunun kapısından çıkan Edebiyat Fakültesi
Dekanı, ziyaret programından haberi olmadığını söyledi. Bu ilgisizlik karşısında otobüslere binerek
sallanan minareyi gezmeye gittik. Resim: 4 (Isfahan’da Sallanan Minare) Burada yıkılan eski bir caminin
ayakta kalan iki minaresi müze hâline getirilmiş. Müzedeki görevlilerden birisinin, minarelerden
birisine çıkıp bir manivela ile minareyi salladığı zaman her iki minarenin de birlikte sallandığını
gördük. Bu işlem saat başlarında otomatik olarak yapıldığı halde, görevli bizim için program dışı bir
sallantı yaptı. Burada Urmiye Azad Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden gelen Azeri Türkü kız ve erkek
üniversite öğrencileri ile karşılaştık, onlarla sohbet ettik ve hatıra fotoğrafları çektirdik. Daha sonra
yüksek bir tepe üzerinde bulunan Mecusilerden kalma Ateşgede adı verilen tapınağa tırmanarak çıktık.
Bu tepe Isfahan’a tamamen hakimdi. Buradan Isfahan’ı seyrettik ve fotoğraflar çektik. Öğle yemeğini
program dışı olarak Isfahanda bir restoranda yedik. Öğleden sonra Isfahan Teknik Üniversitesi
yetkililerine, üniversitelerini ziyaret etmek istediğimizi telefonla bildirdik, bu üniversitenin
yetkililerince de ilgisizlikle karşılanacağımızı anlayınca, Şah Meydanına giderek oradaki parkı ve kapalı
çarşı içindeki dükkânları dolaştık. Bir kısım arkadaşımız ise gruptan ayrılarak şehirdeki çarşılara
alışverişe çıktılar.
Saat 20.00’de Şah Meydanının bir yerinde toplanarak servis araçlarımıza bindik ve otelimize
giderek bavullarımızı topladıktan sonra Tahran’a uçmak üzere havaalanının yolunu tuttuk. Saat 20.45’te
uçağa bindik 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Tahran Havaalanına indik. Burada Tahran
Büyükelçiliğimiz III. Katibi Tunç Angılı tarafından karşılandık. Sonra otelimize gitmek üzere bizim için
hazırlanmış olan servis aracımıza binerek Tahran Üniversitesi Dil ve Edebiyat Akademisinin
Misafirhanesine yerleştik. Isfahan’daki misafirhaneye göre daha bakımlı olan bu
misafirhanede arkadaşlarımız iki kişilik odalarda kaldılar.
TAHRAN’I ZİYARET
21 Mayıs Çarşamba günü, sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Terbiye-i Müderris
Üniversitesine ziyarette bulunduk. Burası, üniversite öğretim üyesi yetiştiren bir üniversite olduğu
için lisans öğrencisi yok, sadece yüksek lisans ve doktora öğrencileri bulunuyor. Bizdeki Teknoloji
Enstitülerine benzer bir kurum. Üniversite yetkilileri bizi bir salona alarak burada üniversite hakkında
bilgi verdiler. Önce üniversiteyi tanıtıcı sinevizyon gösterisi yapıldı, daha sonra bir yetkili İngilizce
olarak üniversiteyi tanıttı. Daha sonra fen bilimleri, tıbbî bilimler ve mühendislik alanlarında mütehassıs
olan öğretim üyeleri bu bölüm veya fakülteleri ziyaret ettiler. Bu üç bölüm dışında kalan öğretim
üyeleri üniversitenin merkez kütüphanesini gezdiler. Öğle yemeği için hem bu üniversiteye hem de
Tahran Büyükelçiliğimize davetli idik. Biz Büyükelçiliğimizi görmeyi ve öğle yemeğimizi orada yemeği
tercih ettik. Tahran Büyükelçiliği yeşillik ve ağaçlıklar içinde geniş bir alanda yer almaktadır. Elçiliğin
kapısından otobüsle bir süre yol aldıktan sonra arabadan indik ve burada yine Tahran Büyükelçiliği III.
Kâtibi Tunç Angılı tarafından karşılandık. Yaya olarak elçilik binasının kapısına kadar yürüdük. Elçiliğin
kapısında Tahran Büyükelçimiz Selahattin Alpar tarafından karşılandık. Önce gruba kokteyl verildi,
daha sonra bahçede açık büfe öğle yemeği yedik ve elçimizle sohbet edip hatıra fotoğrafları çektirdik.
Resim: 5 (Tahran Büyükelçiliğini Ziyaret: Büyükelçi Selahattin Alpar(ortada) ve Öğretim Üyeleri)
Öğleden sonra Şehit Behişti Üniversitesini ziyaret ettik. Önce bir salona alındık. Burada
Üniversite Rektörü evinize hoş geldiniz, diyerek bizi üniversitesinde ağırlamaktan memnun olduğunu
söyledi. Burada bize meyve suyu ve pasta ikramı yapıldı. Daha sonra öğretim üyeleri ilgili oldukları
fakülte ve bölümleri gezdiler. Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesinde dikkatimizi çeken
şey, fakültenin kapısından içeri girince koridorda Mevlana ve Tebriz’li Şems’in heykellerinin birbirinin
karşısında yer alması idi. Bu iki düşünüre yer vermeleri, eserlerinde Fars dilini kullanmaları sebebiyle
olsa gerektir. Çünkü gezdiğimiz diğer üniversitelerde, bunlardan başka bir Türk düşünürüne yer
verildiğini görmedik. Daha sonra kütüphane ve bilgisayar odalarını dolaşarak incelemeyi tamamladık.
Saat 17.00’de İslâmî Kültür ve İlişkiler Merkezini ziyaret ettik. Bizi geniş bir salona aldılar.
Merkezin Başkanı Molla, Huccetül İslâm, Doç. Dr. Mahmut Muhammed Irakı, bize merkezle ilgili bilgiler
verdi ve Türkiye ile İran arasındaki bilimsel, kültürel ve ticari ilişkilerin önemini açıklayan bir konuşma
yaptı. Buna cevabi bir konuşmayı grup adına ben yaparak şunları söyledim: “Bizi İran Hükümeti adına
misafir eden ve sınırı geçişimizden itibaren bize büyük misafirperverlik gösteren kurumunuza teşekkür
ederim. İki ülke arasında kurulmuş olan bilimsel kültürel ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi iki ülkenin
çıkarına olacaktır. Din anlayışımızdaki farklılıklar, birbirimizi sevmemize engel olmamalıdır.”
Daha sonra Kurum Başkanı Doç. Mahmut Muhammed Irakı, her öğretim üyesinin kendisini
tanıtmasını istedi. Tanıtma bitince, niçin aranızda Fars Dili Edebiyatı öğretim üyesi bulunmamaktadır?
dedi. Ben buna şu cevabı verdim. “Üniversitemizde Fars Dili Edebiyatı bölümü yoktur. Fakat hâlen
Türkiye’de altı üniversitede Fars Dili Edebiyatı bölümü öğretime devam etmektedir. Buna karşılık
İran’da tek bir üniversitede bile Türk Dili Edebiyatı Bölümü yoktur. Uluslar arası ilişkilerde karşılıklılık
prensibi geçerlidir. Bizim, sizin tarafınızdan sevildiğimize inanabilmemiz için, sizin en az 6 üniversitede
Türk Dili Edebiyatı Bölümü açmanız gerekir.” Son sözlerim grubumuz ve toplantıda bulunan mollalar
tarafından tebessümle karşılandı. Kurum Başkanı Irakı,Tahran üniversitesinde Türk Dili Edebiyatı
Bölümünün önümüzdeki öğretim yılı başında açılarak öğrenci alacağını, söyledi. Ayrıca anneannesinin
Türk olduğunu ve Türkçe’yi öğrenmemiş olduğundan üzüntü duyduğunu ve ülkesinde çok
sayıda insanın günlük hayatlarında Türkçe konuştuklarını söyledi. Ben buna, “Sadece Türkçe konuşmak
yetmez aynı zamanda yazmak da gerekir.”, cevabını verdim. Başkan Irakı, Tebriz’e gittiğinizde oradaki
kardeşlerinizle dil birliği dolayısıyla daha kolay anlaşabilirsiniz, dedi. Son olarak Rektörlüğümüz Genel
Sekreter Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Nurettin Parıltı kısa bir konuşma yaparak Rektörümüz Prof. Dr. Rıza
Ayhan Bey’in gönderdiği hediyeleri kurum başkanına takdim etti. Burada dikkatimizi çeken bir şey de
Sayın Rektörümüz Rıza Ayhan’ın bu kurum yetkilileri tarafından çok takdir edilmiş olmasıdır.
Toplantı bittikten sonra bu kuruluşun içindeki yemekhanede akşam yemeğini yedik. Yemek
sırasında kurumun ikinci yetkilisi Molla Huccetül İslâm Nebevî ile sohbetimizde, iki ülke
arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ile ilgili şunları söyledim: “1990’larda Türkiye ile Bulgaristan savaş
noktasına gelmişlerdi. Fakat Bulgaristan zamanla demokratikleşti, sosyal sorunları çözdü ve halkın
ekonomik refahını artırdı. Bugün Türkiye ile olan ilişkileri son derece iyi noktalara ulaştı ve halen çok
sayıda Türk işadamı, Bulgaristan’da yatırımlar yapıyorlar. Eğer siz de daha fazla demokratikleşir,
halkınızın sorunlarını çözer ve toplumun refahını artırırsanız, ilişkilerimiz daha ileri seviyelere
ulaşabilir.” Yemekten sonra bir salona geçerek çay içip, sohbete devam ettik ve hatıra fotoğrafları
çektirdik. Daha sonra otelimize döndük.
22 Mayıs Perşembe, sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra servis aracımıza binerek Şah
Rıza Pehlevi’nin yazlık sarayını gezmeye gittik. Burası Tahran’ın dağlara yakın yüksek bir yerinde
bulunmaktadır. Yeşillikler arasında son derece bakımlı ve ihtişamlı bir köşk. Buradaki avizeler, koltuk
takımları ve halılar değişik ülkelerden ve ülkenin çeşitli bölgelerinden getirilmiş. Bu sarayda aynı
zamanda İran cam işlemeciliğinin güzel örnekleri de sergilenmiş durumda. Sarayda şahın yatak odası,
çalışma salonu ve yemekhane gibi kısımlarını dolaştık. Daha sonra Humeyni’nin İslâm Devrimi sırasında
Fransa’dan İran’a döndükten sonra kaldığı mütevazî evini ve halka hitap ettiği küçük salonu gezdik.
Burada bizi bir molla karşılayarak, Türkçe “Hoş geldiniz” dedi ve bizi burada görmekten memnun
olduğunu ifade ettikten sonra Türkçeyi az bildiğini söyleyerek konuşmasına Farsça devam etti.
Humeyni’nin kaldığı ev, son derece gösterişten uzak, sıradan bir vatandaşın oturacağı yapıda bir bina.
Bu iki konutun art arda gösterilmesinde bir propaganda amacı güdülüp güdülmediğini bilmiyoruz, fakat
ister istemez akla böyle bir düşünce geliyor.
Öğle yemeğini Tahran’da bir lokantada yedikten sonra grup ikiye ayrıldı. Bir kısmı şehirde
gezinti ve alışverişe çıkarken, bir grup Büyük Selçuklu Devleti’nin Kurucusu Tuğrul Bey’in mezarının
bulunduğu Rey şehrine ziyarete gitti. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Rey Şehrine vardık. Biz
burada Tuğrul Bey’in türbesini göreceğimizi umarken, Tuğrul Bey tarafından yaptırılan 25-30 m.
yüksekliğindeki bir kulenin kapısından içeri girdik, burayı bir süre inceledikten sonra arka bahçeye
geçtiğimizde, bir tasavvuf büyüğünün mezarı ile karşılaştık. Resim: 6 (Rey Şehrinde Tuğrul Bey
tarafından yaptırılan kule). Ziyaret bitti ve 35-40 dakikalık bir yolculuktan sonra Tahran’a ulaştık.
Akşam yemeğini Tahran’da lüks bir lokantada yedik. Buradaki yemeğin diğerlerinden farkı,
Türk usulü sıcak pidelerin masalarda yer alması ve menüde tatlının bulunması idi. Rehberimizin verdiği
bilgiye göre lokantanın patronu aynı zamanda Tahran’daki bir üniversitede öğretim üyeliği
yapmaktadır. Bu yemek onun bize ikramıydı. Patron, yemeğin sonuna doğru bütün masaları dolaşarak
el kol hareketleri ile “Memnun musunuz, başka bir isteğiniz var mı?” anlamında bir şeyler söylemeye
çalıştı. Lokantadan ayrılırken ben, patronun yanına giderek yemek ikramından dolayı kendisine
teşekkür ettim. Bunun üzerine kendisi de Türkiye’den gelen misafirler olarak bizi ağırlamaktan
memnun olduğunu söyledi ve daha fazla Türkçe bilmediğini ilâve etti. Lokantadan
çıkıp otobüse bindik ve Tahran’ın sıkışık trafiği içinde yaklaşık bir
saat kaldıktan sonra güçlükle otelimize varabildik.
TEBRİZ’İ ZİYARET
23 Mayıs Cuma, sabah 4.30’da kalktık ve servis araçlarımıza binerek Tebriz’e gitmek üzere
Tahran Havaalanının yolunu tuttuk ve sabah saat 6.00’da Tebriz’e uçtuk, saat 7.00 civarında uçaktan
indikten sonra otelimize gitmek üzere görevliler tarafından hazırlanmış servis araçlarımıza doğru
yürüdük. Burada Tebriz Konsolosluğumuz görevlisi tarafından karşılandık. Servis araçlarımıza
bavullarımızı yükledikten sonra otobüse bindik ve ikametimize ayrılan Tebriz Üniversitesi Tıp
Fakültesine ait lüks bir misafirhaneye yerleştik. Burası Tebriz’i tepeden gören yüksekçe bir yere inşa
edilmiş son derece modern bir bina. Fakat İslâmî esaslara göre düzenlenmiş ve odalarda
seccadesiz namaz kılınabilmesi için katlara ve odalara ayakkabı ile girilmiyor. Misafirler ayakkabılarını
her katın girişindeki ayakkabılıklara bırakarak salona giriyorlar. Kapılar elektronik kartlarla açılıyor.
Salondan başlayarak odaların içlerine kadar her yer halıfleksle kaplı ve odaların ortasında bir halı
bulunuyor. Misafirler seccade sermeden bu halıların üzerinde namazlarını kılabiliyorlar. Halbuki
şimdiye kadar kaldığımız otellerde ayakkabı ile odalara kadar gidilebiliyordu ve bu yüzden her odada
namaz kılmak için seccadeler ve Şii inancına göre namazda yer alması gereken Kerbela toprağından
yapılmış namaz taşları bulunuyordu. Şiiler, namaz kılarken bu taşları secde edecekleri yere koyup
bunun üzerine secde ediyorlar. Ayrıca her odada bilgisayarın bulunması da dikkat çekici idi.
Otele yerleştikten sonra burada sabah kahvaltımızı yaptık ve sonra servis araçlarımıza
binerek şehrin tarihi ve turistik mekânlarını ziyarete gittik, Önce Akkoyunlu ve Karakoyunlulardan
kalma eserlerin yer aldığı parkı dolaştık. Resim: 7 (Tebriz’de Karakoyunlu ve Akkoyunlu Eserlerini İçine
Alan Park) Burada Türkiye’den geldiğimizi fark eden herkes bize karşı büyük bir sevgi ve ilgi gösteriyor
ve bize çay ikram etmek istiyorlardı. Daha sonra bir müzeyi dolaştık. Bu müzede İran minyatür sanatına
ait örnekler ile yeraltından çıkarılmış eski zamanlara ait arkeolojik eserler de bulunmaktaydı. Ayrıca
müzede, deprem sırasında yatakta ölen bir çiftin kemiklerinin bulunması dikkatimizi çekti. Parkta
dolaşırken bir bank üzerinde oturan üç mollaya rastladık. Bunlar Tebriz’de bulunduklarına göre Azeri
Türkü olmalı idiler, fakat grup arkadaşlarımızla ve kendi aralarında Farsça konuşuyorlardı. Ben
kendilerine “Niçin Türkçe konuşmuyorsunuz?” dedim. Bunun üzerine mollalardan birisi, beni elimden
tutarak yanlarına oturttu ve bizimle Türkçe konuşmaya başladılar. İçlerinden birisi bana “Elhamdülillah
Müslümanız”, dedi. Ben de, “ Biz de Elhamdülillah Müslüman’ız fakat aynı zamanda Elhamdülillah
Türk’üz de” dedim. Önce Mollalar, son sözüme belki bir anlam veremediler, fakat dil ortaklığı sebebiyle
bize karşı sempati duyduklarını davranışlarıyla gösterdiler. Parkın ve park içindeki müzenin gezintisi
tamamlandıktan sonra, park çıkışında bize meyve suyu ikramında bulunuldu.
Daha sonra servis araçlarımıza binerek şehrin merkezine doğru yol almaya başladık. Bu sırada
başta Rehberimiz Ahmet Mercani olmak üzere diğer görevliler bizi cuma namazına götürme konusunda
çok ısrarlı davrandılar. Biz ise hem seferî olduğumuz için böyle bir yükümlülüğümüzün olmadığını
biliyorduk, hem de din anlayışımızdaki farklılık sebebiyle kültür şoku yaşayabileceğimizi seziyorduk.
Ayrıca günlerdir uykusuz ve yorgun olduğumuz için bir an önce otelimize giderek dinlenmek ihtiyacında
olduğumuzdan cumaya gitmeye hiç de niyetli değildik. Buna rağmen cumaya gitmemiz konusunda o
kadar çok ısrar edildi ki, bunu reddetmemiz mümkün olamadı. Öte yandan şahsım adına burada ibadet
etmekten çok, sosyal bilimler için çok müstesna bir gözlem fırsatı yakaladığımın da farkında idim.
Acaba, Türkiye’deki Sünni Cuma Namazı ile İran’daki Şii Cuma namazı arasında ne gibi farklar
vardı? Ancak yukarıdaki sebeplerle bir ikilem içinde de bulunuyordum.
Abdest aldıktan sonra camiye girmek için kapıya yöneldim. Kapıda camiye girmek isteyen
herkes, askerler ve sivil görevliler tarafından tepeden tırnağa aranıyordu. Daha sonra bunun, bir
camide bomba patladığı için güvenlik gerekçesiyle yapıldığını öğrendik. Benim de yoklanacağımı
düşünerek sıraya girdiğimde bir sivilin yanımda belirdiğini gördüm. Bana Türkiye’den gelen hoca mısın?
diye sordu. Ben, “evet” deyince beni alıp ön taraftaki giriş kapısına götürdü ve birlikte camiye girdik.
Gruptaki arkadaşlar daha önce camide yerlerini almışlardı, ben de onların yanlarına oturdum. En ön
safta bir molla grubunun yer aldığını, kıyafetlerinden anlıyorduk. Biz onların arkasındaki safta
bulunuyorduk. Bizim arkamızda yine bir molla grubu saf tutmuştu. Mollaların ve bizim oturduğumuz
kısım, diğer cemaattan demir parmaklıklarla ayrılmıştı. Camiye girdiğimizde hutbe okunuyordu.
Konuşmaların yarısı Farsça, yarısı Azeri Türkçesi ile yapıldığı için hatibin konuşması sırasında
cemaata bizden bahsettiğini anlıyorduk. Burası Tebriz’in tek Cuma namazı kılınan camisi imiş. Camide
gördüklerimiz hepimizi hayrete düşürmüştü. Mimber ile mihrab aynı yerde bulunuyordu. Mimber,
mihrabın üzerinde bir balkon çıkıntısı şeklinde idi. Onun altında mihrab yer alıyordu. Mihrab bizdeki gibi
yerden biraz yükseltilmiş değil, aksine biraz daha aşağıda, çukur gibi bir yer idi. Namaz kıldıran imam bu
çukura iniyordu. Mihrabın sağında ve solunda bizde “Allah, Muhammed, dört halife ile Hasan ve
Hüseyin isimleri yer alırken, Tebriz Merkez Cuma Camisinde, cemaate göre solda Humeyni ile şimdiki
dinî lider Ali Hameney’in, solda ise Tebriz Ayetullahı’nın resimleri yer alıyordu. Camide hutbe okuyan
kişi, bu resmi bulunan Ayetullah’tı. Camide resimlerin yer alması, Türkiye’deki Sünni-İslâm anlayışına
uyan bir şey değildi. Ayrıca camide Farsça yazılar dikkatimizi çekti. Oysa Türkiye’deki camilerde Türkçe
yazılar bulunmaz. Hatip, elindeki mikrofonla sürekli konuşuyordu. Yalnız arada bir cemaatten bazıları
galeyana gelip ayağa kalkarak “Amerika’ya ölüm, İngiltere’ye ölüm, İsrail’e ölüm” diye bağırıyorlardı.
Zaman zaman, kendimizin bir camide mi yoksa bir miting meydanında mı, olduğumuz konusunda
tereddüde düşüyorduk.
Hatibin hutbeyi bitirmesinden sonra resimlerin üzeri perdelerle kapatıldı ve imama uyarak
Cuma namazını kıldık. Yalnız Şiilerin namazı bizimkinden farklı idi. Şiiler rükudan doğrulduktan sonra
hemen secdeye varmayıp ayakta dikilerek ellerini yukarıya açıp dua ettikten sonra secdeye varıyorlardı.
Ayrıca kıyamda iken ellerini birbirine bağlamıyor ve iki yana serbest bırakıyorlardı. Namaz bittiğinde ise
bizde olduğu gibi sağa ve sola selâm da vermiyorlar. Cuma namazını kıldıktan sonra dört rekat daha
namaz kıldık, bunun ne namazı olduğunu önce anlayamamıştık, daha sonra Şiilerin öğle ile ikindiyi,
akşam ile yatsıyı birleştirerek 3 vakit namaz kıldıklarını öğrendik. İran’da devlet memurlarının Cuma
namazına gitmek zorunda olduklarını, gitmemeyi adet hâline getirenlerin görevlerine son verildiğini
öğrendik. Fakat, 12 günlük gezimiz sırasında, Suudi Arabistan’da olduğu gibi, vatandaşın Cumaya ve
vakit namazlarına gitmesi için zorlandığını görmedik.
Cuma namazından çıktıktan sonra servis araçlarımıza binerek yaklaşık 20-30 dakikalık bir
yolculuk yaparak öğle yemeğini yiyeceğimiz tesise geldik. Burası aynı zamanda bir mesire yeri idi.
Lokanta, yapay olarak oluşturulmuş genişçe bir havuzun bir kenarında yer alıyordu. Bu sanki bir havuz
değil âdeta küçük bir göldü. Lokantanın çevresindeki yeşil alanda halkın piknik yaptıklarına şahit olduk.
Yemek bittikten sonra şehir merkezine giderek serbest gezinti ve alış veriş yaptık. Şehirdeki gezintimiz
sırasında hiç yabancılık çekmedik, çünkü herkes Azeri Türkçesi konuşuyordu. Zaman zaman birbirimizi
anlamakta zorluk çeksek de sonuçta yine az çok anlaşabiliyorduk. Türkiye’den geldiğimizi fark eden
esnaf bize mutlaka bir şeyler ikram etmek istiyordu. Kimisi bir şekeri, kimisi sattığı yiyecek
maddelerinden bir şeyleri elimize tutuşturmaya çalışıyordu. Burada Türk’ün cömertliğine bir kere daha
şahit oluyorduk.
Akşam yemeğine Tebriz Türk Konsolosluğuna davetli idik. Belirlenen yerde servis aracımıza
binerek Tebriz Konsolosluğunun yolunu tuttuk. Tahran gibi Tebriz’de de trafik çok sıkışık olduğu için
güçlükle konsolosluğa ulaşabildik. Konsolosluğun girişinde Başkonsolos Nafi Cemal Tosyalı tarafından
karşılandık. Burada aynı zamanda Türkiye’den gelen bir sporcu grubu da vardı. Konsoloslukta Tebriz
Üniversitesi Rektörü, Rektör Yardımcısı ve doktorasını ODTÜ’de yapmış bir İngilizce profesörü ile
tanıştık ve onlarla sohbet ettik. Rektör Bey’den Tebriz’de dördü resmî, üçü özel olmak üzere yedi
üniversite bulunduğunu öğrendik. Ayrıca ertesi günkü Tebriz Üniversitesindeki buluşmamız hakkında
konuştuk. Önce kokteyl verildi, daha sonra bahçede açık büfe akşam yemeğini yedik. Türkiye’den gelen
grubumuz üyeleri çok yorgun ve uykusuz olduğu için Başkonsolos Cemal Bey’den saat 9.00 civarında
izin istedik, kendileri biraz sonra tatlı ikram edeceklerini söyleyerek ondan sonra gidebileceğimizi
söyledi. Tatlıyı yedikten sonra konsolosluktan ayrıldık. Yine çok sıkışık trafik içinden güçlükle geçerek
kaldığımız otele ulaşabildik.
24 Mayıs Cumartesi, sabah 7.30’da kalkarak otelimizde sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat
9.00’da servis araçlarımızla şehir merkezine serbest gezinti ve alışverişe çıktık. Bu İran topraklarındaki
son günümüzdü. Bunun için arkadaşlarımız elindeki tümenleri ya harcayacak ya da dövize
çevireceklerdi. Bu yüzden hemen herkes elindeki paraları harcamak amacıyla bir şeyler alıyordu.
Gruptan ayrılarak Tebriz caddelerinde dolaşmaya ve alış veriş için mağazalara girip çıkmaya başladık.
Prof. Dr. Cemal Kurnaz Beyle onun küçük oğluna oyuncak almak üzere bir oyuncakçı mağazasına girdik.
Bir oyuncağı beğenerek aldık, tam parayı ödeyeceğimiz sırada mağaza sahibi şunları söyledi: “Madem ki
Türkiye’den gelmişsiniz, bu da bizim size bir hediyemiz olsun.”, bu sözler karşısında şaşırmıştık. Tabii
bunu kabul etmedik ve oyuncağın parasını ödeyerek mağazadan çıktık.
Alışverişimiz bittikten sonra saat 10.30’da servis araçlarımıza binerek Tebriz Üniversitesine
gittik. Önce grubumuzdaki öğretim üyeleri kendi alanları ile ilgili fakülte ve bölümleri gezdiler. Biz Prof.
Dr. Süleyman Hayri Bolay Bey ile birlikte İnsani Bilimler Fakültesi Felsefe Bölümüne gittik. Orada bir
öğretim üyesi ile bölümlerinde ve bizde hangi derslerin okutulduğu konusunu konuştuk. Büyük ölçüde
bizim okuttuğumuz derslerle onların okuttuğu dersler birbiriyle örtüşüyordu. Bölümlere yapılan
ziyaretler tamamlandıktan sonra Tebriz Üniversitesi Rektörü bizi bir salonda kabul etti. Burada bize çay
ve meyve ikramında bulundu. İran’da dikkatimizi çeken şey, resmi görevlilerin
konuşmalarını yaparken söze “ Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başlamaları idi. Ben, Tebriz
Üniversitesindeki görevlilerin söze nasıl başlayacaklarını merak ediyordum. İlk defa konuşan ve
kendisinden tercümanlık yapması beklenen İngilizce profesörü söze “Yüce Tanrı’nın adıyla” diye
başladı. Daha sonra söz alan Rektör ve diğer yetkili “Allah’ın adıyla” diyerek söze başlayıp konuşmasını
sürdürdüler. Bu arada Tebriz Üniversitesinde, önümüzdeki öğretim yılında Azeri Dili Edebiyatı Bölümü
açılacağını bir yetkili bize söyledi. Başta Rektör olmak üzere diğer yetkililer konuşmalarında, özetle
biraraya gelmekten duydukları memnuniyeti ve ilişkilerin daha da ileri götürülerek zaman zaman ortak
bilimsel toplantıların yapılması talebini dile getirdiler. Bunlara karşı cevabi bir konuşmayı grubumuz
adına Prof. Dr. Refik Turan yaptı. Birbirimizi tercümansız anladığımız için bundan her iki taraf da
memnun kaldı. Kısa soru ve cevap faslından sonra zamanımız sınırlı olduğu için toplantı sona erdi.
Servis araçlarımıza binerek Tebriz Üniversitesine ait Sosyal Tesislere giderek öğle yemeğini yedik.
Burada Tebriz Üniversitesi Rektörü ve diğer yetkililer de bulundular. Yemekten sonra kendileri ile
vedalaşarak, bize gösterdikleri misafirperverlikten ve sıcak ilgiden dolayı kendilerine teşekkür ederek,
sosyal tesislerden ayrıldık.
Tebriz şehrinin dışında bir yerde bavullarımızı servis araçlarından alarak üniversitemiz
otobüsüne yerleştirdik. Burada bize rehberlik eden Ahmet Mercani, Emini ve Kemali Beylerle
vedalaşarak İran saatiyle saat 3.00 civarında Türkiye’ye hareket ettik. Gürbulak sınır kapısında İran ve
Türkiye tarafında gümrük ve pasaport işlemlerini yaptırdıktan sonra Türkiye sınırlarından içeri girdik.
Türkiye saatiyle yaklaşık 24.00’te Ağrı ili içinde yol üzerinde küçük bir lokantada akşam yemeğini yedik.
Sonra tekrar yolumuza devam ettik. Gece saat 3.00’te Erzincan ili sınırları içinde bir tesiste ihtiyaç
molası vererek yolculuğumuzu sürdürdük. Sabah kahvaltısını saat 8.00’de Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde bir
tesiste yaptık. Bütün arkadaşlarımızın kahvaltı ücretlerini o ilçeden olan Üniversitemiz Tıp
Fakültesinden Prof. Dr. Cemal Çevik Bey üstlendi. Kahvaltıdan sonra Yıldızeli’nin içine girdik, Belediye
Başkanı bize çay ikram etti ve 1650’lerde inşa edilen tarihi Yeni Han Camisini gezdirdi. Caminin dışı taş
yapı, içi ise ahşaptı. Belediye Başkanı, bize öğle yemeğine kalmamızı teklif ettiyse de yorgun ve
uykusuz olduğumuz için yola devam etmek istediğimizi söyleyerek ilçeden ayrıldık. Son ihtiyaç
molamızı Kırıkkale’ye yakın bir tesiste verdik. Daha sonra hareket ettik ve yaklaşık 25 saat süren otobüs
yolculuğumuz Gazi Üniversitesi kampüsü içinde saat 16.00’da sona erdi
İran’da Yemek Kültürü
İran’daki yemek kültürünün Türkiye’ye az çok benzediği söylenebilir, bunun için kültür şoku
yaşamadık. Sabah kahvaltısında genellikle bizde olduğu gibi çay, peynir, zeytin, yumurta, tereyağı, reçel
ve bal veriliyor. Öğle ve akşam yemekleri ise pilâvlı kebap veya tavuk ızgara idi. Çorba için limonu, bir
yer hariç, nerede ise hiç göremedik. Bu limon da bizim limonlara benzemiyordu; koyu yeşil, küçük ve
yuvarlaktı, sanki portakal tadını andırıyordu. Tatlı ise Tahran’daki son akşam yemeği ile Tebriz
Başkonsolosluğumuz dışındaki yemeklerde verilmedi.
İran’da gittiğimiz lokantalarda genellikle ekmeğin bulunmadığına şahit olduk. Bu sebeple bir
çok lokantada çorbayı ekmeksiz içtik, başlangıçta zorlandıysak da sonradan buna biz de alıştık. Ekmek
yerine et veya tavukla bol pilâv veriliyor, yağsız olan bu pilâvın hoş bir tadı var. Pilâvın yanına küçük
paket tereyağı konuluyor, isteyen bunu sıcak pilâvın içinde eriterek pilâvı yağlandırabiliyor.
İran’da Kadın
İran’da en çok merak edilen konulardan birisi, kadının toplumdaki yeri olsa gerektir. İran’da
kadınların üniversitede profesör, resmî bir dairede müdür, özel bir şirkette yönetici, bir mağazada
patron, özel otomobilde şoför olduklarını gördük. Hatta yetkililerden öğrendiğimize göre son iki yılda
üniversitelerde kızların oranı %52’ye ulaşmıştır. Bu konularda Türkiye’den hemen hiç farkı yok; yalnız
tek fark, kadınların giymek zorunda oldukları siyah elbise ile başörtüsü idi. Kadınlar, Şah Rıza Pehlevi
dönemindeki liberal uygulamalardan sonra, başını örtmek zorunda oldukları için başörtüsü, başın
tamamını değil ortasından başlayarak arka kısmını kapatıyor. Genellikle ön taraftaki saçların çoğu açık.
Başörtüsü, devletin zorlaması sonucu takıldığı için biraz eğreti duruyor ve neredeyse düştü düşecek bir
pozisyonda bulunuyor.
Tahran Şehri
Tahran, modern yeni binalar ve geniş asfalt caddeleri ile âdeta bir Batı şehri görünümünde.
Şehir, başkent olduğu kadar aynı zamanda bir kültür ve ticaret merkezî, fakat trafik felç olmuş
durumda, Ankara’nın on sene öncesine benziyor. Benzin sudan ucuz olduğu için, yüzbinlerce araç
trafiğe çıkıyor. Eski arabalar çoğunlukta, yeni arabalardan sadece Peugeot’ları görüyoruz, ara sıra yeni
Mercedes arabalara da rastlamak mümkün. İran, Batılıların yeni otomobil fabrikaları kurmalarına izin
vermemiş, bir firma yeni bir otomobil fabrikası kurduğu zaman beş sene işletme hakkını kullanıyor
fakat 5 senenin sonunda bunu İran Hükümetine devretmek zorunda. İran İslâm Cumhuriyeti
Anayasasının 44. maddesine göre ağır sanayi, dış ticaret, madenler, bankacılık, sigorta, enerji üretimi ve
barajlar, radyo ve televizyon, PTT, hava yolları ve deniz yollarının mülkiyeti devlete aittir. Kısacası
İran’da devlet, ekonomiyi büyük ölçüde kontrol altında tutuyor, bu sebeple özel teşebbüs varsa da
bunun fazla bir önemi yok gibi görünüyor.
Yetkililerden aldığımız bilgilere göre Tahran’ın nüfusu yaklaşık 12 milyon kadardır. Bunun en az
yarısının Türk olduğu tahmin ediliyor. Tahran’ın Farslar ve diğer etnik grupların olduğu kadar aynı
zamanda bir Türk şehri olduğunu sokakta çok sayıda insanın Türkçe konuşmasından anlaşılıyor.
Tahran’da girdiğimiz hemen her mağazada bir Azeri tezgâhtara rastladık. Hele bir iki mağazanın
kapısında Türkçe Latin harfleri ile “İndirim” yazısı dikkatimizi çekti. Merak ederek bir tezgahtara niçin
bu yazının asıldığını sorduk. Bize verilen cevap, “burada Türkiye’den gelen Türkler olduğu gibi çok
sayıda Azeri yaşıyor.” oldu.
İran’da dikkatimizi çeken hususlardan birisi de, tuvalet ve temizlik konusunda başkent
Tahran’dan en ücra köye kadar bir tuvalet ve temizlik standardını getirilmiş olmalasıydı. Bu konuda
Türkiye’den ileride olduklarını söyleyebiliriz. Hemen her tuvalette sıvı sabun bulunmakta ve bu
sabunun borularla taşınarak herkes tarafından kolaylıkla alınıp kullanılması sağlanmaktadır.
İran’da Nüfus Yapısı
G.Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’nin bu gezi için hazırladığı dokümana
göre İran nüfusunun yaklaşık 23 milyonu Farslardan oluşmaktadır. Buna karşılık Azeriler 22 milyon,
Türkmenler 2 milyon, Kaşgailer (Eski Türk Boyu) 1 milyon, Afşarlar (Türkmen Boyu) 500 bin, Hallaçlar
(Eski Türk Boyu) 300 bin, Kazaklar 200 bin olmak üzere Türklerin toplam nüfusu, 26 milyonu
bulmaktadır. Bundan başka Kürtler 5 milyon, Araplar 3 milyon, Beluciler 2 milyon, Ermeniler 300 bin,
Yahudiler 250 bin, Süryaniler 100 bindir. Bunların dışında İran’da Hıristiyan, Zerdüşt, Hindu v.b
azınlıklar yaşamaktadır. Buna göre Türkler, 26 milyonla yaklaşık 65 milyonluk ülke nüfusunun en büyük
sosyal grubunu teşkil etmektedirler.
SONUÇ
İran, Türkiye için sadece bir komşu değil, aynı zamanda Türk tarihi ve kültürü bakımından
önemli bir ülkedir. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce İran’da sırasıyla Nişabur ve Rey şehirlerini
başkent yaparak Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Nitekim gezimiz sırasında Rey şehrine giderek,
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey tarafından yaptırılan 25-30 m. yüksekliğindeki kuleyi
ziyaret ettik. Bildiğimiz gibi, 1071 tarihinde Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın Malazgirt Meydan
Muharebesinde Bizans’ı yenmesinden sonra Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır.
Horasan bölgesinin merkezi Meşhed kenti olup burada, Hz. Muhammed’in torunlarından
Sekizinci İmam Ali Rıza’nın türbesi bulunmaktadır. Her ne kadar burası sadece Şiilerin kutsal şehri gibi
görülse de, Ehl-i Beyt’in sevilmesini emreden ayetler gereğince, Sünni-İslâm dünyası için de aynı değere
sahip olmalıdır. Ayrıca başta Hacı Bektaş Veli olmak üzere Anadolu’yu Türkleştiren Horasan erenleri
önce bu bölgede yaşayıp daha sonra Anadolu’ya göç ederek burayı Türkleştirip İslâmlaştırmışlardır.
İran’ın meşhur şairi Firdevsi’nin anıt mezarı Meşhed’de bulunmaktadır. İranlıların kendi
kültürlerine en yüksek seviyede sahip çıktıklarını Firdevsi için yaptırdıkları büyük anıt mezardan ve
görkemli anma törenlerinden anlıyoruz. Ayrıca meşhur şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın mezarı da
Nişabur yakınındaki bir kasabadadır. Hayyam, ilk defa İslâm dünyasında 11. yüzyılda üç bilinmeyenli
denklemi çözmüştür. Aynı denklem, 500 yıl sonra 16. yüzyılda Hollanda’da çözülebilmiştir. İran Devleti,
kendi kültürüne olan düşkünlüğünü Şehit Behişti Üniversitesinde Mevlana ve Tebrizli Şems’in
heykellerini dikerek de göstermiştir. Bu iki mutasavvıfa Farsça yazdıkları için yer verildiği anlaşılıyor.
Çünkü ziyaret ettiğimiz İran üniversitelerinin hiç birisinde bunlardan başka bir Türk düşünürünün
heykelini göremedik.
Öte yandan Şah İsmail’in kurduğu ve resmî dili Türkçe olan Safavi Devleti İran’da kurulmuştur.
Osmanlı Devleti, bürokrasiye devşirmeleri doldurduğu hâlde, Şah İsmail’in devlet yönetimine daha çok
Türk olanları getirmiştir. Burada Şah İsmail adına üzüntü verici bir durumu dile getirmeden
geçemeyeceğiz. Şah İsmail, İran’da hüküm sürdüğü halde şu anda İran’da onu takip eden gruplar yok
denecek kadar az olmasına rağmen Anadolu’da onun yolundan giden milyonlarca Türk Alevisi
bulunmaktadır. Bu da tarihin bir cilvesi olsa gerektir. Çaldıran Savaşına kadar başkent Tebriz iken bu
savaştan sonra Isfahan’a taşınmıştır. Isfahan’da, Şah İsmail’in torunu Şah Abbas tarafından yaptırılan
Şah Meydanı ve Şah Camii ile tarihi köprü bulunmaktadır. Bu meydan ve köprü halen insanların
hayranlığını çeken birer mimari abide olarak ayakta durmaktadır. Büyük Larousse Ansiklopedisi, bu
meydanı ve onun çevresinde gelişen Isfahan şehrini, 17. yüzyıl şehirciliğinin örneklerinden birisi olarak
göstermektedir. Yine Isfahan şehri, Büyük Selçuklulara da bir dönem başkentlik yapmıştır.
Tahran daha çok 19. yüzyıldan sonra geliştiği için tarihsel bir değere sahip olmamakla
birlikte geniş caddeleri ve yeni yapıları ile modern bir Batı şehrini andırmaktadır. Yalnız benzinin sudan
ucuz olması sebebiyle caddelerde binlerce araç bulunduğu için trafik felç olmuş durumdadır. Bu
yüzden 15 dakikalık bir yol, neredeyse 2 saat sürebiliyor. Tahran, Farsların ve diğer etnik
grupların olduğu kadar aynı zamanda bir Türk şehridir. Bunu sokakta çok sayıda Türkçe konuşan
insanların bulunmasından anlıyoruz. İran genelinde ise Türkler, en büyük nüfus yoğunluğuna sahip bir
topluluktur.
Tebriz, çok eski bir Türk şehridir. Bu şehir, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey
tarafından 1055 yılında alındıktan sonra önem kazandı. Sonra sırasıyla Karakoyunlu ve Akkoyunlu
devletlerinin elinde kaldı. Daha sonra Şah İsmail’in kurduğu Safavi Devleti’nde Başkent oldu.
Günümüzde Tebriz’in cadde ve dükkânlarını dolaştığınız zaman kendinizi sanki bir Anadolu şehrinde
hissediyorsunuz.
Meşhed, Isfahan ve Tahran şehirlerini gördükten sonra Tebriz şehri ve Tebriz Üniversitesinin
öteki şehirler ve üniversiteler kadar gelişmediğini üzüntü ile gözledik. Halbuki Tebriz Üniversitesi
yetkililerinin verdiği bilgiye göre Tebriz şehri çok eski bir bilim, kültür ve ticaret merkezidir.
Tebriz’de sosyal bilimler açısından en dikkate değer gözlem, cuma namazı oldu. Şiilerin cuma
namazı ile Sünnilerin cuma namazı arasında önemli farklılıklar göze çarpmaktadır. Bir defa camide
başta Humeyni olmak üzere üç Ayetullah’ın resimleri bulunmaktadır. Ayrıca minber, mihrabın üzerinde
bir balkon çıkıntısı şeklinde yer almaktadır. Mihrap ise bizimkilerin aksine yerden biraz yükseltilmiş
değil aksine aşağıda bir çukur şeklindedir ve İmam, namaz kıldırırken buraya inmektedir. Camide
Farsça yazılar dikkati çekmektedir. Bizden farklı olarak cumada hutbe okunurken cemaat slogan
atabilmektedir. Şiiler namazda kıyamda iken elleri birbirine bağlamayıp iki yana salmaktadırlar. Ayrıca
namazın sonunda sağa ve sola selâm verilmemektedir. Bundan başka İran Şiileri öğle ile ikindiyi,
akşam ile yatsıyı birleştirerek 3 vakit namaz kılmaktadırlar.
İran’da en çok merak edilen konulardan birisi kadınların toplumdaki konumu olsa gerektir.
Kadınlar, üniversitede profesörlük, bir devlet dairesinde müdürlük veya memurluk, özel bir şirkette
patronluk ve özel otomobilde şoförlük yapabilmektedirler. Türkiye’den tek farkı, kadınların baş örtüsü
ile kapalı siyah elbise giymek zorunda olmalarıdır. Kadınlar, genellikle başlarındaki saçların tamamını
değil de yarısını örtmektedirler. Bu tutum bir çeşit protesto olarak algılanabilir.
Meşhed Firdevsi Üniversitesi, Tahran Terbiye-i Müderris Üniversitesi, Tahran Behişti
Üniversitesi ve Tebriz Üniversitelerinde çok samimi ve sıcak bir ilgi ile karşılandığımız halde Isfahan
Üniversitesi ile Isfahan Teknik Üniversitelerindeki alakasızlık grubumuzda hayal kırıklığı yaratmıştır.
Buna rağmen ziyaret ettiğimiz üniversitelerin çoğunda beklediğimizden daha yakın bir ilgi gördüğümüz
için, üniversiteler ile olan temaslarımız genellikle olumlu olarak değerlendirilebilir.
Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler gergindi ve zaman zaman
çatışma noktasına kadar yaklaşılmıştı. Dostça olmayan bu ilişkilerden her iki ülke de zarar görmüştür.
Bunda Batılı ülkelerin manipülasyonlarının etkisi olduğu kuşku götürmeyen bir gerçek olsa gerektir.
Sevinilecek olan nokta ise, iki ülke ulusal güçlerinin bunu farketmiş olmalarıdır. Bir ülke zenginleşmek
ve halkını mutlu etmek istiyorsa mutlaka komşuları ile iyi geçinip ticaretini geliştirmek zorundadır.
Ülkemizdeki medya kuruluşlarında görevli bazı yazarlar, İran ile Türkiye’nin ilişkilerinin bozulması için
ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Nitekim gezimiz sırasında İranlı yetkililer bu endişelerini dile
getirmişlerdir. Aslında Türkiye sadece komşuları ile değil bütün dünya ulusları ile bilimsel, kültürel ve
ticarî ilişkiler kurarak bunu en ileri seviyelere ulaştırmalıdır. Bundan sadece Türkiye değil bütün dünya
ulusları yararlanabilir.
Türkiye ile İran ortak geçmiş, ortak kültür ve ortak inanca sahip komşu iki ülkedir. Bununla
birlikte din anlayışında önemli farklılıklar da bulunmaktadır. Bu farklılıklar, dostça ilişkiler kurulmasına
engel olmamalıdır. İran sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarını; akla, mantığa, bilime, hak ve hukuka
uygun olarak çözmek zorundadır. Ancak böylece toplumu birlik ve bütünlük hâlinde tutup, güçlü bir
ülke olabilir. Aksi hâlde bu sorunları görmezden gelerek çözümsüz bırakırsa bunlar, dış güçler
tarafından ülkenin parçalanması ve yok edilmesi için istismar konusu yapılabilir. Çeşitli ülkelerdeki
medya kuruluşlarının yayımlarına bakıldığı zaman bunun işaretlerini görmek mümkündür.

Konular