TÜRK VE İRAN KÜLTÜRÜNDE BEDENİN YENİDEN SUNUMU VE BUNUN SİNEMADAKİ YANSIMALARI*

TÜRK VE İRAN KÜLTÜRÜNDE BEDENİN YENİDEN SUNUMU
VE BUNUN SİNEMADAKİ YANSIMALARI*

Mustafa SÖZEN* *
Özet
Bu çalışmanın amacı, hem aynı kültür dairesi içinde yer alan hem de farklı
etkileşim alanları içinde bulunan komşu iki kültürün, süreç içinde ürettikleri beden
kavramını, anlatı metinleri içinde nasıl biçimlendirdiklerini ve bunu sinematografik
anlatılarına nasıl yansıttıklarının ipuçlarını aramaya yöneliktir. Beden, her zaman
için üzerine giydirilmiş tanımlamalardan çok, zamanın ve coğrafyanın yarattığı
toplumsal zihniyetler doğrultusunda şekillenip yeniden anlam yüklenen kavram
olagelmiştir. ‘Beden-zaman-mekân’ ilintisi, karmaşık bir ağ içinde, toplumun kültürel
topografyasını belirleyen epistemolojik parametrelerden biri olarak kabul
edilmekte ve doğaldır ki bu parametre, bir anlatı formu olarak sinemada da benzer
şekilde yerini almaktadır.
Anahtar Kelimeler: Anlatı gelenekleri, kültürel çalışmalar, yazılı metinler,
görsel metinler
Presentatıon of Body in Turkısh and Iranian Culture
and its Effects on Cınema
Abstract
This study is aimed at searching for the hints about how they figurate in
narrative texts the concept of body which they produce during the process and reflect
to their cinematic narratives in two contiguous cultures which both take place
in the same cultural circle and have different interaction areas. The body, in most
times, rather than being a dressed up portray, has to be a concept attributed a meaning
to itself in the direction of a social mentality created by age and geography. The

*
Bu çalışma, Hacettepe Üniversitesi`nin 16-18 Kasım 2005 tarihinde düzenlediği ‘Gelenek,
Kimlik, Bireşim: Kültürel Kesişmeler ve Sanat’ sempozyumunda sunduğum bildirinin
yeniden düzenlenerek, dönüştürülmüş şeklidir. Sunulan bildiriler basılmamıştır. ** Yrd. Doç. Dr. Akdeniz Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi. Sin-TV. Bölümü
111
connection of ‘body-time-location’ is accepted, in a complicated web, as one of the
epistemological parameters detecting cultural topography of the society and naturally
this parameter, takes place in cinema similarly in a narrative form.
Key Words: Narrative codes, cultural studies, written text, iconic text
1. Giriş
Sanat, toplumların dünyayı yorumlayış tarzlarından biridir; bu yorumlamadaki
benzerlikler ya da farklılıklar ise içinde bulunulan sosyo-kültürel yapı tarafından
belirlenmektedir. Bundan dolayıdır ki, bir kültürün hayat algısına, zihniyet
koordinatlarına ilişkin ipuçları en iyi sanatsal anlatılarında bulunabilmektedir.
Zihniyet bir toplumun ortak düşüncesi, eylemi, bakışı ve nesneleri yorumlama
tarzıdır; bir başka deyişle zihniyet, toplumun kültürel kimliğinin temel bileşkenidir.
O halde temsilcisi olduğu kültürün görsel-işitsel yansıması ve ifadesi olarak
kabul edilen sanat eserlerini değerlendirirken, ilk önce içinde üretildiği sosyokültürel
yapının niteliklerine bakmak gerekir. Bu bağlamda, Türk ve İran`ın kültü-
rel topografyası içinde bedenin temsil edilmesi ve bunun sinemada yeniden sunumunda,
bir süreklilik ve ilintiler ağının varlığı elbette ki söz konusudur.
1.1. Çalışmanın Metodolojisi
Çalışmanın nesnesi olan beden, üzerine yüklenen bir dizi kültürel değerler
kümesiyle toplumda aldığı yerin nerede ve nasıl olduğuyla belirlenen bir kavramdır
ve ona yönelik kavramsallaştırma, bedenin görsel sunumuyla kültürün ürettiği
sembolik grameri arasındaki gerilim üzerinden oluşmaktadır.
Çalışmanın ‘kültürel araştırma’ çerçevesi içinde yapıldığı düşünüldüğünde,
belirtilmesi gereken çalışmanın omurgasının, sanatsal anlatılardaki kurulan nedensellik
ağlarının toplumsal altyapı/üretim biçimleriyle ilişkilendirilmekten çok, o
kültüre ait toplumsal zihniyetin (social mentality) sanatsal yaratılar üzerindeki etkilerinin
üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır.
Sosyal bilimler alanına yönelik çalışmalarda önemli bir analiz metodu olan
‘kültürel etütler/çalışmalar (cultural studies)’, psikanalizden sinemaya, tarihten
mekân ve beden politikalarına kadar birçok alanın kesiştiği bir yaklaşım metodolojisine
sahiptir. Bu metodoloji özünde; dar, içine dönük, kendisiyle sınırlı, disipliner
modeller karşısında, daha özgürlükçü yaklaşım içindeki disiplinlerarası
(interdisciplinary) bir yaklaşımı kabul etmektedir.
112
2. Bedenin Sosyo -Kültürel Kurgulanışı
Beden sadece fiziksel olarak değil, sosyal bir tasarım ve kurgu olarak da toplumsal
politikaların nesnesidir. Katharina Young ’Beden Folkloru’ adlı çalışmasında,
bedenin doğal bir nesne olmayıp, kültürel bir ürün olduğunu belirtir. Young’a
göre beden, kültür içinde biçim alır. Böylece beden, söylemleriyle ortaya çıkar. Bu
duruma,“kültürün bedenselleşmesi denir” diyerek beden-toplumsal zihniyet ilintisini
formüle eder1
. Bir başka deyişle, sosyo-kültürel yapı tarih boyunca kendini
yeniden üretirken, beden tasarımlarını da bir değişken olarak hep kullanagelmiştir.
Bunun somut izlerini, bedene bir form olarak biçim verilişinden başlayarak, giyim,
kuşam olarak kendini kamusal ve özel alanda ifade etme tarzına kadar geniş bir
yelpaze içinde görmek mümkündür.
Toplumsal zihniyetin sanatsal anlatılardaki beden kavramını nasıl biçimlendirdiğini
daha iyi anlayabilmek için Doğu ve Batı kültürlerine ait zihniyet topografyasına
yakından bakmakta yarar var. İnsanlığın zihinsel, kültürel gelişiminin
serüveninde, bedene özgü nitelikler Doğu`da ve Batı`da farklı eğilimleri getirmiş-
tir. Sözgelimi Doğu`lu insanı inşa eden özelliklerin başında onun kamusal nitelikleri
gelir ve bundan dolayıdır ki Doğu`nun sanat anlatılarında ‘kahraman’lar, toplumsal
olarak tayin edilirken, onun birey olarak kendi içinde var edilmesine çok kolay
rastlanılmaz.
Doğu`nun insana derinlemesine tasarruf edemeyen anlatılar ortaya koyması-
nı, kendi içkin kültürüne bağlayabiliriz. Bireyin kendini toplumsallıktan koparamadığı
bir gelenekte, bireyin içkin olmaktan aşkın olana yönelmekten başka bir seçeneği
yok gibidir. Doğu anlatıları bu nedenle Batı`dakilerden farklıdır. Batı’lı anlatı-
lardaki kahramanlar kendilerini daha çok dışarıda var etmeye çalışırken, Doğu’lu
bireyler bunun tam tersine, kendine dönüp bakmaktadırlar. Doğu’daki bireylerin
aynayı kendilerine tutmaları, dolayısıyla benliği kendilerinde keşfedip dışa yönelmelerinin
aksine, Batı bireyleri aynayı dışarıya (doğaya) tutarak bu arayışlarını
‘ben’leşen, narsistik bir boyuta taşırlar2
.
Somut bir örnekle açıklayalım. Batı masalları prensle, prensesin (erkek ve
kadının) kavuşmasını ‘çatışmasız’ ve uyumlu bir deneyim olarak sunar. Masalın

1
Katharina, Young, “Beden Folkloru”, (çev. Mehmet Ekici), ‘Halkbiliminde Kuramlar ve
Yaklaşımlar’ (haz: G. Eker, M. Ekici, M.Oğuz, N.Özdemir), Ankara, Milli Folklor
Yayınları, 2003, S: 437–443, s. 438 2
Unutmamak gerekir ki Batı sanatı her zaman bireysel tabanlı değildir. Nitekim Ortaçağ
Batı sanatı da, tıpkı Osmanlı minyatüründe görüldüğü gibi, bireysel olanın canlandırılı-
şını minimumda tutmak zorunda kalmış; kutsal yazıların metinlerinin resimlenmesi, tıpkı
Osmanlı’da olduğu gibi, süslemecilik ile hikâye-edicilik arasındaki çelişkiyi yaşamıştır
113
çocuksu imgelemi, kadının ve erkeğin (dişi ve eril prensibin) bir araya gelişini içsel
her türlü gerilimden arınmış bir bütünleşme gibi deneyimler, kadının ve erkeğin
ruhsal ve masalsı bir gizle perdelenen bedensel ‘bütünleşmesi’ sanki birbirinden
farklı ama birbirinin dolayımıyla bütünlenen iki ayrı varlığın dansı gibi resmedilir.
Oysa Doğu masallarında aşk, kadının ve erkeğin (dişil ve eril) prensibin kavuşmasındaki
imkânsızlığı anlatırken onu bir arayış ve yıkım süreci olarak betimler. Do-
ğu masallarında aşk, olabildiğince içsel bir deneyim olarak verilir. Kahramanın
imgeleminde doğan, onu gerçek hayattan çekip alan, ‘ben’liğinin yıkımını hızlandı-
ran, egosunu parçalayan, gerçeklik hissini elinden alan, aşkının ‘nesne’siyle olan
bütün bağları kesen ve ruhsal bir dönüşümü şekillendiren bir deneyim olarak resmedilir.
Doğu masallarındaki aşk naif olmayan ‘olgun’ bir aşktır
3
. Birey olma ve
benlik ilişkisine bu yönüyle de baktığımızda, Doğu masallarının aşkta yaşanan
deneyimi’ Batı masallarının aksine, ‘ben’liğin parçalanması olarak tasvir ettiğini
söyleyebiliriz. Doğu masalları, benliğin çözülmesini sancılı bir süreç olarak verirken,
Batı masalları dişinin ve erilin bütünleşmesini tasvir eden nihai sonu resmetmektedir.

Birey ve beden kavramlarını daha doğrusu ‘ben’lik olgusunun yansımalarını
sadece sözel anlatılarda değil görsel sanatlarda da görmek mümkündür. Örneğin
Batı resim sanatı insana yaşadığı dünyanın ‘an’ı ve/veya kesitini gösteren görsel
düzenlemeler kurarken, Doğu görsel sanatlarının ortak temsilcisi olan minyatürlerin
imge düzenlemeleri ise -deyim yerindeyse- tanrının bakış açısına göre kurulmaktadır.

Birey olgusuna, beden kavramıyla bakıldığında, Doğu toplumları tarihinin
görünen öznesi olarak erkek/eril bir yapılanma içerdiğini söylemek mümkündür.
Bu nedenle tüm anlatı kodlarındaki genel ve özel alan arasındaki ilişkilerin ve aktarılan
yaşam kültürünün eril algılayışları yansıttığı kolayca görülebilir. Türk Minyatürlerindeki
beden tasarımının nasıl olduğu, ‘Benim Adım Kırmızı’ romanındaki
kadın öznenin şu açıklamasıyla daha iyi yorumlanabilir: “Babamın kitaplarındaki
resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları, güzelleri ararım; seyrek de olsa
vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine
bakarlar. Onların, erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik
dünyaya baktıkları hiç olmaz” 4
.

3
Mahan Doğrusöz, Erotik Aşka Psikanalitik Bir Bakış, www.icgoru.com/makale/
erotikaskin (8 Eylül 2005). 4
Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, (12. Baskı), İstanbul, İletişim yayınları, 1999, s.54
114
3. Türk Anlatılarının Sosyo-Kültürel Temelleri
Türkiye'nin bugünkü kültürel dokusunu iki farklı kaynak oluşturur. Bunlardan
ilki, Türkiye`nin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir mirasçısı olması; Diğeri ise,
Türkiye`nin Atatürk Devrimleri ile çağdaşlaşma atılımı yaşamış ve bu süreç içinde,
Batılı değerler başta olmak üzere, çağdaş dünyanın kültürel değerlerini, Osmanlı
mirası üzerine aşılamış bir ülke olmasıdır. Osmanlı, hem Doğu Avrupa yani Balkanlar,
hem de Yakındoğu ile ilişkiler kurarak kendine özgü bir kültür potası oluş-
turmuştur; ama kültürel birikiminde İslami değerler baskın olarak yer almaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye`nin sanatsal anlatılarında bir yandan tarihten gelen özellikleriyle
İslam kültürünün nitelikleri, öte yandan Atatürk Devrimleri ile bunların üzerine
aşılanmış çağdaş kültürel öğeler iç içe girmiş bir şekilde bulunur.
Türk kültürü -genel anlamda- İslam coğrafyasında geçerli olan somutu
önemsemeyen, soyut düşünme ve anlayışına bağlı kalan bir yapı görünümündedir.
Bu kültürün tarih boyunca ürettiği sanatsal ürünlerde, doğal formların taklitleri
yerine, soyut fikir ve zevklerin göstergelerine ağırlık vermeyi yeğlediği
söylenebilir5
.

Türk`lerin tarihsel birikimleriyle oluşturdukları anlatı kodlarını belirleyen
altyapı, daha çok söze ve seyirliğe dayalı bir dışavurum eğilimini taşımakta ve
genel olarak da, yanılsamacı olmayan (non illiusionist) bir anlayışa dayandığı gö-
rülmektedir. Sözgelimi, Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu gibi temsil sanatları, hiç-
bir zaman Batılı anlamda bir gerçeklik izlenimi üretmeye yanaşmamışlar, tam tersine
yalnızca bir yanılsama olduklarını vurgulamaya özen göstermişlerdir. Oysa
Batı kültürünün temsil özelliği, doğrudan temsil edilen nesnenin somut ve doğru
yansıtılmasına bağlanmaktadır
6
.
Türk-İslam sanatında görüntü ve anlatı, Batı`dakinden oldukça farklı bir zihniyeti
yansıtır. Batı kültürü, temsil özelliğini doğrudan temsil edilen nesneye olan
gerçekliğe bağlar. Gerçekliğin mükemmel temsili ve perspektif olgusu, bireyin Batı
kültüründe merkezi bir figür haline geldiğinin görsel ifadesidir. John Berger bunu
‘Görme Biçimleri’ adlı kitabında ayrıntılarıyla açıklar. Berger`in Batı sanat anlayı-
şına göre görüntü ‘bireyin’ dünyayı nasıl gördüğünün bir kaydıdır ve bu görüntü
bireyin gözünü görünen nesneler dünyasının ‘merkezi’ yapacak şekilde üretilmek-
5
Beşir Ayvazoğlu, İslam Estetiği ve İslam, İstanbul, Çağ Yayınları, 1989, s.39 6
Nezih Erdoğan, Yeşilçam`da Beden ve Mekanın Eklemlenmesi Üzerine Notlar”, Doğu
Batı Düşünce Dergisi, Yıl:1, Sayı:2, Şubat-Nisan,1998 (3. Baskı) İstanbul, Doğu Batı
Yayınları, 1998, S: 157–164, s.160
115
tedir. Bir başka deyişle, Batı imge dünyasında perspektif, çerçeve içinde bireyin
formüle edilişinden başka bir şey değildir7
.
Oysa Müslüman sanatçının Batı`lı sanatçılar gibi gerçekliği yeniden üretmek
gibi bir kaygısı yoktur. Bu da bize, Batılı anlamda birey kavrayışı olmayan Türk
sinemasının insan-zaman-mekan algılayışında neye göre Batı`dan farklılaştığına
ilişkin önemli ipuçlarını vermektedir. Fakat şunu hemen belirtelim ki, Yeşilçam
mutlak anlamda perspektiften (üçüncü boyuttan) yoksun değildir ve Hollywood
tarzı bir gerçeklikten kaçınmamıştır. Yeşilçam nihayetinde melez bir sinemadır
8
.
Senaryo yazarı Ayşe Şasa`ya göre Yeşilçam sineması, kaynağını masaldan,
halk hikâyesinden alan trajik olmayan yerli hayat görüşü ile Batı sineması ve Batılı
yaşam tarzı ile gelen Prometeci trajik eğilimleri, kendi ana eksenini bozmadan eğip
bükmüş, trajediye direnen kendine özgü bir dram anlayışı oluşturmuştur. Bu anlayış,
zaman, mekan, olaylar zinciri, tipler, kurgu mantığı, müzik/efekt kullanımı ve
diyaloglarıyla bazen geleneksel halk hikayesi veya meddah, bazense masal ve söylence
niteliklerini taşımaktadır. Anlatılarda birey yoktur, kişiler, masaldaki olumluolumsuz
değerlerin simgeleştirildiği tiplere benzerler. Bir başka deyişle bu anlatı-
lar, yerli halk masalı ile Batılı dramın garip bir karışımı, trajik olmayan bir dram
türüdür9
.
Benzer bir görüşü Oğuz Adanır`da paylaşmaktadır. Adanır, Türk sinema anlatılarında
Batı sinemasında var olan dramatik yapı, entrika inşası, karakter geliş-
mesi ve kişilerin psikolojik derinliklerinin bulunmadığını; melodramlarında zaman
ve uzam kullanımının öyküyle estetik ve dramatik açıdan hiçbir ilişkilerinin olmadığını
söyleyerek; Türk melodram sinemasının öykülerinin natüralist roman içeriklerini,
anlatımının ise sinematografik masal kurgusu ya da kolajın geliştirilmiş bir
biçimini andırdığını belirtmektedir10.
3.1. Türk Anlatılarında Bedenin Kurgulanışı
Türk kültürünün anlatı kodlarındaki beden olgusunun sanatsal ürünlerdeki
yansımalarını iki ayrı kulvarda arayabiliriz. Bunlardan biri İslami düşüncenin egemen
olduğu yüksek sanat ürünleri, diğeri ise anonim nitelikteki halk kültürü yaratı-
larıdır.

7
John Berger, Görme Biçimleri, (çev: Y. Salman), İstanbul, Metis Yayınları,1986, s.16 8
Erdoğan, a.g.e. s.161 9
Ayşe Şasa, “Bülent Oran`ın Hayatı ve Sinema Anlayışı”, Düş, Gerçeklik ve Sinema,
İstanbul, İz yayınları, 1997, s. 136–137 10 Oğuz Adanır, Sinemada Anlam ve Anlatım, Ankara, Kitle Yayınları,1994, s.129
116
Öncelikle yüksek sanat eseri sayılan görsel sanatlarda dönüşmüş biçimde
yansımaları bulunan tasavvuf düşüncesine değinmekte yarar var. Tasavvufa göre
insan, diğer bütün yaratılmışlar gibi yaradan`ın bir tecellisidir, yani asil varlığın
gölgesi hükmündedir. Tasavvufi öğretide teorik olarak, birey olma sürecinden değil
de, birey olmamama sürecinden söz etmek daha doğru olur. Sufi`nin amacı Hakk`a
ulaşma yolunda benliğini, varlığını eritmesi ‘bir’ olanla birleşmesidir. Tasavvuf
düşüncesine dayanan tarikatların öğretilerinde bu olgu somut biçimde görülebilir.
Bu nedenle Türk minyatürlerinde ifadeler gayet resmi ve simgeseldir. İfade unsurlarının
her biri dini, resmi ve birey karşıtı bir kültüre ait oluşunun anlatımı
gibidir11. Bu ifade tarzını Türk minyatür sanatçılarının başında gelen Levni`nin
minyatürlerinde rahatça görebiliriz. Burada, insan figürleri birbirini kapatmayacak
şekilde frontal duruş içinde resmedilmişlerdir. Bazı resimlerde ön cepheden gösterilen
figürlerin ayakları yandan, vücut ve başları frontal duruşla gösterilmiştir.

Modern görsel sanatların başlangıcı kabul edebileceğimiz Tanzimat sonrası
Osmanlı ressamları gecikerek de olsa batı resminin gelişimini takip etmiş ve Avrupa`da
geliştirilmekte olan yeni teknikleri taklit etmeye başlamışlardır. Fakat bilimsel
perspektifi yeterince bilmeyişleri onları mekânsal yapıları yanlış inşa eden ‘düz
görünüşlü’ resimler üretmelerine neden olmuştur. İslam dininin koyduğu yasak
yüzünden, doğa resimleri ya insan figürü olmaksızın temsil ediliyordu veya insan
figürleri noktalar, gölgeler, yüzü olmayan bedenler şeklinde gösteriliyordu12. Örneğin
Türk resim sanatında, Osman Hamdi`ye gelinceye kadar, figür hep dikkatli
yaklaşılması gereken bir olgu olarak kalmıştır. Ressamlar, natürmort, peyzaj vb.
görünümleri çekinmeden yansıtmalarına karşın, beden görünümlerini özensizce
yansıtmışlardır. İmgelerinde insan figürünün bulunmayışı veya bütünüyle çekingen
bir biçimde var oluşu, nesnelerin değişmezliği ve vurgusuz kompozisyonları, Osmanlı
resim sanatçılarının açık veya örtük anlamdaki felsefi anlayışlarını yansıtır.
Eş deyişle Osmanlı sanatı, bireyi hiç öncelemeyen, zaman ve mekân hissine sahip
olmayan ve böylece de perspektife (üçüncü boyuta) yer verilmemesine yol açan
mistik bir dünya görüşünü yansıtır
13.
11 Oğur Arsal, Modern Osmanlı Resminin Sosyolojisi, (çev: T. Birkan), İstanbul, Yapı-
Kredi Yayınları, 2000, s.38 12 Perspektifsiz, iki boyutlu, göstermeci ve tasvire dayalı sanata yalnızca ‘İslam Esteti-
ği’nde rastlanmaz. Batı`nın Hıristiyan Ortaçağ resim sanatı da iki boyutludur; yani bu
olgu, İslami geleneksel sanatın bir özelliği değildir. Bu nedenle bu estetiksel olguları
ideoloji’den, din’den yola çıkarak değil, böyle bir ideoloji’ye yol açan ekonomi-politik
temele yaslanan metodolojiyle açıklamak gerektiği savunan anlayışlar da vardır. 13 Arsal, a.g.e, s.38
117
Bu sanatsal dışavurumu, bedenin sosyal alanda sunuluşundaki ayrışma ve algı-
lanışında somut olarak görmekteyiz. Harem ile selamın salt düşüncede değil, fizîki
yapıda yer alması, mahremiyetin (haremin/evin) sokakta, örtüler içinde korunması,
bu kültürde beden algılanışının da belirleyicisidir. Türk resminde bireyselleşmemiş
kimliksiz figürlerin ısrarlı çoğunluğu, bedenin sunum sorunu, bu anlamda şaşırtıcı
değildir. Yani figürler, bireyselleşmeden önce, genel geçer insani bir dürtünün, ulvi
bir duygunun, ya da salt sınıfsal ve yöresel bir genel durumun sembolü olarak üretilmişlerdir.
Batılılaşma sürecindeki oda içlerinin melankolik figürlerinden Cumhuriyet
döneminin sosyal hayatına uyum sağlayan genç kız tiplemelerine kadar kadın
bedenin yeniden sunumunda bu düşünsel düzlem hiç değişmemiştir.
Sadece yüksek sanat ürünlerinde değil halk kültürüne dayanan gösteri sanatlarında
da tasavvuf öğretisinin unsurlarına rastlamak mümkündür. Müslümanlığın,
dünya gerçeğini tasvir etmeyi sanata yasaklamasından dolayı tasavvufi öğretiler,
iki dünya arasında oluşan dış algıların iç-görü haline getirildiği bir düşünce dünyası
kurmuşlardır. Örneğin Karagöz oynatan kişi perde gazellerinde bu yapılanmadan
sık sık söz eder. Oyun perdesi ona göre, hem ‘hayal’ hem de ‘hakikat’ perdesidir.
Sıradan insanlar perdede sadece gölge ve görüntüyü (zıll-ü hayal) görürken, bilgeler
bu hayal oyununun gösterdiği şekillerin ardındaki hakikatleri çözümleyebilirler.
Geleneksel gösteri sanatları modern dram sanatlarına doğru evrilirken İslami dü-
şüncenin getirdiği hayat algısının hala etkinliğini yitirmediği kolayca görülebilir.
İslam`ın getirdiği prensiplerden dolayı İslami dram sanatlarının estetiğinde, Aristo`nun
getirdiği prensiplerin tam karşısında yer alan bir yapılanma vardır. Müslü-
man sanatçılar bilinçli olarak mimesisten kaçınmışlardır
14. Bu sanatlarda bireyleş-
me adına yapılacak herhangi bir yenilik veya değişim, anlatının ruhuna aykırı bir
girişim olacağı için geçerlilik taşımaz. Bu anlatılarda kişiler tip olarak kalmış, karakter
boyutuna yönelik bir derinlik kazandırılamamıştır; kişilerin belli bir geçmiş-
leri ve gelecekleri yoktur, gelişen olaylar karşısında değişim göstermezler ve herhangi
bir iz bırakmazlar. Bunun uzantıları, Batı etkisiyle oluşan roman öykü gibi
anlatılarda da görülebilir. Sözgelimi, özne üzerine kurulmuş başarılı Türk romanı
sayısının çok az olduğunu söyleyebiliriz.
3.2. Beden Kurgusunun Türk Sinemasına Yansıyışı
Filmler toplumsal yaşamın söylemlerini yani biçim, figür ve temsillerini şifreleyerek,
sinemasal anlatılar biçiminde aktaran yaratılardır. Bu yolla sinemanın
kendisi de, ‘toplumsal gerçekliği inşa eden kültürel temsiller sistemi’nin bütünlüğü

14 Ayvazoğlu, a.g.e, s.37
118
içindeki yerini almakta ve dolayısıyla temsiller de içinde yer alınan kültürden devralınarak
içselleştirilmektedir.
Türk sinemasının (ama daha çok Yeşilçam döneminin) görsel yönü irdelendiğinde,
onun, Türk kültürünün görsel ve anlatısal kodlarını bir şekilde canlandırmakta
olduğu ve bu sinemanın çok da bilinçli olmadan tarihsel boyutları olan kendine
özgü görsel bir dil ürettiği kolayca görülebilir. Türk sinemasının, Doğu anlatı
gelenekleriyle paylaştığı bir hikâye anlatma tarzı vardır. Burada, klasik anlamda
karakter olmayıp, olaylar tarafından sürüklenen kişiler vardır. Bu kişilerin görünen
ve görünmeyen yanları birlikte yansıtılamamakta, yalnızca görülen yanlarına ağırlık
verilip, kişiliğinin görünmeyen yönlerini oluşturan ruhsal boyutlara inilmemektedir.
Bir başka deyişle Türk Sineması`nın bugün dahi en büyük sorunu, kişizaman-mekân
unsurlarının birbiriyle uyumlu ilintisini kuramamasıdır. Örneğin Batı
filmlerinde kadın ya da erkek kahramanın sözlü olarak acındırıcı duruma düştüğü-
ne ilişkin sözcükler sarf ettiğine rastlanılmaz. Olağan bir durumun bazı tesadüflerle
olağandışı hale gelmesi trajik ve görsel ayrıntının söz yerine, görsel dile yüklenir
ve hüzün çoğu kez, ışık gölge, nesneler ve vücut dili, mizansen ve atmosfer aracılı-
ğıyla verilir. Türk sinemasının görsel dilden çok söze dayalı olması, sadece karakterler
arası iletişimi sağlayan bir diyalekte değildir; hemen her filmde iç ya da dış
monolog kullanılma yoluna gidilerek anlatım yapılmaktadır
15.
Şunu da hemen vurgulamak gerekir ki, son dönem Türk sinemasının en belirgin
özelliği Batılı anlamda dramatik bir yapı oluşturarak, karakter yaratma giri-
şimidir. Yani, melodramdan drama doğru bir geçiş sürecinin yaşandığından söz
edilebilir. Türk sinemasında 1980`li yıllardan itibaren Yeşilçam`ı aşma amacıyla
birçok film gerçekleştirilmiştir. Bu filmlerde, Yeşilçam`da pek görülmeyen kamera
hareketleri, farklı kurgu ve mizansen denemeleri ve çağdaş öyküleme teknikleri
kullanılmış, Yeşilçam`ın yeterince işlemediği karakter olgusuna ağırlıklı yer verilmeye
başlanmıştır. ‘Yeni kuşak’ olarak adlandırılan bu yönetmenler, bireysel üslup
arayışlarının yanı sıra, ‘gerçek insanların’ öykülerini anlatma süreci içinde, ana
karakterleri çevresi ile birlikte işlemeye özen göstermişler ve Yeşilçam sinemasının
zaman-mekân-kişiler arasında kuramadığı bağı bir ölçü de olsa kurmaya çalışmış-
lardır.
Türk sineması, beden temsilini çok karmaşık bir eklemlemeler dizisi içinde
oluşturmakta; sözgelimi düz aydınlatma ve cephe çekimleriyle minyatürleri andıran

15 Dilek Tunalı, Batıdan Doğuya, Hollywood`dan Yeşilçam`a Melodram, Ankara, Aşina
Kitaplar Yayınevi, 2006, s.230
119
bir estetik düzenleme içinde bedeni imgeleştirmektedir. Yeşilçam`ın bedeni aynı
zamanda bir yıldız metnidir. Yıldız metni, yıldız personasıyla örtüşen ve onun üzerinde
bazı kısıtlamalar getirebilen bir oluşumdur. Bu oluşum içinde yıldızlar bazı
iffet kaidelerine bağlı kalarak, perdede cinsel gösterilerden kaçınabilirler. Bedenleri
çekicidir ama cinsel bakımdan kolay kolay kışkırtıcı olamazlar; onları hiçbir zaman
çıplak olarak görmeyiz, cinsellik ancak çocuk sahibi olmak için bir mazeret olabilir
Yani bedenin kuruluşu paradoksaldır. Bir yandan üzerine ruha ilişkin değerler yazı-
lır, diğer andan da ruh adına feda edilir. Örneğin Türk sinemasında yıldızları çıplak
olarak ya da cinsel bir eylem içinde göremediğimizi söylemiştim, ama pekâlâ bir
fahişeyi, alkoliği yani düşmüş bir karakteri canlandırabilirler. Bununla birlikte,
seyirci bilir ki yıldız bu duruma düşmüş bir melektir ya ölecek ya da kahraman
tarafından kurtarılacaktır
16.
4. İran Anlatılarının Sosyo-Kültürel Temelleri
İran kültürü çok çeşitli ve çok boyutlu olma özelliğine sahiptir. Bu özelliğin
bir yönü tarihi gelişmelere diğer yönü ise etnik, din ve dil kökenli unsurlara dayanır.
Ama hemen belirtelim ki, 19.yüzyıldan önce İran`ın politik-ekonomik durumu
'kendine yeterli geleneksel toplum' olarak bilinmektedir. Kısacası zengin bir mitoloji
ve kültürün varisi olan İran sanatsal anlatıları beklenilenin aksine çok çeşitli ve
çok boyutlu olma özelliğine sahip değildir. İran kültürünün anlatı türleri, bir biçimde
diğerleriyle organik bağlar içinde olan oldukça sınırlı bir yapı görünümündedir.
İran sanat anlatıları Kuran`daki insan kavrayışını temel almakta ve bu anlayışa
göre konumlanmaktadır. Minyatür türündeki geleneksel İran resim sanatı da
uzun bir geçmişe sahip olup İran tasavvufu ve edebiyatıyla iç içedir. Tevhid ve
kulluk anlayışı geleneksel İran resim sanatına özel bir form vermiştir. Bu form az
çok heykel sanatında da kendini gösterir. Bu nedenle kısa öykü, roman, hepsinden
de önemlisi şiir, tercih edilen kültürel üretim formları olagelmiştir. Resmin ve fotoğrafın
büyük ölçüde yasak olduğu bir kültürde17, gerçekliğin yarı saydam temsili
de tehlike yaratacak kadar sakıncalı olarak görülmektedir. Örneğin tiyatro sanatı,

16 Erdoğan, a.g.e, s.162–163. 17 Kur`an resmi açık ve belirgin bir biçimde yasaklamasa da, ikon üretimini yasaklayarak
bunu üstü kapalı bir biçimde yapmıştır. Birçok sanat tarihçisi İslam`da ikonaklazm (resim
yasağı) olmadığını, ancak anikonizm (ikonsuzluk) olduğunu söylemektedirler. Yani,
İslam`da geleneksel olarak canlıların resim ve heykel yapımının yasaklanmasının ruhu,
dini ve efsanevi konuları ele alan tasvirler (iconography) ihlal edilmediğinden, İslami
yasaklama, teorik olarak biyolojik fonksiyon gösteren naturalistik imgeleri kapsamaktadır.

120
İslam’da kadının sahneye çıkması yasak olması nedeniyle, bu kültürde neredeyse
yok gibidir ve var olanlar da hiçbir zaman gelişmemiştir18.
Aslında roman ve hikâye bugünkü anlamında olmasa bile eskiden beri İran
edebiyatında mevcuttur ve bunların çoğu manzum olarak kaleme alınmıştır. 11.
yüzyıldan bu yana İran edebiyatında, Avrupai romanla ortak özelliklere sahip olan
güzel hikâyeler göze çarpar, ancak bunlar her yönüyle Avrupai roman sayılamaz.
Bu hikâyelerde, bir romanda bulunması gereken hayal gücü, yaratıcılık, çekicilik
ve heyecan vardır ama işlenen temel konu aşk ve tarihi bir olay değildir. Çoğu, bir
kahramanı övmek için kaleme alınmıştır. Örnek olarak Firdevsi, ‘Şehname’sinde
Rüstem’i yüceltir över. Günümüz romanları ise biçim ve içerik bakımından geleneği
kırmak istemekle birlikte, klasik edebi yöntemlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. İran
kıssacılığı geleneğiyle Avrupalı eserlerin çevirisinin etkisi altında meydana gelen
bu eserler, eski değerlerin sarsıldığı ama modernist inançların da henüz sağlamlaş-
madığı bir kültürel geçiş aşamasını gösterirler.
Görsel ve gösteri sanatlarının İran kültüründeki yeri, Taziye (Ta'ziyah) gibi
bir anlatı türünün halk içindeki yaygınlığından beslenmiştir. Köy seyirlik oyunları
gibi seyredenlerin da katıldığı ritüelistik bir tiyatro türü olan Taziye, İran gösteri
sanatlarının bileşimi olma özelliğini de üstünde taşımaktadır.
Sanatsal anlatılarda metaforik dil Doğu kültürlerinde oldukça yaygındır. Oysa
açığa vurma, ifşa etme üzerine kurulu kültürüyle antik Yunan bunun tam tersi
örneğidir. Böylelikle Batı kültürü aydınlatmanın, güzelliği yüceltmenin ve günlük
gerçekleri övmenin sanatıysa; İran sanatı bunun tam tersine mahremiyetin sanatı-
dır. Her şey gizlemeye, saklamaya ve korumaya göre ayarlanmış; İran sanatında
şeyleri ortaya çıkarmak ya da ifşa etmek yerine örtmek ve gizlemeye çalışılır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için Batı sinema anlatısı ile Doğu sinema anlatısını
(özelde İran sineması) karşılaştırmak gerekir. Batı sineması, nesneler dünyasını
göstermek üzerine kurulduğu için gerçeğin öznel yanına uzak durmaktadır. Dünyaya,
acımasızlığını ve çirkinliğini açığa vuracak kadar yakından ve ısrarla bakmakta;
bu yüzden zamanı ve mekânı mümkün mertebe az parçalayan bir anlayışa yönelmektedir.
Doğu Sinema anlatıları ise geleneksel anlam/nesne ikiliğine itibar etmez.
Doğu`lu sinema sanatçısı, kurgu, oyun, ışık, makyaj gibi kurmaca öğelerle maddi
evreni tek bir anlam dizgesi çevresinde yorumlamaya ve yorumunu da öznelleştirmeye
yatkın olarak durur. Doğu sinemasında her görüntü, baştan verilmiş, öngö-
rülmüş bir hakikate hizmet eder, gerçek değil, temsili olan önde gelir. Bazin`in

18 Kuşkusuz ki burada söz edilen ‘gerçeklik izlenimi’ üretmeye yönelik oyunlaştırma süreci
ve niteliği taşıyan tiyatro kavramıdır.
121
deyimiyle “Gerçek değil, görüntü vurgulanır ve idealar her an nesnelere egemendir”
19.
Temelleri geleneksel görsel sanatlar ve performans sanatlarına uzanan İran
sinemasının işlevi, sözlü geleneğe görsellik kazandırmıştır. Dabaşi’ye göre, İran’ın
kendi kültürüyle bağıntılı olarak sinemaya kazandırdığı ‘görsel aksan’ın kökleri
geleneksel görsel sanatlara ve özellikle de Taziye ve Arusak-bazı gibi gösteri sanatlarına
uzanmaktadır
20. İran sinemasını Batı sinemasından farklı kılan yan, sinemanın
şiirini yapıyor olmasıdır. Bu şiirsel yapı 1930’larda gelişen Jean Vigo’nun
öncülüğünü yaptığı ‘şiirsel gerçekçilik (poetic realism)’ akımıyla birçok noktada
farklılıklar gösterse de, benzer özellikler de yoğun olarak göze çarpmaktadır. Özellikle
Jean Vigo’nun ‘Hal ve Gidiş Sıfır (1933)’ ve ‘L’Atalante (1934)’ filmlerinde
kullandığı toplumdan insanlar, çocukların gözüyle dünya ve gündelik yaşam gerçe-
ğinin anlatımı, İran sinemasının birçok örneğinde bolca kullanılmıştır.
4.1. İran Anlatılarında Bedenin Kurgulanışı
İran toplumunun anlam kodları, değer sistemleri ve inanış biçimlerini oluşturan
dini musiki ve oyunun birleştiği bir anlatı türü olan Taziye, bir çok sanatın
birbirine bağlandığı İran’ın belki de tek dram sanatıdır. Bu dışavurumun göstergesi
taziyeler, çile çekme, dövünme, feryat etme ve vücudundan bir parçayı ölen kişiye
(Hz. Ali`ye ya da Hz. Hüseyin`e) bağışlama biçiminde tezahür etmektedir21.
İran anlatılarındaki beden`in tasarımlanışı konusunda Behram Beyzayi şunları
söylüyor: “Aristokratlar ve soylular sınıfı bile, erkek-kadın hepsi her zaman
yüzlerini gizlediler. Bu gizlilik sayesinde, karakterlerine bir de anlaşılmazlık boyutu
eklenmiş oldu, bir anlamda mitleştirilmiş oldular. Bildiğiniz gibi, eski İran`da
krallar yüzlerini gizlemek için maskeler kullanırlarmış. Bu maskelerin işlevi, kralların
varlığına biraz parıltı katmanın dışında onların insani zayıflığını gözlerden
gizlemekti. Karakterlerini asla çözemezdiniz, çünkü kimse onların yüz ifadelerini
göremiyordu. Aynısı kadınlar, özellikle de soylu ailelere mensup kadınlar için de
geçerliydi. Ülkemizde hala yaşayan bu zorunlu örtünme geleneğinin de buradan
kaynaklandığına inanıyorum”22.
Bunun sanatsal anlatılara yansımasını ‘öpüşmeyi 'diş macunuyla' betimleyerek
yapmaktadırlar. Örneğin 'Sarhoş Sabah (1998)' romanının kahramanı Arzu,

19 Akt. Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü, İstanbul, Dergah Yayınları, 1993, s.15 20 Hamid Dabaşi, İran Sineması, (çev: B. Aladağ/B. Kovulmaz), İstanbul, Agora kitaplığı,
2004, s.76 21 Tunalı, a.g.e, s.231 22 Dabaşi, a,g.e, s.82
122
sevgilisi Sohrab'la öpüşme talebini 'Diş macunumun tadına bakmak istersen' sözleriyle
dile getiriyor. Cinseliği kadın ile erkeğin yan yana oturup ayaklarını denize
sokmalarıyla anlatma çabası vardır. Önde gelen kadın yönetmen Rahşan Beni
İtimad'ın yapımcısı da olan Cihangir Kosari, şöyle anlatıyor: "Zorlukları hayal bile
edemezsiniz. Mesela filmde erkek savaştan gelmiş, hasretle annesine sarılacak;
ama hayır, kadınla erkeğin sarılması yasak. Kadın, her karede, mutfakta, banyoda
hatta yatakta bile örtülü olmak zorund." Kısıtlamalar en dolaylı imayla bile cinselliğe
geçit vermiyor”. Kosari, Rahşan Beni İtimad'ın bir filminden örnek veriyor:
"Daha yaşlı bir kadınla genç bir erkek arasındaki duygusal ve cinsel çekimi anlatmamız
gerek. Ama nasıl yapacağız? Şu yolu bulduk. Kadın ve erkek deniz kenarına
gidip iskeleden ayaklarını suya daldırır. Ayakların aynı anda suda olması ikisine
de haz verir. Filmi tamamladık ama sansür kurulu sahneyi müstehcen buldu."23.
İranlı şair ve edebiyat eleştirmeni Rıza Berehani kendi ülkesi hakkında:
“İran tarihi geçmişte erildi ve kadınsızdı ve kadın, ne yazık ki, perde altlarında ve
zulalarda tutulurdu. Şayet erkek ailenin başında ise, kadın, bir üçgenin tabanı olarak
erkeğin dikey genidir. İran tarihinde üçgenin bu tabanından hiçbir iz yoktur”
demektedir24. Kısacası İran kültürünün en önemli özelliği eril anlayışa dayanan bir
yapı üzerine kurulmuş olmasıdır. Bunu daha da somutlaştıralım. İran Sineması ta
doğuşundan itibaren kadınlara karşı fevkalade hakkaniyetsiz davranmış ve İran
kadını imajının tahrip edilerek, kendi gerçekliğinin bir karikatürüne indirgenmesinde
başrol oynamıştır. Bu kadın Kavrayışı ticari İran filmleri üzerinde mutlak bir
hakimiyet kurmuş olmanın ötesinde, kronik bir hastalık gibi önce moderinist ve
entelektüel film yapımcılarına, oradan da devrim sonrası sinema kültürüne değin
bulaşmıştır
25.
Günümüz İran anlatılarındaki beden temsiliyetinin somut ipuçları çağdaş bir
şair olan Füruğ Ferruhzad`ın şiirsel sesinde bulabiliriz. Ferruzad şiirleriyle, İran`ın
eril kültürüne yalnızca dişil özne yaratmakla kalmadı, aynı zamanda bu öznenin
diyalektik yapısının tamamlanmasında etkin bir rol oynayarak, şiiri aracılığıyla
hem eril hem de dişil öznenin sesini birleştirmeyi başardı. İranlı ünlü edebiyat tarihçisi
ve eleştirmen Kadbani, öznenin başat konuma gelmesi hakkında şunları

23 Doğan Ertugrul, “Değişen İran (6)”, Radikal Gazetesi, 26 Ocak 2007, s:11 24 Oliver Kontny, “Üçgenin Tabanını Yok sayan Pythagoras: Oryantalizm ve Ataerkillik
Üzerine”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Ankara, Doğu-Batı Yayınları, Yıl 5, Sayı: 20,
Ağustos-Ekim, 2002, S: 117-131, s.127 25 Şehla Lahici, “İffetli Taşbebekler ve İffetsiz Taş Bebekler:1979 Sonrası İran Sinemasında
Kadınlar” Yeni İran Sineması (ed: Richard Tapper), İstanbul, Kapı Yayınları, 2007,
S: 270–284, s. 271
123
söylemektedir: “Geleneksel şiirimizin salgın hastalıklarından biri olan tema, yani
lirik şiirde sevgilinin evrenselliği, yavaş yavaş yok olmaya başladı. Günümüzde,
sevgilinin özellikleri daha açık ve belirgin hale geldi. Şairler, ‘sevgili’nin suretsiz
imgesini terk edip aşk ve iki insan arasındaki daha elle tutulur ilişkilere girmeye
başladılar. Bu dönemde yazılan şiirleri okuduğunuzda, sevgilisinden söz eden bir
kadın da olsa, erkek de olsa, betimlenen sevgilinin artık klasik dönemdeki soyut ve
hayali sevgili olmadığını fark edeceksiniz26.
4.2. Beden Kurgusunun İran Sinemasına Yansıyışı
İran sineması’nı direkt olarak ülkenin tarihiyle ilişkilendirirsek, 1979 İslam
Devrimi öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Devrimden önce yani monarşik
dönemde sinema, Batılı filmlerin taklitleri ve ‘Farsi film’ denilen -bizim Yeşilçam
melodramlarına benzeyen- bir anlatıma sahipken; Devrim sonrası sineması ‘İslami
düşünce sineması’ olma özelliğini yüklenmeye başlamıştır.
1960`lı yıllar boyunca alt orta sınıfa mensup genç bekar erkekleri hedefleyen
ve bu erkeklerin bastırılmış cinsel güdülerine yaslanan sinema, kadınları, yakışıklı,
kasları gelişmiş bir erkek kurtarmadığı sürece kaderinde fahişe olmak ya da gazinoda
dansözlük yapmak olan, kolay aldatılan zayıf mahluklar olarak göstermiştir.
Bu ucuz fantezilerin aslında İran toplumundaki gerçek kadınlarla ( ya da erkeklerle)
hiç ilgisi yoktu, fakat bu kimsenin umurunda değildi27.
Farsi filmler olarak adlandırılan melodramatik anlatılardan uzaklaşmak için
Devrim sonrası sineması, İran anlatılarının belkemiğini oluşturan şiir geleneğine
yaslanan alegorik bir anlatım modeli kurmaya çalıştı. Sözgelimi Behmen
Fermanara`nın ‘Kâfurun Kokusu, Yasemin Rayihası (2000)’ adlı filmi, edebiyat,
şiir, görsel ve performans sanatları disiplinleriyle birlikte İran kültürünün bütünlük
arz eden bir temsili gibidir. Yani İran sineması kendi kültüründen beslenmektedir.
Filmlerin büyük kısmı çoğu zaman bir kahraman üzerine kurulmamakta; daha
çok merhamet, güzellik, doğruluk, vefa, sadakat, iman ve dostluk gibi kaybolan
değerler, insanın insanla, kendisiyle ve tabiatla ilişkileri içinden anlatılmaktadır.
Batı sinemasında karakterlerin iç dünyalarını dramatize etmede yaygın biçimde
kullanılan metin, alt-metin ve öznel kamera kullanımlarına bu sinemada çokça
rastlanılmaz ve karakterlerin psikolojisine erişim, kişinin kendinden daha çok dış
çevre olan ilişkileri içinden üretilir.

26 Dabaşi, a.g.e, s.33 27 Gönül Dönmez-Colin, Kadın, İslam ve Sinema,(çev: Deniz Koç), İstanbul, Agora Kitaplığı,
2006, s.14
124
Bu sinemanın gösterdiği gelişme, doğrudan sinemayı ilgilendiriyor görünmekle
birlikte estetik, mahremiyet, kadın ve kamusal alan, teknoloji ve uygarlık,
sanat ve hayat, fikir özgürlüğü gibi Müslümanlar için tartışma konusu olan birçok
konuyu ve kavramı da barındırıyor.
Abbas Kiyarüstemi, Amir Nadiri, Muhsin Mahmelbaf, Mecid Mecidi ve Cafer
Panahi gibi sinemacıların özgün yapıtlarıyla İran Sineması değişime uğramış,
filmlerin de toplumunda gizli kalmış tartışılmayan sorunların tartışma zeminini
yaratmışlardır. Örneğin kadının kamusal alandaki konumu temel noktalardan biri
olmuştur. Sansürün hemen her noktada hissedildiği İran sineması kendi iç dinamiklerini
kullanarak alegorik bir anlatım yoluyla kendi gerçeğini anlatabilmiştir. Kadı-
nın yabancı erkeklerle bir arada bulunması, sesi, gülüşü, elbisesinin biçimi, erkeğe
benzetilmesi ve Çador denilen örtüyle örtünmemiş olması yasaklama sebeplerinden
yalnızca birkaçıdır. Sözgelimi Rahşan Beni-İtimad`ın ‘Mavi Çarşaflı (1995)’ filminde,
kadının ayaklarının çıplak görünmesi filminin dört ay gösterim izni alamamasına
sebep olabilmektedir.
İran kültüründe birey kavramı olmadığı için İran sineması da ilk başlarda
melodram kalıplarına yaslanmıştı. Günümüz sinemasında ise, filmlerin konusunu,
olaylara ve yaşantılara indirgememiş, daha çok bir hayat bilimine ve felsefesine
dönüştürülmüş arayışlar oluşturmaktadır. Bu filmlerde işlenen konular çok sade ve
gündelik hayattan seçilmedir; pek azının bir kahramana dayandığı görülür. Yani,
İran filmleri bireylerin değil de daha çok toplumsal ilişkilerin anlatımı üzerine kurulmaktadır.
Bu nedenle izleyici ile karakter arasında her zaman bir mesafe vardır
ve kamera daima oyuncunun uzağına yerleştirilmektedir. Sözgelimi Daryuş
Mehruciyi`nin filmlerinde kadınlar daha çok felsefi anlamda başroldedir; fakat bu
kadınlar, toplumun içinde yaşayan gerçek bireyler değil; entelektüel bir yönetmenin
‘tefekkürünü’ yansıtan karakterlerdir28.
İran sinemasında bedenin nasıl ele alındığı ve imgesel olarak bedenin yeniden
üretiminin söylem ve stratejilerinin neler olduğuna baktığımızda İran sinemasının
en önemli handikabının kadın bedeninin perdede yer alış biçimi olduğunu
görüyoruz. Öncelikli olarak İzleyici ile karakter arasında her zaman bir mesafe
vardır ve kamera daima oyuncunun uzağına yerleştirilmektedir. Bir başka belirleyici
kullanım ise cinsi cazibenin sembolü sayılan kadınlar, başları açık olarak gö-
rünmezler; karı koca rolündeki oyuncular, gerçek hayatta da karı koca değillerse
birbirlerine dokunamazlar. Örneğin, Beni-İtimad`ın ‘Mavi Başörtüsü (1994)’ ve
‘Mayıs Kadını (1998)’ filmlerinde olduğu gibi perdede kadın erkek yakınlaşması

28 Cihan Aktaş, Şark`ın Şiiri İran Sineması, İstanbul, Nehir yayınları, 1998, s. 210
125
bir ölçü de sağlanabilse de bu yakınlaşma hiçbir zaman duygusal bir temel üzerine
oturmamaktadır
29. Filmlerde yakın çekim alanına giremeyen, mimik yapamayan,
sadece ev hanımı ve anne rollerinde oynamaya zorlanan kadınlar, evin erkeğini
oynayan erkek oyuncuyla film süresince önce evli kalıp, filmden sonra boşanıyorlardı.
Kiyarüstemi`nin ‘Zeytin Ağaçları Altında (1994) filminin sonunda erkeğin
etrafı ağaçlarla çevrili uçsuz bucaksız bir yolda sevdiği kadının peşinden giderken
gösteren aşırı uzak çekim, Kiyarüstemi`nin yaşam ve kadın-erkek ilişkileri üzerine
bir yorumu olarak okunabilir30.
Behram Beyzayi’nin ‘Başu: Küçük Yabancı (1988)’ filminde İran-Irak Savaşı
sırasında yanlışlıkla sınırı geçip kocası savaşta olan bir kadın olan ‘Ney’in
bahçesine saklanan erkek çocuk Başu’yla Ney’in hikâyesi anlatılır. Burada filmin
kadın karakteri olan Ney, ne cinsel bir objedir, ne erkeksidir, ne ezilendir, ne
‘femme fatale’dir31, tümüyle aseksüel bir beden olarak tasarlanmıştır.
Kimi İran filmlerindeki karakter tasarımına hâkim olan tek boyutluluk, karakterlerin
iyiler ve kötüler olarak kutuplaştırılmalarıyla politik ve kültürel koşulların
bir neticesi olarak vurgulanmaktadır. Örneğin, Rahşan Beni-İtimad`ın ‘Nergis
(1992) filmindeki baş erkek karakterin, hırsız ve suç ortağı olan kendinden yaşlı bir
kadınla beraber yaşaması, toplumdaki kötülüklerin ve işsizliğin tezahürleri olarak
sunulmakta, kötülük karakterlerin değil, toplumun içindedir denilmektedir32.
İran sinemasında 1980`lerin ikinci yarısından itibaren ev kadını rollerinde
veya geri planda da olsa kadınlar filmlerde daha fazla görülmeye ve yer almaya
başladı; ama hiçbir zaman merkezi kahraman olma özelliği kazanamadılar33. Burada
önemli olan, kadının perdede yer alıp görünmesine karşın, kullanılan dilin kadınların
özel duygularını açıklamaya yetmeyen bir anlatı grameri oluşturmasıdır.
Bir başka deyişle kadınların sınırlı olarak gösterilmesi bu sinemanın dilini de etkilemiş
ve İran filmlerine özgü bir estetiğin oluşmasına yol açmıştır. Bu sınırlamalar
nedeniyle sinemanın İranlı kadını yansıtmakta yetersiz kaldığını ifade eden Mehdi
Fehimzade: “Sinemada kadını yakın planda veremezsek, onun öfkesini veya aşkını

29 Hamid Nafıcy, “Veiled Voice and Vision in Iranian Cinema: The Evolution of
Rakhshan Banietemad's Films”, Social Research, New York, Summer, 2000, Vol: 67,
Iss: 2, S: 559-578, s.568 30 Mihrnaz Said-Vefa, “İran Filmlerinde Fiziksel Mekan ve Kültürel Kimlik”, Yeni İran
Sineması (ed: Richard Tapper), İstanbul, Kapı Yayınları, 2007, S: 351–269, s.260 31 Femme fatale: Sinemada baştan çıkarıcı, mahvedici kadın tiplemesi 32 Said-Vefa, a.g.e, s.259
33 Naficy, a.g.e, s.566
126
nasıl yansıtabiliriz, şahsiyetini nasıl derinleştirebiliriz” diye bunun sorgulanmasını
yapmaktadır
34.
5. Genel Değerlendirme
Çalışmamız açısından ele alınan Türkiye ve İran, komşu iki ülke olmanın
yanı sıra aynı dini inanış dairesinde olan iki kültürdür de. Bu komşuluğun getirdiği
karşılıklı etkileşimleri tarih boyunca yaşamalarına rağmen, ne sanatsal anlatılarında,
ne de bu anlatılarda yer alan beden kavramının temsiliyetinde benzerlikler ta-
şımayan eserler üretmişlerdir35.
Her iki ülke sinemasına ait filmlerdeki bedenin yeniden sunumunun analizinde
kadın ve erkeklerin birbirleriyle ve toplumsal günlük yaşam pratiklerinin
nitelikleri çerçevesinde ele alınmıştır
36. Öncelikle beden kavramının sinemasal
imgelerdeki yerinin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışalım: Sinemasal anlatının
omurgasını, sinematografik öyküdeki, kişi, zaman ve mekân arasında kurulan
kombinasyonların niteliği belirler. Sinemasal anlatıda her zaman için, zamanmekân-kişi
kavramları, içinde yaşanılan gerçek dünyayla uzaktan ya da yakından
ilişkili olmak zorundadır. Yani, bir toplumda zaman nasıl algılanıyorsa filmde de
az çok o şekilde yansımalı; aynı toplumda mekân kavramı nasıl bir yere sahipse
filmde de aşağı yukarı öyle olmalı; toplumsal yapıda kişiliklerin yeri ve önemi
neyse sinemada da benzer bir görünüm sergilemelidir37.
5.1. Birey İnşasının Benzerliği
Bu komşu iki ülke sinemasının anlatılarındaki beden olgusunun ‘nasıl’ inşa
edildiğinin daha iyi anlayabilmek için öncelikle birey kavramının açımlamasını
yapmak gerekir. Çok genel bir tanımlamayla birey, kendisi için neyin iyi olduğunu
bilebilme ve bunu gerçekleştirmek için en uygun eylem tarzları arasında seçme

34 Aktaş, a.g.e, s.210 35 Tabi burada Türkiye`nin Sünni, İran’ın ise Şii olmasının etkisini de gözden kaçırmamak
lazım. Bir de Anadolu’nun İslam’ı algılayış ve uygulayışının Arap kültüründen farkı da
önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. 36 Çalışmada, Türk Sineması bağlamında daha çok Yeşilçam olarak adlandırılan dönem
ürünleri ağırlıklı olarak ele alınırken, İran Sineması`ndan ise 1980 sonrası dönemi ürünler
değerlendirmeye alınmıştır. Bu anakronik yapı, bilimsel açıdan geçerli bir karşılaş-
tırma imkânı getirmeyip, doğru veriler sunmaz diye kabul edilmemelidir. Bu bir seçim
değil, zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır; çünkü 1980 öncesi İran Sinemasına ait
örnekler, İslam Devrimi`nde yok edilmiştir. Ayrıca, toplumsal zihniyet kolay değişmedi-
ğinden elde edilen veriler yeterli ‘genellemelere’ erişmemizi sağlamaktadır. 37 Adanır, a.g.e, s.129–147
127
yapabilme kudretine sahip ‘rasyonel’ varlıktır. Bu anlamda bireysellik ve rasyonalite,
birey olmayı tanımlayan ölçütler olarak ele alınabilir. Bu da, kişinin içinde
bulunduğu kültürel/toplumsal yaşam pratiklerine öncel olarak, kendi bedenin ve o
bedenin iş yapma ve/veya yaratma kapasitesinin mutlak sahibi olması demektir.
Öyleyse kurmaca dünyaların birey tasarımlarında da rasyonalite, birey olmanın
en etkin belirleyicisi konumundadır. Yani kişilerin kendilerine yönelik kararlarını
verirken aklı ne ölçüde devreye soktuklarına bakmak açıklayıcı olacaktır. Türk
sinemasının inşa ettiği anlatı dünyasında, aklın ve bilginin genel olarak saygın bir
yere sahip olduğunu söyleyebiliriz; ancak, yine de genel olarak ele alındığında, akıl
ve duygu karşıtlığının vurgulandığı anlarda duygunun daha üstün görüldüğünü ileri
sürebiliriz38.
Bireyselliğin saptanmasında bakılması gereken bir diğer olgu ise ‘cemaatçilik
(communitariznism)’ diye adlandırabileceğimiz davranış zihniyetidir. Türk
filmlerinde kişinin çevresiyle çatışma getirebilecek ama buna karşın kendisi için iyi
olan rasyonel bir davranışı olumlu bir özellik olarak sunmamaktadır. Bireysel olmaya
yönelik davranışlar olumsuz ve baskıcı özelliklerle bir arada işlenmekte;
bunun karşıtında ise cemaat olgusu, modernlik öncesine ait olan ama bugünün
dünyasında da olumlu çağrışımları bulunan erdemleri temsil edici bir tarzda
resmedilmektedir
39.

Türk filmleri, ‘kişiye dayanan anlatılar’ olmayıp daha çok ‘öyküye dayanan’
anlatılar olduğundan karakterler çoğunlukla belirli bir toplumsal/tarihsel çerçeveden
yoksun olarak inşa edilirler40. Eş deyişle, filmlerde işlenen konuların hangi
zaman ve mekan boyutları içinde cereyan ettiklerine dair bir ‘tarihsellik’, olay örgüsü
içinde yer alan ana kişilerin bireysel-biyografik nitelikleri ve bu niteliklerin
içinde yer alınan tarihsel bağlamla nasıl bir etkileşim halinde olduğu belirsiz kalmaktadır.
Bireyselliğin bir tema olarak işlenmesindeki yetersizlik o kadar belirgin-
38 Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazılar, Ankara, İmge Kitabevi,1994, s.100 39 Eser Köker, “Bilinmek İstenmeyen Bir Öykü,” (Der) Türk Sinemasında Demokrasi
Kavramının Gelişmesi, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994 S:133–166, s.166 40 Birey bağlamından filmleri; ‘öyküye dayanan’ ve ‘kişiye dayanan' anlatılar ikiye ayırabiliriz.
Öyküye dayanan anlatılarda kişiler önemli değildir, öyküyü ilerletmeye yararlar.
Bir ya da iki özellikleriyle tanıtılırlar, fazla seçme özgürlükleri yoktur. Olaylar onların
nasıl davranacağını belirler. Buna karşın kişiye dayanan anlatılarda, kişilerin bizzat kendileri
öyküyü oluşturur, öykü onların yaşamıdır zaten. Onların kişilikleri daha derin tasvir
edilir, güdü yapıları, tutumları, dünya görüşleri ortaya konur. Bu kişiler, önlerindeki
seçeneklerden birini seçip ona göre davranarak olayları geliştirirler.
128
dir ki, bu temanın en önde yer alması gereken ‘aydınlar’ın konu edildiği filmlerde
bile, efsane kahramanlarını anımsatan bir kurgu görülmektedir41
İran sineması da kişiye dayanan anlatılar olmayıp daha çok düşünceye ve tefekküre
dayanan anlatılar üretmenin peşinden gittiğinden, birey olgusu burada da
yok denecek kadar azdır. Ama bizce bunun asıl nedeni, İran kültürünün ve dolayı-
sıyla da sanat anlatılarının birey olgusuna eğilimli olmamasıdır. Örneğin, birey
yaratımının sanatsal göstergesi sayılan roman olgusu, İran kültüründe ilk olarak Ali
Cemalzade`nin Berlin`de 1922 yılında basılan ‘Bir Zamanlar’ adlı romanıyla vücut
bulmuştur.
İranlı öznenin yaratıcı biçimde oluşturulması çabalarına 1960`lardan itibaren
daha çok şiirde görülmektedir. Özne yaratımı açısından İran sinemasına bakıldı-
ğında, toplumda gerçekliği olan insanların yer almaya başlaması oldukça yeni sayı-
labilir. Bu anlatılarda, hümanizm, insanlar arası dayanışma gibi vurgular veya
politik olmayan temalar çocuklar üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır. Son dö-
nem İran filmlerinin neredeyse tamamında çocuk oyuncuların oynatılması nedeni
budur; çünkü onlar gelenekler ve toplumsal kuralların ortaya çıkarttığı çelişkileri,
yaşamı trajediye çevirmeden taşıyabilir olarak gösterebilmektedir.
5.1.2. Mekan Tasarımının Benzerliği
Bir mekânın sinematik işlenişi yönetmenin mekâna karşı tutumunu
dışavurmakta, öykünün bilinçli yapısal unsurlarından daha çok, temanın gizli söylemini
yansıtmaktadır. Yani yapılan mekân tasarımı yönetmenin belli mekânlarla
ve bunların kültürel anlamlarıyla olan yakınlığını gösteren ve bunlara dönük tutuma
açıklık getiren olaylar ve eylemlerin ötesindeki unsurların varlığına (söyleme)
refere eder.
.
Mekân tasarımının bir başka yönü anlatı tekniği açısından karşımıza çıkmaktadır:
Türk sinemasının anlatılarında mekan+insan+olay bağıntısının sağlıklı bi-
çimde kurulamadığı görülmektedir. Olay örgüsüne bağımlı olarak karakterlerin,
değişme ve gelişmesinde zaman-mekân ilintisinin etkileri yok denecek kadar azdır.
Türk sinemasında mekânlar, çevre düzeni, bakış noktaları, aksesuarlar vb. günlük
yaşamın taklidine ağırlık verecek biçimde düzenlenir. Bu da, daha önce değinildiği
gibi, öncelikle gerçek mekânların ve günlük giysiler içindeki karakterlerin ‘fotoğ-
raflarının’ gösterilmesine, bir ölçüde günlük konuşma diline ve şimdiki zamana

129
dayanarak elde edilmiştir42. Benzer durum İran sinemasında da yaşanmaktadır. Bu
anlatılarda dramatik yapının gerektirdiği, olay- insan-mekân arasındaki bağıntılar
sağlıklı kurulmamaktadır; fakat bunun asal nedeni daha önce de belirttiğimiz gibi,
alegorik anlatımlı bir düşünce sineması olmaya çalışmasıdır.
İran filmlerinde mekân olarak, dış ve açık alanların kullanımına ağırlık verilmesinin
bir nedeni de İran kültüründeki mahremiyet mefhumudur. Çoğu yönetmen,
kendi içlerinden geçen hisleri dış mekâna başvurmak suretiyle açığa vurmaktadırlar.
Mukaddes veya bayağı, kötü veya iyi olsun her zaman için şahsi ve hususi
alanları teşhirden kaçınmaktadırlar. Hatta Abbas Kiyarüstemi`nin filmleri gibi -
‘Rapor (1977)’ hariç- başrollerde kadın karakterin yer almadığı filmler dahi çoğunlukla
dış mekânlarda çekilmektedir. Kiyarüstemi`nin başyapıtı ‘Kiraz Tadı (1997)’
filminde başkarakterin evinin içi tek bir karede dahi gösterilmemektedir43.
Bedenin inşasında mekân olgusu önem taşır, çünkü İç ve dış mekân tasarımları
toplumsal zihniyetin uzantıları olarak kurulur. Örneğin Yeşilçam sinemasında
çiftleri âşık olduktan sonra kolay kolay iç mekânlarda göremeyiz.
Her iki ülke sineması da benzer şekilde ‘ev ve/ya iç mekân’ kullanımına özel
bir anlam yüklemektedir. Kültürel zihniyet yapısının ipuçlarını veren bu özellik,
İran sinemasının tüm anlatılarını kapsamasına karşın, Türk sinemasında kadının
ana karakter olduğu filmlerde daha çok öne çıkmaktadır. Bunu daha iyi açımlayabilmek
için dış ve iç mekânların terimlerini ikili zıtlıklar dizisi haline getirelim. İç
mekân eşittir: Yatak, seks, zina, erginlik vb. Dış mekân eşittir: Doğa, oyun (toplumsal
yaşam), bekâret, çocukluk vb. Bunu şu şekilde de formüle edebiliriz: Olumlu
kadın = ev içi X olumsuz kadın = dış dünya. Buradan da -bir genelleme olarak-
şu sonuca erişebiliriz: Ev = aile = toplumsal hayat = tekillik ve bireyin yokluğu
44.
5.1.3. Kadraja Alınan Bedenlerin Ayrılığı
Türk filmlerinde kamera hareketlerinin oldukça sınırlı olduğu görülmektedir.
Aydınlatmada sorunlar yaratacağı için kameranın yeri mümkün olduğu ölçüde
değiştirilmemiş, sahnelerin büyük kısmı sabit kamerayla görüntülenmiş, buna kar-
şın zoom kullanımı nerdeyse moda haline gelmiştir. Türk sinemasının bütün ağırlı-
ğını, öykü örgüsünün gerilimlerini, çatışmalarını sergileyen an ve durumları seyirciye
göstermek istemiş; bunu da, abartılı davranışlar, duygu ağırlıklı konuşmalar ve

42 Abisel, a.g.e, s.138
43 Said-Vefa, a.g.e, s.259
44 Erdoğan, a.g.e, s.162
130
ağdalı bir oyun sergileyen yıldızların ‘yakın çekimleri’ aracılığıyla
gerçekleştirmiştir45.

Türk sinema anlatılarında kamera kullanımını beden tasarımı bağlamında
değerlendirdiğimizde, onun kendine özgü bir mantık içinde işlediğini görmekteyiz.
Burada kişi, zaman ve mekân arasındaki ilişkiler bu kendine özgü mantık içinde
örülmektedir. Karakterlerin konumlanmaları çerçeve içinde, birbirlerine göre değil
de kameraya göre tasarlanmakta; önemli anlarda yüzlerini kameraya dönerek konuşmakta
ve eğer alan derinliği ikisini de kapsamıyorsa, netlik karakterlerin konuşma
sırasına göre birinden diğerine kaydırılmaktadır. Anlatılmak istenenler teker
teker gösterilmekte, örneğin bir yüz ifadesi anlatılacaksa, önce oyuncunun yüz
çekimi gösterilmekte, sonra yeni bir çekime geçilmektedir. Kişiler cepheden görü-
nümleriyle; tek bir bakış açısından, bir başka deyişle kameranın ‘nesnel’ çekimiyle
sunulan iki boyutlu bedenler gibidirler46. Burada bir parantez açarak bunun bir
genelleme olduğunu elbette ki, Türk sinemasının görselliğini tümüyle bu şekilde
kurmadığını belirtelim.
Türk sinemasında kadın bedeni, kadrajdaki öteki karakterlerin ve seyirci bakışının
izlediği odak noktası olarak kurulur ve en çok da yüze ‘zoom ileri (zoom
in)’ yapılarak imgeleştirilir. Bir başka deyişle kadın bedeni, seyir nesnesi olarak
inşa edildiğinden kamera kadın yıldızı tek başına görüntüler ve kadın/beden hep
kameraya bakarak konumunun bilincinde olduğunu gösterir gibidir47.
İran sinemasında ise, kamera kadın bedenini ikincil plana yerleştiren bir kadraj
düzenlemesi yapmakta, bedenin ve yüzün özel ve belirgin yönlerinin vurgulanmasından
dikkatle kaçınmakta; kadınların mümkün olduğu kadar dik ve dikkatli bir
bakışla kameraya bakmamaları istenmektedir. Kamera, kadın bedenini hem kadrajın
içindeki öteki insanlardan hem de seyircinin bakışından özenle kaçırır gibidir48.
Aseksüel hale dönüştürülmüş bakışlar, pek net olmayan yüz görüntüleri ve bunu
sağlamak için de ağırlıklı olarak genel çekimlere yönelmek İran sinemasının anlatı
pratikleridir. Bu sinemada gözlere/bakışlara yakın çekim yapılması her zaman için
mahzurlu görülmüştür; hele yakın çekim gözler direkt izleyiciye baktığında hiç hoş
karşılanmamaktadır. Çünkü bunlar, salondaki erkek ve perdedeki kadın imgesi
45 Abisel, a.g.e, s.200–201
46 Erdoğan, a.g.e, s.159 47 Abisel, a.g.e, s.133
48 Oyuncunun seyircinin bakışına göre kendini konumlandırması, Batılı ve/veya evrensel
oyunculuk estetiğine tümüyle karşıt bir durumdur. Çünkü Batı estetiğinde oyuncular,
sanki yaşamın doğal bir kesiti içindeymişler ve kendilerini kimse seyretmiyormuş gibi
bir yanılsama içinde rollerini oynamak zorundadırlar.
131
arasında göz kontağı sağlayarak bir cinsel bakışma imkânı doğurabilir49. Din
adamlarının belirlediği 1996 Sinemacılar Rehberi`nde yer alan kurallardan biri de
filmlerde kadın oyuncuların yüzünün çok büyük gösterilmemesi gerekliliğidir.

Bu görsel mahremiyet, kadınların sadece bedenlerini değil duygularının da
yansıtılmaması anlamına gelmektedir. Kadınlar benliklerinin bir parçası olan duygularını
ve aşklarını ancak ‘üst ses (over voice)’ yoluyla bildirebilmektedirler.
Ancak burada ilginç olan kadın ve erkek birlikte olduğu zaman, ses yoluyla da olsa
bu duygu aktarımın doğrudan verilememesidir. Bunun karşıtı olan bir uygulamalar
çok azdır ve hemen dikkati çekmektedir. 1993`ten sonra çekilen birçok filmde kadın
oyuncunun yakın planda göründüğü, koştuğu, güldüğü, yüzüne yapılan zoom
ile makyajlı olduğu görülebilir50. Sözgelimi Muhsin Mahmelbaf, ‘Gabbeh (1995)’
filminde aşık kadının yüzünü baştan sona yakın plan gösterirken, kadının aşık olduğu
erkeği hep uzaktan gösterir. Böylece tüm İran kültür geleneği tarihinde var
olan eril anlayışa özgü tipik dişi aşk objesi kavramını kökten biçimde ters çevirir.
Bir başka örnek Rahşan Beni-İtimad sinemasıdır. Bu sanatçı da, filmleri aracılığıyla
İran kültürünün dişilik anlayışına görsel saldırılar yapmaktadır. Beni-İtimad
sinemasının en dikkat çeken yönü, peçelerle örtülü yüzlerin, inkâr edilen cinselli-
ğin, gizlenen benlerin ve çarpıtılan duyguların ülkesinde kadın bakış açıyla kadın
merkezli aşk öyküsünü anlatmasıdır. Örneğin ‘Mayıs Kadını (1998)’ adlı filmindeki
kadın karakter, İran sinemasındaki en cesur kadın betimlemesidir. Bir yandan
oğlunu yetiştiren, bir yandan da kariyerini edinmeye çalışan ve aşık olan kadın
karakteri, toplumsal tabuların sınırlarını aşmaktadır. Beni İtimad bu filmde âşık
olunan erkeğin yüzünü hiç göstermemektedir51.
6. Sonuç Yerine
Her ulusun anlatıları, o toprakların ortaya koymuş olduğu, tüm zamanlardan
oluşagelmiş birikimlerin kümülatif bir toplamıdır. Toplum ve kültür bağlamında
epistemolojik tüm olgular, oluşumlar en büyüğünden en küçüğüne dek sinema için
şüphesiz ki kaynak, beslenme noktası olmuşlardır. Bu bağlamda Ülke sinemalarını
bir yeniden sunum (represantation) düzlemi olarak aldığımızda, filmlerin toplumsal
yaşamın söylemlerini (biçim, figür ve temsillerini) şifreleyerek, sinemasal anlatılar
49 Negar Mottahedeh, “Life Is Color!, Toward a Transnational Feminist Analysis of
Mohsen Makhmalbaf's Gabbeh”, Signs, Chicago, Autumn, Vol: 30, Iss:1, 2004, S:
1403–1429, s.1409. 50 Aktaş, a.g.e, s.209 51 Dabaşi, a.g.e. s.246
132
133
biçiminde aktaran yaratılar olduklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle günümüzde üretilen
sinemasal yaratılarda o kültüre ait anlatı kodlarının izini sürmek mümkündür.
Bedeni algılayış ve yeniden sunumuna Türk ve İran toplumunun anlam matrislerinden
baktığımızda, her iki kültürde de benzer özellikleri görmekteyiz. Her iki
kültürün zihniyet yapısında gerçek anlamda birey olgusu olmadığından, ‘ben-
öteki’, ‘özne-nesne’ karşıtlıkları kurulamamaktadır. Kısacası her iki ülkenin sinemada
da gündelik yaşamın her alanını biçimleyen epistemolojinin beden bağlamında
da yeniden inşa edildiğini görmekteyiz.
Türk sinema anlatıları masalın yapısına dayandığı; İran sineması ise alegorik/düşünsel
ifade biçimi seçtiği için her ikisinde de gerçek anlamda birey ve beden
temsiline rastlanılmamaktadır. Türk sinemasında kadın bedeni, kadrajdaki öteki
karakterlerin ve seyirci bakışının odak noktası olarak kurulmakta ve en çok da yüze
‘zoom ileri’ yapılarak imgeleştirilmekte; bir başka deyişle kadın bedeni, seyir/arzu
nesnesi olarak inşa edilmektedir. Buna karşın İran sinemasında kamera kadın bedenini
ikincil plana yerleştiren bir kadraj düzenlemesi yapmakta, bedenin ve yüzün
belirgin ve özel yönlerinin vurgulanmasından dikkatle kaçınmaktadır. Kamera,
kadın bedenini, hem kadrajın içindeki öteki insanlardan hem de seyircinin bakışından
kaçıran bir temsiliyet içinde yeniden üretmektedir.

Konular