XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü

XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar
Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü
Dr. Öğ. Bnb. Efdal AS*
Özet
Türkiye-İran sınırı ile ilgili olarak toplumdaki genel kanı, 1639 Kasr-ı Şirin
Anlaşması’ndan sonra iki ülke arasında önemli sorunların yaşanmadığı, dolayısıyla
herhangi bir sıcak çatışma meydana gelmediği ve sınırların bu tarihten günümüze
kadar değişmeden kaldığı şeklindedir. Halbuki Batı’daki mücadeleler kadar olmasa
da 1639’dan sonra da Osmanlı ile İran arasında irili ufaklı çekişme ve çatışmalar
yaşanmış ve bu durum da sınır konusunda uzun süren anlaşmazlıkları beraberinde
getirmiştir. Bu makalede, XVI. yy. dan yakın döneme kadar gelen çatışmalar ve sınır
sorunları ele alınarak, yukarıda belirtilen genel kanının değiştirilmesine katkı
yapılmaya çalışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler : İran, sınır, hudut komisyonu, dışişleri, Memduh Şevket
Esendal, Hüsrev Gerede
Abstract
The public opinion in relation to Turkey-Iran border is that the two countries
did not experience any major problems after the Kasr-i Sirin Treaty of 1639, so no
serious military conflicts occurred between them; and borders remain unchanged
from that date until today. In fact, after 1639 in small or large scales conflicts and
clashes were experienced between the Ottomans and Iran even if they were not as
*
Kara Harp Okulu Tarih Öğretim Elemanı
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi
S 46, Güz 2010, s. 219-253
220 EFDAL AS
220
serious as those in the Western world. This article will try to contribute to the efforts
to change the above mentioned public opinion by dealing with the conflicts and
border disputes from the XVI. century until recent times.
Key Words : İran, border, boundary commission, foreign affairs, Memduh
Şevket Esendal, Hüsrev Gerede
Giriş
Ön Asya’nın iki önemli coğrafi bölgesi olan Anadolu ve İran,
İlkçağlardan günümüze kadar birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Kimi
zaman bu uygarlıklardan bazıları tek başına her iki bölgeye sahip olurken,
kimi zaman da her iki bölgede farklı uygarlıklar hüküm sürmüş ve bu
uygarlıklar arasında, Dünya Tarihi açısından dönüm noktası sayılabilecek
hakimiyet mücadeleleri meydana gelmiştir. Lidya – Pers, İyon – Pers, Roma
– Sasani, Bizans – Sasani, Bizans – Selçuklu, Anadolu Selçukluları – İlhanlı,
Osmanlı – Timurlu, Osmanlı – Akkoyunlu ve son olarak da Osmanlı –
Safevi mücadeleleri, söz konusu coğrafyanın en önemli mücadelelerini
oluşturmaktadır. Bu makalenin konusunu oluşturan sınır sorunları, yukarıda
zikredilen son mücadelenin siyasal, ekonomik ve dinsel/mezhepsel
yansımasıdır denilebilir.
14. yy.ın başlarında bir uç beyliği olarak kurulan, gazâ ve cihad
politikasının bir sonucu olarak öncelikli hedefi olan Balkanlar’ı ele geçiren,
önce bağımsız bir devlete, 16. yy.ın başlarından itibaren de bir imparatorluğa
dönüşmeye başlayan Osmanlılar, hemen hemen aynı dönemde doğuda
belirmeye başlayan ve etnik açıdan kendi kurucularıyla aynı ırksal kökene
sahip bulunan bir siyasal/dinsel liderin sürüklediği güçle karşılaşmak
durumunda kalmışlardır. Bu karşılaşma, Dört Halife Devri’nin son
dönemindeki Hz. Ali – Muaviye ve sonrasındaki Hz. Hasan – Muaviye, Hz.
Hüseyin – Yezid mücadelelerinin başlatmış olduğu Sünnî – Şiî rekabetini,
teolojik boyuttan siyasal boyuta yönlendirmiştir.1
Hazar Denizi’nin güneydoğusunda bulunan Erdebil Eyaletinin aynı adlı
merkezinde doğup, İslam dinine farklı bir yorum getirerek taraftar toplayan
Ebu’l Safiyyüddin İshakı Erdebili (1252- 1334) ya da bilinen adıya Şeyh
Safi’nin dinsel öğretileri2, beşinci kuşaktan torunu Şeyh Cüneyd döneminde
1
Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı Kaynaklarında ve ModernTürk Tarihçiliğinde Osmanlı-
Safevî Münasebetleri (XVI-XVII. Yüzyıllar)”, Belleten, C:LXVI, (Ağustos 2002), S:246’dan
ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 2003, s. 503
2
Abbaslı’ya göre bu öğreti, diğer din ve mezheplere taasupsuz olarak yaklaşmakta ve
Şeyh Safi, tasavvufi ve felsefi sorunların çözümünde Hz. Muhammed’e dayandığı gibi yeri
geldikçe Hz. İsa’ya da dayanmaktadır. Bu da birçok Budist, Hristiyan ve diğer mezhep
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 221
221
(dinsel liderliği 1449-1456) Doğu Anadolu, Azerbaycan ve İran bölgelerinde
gittikçe yaygın hâle gelmiştir.
Kazandığı bu dinsel çekim gücünü siyasal bir yapıya dönüştürmek
isteyen Şeyh Cüneyd, her ne kadar bir devlet kurmayı başaramasa da
dönemin Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begim ile
evlenerek, geleceğe yönelik güçlü bir örgütlenmenin temellerini atmıştır.
Nitekim Şeyh Cüneyd, diğer eşlerinden yetişkin oğulları varken, Hatice
Begim’den olan çocuk yaştaki Haydar’ı, Erdebil postunun varisi ilan
etmiştir3. Şeyh Haydar, babasının izinden giderek dayısı Uzun Hasan’ın kızı
Halime Begim ile evlenmiş ve böylece güçlü bir hanedanla olan sıhri
bağlarını pekiştirmiştir. Bu evlilikten, aralarında Safevi Devleti’nin kurucusu
İsmail’in de bulunduğu üç oğlu dünyaya gelmiştir.
Öncelikli hedefi Anadolu’daki teşkilatı geliştirmek ve müridlerinin
sayısını artırmak olan Şeyh Haydar, bu hedefinde başarılı olmuş ve
Anadolu’daki tarikat mensupları hızla çoğalmaya başlamıştır. Öyle ki,
Anadolu’daki tarikat mensupları, İran’da bulunanların sayısını geçmiş ve
tarikat, başı Azerbaycan’daki Erdebil’de, gövdesi de Anadolu’da olan bir
yapıya bürünmüştür.4
Şeyh Haydar’ın Şirvan seferi sırasındaki mücadelelerden birinde
1488’de öldürülmesiyle yerine büyük oğlu Ali geçtiyse de Akkoyunlu taht
mücadeleleri sırasında 1493’te o da babasının akıbetine uğramıştır.
Akoyunlu hanedanının, Haydar’ın diğer iki oğlu olan İsmail ve İbrahim’e
zarar vermesinde çekinen tarikat üyeleri, onları altı yıl kadar çeşitli
şehirlerde saklamışlardır. 1500 yılında Anadolu’ya gelip Erzincan
bölgesinde ikamet etmeye başlayan İsmail’e, Anadolu’nun Türkmen
sahiplerinin Safefiyye akımına bağlanmasına neden olmaktadır. Bkz. Mirza Abbaslı,
“Safevilerin Kökenine Dair”, Belleten, C:XL, (Nisan 1976), S:158’den ayrıbasım, TTK
Basımevi, Ankara, 1976, s. 299-300.
3
Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin
Rolü, TTK Basımevi, Ankara, 1992, s.11.
4
Sümer, a.g.e., s. 12. Sümer, tarikatın Anadolu’da yaygınlaşmasında, Haydar’ın sayısı
gittikçe artan müridlerinin karışıklık çıkarmalarından çekinen II.Bayezid’in gevşek
yönetiminin önemli bir rol oynadığını belirtmektedir. Ocak ise II.Bayezid’in Safeviler’e karşı
ilgisiz olduğu suçlamasının bütünüyle doğru olmadığını, 1501 tarihli bir ahkâm defterine
dayanarak belirtmektedir. Buna göre defter, Osmanlı topraklarından “yukaru canib” denilen
İran’a sığınmak isteyen Erdebil tekkesine bağlı silahlı sûfilerin yakalanıp siyaseten katl
edilmelerini, buna karşılık oradan da Osmanlı topraklarına sığınmak isteyenlere izin
verilmemesini buyuran hükümlerden oluşmaktadır. (Ocak, a.g.m., s. 506).
222 EFDAL AS
222
kitlelerinden (Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Tekelü, Dulkadir, Karamanlı, Afşar,
Kaçar, Karadağlu ve Varsak Türkleri) büyük katılımlar olmuştur5.
Kalabalık Türkmen gruplarıyla birlikte 1501 başlarında Erzincan’dan
ayrılan İsmail, önce Şirvan’ı alarak babasının hedefini gerçekleştirmiş, daha
sonra da Akkoyunlu Elvend’i aynı yılın yaz ayında Nahçıvan bölgesinde
yapılan Şurur Savaşı’nda yenilgiye uğratmıştır. Böylece Azerbaycan’ın
kuzey toprakları (Şirvan, Karabağ, Nahçıvan) ile güney topraklarını (Tebriz,
Meraga, Erdebil, Talış) ele geçirmiş, Tebriz’de şahlık tahtına oturup, “12
İmam” adına hutbe okutarak Safeviler Devleti’ni resmen kurmuştur.
Görüldüğü gibi Safevi Devleti, hem kurucusunun Erdebil kökenli bir
aileden gelmesi dolayısıyla, hem de Anadolu’dan gelen ve zamanla bölgeye
yerleşen Türkmenler’in katkıları nedeniyle, bazı tarihçilerin görüşlerinin
aksine bir Türk devleti karakteri taşımaktadır6.
Artık şah olan İsmail, önceleri dönemin Osmanlı padişahı II.Bayezid ile
iyi ilişkiler içerisinde olmaya özen göstermiştir. Öyle ki, karşılıklı
mektuplaşmalarda II.Bayezid’e hitabı “baba” şeklinde olmuştur7. Bu
dönemde iki ülke arasındaki temel sorun, Safevi topraklarına yani İsmail’in
hükümdarlık bölgesine göç eden Anadolulu müridlerdir. Fakat sorunun
henüz siyasal ve dinsel boyutu yoktur. Osmanlı açısından sorun ekonomiktir.
Çünkü devlet hizmetinde bulunanlara tahsis edilmiş olan ve bu hizmetlilerin
geçimlerini sağlayan vergiler, söz konusu göç eden kitleler üzerinden
alınmaktadır. Dolayısıyla arkası kesilmeyen göçler, hizmet erbabı denilen
kitleleri zarara uğratmaktadır. II.Bayezid, almış olduğu askerî önlemlerle bu
göçleri engellemeye çalışmıştır. Burada şunu da belirtmemiz gerekir ki bu
göçlerde, söz konusu vergilerin halkta yaratmış olduğu hoşnutsuzluk da
önemli bir etkendir.
Şah İsmail’in Osmanlı Devleti’ne karşı tutum değişikliğinin kırılma
noktalarından birisi, 1510 yılında Özbek Şeybaniler’e karşı kazanmış olduğu
zaferdir. Çünkü bu zafer, Horasan bölgesinin katılımıyla ülke topraklarını
5
Oktay Efendizade, Safevi Devleti’nin Kuruluşunda Azeri Türklerinin Rolüne
Dair, XI. Türk Tarih Kongresi’nden ayrıbasım, TTK Yayınevi , Ankara, 1994, s. 817
6
Bu konuda Hinz, Akkoyunlu Devleti’nin başkentinin Diyarbakır’dan Tebriz’e
geçirilmesiyle devletin İranlaşmasının başladığını, İran millî devletinin yani Sefevi
Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlandığını belirtirken ( Walter Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh
Cüneyd XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir Devlet Haline Yükselişi,TTK Yay. Ankara, 1992,
s.56) ; Ahmed Kesrevi Tebrizî, hanedanın atası Şeyh Safi’nin Türk değil İran etnik unsuruna
mensup olduğunu iddia etmiştir. (Bkz. Efendizade, a.g.e., s.814) Abbaslı ise 1357 yılında
yazımının tamamlandığını söylediği “Safvetü’s-safâ” adlı eserde Şeyh Safi için “Pir-i Türk”
dendiğini belirterek, kökenin Azeri Türkleri’ne dayandığını söyler. (Abbaslı, a.g.m., s.329)
7
Sümer, a.g.e., s.26
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 223
223
Fırat’tan Ceyhun’a kadar uzatmıştır. Artık Şah İsmail, daha büyük hedefler
peşindedir ve bu hedefe ulaşmada yavaş yavaş dinsel boyut da devreye
sokulacaktır. Bu da 1512’de Osmanlı tahtına çıkan Yavuz döneminde
ilişkilerin gerilmesine neden olacaktır.
Bu konudaki ilk faaliyet, “halife” denilen misyonerler aracılığıyla
yapılan mezhepsel propaganda faaliyetleridir. Bu kişiler, aynı zamanda Şah
İsmail adına bağış toplayarak İran’a yollamışlardır. Bu faaliyetler karşısında
Osmanlı Devleti, Kızılbaşlık propagandalarının yoğun olarak yapıldığı Orta,
Güney ve Doğu Anadolu bölgelerinde sıkı teftişler yaptırarak, Safeviler
adına çalışanları ve “halifeler”i yakalatıp idam ettirmiş; İran’dan gelen
propaganda kitaplarını yaktırmış, Kızılbaş olup İran’a geçen veya kaçan
sipahi sipahi, kale dizdarı vb. yöneticileri tekrar kazanmaya çalışarak
bunlardan casus olarak yararlanmaya çalışmıştır.
Sonunda iki ülke arasındaki beklenen çatışma 1514 yılında Çaldıran’da
meydana gelmiş, Osmanlı Devleti’nin galibiyetiyle biten savaş bir son değil,
Şiî kutsal merkezleri ele geçirmek isteyen Şiî İran devletlerine karşı Sünni
dünyanın liderliğini üstlenen Osmanlı’nın bölgeyi prestij için elinde tutma
girişimlerini sürdürdüğü bir mücadelenin başlangıcı olması yanında,
özellikle her iki tarafta bulunan ve yerleşik olmayan aşiretlerin kararsız
tutumlarından kaynaklanan asayişsizlikler nedeniyle de uzun yıllar
çözülemeyecek sınır sorunlarının oluşmasına ortam hazırlamıştır.
İki ülke mücadelelerinde son olarak ticaret yolları faktörünü de
belirtmek yerinde olacaktır. Osmanlı-Safevi arasındaki en çetin
mücadelelerin genel olarak Erzurum-Tebriz arasında ve Musul-Bağdat
bölgesinde yoğunlaşmasına dikat çeken Kevserani, bu bölgelerin hem
İstanbul’a ve denize ulaşan ana yollar olduğu hem de Anadolu’ya gelen
fetihlerin ana girişleriolduğu saptamasını yapmıştır8
Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınır tespit çalışmaları, Yavuz
Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman ve II. Selim dönemlerine kadar
gitmektedir. Bu üç padişahın tahtta kaldığı dönemden sonra aktedilmiş olan
sulh ve sınır tahdidi antlaşmaları hep o eski sınırlara dayanılarak yapılmış ve
dönemine göre birtakım değişikliklere uğramıştır.
İran ile Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail döneminden cumhuriyetin ilk
yıllarına kadar sınırların kesin çizgilerle tespit edilememiş olması, birçok
anlaşmazlık ve çatışmanın da bu yüzden çıkmış olması dikkat çekicidir.
1501-1749 arası dönemde İran’ın Osmanlı Devleti’ne 61 elçi göndermiş
olması ve bu elçilerin sadece 10 adedinin sultan cüluslarını kutlamak için
8
Vecih KEVSERANİ, Osmanlı ve Safevilerde Din – Devlet İlişkisi, Denge Yay.,
İstanbul 1992, s. 75
224 EFDAL AS
224
gönderilmiş olması9, iki ülke arasındaki mücadelelerin ne kadar yoğun
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti ile İran
arasındaki sınırlar, Lozan Antlaşması ile çizilmemiş, iki devletin kendi
aralarında imzalamış olduğu ayrı ayrı antlaşmalarla tespit edilmiştir. İran ile
Türkiye arasındaki “sınır rejimi” Devletlerarası Hukuku bakımından da ilgi
ile incelenecek esaslara dayanmaktadır.
Osmanlı Dönemi
Osmanlı Devleti’nin sınırlarının Fatih döneminden sonra İran sınırlarına
dayanması, İslam dünyasının iki farklı ve güçlü mezhebini karşı karşıya
getirmiştir. Yavuz döneminde Osmanlı-Safevi İran ilişkileri, söz konusu
mezhep çatışmaları ile paralel bir seyir izlemiştir. Safevi hükümdarı Şah
İsmail’in kışkırtmaları sonucunda Anadolu’da Şiiliğin yayılmaya başladığını
gören Yavuz, bu durumu bir tehdit olarak görmüş ve 1514’te ünlü Çaldıran
Seferi’ne çıkmıştır. İran Ordusu’nu yenilgiye uğratan Yavuz, Tebriz’e kadar
ilerlemiş, bir süre sonra Anadolu’ya dönmüştür. Padişahın Amasya’da
bulunduğu sırada, Şah İsmail tarafından barış yapılması amacıyla bir elçi
gönderildiyse de İran seferini sürdürmek isteyen padişah, bu isteğe yanıt
vermemiş ve elçiyi nezaret altına aldırmıştır.10
Yavuz’dan sonra tahta geçen Kanunî döneminde, Osmanlılar ile
Safeviler arasında ilk kez bir barış anlaşması imzalandığı görülmektedir.
Kanuni’nin, hükümdarlığının ilk yıllarında kendisine hedef olarak Batı’yı
seçmiş olmasından ve Osmanlı ordusunun Avrupa içlerinde bulunmasından
yararlanmak isteyen Safeviler, Anadolu’ya akınlar düzenlemeye
başlamışlardır.
Doğu sınırlarındaki saldırılara önlem almak isteyen Kanuni, Macar
seferinden dönüşünde Rüstem Paşa’yı İran’a seferle görevlendirdiyse de
Şehzade Mustafa Olayı’nın meydana gelmesiyle Rüstem Paşa’yı geri
çağırmıştır. Sonraki dönemde ise bu kez 1553 Yazı’nda, bizzat ordusunun
başında İran seferine çıkan Kanuni, Erzurum’da bulunduğu sırada, dönemin
İran hükümdarı Şah Tahmasb’ın barış elçisi göndererek mütareke istemesi
üzerine Eylül 1554’te ordusuyla birikte geri dönmüş, kışı Amasya’da
geçirmiştir.
9
Orhan Koloğlu, “Osmanlı’nın İran İlişkileri”, Popüler Tarih, (Mayıs 2005), S.57, s.
71.
10 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK yay., Ankara, 1983, C.II, s. 270
(Yavuz İstanbul’a döndükten bir süre sonra Şah İsmail tarfından iki elçi daha gönderilmişse
de bu iki elçi de önceki elçinin akıbetine uğramıştır. Hoca Saadettin, Tacü’t Tevarih, C.II, s.
323)
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 225
225
Padişahın Amasya’da bulunduğu dönemde buraya gelen İran elçileriyle
barış görüşmeleri yapılmış ve sonuçta 37 yıldır aralıklarla süren savaşlara
son verilmiş, 29 Mayıs 1555’te (8 Recep 962) Amasya Muahedenamesi
akdedilmiştir.11 Buna göre, Azerbaycan ile merkezi olan Tebriz, Doğu
Anadolu ve Irak-ı Arap, Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştır. İran ile yapılmış
olan bu ilk barış anlaşması, II.Selim döneminde, 1568 yılında aynı esaslar
üzerinden yenilenmiştir. Anlaşma, Şah Tahmasb’ın öldüğü ve İran’da
karışıklıkların çıktığı 1576 yılına kadar sürmüştür.12
III.Murad döneminde, 1577 yılında Lala Mustafa Paşa tarafından İran
üzerine başlatılan seferler aralıklı olarak 1589’a kadar sürmüş, sonuçta 21
Mart 1590’da Ferhat Paşa Antlaşması imzalanmıştır. Anlaşmaya göre İran;
Tebriz’i, Azerbaycan’ın Tebriz’e tâbi parçasını, Karabağ, Şirvan, Loristan,
Gürcistan ve Şehrizor (Kerkük)’u Osmanlılar’a vermiştir.13
İki ülke arasındaki barış çok uzun sürmemiş, I. Ahmed döneminde,
1603 yılında İran ile savaşlar tekrar başlamıştır. 1612 yılına gelindiğinde,
Kuyucu Murad Paşa’nın yerine veziriazam olan Nasuh Paşa’nın, Şah
Abbas’ın barış yapma isteğini kabul etmesiyle 1613’te İstanbul'da Nasuh
Paşa Antlaşması adıyla yeni bir barış antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma
ile sınırlar, III. Murat ve III. Mehmet zamanındaki şekline sokulmuştur.
Ayrıca Şah; Tebriz, Revan ve Şirvan’ın vergisi olarak her yıl iki yüz yük
ipek vermeyi kabul etmiştir.14
II. Osman döneminde, İran’ın Nasuh Paşa Anlaşması’ndaki
yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle 1615’te iki ülke arasında
tekrar başlayan savaşın sonunda, Serav ovasında, Sadrazam Halil Paşa ile
Şah Abbas'ın murahhas Elçisi Burun Kasım arasında, Nasuh Paşa
Andlaşması esasları dahilinde yeni bir barış andlaşması imzalanmıştır (26
Eylül 1618 - Şevval 1027).15 Bu anlaşmayı, bir yıl sonra Bağdat ve Ahısha
taraflarında hudut düzenlemesine yönelik yapılmış olan bir anlaşma
izlemiştir.
IV. Murad zamanında, Bekir Subaşı'nın ve oğlu Mehmet'in ihaneti
üzerine Bağdat, Şah Abbas'ın eline geçmiştir. Diğer taraftan Erzurum
Beylerbeyi Abaza Paşa da isyan ederek İranlılar'dan yardım istemiştir.
11
Uzunçarşılı, a.g.e., s.361
12
Joseph V. Hammer, Osmanlı Tarihi, C.II, II.Baskı, İstanbul, 2005, s. 24
13
A.g.e., s. 195
14
Mustafa Nuri Paşa, Netayic Ül-Vukuat – Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı
Tarihi, TTK yay.,
Çev: Neşet Çağatay, Ankara, 1992, s. 210
15
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK yay., Ankara, 1983, C.III, 1.kısım, s. 67
226 EFDAL AS
226
Sadrazam Hüsrev Paşa, doğu seferine çıkarak Abaza isyanını bastırmış fakat
Bağdat'ı alamamıştır.
Bunun üzerine IV. Murad bizzat sefere çıkmış, önce Revan'ı, sonra da
Bağdat'ı almıştır. O dönemde İran tahtında oturan ve Şah Abbas’ın torunu
olan Şah Şafi’nin barış istemesi üzerine, kendisi rahatsızlığı dolayısıyla
İstanbul'a dönmüş, Sadrazam Kara Mustafa Paşa barış antlaşmasını
imzalamıştır (1639). Kasr-ı Şirin Antlaşması adıyla anılan bu antlaşmanın
sınırlar hakkındaki hükümlerine göre; Bağdat tarafından sınır, “Bedre
Hassan, Hanikin, Mendeli, Derne ve Dertenk’ten Sermemel bölgesine kadar
arada olan yerler” olarak belirlenmiştir. Ayrıca, Zincir Kalesi’nin
batısındaki köyler ve Şehrizor yakınındaki Zalim Ali Kalesi çevresi Osmanlı
Devleti’nde kalacaktır. Diğer taraftan İran, kuzey sınırındaki Kars, Ahısha,
Van ile Şehrizor, Bağdat ve Basra sınırlarına kesinlikle taarruz etmemeyi
taahhüt etmiştir.16 Böylece, iki ülkenin 1623-1639 yılları arasındaki savaşları
da son bulmuştur.
Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın ardında Osmanlı İran ilişkilerinde uzun
süreli bir barış dönemine girilmiştir. 18.yy.ın ilk yarısında İran içerisinde
başlayan karışıklıklar sonucunda Kafkasya'daki sünni kabilelerin, Safevi
hanedanından Şah Hüseyin’e isyan etmeleri ve Osmanlı Devleti’nden
yardım istemeleri sonucunda, III.Ahmed yönetimindeki Osmanlı Devleti,
zaten kendisine sığınmış olan Dağıstan, Şirvan, Gürcistan'a ek olarak Van
Valisi Köprülüzade Abdullah Paşa kumandasındaki kuvvetlerle Kirmanşah,
Ardalan ve Hoy çevresini 1723 yılında kolaylıkla istila etmiştir.17
Bu sırada İran’daki karışıklıklardan yararlanmak isteyen Ruslar da
Dağıstan, Derbent, Bakü Kalelerini zaptetmişlerdir. Tehlikeyi gören ve
Rusya’yı Hazar bölgesinden uzaklaştırmak isteyen Osmanlı Devleti, 1724
yılında Rusya ile bir paylaşım anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre,
Kur ve Aras nehirlerinin birleştiği yerden kuzeye doğru Hazar sahilleri
Rusya'da kalacak, Şirvan Hanı Şimahi’de ikamet edecek ve İran'ın batı
eyaletleri Osmanlı Devleti’ne verilecektir.18
Bu paylaşımda Osmanlı Devleti’nin payına düşen kısımları elde etmek
amacıyla askerî harekâta başlanmıştır. Osmanlı Devleti, harekât sonucu
yapmış olduğu anlaşmada o dönemde İran tahtını ele geçiren Efganlılar
Aşireti reisi Eşref Şah’ı İran şahı olarak tanımış; Kirmanşah, Hemedan,
Memleket-i Sitte, Ardalan, Nihavend, Azmâbad, Loristan, Mekri, Mereza,
16
Anlaşmanın tam metni için bkz: Muahedat Mecmuası, TTK yay., Ankara, 2008,
C.II, s. 308-312.
17
Nihat Erim, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğu ve Doğu Sınırları”, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Yıl:1952, C.9, S.1-2, s.15.
18
A.g.m., s. 15-16.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 227
227
Hoy, Serkân, Tebriz, Dilaviz, Gence, Karabağ, Revan, Ardübad, Nahçıvan,
Tiflis, Şimaği ve Şirvan’ı topraklarına katmıştır.19 Her iki ülke de değişen
sınırların tam olarak tespiti için görevlendirmelerde bulunmuştur.20
Bağdat Valisi ve Şark Seraskeri Ahmet Paşa tarafından 4 Ekim 1727’de
yapılan bu barış anlaşması uzun süreli olamamış ve Ahmed Paşa yeniden
harekâta girişmiştir. Hemedan, Kirmanşah, Ardalan, Urmiye ve Tebriz
yeniden Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilince, II. Şah Tahmasb (1722-
1732) barış istemiştir. 1731’de yapılan anlaşmaya göre Hemedan ve Tebriz
eyaletleri Şah’a iade edilmiş, Revan ve Şirvan Osmanlı Devletinde kalmıştır.
Galip bir devlet için olumsuz sayılabilecek olan bu anlaşmayı
Babıali’nin hoş karşılamaması ve İran’ın da kısa bir süre sonra Bağdat’ı
kuşatması üzerine barış bozulmuş, İran kuvvetleri üzerine gönderilen
birlikler önce İran kuvvetlerini 1733’te yenilgiye uğrattılarsa da 1735’e
kadar süren mücadeleler sonucunda başarılı olunamamıştır.21 I. Mahmud
döneminde 1736 yılında İstanbul’da yapılan barış anlaşmasına göre sınırların
IV. Murad dönemindeki gibi kalması kararlaştırılmıştır.22
1743’te Nadir Şah döneminde Caferi mezhebinin beşinci ehl-i sünnet
mezhebi olarak benimsenmesi hakkında Osmanlı Devleti’ne bir öneri
yapılmış, önerinin reddedilmesi üzerine de İran, Irak’a tekrar saldırmıştır.23
Üç yıl süren çarpışmalar sırasında İran’da çıkan karışıklıklar üzerine Nadir
Şah, Caferiye mezhebiyle ilgili önerisini geri aldığını ve barış yapmak
istediğini, Fatihali Türkman adlı elçisini İstanbul’a göndermek vasıtasıyla
bildirmiştir. Sonuçta 1746’da, iki ülke arasında -1639 sonrası gibi- uzun bir
barış döneminin yaşanmasını sağlayan bir anlaşma, Kasr-ı Şirin Anlaşması
esasları dahilinde imzalanmış ve yine sınırların IV. Murad dönemindeki gibi
kalması kararlaştırılmıştır.24
Bu uzun barış döneminden sonra İranlılar, Yunan İsyanı’ndan
yararlanmak istemişler ve sınırın her iki tarafındaki aşiretler aracılığıyla önce
karışıklıklar çıkarmışlar, sonra da ileri harekâtla Bayezid ve Bitlis'i ele
geçirmişlerdir. Fakat İran ordusunda başlayan kolera salgını, İran’ı barışa
19
A.g.m., s.16.
20
Muahedat Mecmuası, s. 314-315.
21
Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, C.II, s.166
22
Muahedat Mecmuası, s. 317
23
Koloğlu, a.g.m., s. 71.
24
Abdurrahman Şeref, a.g.e., s. 176 Abdurrahman Şeref burada “(...)Üç sene kadar
imtidad eden bu sefer İran ile vâki olan muharebatımızın sonudur. Çünkü her iki tarafça dahi
vâki olacak kurup ve mukavelâtın beyhude şefk-i dem ve izae-i mal ve kuvvetten başka bir şeyi
müntec olmayacağına kanaat hasıl olmuştur (...)” dese de Yunan İsyanı sırasında İran,
Osmanlı Devleti’ne karşı tekrar hareketlenecektir.
228 EFDAL AS
228
zorlamış ve 28 Temmuz 1823 tarihinde, 1746 anlaşması (dolayısıyla 1639
Kasr-ı Şirin Anlaşması) esasları üzerinde anlaşma yapılmıştır.25
1838’de bu kez Herat’ı ele geçirmeye çalışan İran’a karşı Bağdat Valisi
Ali Rıza Paşa harekete geçmiş ve İran'ın Huzistan eyaletine girmiştir. İran da
Osmanlı Devleti toprağı olan Süleymaniye bölgesi ile ilgilenmeye başlamış,
böylece iki ülke 1842 yılında savaşın eşiğine gelmişlerdir. Özellikle Rusya
ve İngiltere, İran üzerindeki emelleri dolayısıyla konuyla ilgilenmişler ve
hem olası bir savaşın önlenebilmesi hem de sınırın kesin olarak tespit
edilmesi için Osmanlı Hükûmeti’ne baskı yapmışlardır.26 Bu baskı
sonucunda, 15 Mayıs 1843 tarihinde Erzurum'da İngiliz ve Rus
temsilcilerinin de arabulucu olarak katılımıyla bir konferans toplanmıştır.
Konferansta Osmanlı heyetinin başkanlığını Nuri Efendi (Konferans
başlarında ani ölümüyle Enveri Efendi), İran heyetinin başkanlığını Mirza
Taki Han27, Rus heyeti başkanlığını Albay Dainese, İngiltere heyet
başkanlığını da Albay Williams da yapmışlardır. Ayrıca İngiliz heyetinde,
İlk Türkçe İngilizce sözlüğü hazırlamış olan Redhouse da tercüman olarak
bulunmuştur.28 Çok uzun bir döneme yayılan konferans görüşmeleri
sonucunda İngiliz ve Rus temsilciler bir anlaşma taslağı hazırlayarak
Osmanlı ve İran temsilcilerine dikte etmişlerdir.29 Taraflarla yapılan
müzakereler sonucunda 1 Haziran 1847’de (16 Cemaziyelâhir 1263)
Erzurum Anlaşması imzalanmış ve 25 Haziran’da Padişah Adülmecid
tarafından onaylanmıştır. İkinci, üçüncü ve sekizinci maddeleri sınırlarla
ilgili olan30 anlaşmanın üçüncü maddesi gereğince, dört ülkenin
25
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979, C.II, s.
77-78 ; Muahedat Mecmuası, C. III, s. 1-4.
26
Erim, a.g.m., s.18.
27
Emir-i Kebir lakaplı MirzaTaki Han, sınır komisyonu üyeliği sonrasında görevli
olarak gönderildiği Osmanlı Devleti’nde Tanzimat sonrası ıslahatları yerinde görmüştür.
İran’a dönüşünde Nasreddin Şah’ın tahta geçmesinde önemli rol oynamış ve 1848’de
sadrazamlığa getirilmiştir. 1851 yılında Nasreddin Şah tarafından sürgüne gönderilişine kadar
kaldığı bu görev sırasında, Osmanlı Devleti’nde görmüş olduğu ıslahatların benzerlerini
İran’da gerçekleştirmiştir.
28 İbrahim Aykun, Erzurum Konferansı (1843-1847) ve Osmanlı-İran Hudut
Anlaşması, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış doktora tezi),
Erzurum, 1995, s. 76-77. Eserde, konferans öncesi, konferans süreci ve yapılan sınır
anlaşmasıyla ilgili ayrıntılı bilgi vardır.
29
Aykun, a.g.e., ss. 228-238 Taslakta Osmanlı Devleti’nin kabullenmediği en önemli
madde, 6. maddedir. Bu maddeye göre Osmanlı Devleti, Muhammere kasabasının tamamını
ve Zohab sancağının da bir kısmını İranlılar’a bırakacaktı.
30
Muahedat Mecmuası, C. III, s. 5-7. Anlaşmanın 2. maddesinde, “Zohab Sancağının
cemi arazii basite yani canibi garbisi arazisinin Devleti Osmaniye'ye terkolunmasını İran
Devleti taahhüt eyler ve Devleti Osmaniye dahi Zohab Sancağının canibi Şarkî cemi arazii
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 229
229
temsilcilerinden oluşan bir sınır belirleme komisyonu (Tahdid-i Hudud
Komisyonu) oluşturulmuştur.
Başkanlığını Kimyager Derviş Paşa’nın yaptığı Osmanlı heyeti, 1848-
1852 yılları arasında Basra Körfezi, Basra, Bağdat, Şehrizor, Musul, Van ve
Bayezid çevrelerinde çalışmalarda bulunmuştur.31
Derviş Paşa, daha komisyon toplanmadan Kotur bölgesinde yapmış
olduğu faaliyetlerle Kotur’u Osmanlı yönetimine almıştır. 1850 yılı Ocak
ayında toplanabilen komisyon, çalışmalarına aralıklarla devam etmiş, 29
Mart 1852’de Derviş Paşa’ya İstanbul’dan gelen talimatın ardından Osmanlı
heyetinin çekilmesiyle komisyonun faaliyetleri son bulmuştur.32 İngiltere ve
Rusya’nın komisyon çalışmalarını tekrar başlatma çabaları, bir süre sonra
Kırım Savaşı’nın başlaması nedeniyle sonuçsuz kalacaktır.
1869’a gelindiğinde, Hariciye Nazırı Mehmed Emin Âli Paşa ile İran'ın
Babıâli nezdindeki elçisi Hüseyin Mehmed Han arasında 3 Ağustos’ta bir
cibaliyesinin Gerend deresiyle beraber İran Devletine terkini taahhüt eder ve Süleymaniye
şehir ve sancağı hakkında İran Devleti her bir gûna iddiadan sarfınazar edip sancağı
mezkûrda olan Devleti Osmaniye'nin hakkı temellüküne vakten minelevkat bir gûna dahl ve
taarruz etmiyeceğini kaviyyen taahhüt eyler ve Muhammere şehir ve benderi ve
Ceziretülhazer ve Lengergâh ve hem dahi sahili şarkî yani canibi yesar Şattülarab'ın İran'a
taallûkları maruf olan aşairin tasarrufunda bulunan arazisi mülkiyet üzere İran devletinin
tasarrufunda olmasını Devleti Osmaniye kaviyyen taahhüt eder ve bundan başka
Şattülarab'ın denize münsebb olduğu mahalden tarafeyn hududunun iltihakı mevziine kadar
nehr-i mezkurda İran sefinelerinin serbest-i tamam üzere amedü reft etmeğe hakları
olacaktır.” ve 3.maddesinde de “İşbu muahede-i hâzır ile tarafeyni müteahideyn arazi
hakkında sair iddialarını terketmiş olup madde-i sabıkaya tatbikan devleteyn beyninde kat'i
hudut etmek için iki canipten derakap memurlar ve mühendisler tâyinini taahhüt ederler.”
denilerek sınırlar belirlenirken; anlaşmanın 8. maddesinde de “Devleteyn-i aliyeteyn-i İslam
serhadde olan aşair ve kabailin garet ve sirkatlerini ref'ü def ve men etmek üzere tedabiri
lâzimenin ittihaz ve icrasını taahhüt ederler ve bu husus için münasip mahallerde asker ikame
edeceklerdir(...)” denilerek iki ülke arasındaki işbrliğinin kapıları açılıyordu.
31
Mehmed Hurşid Paşa, Seyâhatnâme-i Hudûd, Simurg Yay., İstanbul, 1997, s. 3.
Mektûb-i Hariciyye Kalemi’nde görevli olan Mehmed Hurşid Paşa, Derviş Paşa
başkanlığındaki söz konusu komisyonda bulunmuş, dört yıllık görev sırasında gezmiş olduğu
şehir ve kasabaların tarihi, coğrafyası ve etnografyası ile ilgili bilgileri içeren Seyahâtnâme-i
Hudûd adlı eseri yazmıştır. Eserin önemli özelliklerinden birisi de eserde, bölgede bulunan
1100’e yakın aşiretin isminin geçmiş olmasıdır. Eserin orijinali 1860 yılında ve sadece 150
adet basılmıştır. (Bu konuda bkz. Alâattin Eser, “Bir Hudûdun Anatomisi: Seyahatname-i
Hudûd”, Tarih ve Toplum, (Mart 1988), C:9, S:51, s.57-61). İran heyetinin başkanı Mirza
Cafer Han, İngiliz temsilcisi Williams ve Rus temsilcisi de Çirikov’dur.
32
Aykun,a.g.e., ss. 246-264.
230 EFDAL AS
230
anlaşma yapıldığı görülmektedir.33 Söz konusu anlaşmanın ilk maddesinde,
iki tarafça sınırın emniyet ve asayişine dikkat ve itina olunacağı
kaydedilmiştir.
İkinci maddede, iki ülke arasındaki sorunlu bölgelerin, dört devlet
komiserinin (1847’deki anlaşmadan bahsediliyor), o bölgede incelemelerde
bulundukları sıradaki hâliyle kalması kararlaştırılmıştır.
Üçüncü maddede, sorunlu bölgelerin, sorun halledilinceye kadar, hangi
ülkenin elindeyse yine o ülkede kalacağı; dördüncü maddede de kesin bir
anlaşmaya varılıncaya kadar bu gibi yerlerde yapı yapılmayacağı, yapılsa
bile sahiplenmeye bir delil oluşturmayacağı belirtilmiş, beşinci madde ile de
Kazlıgöl'deki harap yapıların onarımına -önceki maddeye bir istisna
oluşturmak üzere- izin verilmiştir.
Sınırda çıkabilecek anlaşmazlıkların öncelikle dostça halledilmeye
çalışılacağı, bunun gerçekleşmemesi durumunda durumun hükûmet
merkezlerine bildirileceği ve mahalli makamların, merkezlerden alacakları
talimatları bekleyecekleri hükmü, altıncı maddede yer almıştır.
Sözleşmenin yedinci maddesinde, alınan kararların sınırlar
kesinleşinceye kadar geçerli olduğu; anlaşmazlıkların, arazi hakkında iki
tarafça öne sürülmüş iddia, delil ve protestoların gücünü azaltmayacağı
beyan edilmiştir.34 Ayrıca anlaşmaya göre iki ülke arasında, Azerbaycan
eyaletinde, sınırları tam olarak belli olmayan bir “ara bölge” (Zone Mixte)
bırakılmıştır.35
1874 ve 1875 yıllarında iki ülke, sınır sorunlarını gidermek için yeniden
komisyonlar oluşturmuşlarsa da her iki komisyon da sonuç alınamadan
dağılmıştır.36
İran, gerek Osmanlı Devleti’nin, batı sınırlarındaki sorunlarla
uğraşmasından, gerekse 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan yararlanıp,
33
Muahedat Mecmuası, C. III, s. 14.
34
A.g.e., s.14.
35
Ragıp İlseven, Türk-İran Hudut İhtilafının Tarihçesi, Dışişleri Bakanlığı
Basımevi, Ankara, 1935, s.4-5 (İlseven, sonraları Derviş Paşa tarafından yapılan haritanın,
sözkonusu sözleşme üzerinden çizilmiş olduğunu belirtmektedir. İlseven, haritanın bir
suretinin, İran sınırındaki konsoloslarımıza gönderildiğini yazmakta ve eklemektedir: “Bu
haritaya göre, Kürdistan sıradağlarının şark sathı mâilesinden Rumiye gölüne kadar uzanan
ve Ardelan vilâyetinde Avraman Dağları’ndan çıkarak Savuç Bulak'ın şarkından Mükri ve
Şehrivan arazisinden geçen ve mezkûr göle dökülen Gagatu Nehri ağzına kadar giden arazi,
iki hükûmet arasında ihtilaflı olan mıntıka gibi görünmektedir.”)
36
Aykun, a.g.e., s. 268
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 231
231
sorunlu bölgenin bir kısmını ele geçirerek sınırı Anadolu tarafına doğru
ilerletmiştir.37
Savaş sonunda imzalanan Berlin Antlaşması gereğince, İran sınırını
belirlemekle görevli Rus ve İngiliz görevlilerden oluşan “muhtelit
komisyon”un almış olduğu karar doğrultusunda Kotur şehri ve arazisi İran’a
bırakılmıştır.
Berlin Antlaşması’nın imzalanmış olduğu 1878’den 1907’ye kadar
geçen süreçte, sınırda küçük çaplı çarpışmalar dışında önemli bir olay
meydana gelmemiştir. 1907’de İran'da meşrutiyetin ilanı ve sonrasında çıkan
karışıklıklar, bölgede yine bir hareketlenmenin yaşanmasına neden olmuş,
özellikle Kürt aşiretlerinin Türk köylerine yönelik saldırılarını önlemek
üzere Mehmet Fazıl Paşa ve İzzet Paşa komutasındaki birlikler bu bölgeye
gönderilmiştir. Bu birlikler, İran’ın önceden ele geçirmiş olduğu yerleri geri
almışlardır.38 Rusya’da 1908’de sınır tespiti için oluşturulan karma
komisyonun çalışmaları sonucunda, Türk orduları tarafından ele geçirilmiş
olan Savuç Bulak, Bana, Serdeşt, Sülduz, Uşna ve Lâheycan, Sine, Rumiye
ve çevresi ile Dol, Deşt, Branduz, Terguvar, Merguvar, Somay, Bradoşt ve
Selmas'a bağlı yerler Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştır.39
1911’e gelindiğinde İngiltere ile Rusya, Osmanlı Devleti’ne birer nota
vermişler ve 1908’de Osmanlı’ya bırakılmış olan yerlerin bir ay zarfında
tamamen tahliyesini ve daha sonra da Basra körfezinden Ağrı Dağı’na kadar
Türk - İran sınırının Rusya, İngiltere, Türkiye ve İran Hükümetleri
temsilcilerinden oluşan bir sınır komisyonunca kesin olarak tesbitini
istemişlerdir. Bu isteği karşılamak amacıyla Osmanlı Devleti ve İran
arasında yapılan görüşmeler sonucunda 1912’de Tahran’da bir protokol
imzalanmıştır.40 Protokole göre, aralarında İngiliz ve Rus temsilcilerin de
bulunduğu bir “Muhtelit Hudut Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır.
Aynı yıl içerisinde 18 toplantı yapan komisyon, sınır sorunları konusunda
herhangi bir çözüme ulaşamamıştır.41
Bu arada, Ağustos 1913’te Osmanlı Devleti istenilen bölgeyi boşaltmış;
17 Kasım 1913’te de ikinci isteği yerine getirerek İstanbul'da ilgili
devletlerin katılımıyla bir komisyon toplamıştır. Komisyonun çalışmaları
37
Erim, a.g.m., s.20-21
38
A.g.m., s. 21
39 İlseven, a.g.e., s. 8 (Osmanlı Devleti, Van valisi Tahir Paşa başkanlığında bir heyetle
komisyon çalışmalarına katılırken; İran Rumiye hakimi Muhteşemüssaltana ile temsil
edilmiştir.)
40
Barış Metin, Birinci Dünya Savaşı’nda İran Coğrafyasında Etnik, Dini ve Siyasi
Nüfuz Mücadeleleri, (yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, 2007, s. 14
41
A.g.e., s. 14
232 EFDAL AS
232
sonucunda, Sadrazam Sait Halim Paşa, Britanya büyükelçisi Mallet, İran
büyükelçisi Mirza Mahmut Han-ı Kaçar ve Rusya büyükelçisi Giers arasında
Türk-İran sınırının tahdidine dair bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole
göre 1848 statükosu üzerinden tesbiti kararlaştırılan sınırın, dört devletin
komiserlerinden oluşan “Tahdid-i Hudud Komisyonu” tarafından
mahallerinde tayin ve işaretlenmesi kabul edilmiştir.42
Ayrıca protokolde, komisyonun görevini yerine getirirken protokol
hükümlerine ve protokole ekli olan “Tahdid-i Hudut Komisyonu Dahili
Nizamnamesi”ne uygun hareket etmesi karara bağlanmıştır.43
Osmanlı Devleti komisyon komiserliğine Bnb. Aziz Bey,
yardımcılığına da Yzb. Abdülmecid Efendi atanmış, Harita Şubesi tarafından
Türk-İran sınırını belirleyen noktalar işaretlenip Matbaa-yı Âmire’de
çoğaltıldıktan sonra ilgili vilayetlere, kolordu kumandanlıklarına ve hudut
yakınlarındaki şehbenderliklere44 gönderilmişlerdir.45
Protokolün önemli kararlarından birisi de komisyon çalışmaları
sırasında güzergâh belirlenmesine dair olası Türk-İran anlaşmazlıklarında,
Rus ve İngiliz komiserlerinin hakemliğine başvurulacak olmasıdır. Böyle bir
durumda, Rus ve İngiliz hakemlerinin kararlarının Osmanlı ve İran
komiserlerince kabulünün zorunlu olacağı hükme bağlanmıştır.46
Protokolün uygulanması için karma komisyonun çalışmalarını Urmiye
bölgesinde sürdürdüğü sırada 1. Dünya Savaşı’nın başlaması, Osmanlı
Devleti’nin de savaşta Rusya’nın karşısında yer alması, Ruslar’ın
komisyonun Türk üyelerini esir almalarına ve komisyonun dağılmasına
neden olmuştur.47
Savaş sonunda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 11.
maddesi ile Osmanlı Devleti, savaş sırasında ilerleme gerçekleştirdiği İran’ın
kuzeybatısından çekilmek durumunda kalmıştır.48 Boşluktan yararlanan
42
Cevdet Küçük, “İran-Irak Hududunu Belirleyen 1913 Tarihli İstanbul Protokolü”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Doğumunun 100. Yılında Atatürk’e
Armağan), İstanbul, 1981, s. 249.
43
Küçük, a.g.m., s. 249-250
44
Konsolosluk.
45
Metin, a.g.e., s. 15
46
Bu konudaki en önemli anlaşmazlık, Sumar Ovası ve çevre suları nedeniyle çıkmıştır.
Gerek Osmanlı yöneticileri ve gerekse bölge sakinlerinin, İngiliz ve Rus komiserlerin İran
yanlısı olduklarına dair suçlamaları vardır. Sumar Ovası’na yönelik anlaşmazlığın ve diğer
anlaşmazlıkların ayrıntıları için bkz. Metin, a.g.e., 16-20
47
Erim, a.g.m., s.21
48 İlgili maddede, “Kuzeybatı İran’daki Türk birliklerinin gecikmeden savaş öncesi
sınırların arkasına çekilmesi için daha evvel verilen talimatın yerine getirilmesi” ifadesi
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 233
233
Şekak Aşireti reisi Simko’nun49, bölgedeki hakimiyeti, 25 Haziran 1922’de –
daha sonra Şah olacak- Rıza Han kuvvetleri tarafından yenilgiye
uğratılıncaya kadar devam etmiştir.
Millî Mücadele Dönemi
1. Dünya Savaşı sonrasında başlayan işgallere karşı Anadolu’da
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde bir ulusal kurtuluş hareketi başladığı
dönemde, komşu İran’da da önemli siyasal gelişmeler meydana gelmiştir.
Savaş sonunda, yabancı orduların çekilmesiyle oluşan iktidar boşluğunu
doldurmak isteyen çeşitli grupların mücadelesinin yanı sıra; Ekim
Devrimi’ni ülkenin tamamında olgunlaştırmak için Rusya’nın kısa bir süre
de olsa kendi kabuğuna çekilmesini fırsat bilen İngiltere, zayıf Tahran
yönetimine 9 Ağustos 1919’da bir anlaşma imzalatmıştır. İngilizler’in İran’ı
himaye altına almasını sağlayacak olan bu anlaşmanın tıpkı Sevr Antlaşması
gibi meclisten geçememiş olması, İngiltere’nin Ortadoğu’da diğer büyük
rakiplerine, özellikle de Rusya’ya karşı üstünlük kurmasını engellemiştir.
Diğer taraftan İngilizler’in; gerek Türkler gerekse İranlılar üzerinde
uygulamış olduğu baskılar, Tahran’daki milliyetçi hükûmetlerle Ankara
hükûmetini, İngilizler’e karşı anti-emperyalist ve tam-bağımsızlıkçı
söylemde birleştirmiştir.50 Fakat buna rağmen Millî Mücadele Dönemi’nde
vardır. Burada belirtilen talimat, 1911’de verilen ve 1913’te uygulamaya konulacakken savaş
nedeniyle gerçekleştirilemeyen talimattır. İran sınırıyla ilgili olarak, hukuken geçersiz olan
Sevr Antlaşması’nın 27. maddesinin 4. bendinde, Türk-İran sınırı “89. madde hükümleri saklı
kalmak koşuluyla halihazırda mevcut hudut” şeklinde belirtilmiştir ki sözkonusu 89. madde,
Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı ABD Başkanı’nın hakemliğine sunan maddedir.
49
Simko Ağa, Türk-İran sınır bölgesinde bulunan Şekak Aşireti’nin lideridir. 1. Dünya
Savaşı’nın sonlarına doğru Nasturiler’e karşı Osmanlı ordusu ile işbirliğine girmiş, özellikle
Mondros Mütarekesi’nden sonra bölgedeki asayişsizliği iyi değerlendirmiş, Türk
topraklarında bulunan Şemdinan bölgesinde yaşayan Şeyh Taha adlı bir Kürt aşiret reisiyle
ittifak yaparak kısa sürede önemli bir güç oluşturmuştur. 1919 başlarında başlatmış olduğu
isyan hareketi ile İran’ı uzun süre uğraştırmıştır. Bölgedeki İngiliz tehlikesine ve
Ermeni/Nasturi saldırılarına karşı Ankara ile işbirliği yapıp, bu sayede Türkiye tarafından
silah ve mühimmat yardımı almış olması, alınan bu yardımları Ankara’nın amaçları dışında
kullanarak İran’a karşı Şubat 1920’den itibaren bir dizi isyan hareketine girişmesi, üstelik
İngilizler’e dayanarak zaman zaman ikili oynaması; hem Ankara-Tahran ilişkilerini olumsuz
yönde etkilemiş hem de Ankara’nın Haziran 1922’den itibaren kendisinden desteğini
çekmesine neden olmuştur. Bu olumsuz hava, Ekim 1922’de Türk kuvvetlerinin Simko ile
çatışmaya girmesi ve Simko’nun Süleymaniye’ye çekilmesi ile sonuçlanmıştır.
50
Gökhan Çetinsaya, “Milli Mücadele'den Cumhuriyet'e Türk-İran İlişkileri 1919-
1925”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 48, Cilt: XVI, (Kasım 2000), s.1.
234 EFDAL AS
234
Ankara ve Tahran arasındaki ilişkiler, başta aşiret reisi Simko olmak üzere,
çeşitli nedenlerden dolayı çok dosça bir gelişme göstermemiştir.
İki ülke arasındaki ilişkilerin normal bir seyir izlememesinin bir başka
nedeni, Paris Barış Konferansı devam ederken İran hükümetinin Osmanlı
Devleti’nden toprak talep etmesidir. İran Dışişleri Bakanı, 26 Mart 1919’da
İngiliz Dışişleri Bakanına göndermiş olduğu yazıda, “İran sınırının
kuzeyinde, Aras ırmağından başlayarak, kuzeydoğuda Derbend’e kadar
uzanan ve sınırı Tiflis, Kars ve Erzurum’un yakınından geçerek Erivan ve
Elizabetpol’u da kapsayan bölge”yi İran’ın talep ettiğini belirtmiş ve bu
talebi iletmek üzere, Paris Barış Konferansı’na ülkesinin temsilci
göndermesini istemiştir.51 Bu başvuru, İngilizler tarafından ciddiye
alınmamıştır. İlişkilerdeki bir başka pürüz, İran’ın bu dönemde sürekli olarak
Türkler’in İran Azerbaycanı’na yönelik faaliyetlerde bulunduğuna dair
şüpheleridir.
Millî Mücadele’nin Yunanlılarla silahlı mücadele safhasının başladığı
1921 başlarında, Şubat 1921’de milliyetçi ve anti emperyalist bir subay olan
Rıza Han, bir hükûmet darbesi gerçekleştirmiş, önce ordu komutanlığına,
ardından Millî Savunma Bakanlığı’na ve son olarak da Başbakanlığa
getirilmiştir. Rıza Han, güçlü bir ordu oluşturarak, bir yandan İran
içerisindeki ayaklanmaları birer birer bastırıp merkezî devleti güçlendirirken,
diğer yandan da ülkenin İngiltere ya da Bolşevik Rusya’nın kontrolüne
girmemesi için mücadele etmiştir.52
Bu dönemde İran, mevcut sorunların çözümünü görüşmek üzere, 1922
Haziranı’nda Ankara hükûmeti nezdinde Mümtazüddevle adında bir elçi
göndermiştir. Bu elçi Ankara tarafından gayet olumlu karşılanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, elçinin gelişiyle ilgili olarak yapmış olduğu
açıklamada, “(...) Efendiler, İran Devleti Aliyesi, İran milleti muhteremesi
hakikaten şark muvazenei umumiyesinde fevkalade haizi ehemmiyet bir
kitledir. Şimdiye kadar Türkiye halkı ile İran halkı hakiki ve candan temasa
mazhar olamamıştı. Çünkü başlarında öyle adamlar bulunmuştur ki, onlar
buna mani idi. Fakat ben yakinen bilirim ki, İran milliyetpervaranı pek
mukaddes bir arzu için asırlarca uğraşmış, fevkalade kahraman bir millettir.
Eğer İraniler buna bütün mana ve şümulü ile muvaffak olamamışlarsa
bittabi kabahat kendilerinde, mesailerinde değildir. Bu arz ettiğim nokta pek
mühimdir. Şimdiye kadar Devleti Aliyei Osmaniye unvanı altındaki
imparatorluk ile Devleti Aliyei İran arasındaki münasebatın İranlıların ve
51
Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, TTK yay., Ankara, 1995,
s.42.
52
Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri 1926-1938”, Avrasya
Dosyası, 5/3, (Sonbahar 1999), s.148.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 235
235
Türkiye halkının ciddi temayüllerine mutabık tecelli edememiş olduğunu
itiraf etmek lazımdır. Fakat bugün İranlı kardeşlerimiz emin olabilirler ki
Türkiye’nin başında bulunanlar aynı adamlar değildir. Mümtazüddevle
Hazretlerinin temsil ettiği İran millet ve devleti, hakiki temas noktasını
bulmuştur. Bunun tecellisi pek feyizli olacaktır. Bu feyizden yalnız Türkiye ve
İran değil, bütün şark milletleri müstefiz olacaktır.” diyerek, bu ziyarete
vermiş olduğu önemi belirtmiştir.53
Oluşan bu olumlu ortam, 7 Ekim 1922’de, Muhittin Paşa (AKYÜZ)’nın
Ankara Hükümeti’nin Tahran büyükelçisi olarak atanması ve 30 Ağustos
zaferinin kazanılmasından sonra İran’ın zaferi tebrik etmek için bir heyet
göndermesi ile daha da pekişmiştir.54
Cumhuriyet Dönemi
Lozan Barış Antlaşması’nın kendisine yaratmış olduğu hukuki zemini
değerlendiren ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan ederek yeni devletin,
rejimin ve devlet başkanını adını koyan Türkiye, yeni rejimin İran’da da
benimsenmesi için büyük çaba harcamıştır. İran’da mevcut Türk kökenli
Kaçar Hanedanı’nın son üyesi Şah Ahmed’in Avrupa’da yaşamakta olması
ve Türkiye’de cumhuriyetin ilanından bir gün önce, 28 Ekim’de
başbakanlığa getirilen Rıza Han’ın cumhuriyet rejimine taraftar tutumu,
53 İran, İstanbul hükûmeti nezdindeki elçisini de bulundurmaya devam etmişse de bu
durumun Ankara Hükûmeti için bir sorun olarak görülmediği ve İstanbul’daki elçinin
muhatap alınmadığı, 14 Temmuz 1922’de, Azerbaycan büyükelçisi İbrahim Abilev
tarafından, İran elçisi Mümtazüddevle’ye verilen yemekte Mustafa Kemal Paşa’nın yapmış
olduğu konuşmadan anlaşılmaktadır. Bu konuşmasında Mustafa Kemal Paşa, “İran devlet-i
aliyesi İstanbul’da bir sefir bulundururken Ankara’ya da Mümtazüddevle hazretlerini memur
etmekle cihanda hasıl olan intibaha iştirakini göstermiş olmaktadır. Bizim için İran
hükümetinin sefir-i hakikisi Mümtazüddevle hazretleridir. Bu itibarla artık İstanbul’da
bulunan sefirin sıfat ve selahiyetinin keenlemyekun olduğuna şüphe etmemek lazımdır. (...)
İran’a gerek şimalden, gerek cenubdan artık ecnebi tesir ve nüfuzunun gelmemekte olduğunu
İran’ın muhterem mümessilinin ağzından işitmiş olmakla fevkalade bahtiyarım..” demiştir.
Hakimiyet-i Milliye, (9 Temmuz 1922).
54
Salar Nizam adlı bir İranlı subayın başkanlığını yaptığı heyet, 22 Ekim 1922’de
Ankara’ya gelip 2 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş ve beraberlerinde getirmiş
olduğu hediyeleri sunmuştur. Bkz. Zeki Saruhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV: Sakarya
Savaşı’ndan Lozan’ın Açılışına, TTK yay., Ankara, 1996, s.770 ve 821 (Saray, Muhittin
Paşa’nın atandığı tarih olarak 23 Şubat 1923’ü göstermiştir ki bu tarih, Muhittin Paşa’nın
göreve başladığı tarihtir. Bkz. Mehmet Saray, Türk – İran İlişkileri, AAM yayınları,
Ankara, 1999, s. 113).
236 EFDAL AS
236
Türkiye’nin bu çabalarını kolaylaştırıcı bir etken olarak görülmüştür.55
Türkiye’nin bu desteğinde iki temel sebep vardı. Birincisi, Türk devriminin
diğer İslam ülkelerine de model olabilmesi, diğeri ise Türkiye’nin İran’ı
yabancı devletlerin boyunduruğundan çıkmış, bağımsız bir ülke olarak
görme arzusuydu.56
Başlangıçta Rıza Han, cumhuriyetin ilanı konusunda gerek halkın,
gerek basının ve gerekse İran ulemasının desteğini almış görünüyordu. Bu
nedenle Şubat 1924’ten itibaren bu konuya yönelik girişimlerini
hızlandırmıştır. Fakat daha sonra ulemanın cumhuriyet karşıtı bir tavır
içerisine girmesi, hem halkı hem de İran meclisindeki milletvekillerini
etkilemiştir. Sonuçta Rıza Han, 1 Nisan 1924’te bir bildiri yayınlamış ve
cumhuriyetin ilanı fikrinden vazgeçtiğini açıklamıştır.57 Bu gelişmeden kısa
bir süre sonra, İran’ın Türkiye’deki büyükelçisini değiştirmesi, üstelik Eylül
1924’te Türkiye’ye varan yeni büyükelçi Tabatabai’nin bir din adamı oluşu,
halifelik kurumunu henüz kaldırmış olan Türkiye tarafından anlamlı
bulunmuş ve bu durum, Türkiye’nin İran ile daha yakın ilişkilere girmesinin
bir süre daha ertelenmesine neden olmuştur.
Ağustos 1925’te Memduh Şevket (ESENDAL) Bey, Tahran büyükelçisi
olarak atanmıştır. 7 Kasım ‘da göreve başlayacak olan yeni büyükelçi göreve
başlamadan kısa bir süre önce, 31 Ekim 1925’te İran Meclisi, Kaçar
hanedanlığını sonlandırmıştır. 12 Aralık’ta Rıza Han, “şah” ilan edilmiş ve
Türkiye, bir süre İran’daki siyasal gelişmeleri gözden geçirdikten sonra -
Memduh Şevket Bey’in de tavsiyesiyle- M.Kemal Paşa’nın 5 Ocak 1926
tarihindeki tebrik mektubu ile yeni rejimle ilişkileri başlatmıştır.58 Atılan bu
önemli adım, kısa sürede meyvelerini vermiş ve 22 Nisan 1926’da iki ülke
arasında bir dostluk ve güvenlik anlaşması imzalanmıştır.
1926 Anlaşması ve Sonrasındaki Gelişmeler
Osmanlı Devleti’nin sona ermesiyle birlikte mevcut tüm anlaşmaların
ortadan kalkmış olması, iki ülke arasındaki ilişkilerin yasal bir zemin üzerine
oturtulmasını gerekli kılmıştır. 1926’nın ilk günlerinde, yukarıda belirtilen
temaslarla başlayan sıcak ilişkiler, resmi bir anlaşma çabalarını beraberinde
getirmiştir. Tahran büyükelçisi Memduh Şevket Bey, Rıza Şah’ın güvendiği
55
Şimşir, Rıza Han’ın cumhuriyetin ilanına yönelik bu olumlu tutumunda, Mustafa
Kemal Paşa’nın Tahran büyükelçisi Muhittin Paşa kanalıyla yapmış olduğu tavsiyelerin etkili
olduğunu belirtmektedir. Bkz. Şimşir, Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1996,
s.86-87.
56
Çetinsaya, “Millî Mücadele’den....”, s. 10.
57
Bu konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Çetinsaya, a.g.m., s. 9-11
58
Şimşir, a.g.e., s. 89
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 237
237
bir isim olan ve aynı zamanda Saray Nazırlığı’nı da yürüten Timurtaş ile
birlikte, anlaşmaya giden yolda bir dizi gizli görüşmede bulunmuşlardır.
Görüşmenin gizli yürütülmesinin nedeni, Moskova ve Londra’ya
sızabileceği endişesidir.59
Zaman zaman kesilme tehlikesi yaşanan görüşmeler sonunda 22
Nisan’da Tahran’da “Türkiye Cumhuriyeti ve İran Devleti arasında Emniyet
ve Muhadenat Muahedenamesi” imzalanmıştır. Anlaşmanın ikinci maddesi,
tarafların herhangi birine bir askerî hareket meydana geldiğinde, diğerinin
tarafsız kalmasını öngörmüştür. Üçüncü madde taraflara birbirlerine karşı
herhangi bir siyasi ve mali ittifaka girmeme yükümlülüğü getirmiş, dördüncü
madde ise tafasızlık kavramını daha ayrıntılı hâle getirmiştir. Beşinci madde,
birbirlerine karşı düşmanca eyleme girişebilecek şahıs ya da grupların
ikametini iki ülkeye de men etmiştir.
Doğrudan sınır bölgesiyle ilgili olan altıncı madde, “Tarafeyni akideyn
hudut mıntıkaları ahalisinin huzur ve emniyetlerini temin edebilmek
maksadiyle hudut civar arazide bulunan aşiretlerin ihdas edegelmekte
oldukları iki memleketin asayişini muhilli efaü mücrimaneye ve tertibata
nihayet vermek için bilcümle tedabiri lâzimeyi ittihaz edeceklerdir. Bu
tedabir tarafeyn hükümetlerince ayrı ayrı veya lüzumuna kail olduktan
takdirde müştereken ittihaz olunacaktır.”60 şeklinde düzenlenmiştir.
Böylelikle, yıllardır süren sınır asayişsizliklerinin önleme konusunda ciddi
bir adım atılmıştır.
Anlaşma ile İran, Türkiye’nin İran Azerileri’ne yönelik sürdürdüğünü
düşündüğü propaganda faaliyetleri konusunda rahatlayabilecek; Türkiye de
sınırdaki aşiretlerin kendisine karşı gerçekleştirdiği ayaklanmaların
arkasında İran’ın olmadığından emin olabilecekti.
Fakat bu iyimser ortam fazla uzun sürmeyecek ve anlaşmanın
imzalanmasında kısa bir süre sonra başlayacak olan I. Ağrı Ayaklanması (16
Mayıs – 17 Haziran 1926)61 sonrası sınır bölgesinde Türkiye’nin başlatmış
59
Çetinsaya, “Atatürk Dönemi....”, s. 152
60
TBMMZC, Devre: 2, Cilt: 25, İctima: 3, 105. İnikat, (22.05.1926), S.sayısı: 198, s.
417.
61
1926 yılı Mayıs ayının ilk günlerinde Yusuf Taşo adlı çete reisinin İran sınırını geçip
Doğubeyazıt bölgesindeki köylerden hayvan çalarak Ağrı yaylalarına sığınması ve harekete
karşı devletin almış olduğu önlemler; Suriye’de faaliyet göstermeye başlayan ve bir KürtErmeni dayanışması denilebilecek “Hoybun” adlı örgütün olayı siyasallaştırıp, genel bir
ayaklanma başlatmasına neden olmuştur. Bu konuda bkz. Türkiye Cumhuriyeti’nde
Ayaklanmalar, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı yay., Ankara, 1972, s.168-173 ; ayrıca
bkz. Abdulhaluk Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1994, s.405-412
238 EFDAL AS
238
olduğu uçaklarla destekli kara harekâtı, İran tarafından çok da hoş
karşılanmayacaktır.
Sınırın her iki tarafındaki aşiretlerin gerçekleştirdikleri sınır tecavüzleri
ve eşkıyalık hareketlerini önlemek için 1927 yılı ortalarında itibaren
Türkiye’nin bazı sınır karakollarını ileri taşıması, İran’ın tepkisini çekecek
ve resmi olarak olmasa da basın yoluyla İran tarafından Türkiye’nin
suçlanmasına neden olacaktır. Türk tarafındaki silahlı çetelerin İran
topraklarına saldırmasına Türkiye’nin seyirci kalmasından başlayıp;
Türkiye’nin İran topraklarında emperyalist emelleri olduğu iddialarına kadar
uzanan bu suçlamalara yanıt, Türkiye kanadından da basın yoluyla
verilecektir.62
Tam da bu dönemde sınırdaki bazı aşiretler, 1927 Eylülü’nde tekrar
isyan başlatmışlardır. Bu isyan hareketini bastırmak üzere 13-20 Eylül
tarihleri arasında II. Ağrı Harekâtı başlatılmıştır. Harekât sırasında
isyancıların bir kısmı sınırı geçerek İran’a sığınmışlardır. Bu durum, İran’ın
aşiretler politikasının, önceki olayda olduğu gibi sadece basın tarafından
değil, Türk Hükûmeti tarafından da tasvip edilmemesine neden olmuştur.
İlişkilerin gerilmesi üzerine Memduh Şevket Bey’in Ankara’ya
çağırıldığı görülmektedir. Bu çağrılış resmi olarak “nazik ikili ilişkiler
hakkında kendisine danışılmak üzere” şeklinde açıklanırken, basında bu
çağrının büyükelçi çekme şeklinde gerçekleştiğine dair yorumlar
bulunmaktadır.63
Memduh Şevket Bey, Ankara’ya gelmeden önce Tahran’ın İngiliz
elçisiyle bir görüşme yapmış, bu görüşmede Türk makamlarının aşiretleri
silahsızlandırmak için elinden geleni yaptığını, fakat eşkıyanın İran
tarafından her zaman silah satın alabildiğini belirterek İranlı yetkilileri bu
62 Özellikle Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi, bu dönemde köşesinde İran’da
çıkan yarı resmi İran ile Cent’te yer alan Türkiye aleyhtarı yazılardan alıntılar yaparak
bunlara yanıt vermektedir. Nadi özellikle gazetelerdeki suçlamaların o dönemdeki sınır
sorunlarını aşıp, yıllar öncesindeki sorunları da içine alacak şekilde genişletilmesini ; diğer
taraftan bu gibi gazetelerin Türklerin yaptıkları her yeniliğin (örneğin 1907’de İran’da
Meşrutiyet ilanından hemen sonra 1908’de Osmanlı Devleti’nde ilanı gibi) İran’dan kopya
çekilmiş gibi gösterilmesini eleştirmektedir. Ona göre bu iki komşu ülkenin dostluğunu
bozmak isteyen bir düşman vardır ve bu düşman da İngiltere’dir. Örnek olarak, bkz. Yunus
Nadi, “Komşumuz İran”, Cumhuriyet, (10 Ağustos 1927)
63
Cumhuriyet, 27 Eylül 1927.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 239
239
konuda suçlamıştır.64 Özetle Ankara, İran’ın 1926 anlaşmasına uygun olarak,
sınırda daha aktif bir politika izlemesini istemektedir.
Durumun nezaketini anlayan İran, ilişkilerin düzeltilmesi için Harbiye
Nazırı olan ve o sırada İsviçre’de İran’ın Milletler Cemiyeti temsilcisi olarak
bulunan Furugi’ye, 1927 Sonbaharı’nda Türkiye’ye gitmesi ve sorunu
görüşerek ilişkileri düzeltmesi talimatını vermiştir.65
Furugi’nin Türkiye gelişinden önce iki ülke ilişkilerini olumsuz
etkileyecek bir olay daha yaşanmıştır. Bayezid Hadisesi olarak adlandırılan
bu olayda, İran sınırından gelen silahlı çeteler, Doğubeyazıt yakınlarında
Türk birliğini pusuya düşürüp subay ve erlerden bir kısmını esir alıp
kaçmışlardır. Türkiye İran’a 10 gün süreli bir nota vermiş ve İran’ı, gerekli
önlemlerin almaması durumunda ilişkilerin kesilmesiyle tehdit etmiştir.
Vermiş olduğu yanıtta söz konusu grupların kendileriyle ilgilerinin
bulunmadığını, bu grupların İran Kürtleri’nden dahi olmadıklarını belirten
İran, sınırda da önlemler almaya başlamış, esir subay ve askerlerin serbest
bırakılması için de çaba harcamıştır. Bu çabalar sonuç verince ilişkiler
normalleşmiş ve İran aleyhinde basında çıkan haberler, yerini daha olumlu
yaklaşımlara bırakmıştır.
Bu arada yukarıda belirtilen talimatı aldıktan kısa bir süre sonra
Türkiye’ye gelen ve uzun bir süre İstanbul ve Ankara’da temaslarda bulunan
Furugi’ye Türk tarafının görüş ve istekleri net olarak iletilmiştir. Buna göre
Türkiye, görüşmelerde 1913 protokolünü (Sait Halim Paşa’nın imzalamış
olduğu protokol) temel almak istememektedir. Çünkü bu protokol Osmanlı
Devleti’nin zayıf olduğu bir dönemde neredeyse Rusya ve İngiltere
tarafından dikte ettirilmiş bir protokoldür. Dahası, artık Osmanlı Devleti
tarihe karışmıştır.
Türkiye’nin diğer isteği, isyancı grupların İran sınırını kolayca geçip
İran içlerine kaçamamaları için İran’ın tedbir almasıdır. Furugi ise
Türkiye’nin isyancıları takip nedeniyle İran sınırlarını geçmesinden,
hükûmetinin duymuş olduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. 1913 Protokolünü
kabul etmeyen Türkiye’yi; 1913 sonrasında mevcut sınırları bazı noktalarda
ihlal etmekle, hatta I. Dünya Savaşı’nda dile getirdiği Azerbaycan
topraklarıyla ilgili isteklerini de belli ölçüde tekrarlayıp irredantizm66
64
Çetinsaya, “Atatürk Dönemi....”, s. 156. Ayrıca Memduh Şevket Bey, 1913
protokolünün Osmanlı Hükûmeti tarafından hiçbir zaman onaylanmadığını bu yüzden sınır
meselesi çözümünün fazla zor olmayacağını belirtmektedir.
65
A.g.m., s.156.
66
Dil, gelenek, görenek ve çeşitli kültür değerleri bakımından bir birlik gösterdiği hâlde
ana yurt dışında kalmış halkın yaşadığı toprakları ana yurt sınırları içine almak düşüncesi,
kurtarımcılık.
240 EFDAL AS
240
yapmakla suçlayan Furugi, görüşmelerde gelinen son noktayı Tahran’a
bildirmiş ve 45 günlük Ankara ziyaretini tamamlayıp İstanbul’da
hükûmetinin yanıtını beklemeye başlamıştır.67 Furugi, Nisan 1928’de tekrar
Ankara’ya gelip Haziran sonuna kadar sınırla ilgili olarak görüşmelerde
bulunduysa da, özellikle 1913 Protokolü konusu, görüşmelerin tıkanmasına
neden olmuştur.
Ankara’daki bu olumsuzluklara karşın, Tahran’da büyükelçi Memduh
Şevket Bey’in diğer konularda İranlı yetkililerle yapmış olduğu temaslar
olumlu sonuçlanmış ve 15 Haziran 1928’de, 1926’da yapılan anlaşmaya ek
bir protokol eklenmiştir.
Tahran büyükelçisi Memduh Şevket Bey, Moskova büyükelçisi
Mehmet Tevfik Bey ve İran Dışişleri Bakanı Pakrevan arasında yapılan
protokole göre, taraflardan birinin bir ya da birkaç devlet tarafından saldırıya
uğraması durumunda, diğer taraf duruma çare bulmak için gereken çabayı
gösterecek; ekonomik alanda sıkı bir işbirliği sağlanacak ve transit geçiş ve
ulaşım olanaklarının artırılması konusunda her iki tarafça uzmanlar
atanacaktır.68 Bu protokolle Türkiye, İran’ı sınırda daha aktif bir politika
izleme konusunda, 1926 anlaşmasına göre daha fazla yükümlülük altına
sokabilmiştir.
Sınır konusu ise hâlâ çözümlenmeye muhtaç olarak ortada durmaktadır.
Kesilen görüşmelere Furugi’nin Şubat 1929 ortalarında Ankara’ya gelişiyle
tekrar başlanmıştır. Türkiye’nin, 1913 Protokolünü kesinlikle kabul
etmeyeceğini ve I. Dünya Savaşı sırasında sınırlarına katmış olduğu
bölgelerden çekilmeyeceğini bir kez daha kesin bir dille bildirmesi üzerine
Furugi, hükûmetine danışmak için İran’a gitmiş, Nisan başlarında dönmüş ve
nihayet uzlaşmaya varılabilmiştir.69
Sorun, bir an önce çözülmesi için karşılıklı nota verilmesi şekliyle
çözümlenmiştir. Sorunun bu şekilde çözümlenmesinde, daha önce iki ülke
arasında yapılan anlaşma ve protokollerin uzun süre onay aşamasında
beklemesi önemli bir etkendir. Notalarda üç nokta üzerinde özellikle
durulmuştur. Bu noktalar, Bulakbaşı, Kotur ve Siro-Sarteks’dir.
Notalara göre, 1929 yaz aylarında kurulacak bir karma komisyon,
yukarıda adı geçen bölgelere gidip sınır incelemelerinde bulunacak ve
sınırları belirleyip işaretleri yerleştireceklerdir. Komisyon, diğer bölgelerde
kaybolmuş işaretler varsa, bu yerlerdeki sınır belirleyici işaretleri
yenileyeceklerdir.70 Ayrıca yılda en az iki kez toplanacak bir sınır
67
A.g.m., s.158.
68
Soysal, a.g.e., s. 279-80.
69
Çetinsaya, a.g.m., s. 160-161.
70
A.g.m., s. 162.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 241
241
komisyonu kurulacak ve bu komisyon iki tarafın sınır otoriteleriyle sürekli
ilişki içerisinde olacaktır.71
Nisan 1929’daki bu gelişmeyle beraber, sınırda aşiretlerden
kaynaklanan hareketlilik devam etmektedir. Bu arada Türkiye, bir yasa
çıkararak bölgede toprak reformu yapacağını açıklamış ve bu işi takip için de
Umumi Müfettiş olarak İbrahim Tali (ÖNGÖREN) Bey’i
görevlendirmiştir.72 Fakat bu reform da isyancıların hareketlerinden
vazgeçmelerini sağlayamayınca, yeniden askerî önlemler alma yoluna
gidilmiştir.
Bakanlar Kurulu, 28 Aralık 1929’da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve 1’inci Umumi Müfettiş İbrahim
Tali Bey’in de hazır bulundukları bir toplantıda, 1930 yılı Haziran ayının son
haftasında ve hasat mevsiminden önce, 9’uncu Kolordu Komutanlığı
yönetiminde, Ağrı’da bir tenkil harekâtı yapılmasını kararlaştırmış ve kararı
ilgili makamlara bildirmiştir.73 Fakat daha sonra harekâtı yapmakla görevli
9’uncu Kolordu Komutanlığı’nın yapmış olduğu arazi etüdü sonucu, planın
Eylül ayına bırakılması teklifi kabul edilmiştir.74 Bu kararda,
Genelkurmay’ın da olası bir ayaklanmanın ilkbaharda olamayacağını tahmin
etmesi de önemli bir etkendir.75
Bölgedeki hareketlilik Haziran ayına gelindiğinde artmaya başlamıştır.
Haziran başlarında isyancıların harekete geçmesi üzerine, Mart ayında
9’uncu Kolordu Komutanlığı’na getirilen Salih Paşa (OMURTAK)
komutasındaki Türk birlikleri, 9-10 Haziran’da isyancıları çember içerisine
71
Nitekim kurulan sınır komisyonunun, çeşitli aşiret reisleriyle görüşmeler yaptığı,
bölgeden Ankara’ya yollanan bilgilerden de anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde Halekanlı
aşiretinden Halit ve Tozu Ağalar’ın komisyon üyeleriyle beş altı saat görüştükleri rapor
edilmektedir. Bkz. BCA, Tarih:03/09/1929, Dosya:9236, Fon Kodu:30..10.0.0, Yer No:
112.753..14. (Ağrı Dağı eşkıyası hakkında Bayezit vilayetinden alınan şifre.)
72
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması (1919-1925), Tekin Yayınları, Ankara,
1995. s.238
73
Genekurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992, s. 92-
93
74
A.g.e., s.112 ( 9’uncu Kolordu Komutanlığının, 3 Mayıs 1930’da yapmış olduğu
teklifi uygun bulmuş ve kendi görüşünü de eklemek suretiyle 6 Mayıs’da Başbakanlığa arz
etmiştir. Teklif, Bakanlar Kurulunun 8 Mayıs’daki toplantısında kabul edilerek ilgili
bakanlıklara ve 9’uncu Kolordu Komutanlığı’na bildirilmiştir.)
75
Genelkurmay Başkanlığı’nın bu konudaki görüşleri şöyledir: “(...) İlkbahar ekim
mevsimi olduğuna ve ayaklanması muhtemel havali halkının idhar edilmiş iaşe maddelerine
ihtiyacı olacağına göre, sonbaharda veya bizi daha fazla güçlüğe uğratmak için kışın vukua
gelmesi daha çok muhtemeldir ve geçen senelerin tecrübeleri de bu görüşü teyid edecek
niteliktedir (...)” A.g.e., s. 109
242 EFDAL AS
242
almışlar ve savaş uçakları da kullanılarak isyancıların sığınaklarını tahrip
etmişlerdir. Bu sıkışık durum karşısında isyancılar, önce İran topraklarına
kaçmışlar, ardından da İran’da yaşayan Belikanlı ve Halikanlı aşiretlerinin
yardımıyla yeniden Türk sınırına doğru saldırıya geçmişlerdir.76
Saldırıya İranlı aşiretlerin vermiş olduğu katkı, hem Türk Hükûmeti
hem de Türk basını tarafından eleştirilmiş ve İran açıkça suçlanmıştır.
Büyükelçi Memduh Şevket Bey aracılığıyla Temmuz başında İran’a verilen
notada, bu gibi hareketlerin iki ülke ilişkilerini bozabileceği vurgulanarak,
“İran’ın isyancılara müzaheretten vazgeçmesi ve İran topraklarına iltica
eden çeteleri tenkil etmesi” istenmiştir.77 İran’ın maslahatgüzarı Mehmet
Sait Han, Cumhuriyet Gazetesi’ne bir açıklama yaparak, “Biz Türkiye’nin
dahili asayişini ihlal edecek bu kabil hareketleri müdafaa ve teşvik etmeyiz.
Bilakis kınarız.”78 demiştir.
Bir süre sonra yarı resmi yayın organı “İran” aracılığıyla bir açıklama
yapan İran Hükûmeti, Türkiye’nin iddia ettiği gibi asilerin İran’da
silahlanarak saldırıyı gerçekleştirdikleri tezinin doğru olmadığını, olaylar
üzerine sınırı kapattıklarını açıklamış ve güvenliği üst düzeye çıkarmak için
sınır memurlarının birlikte çalışmalarını teklif etmiştir.79
Bu açıklamayı çok da tatminkar bulmayan Türkiye, İran’ın notaya
yanıtını geciktirmesi ve sınırdaki durumda değişiklik olmaması üzerine aynı
ay içerisinde ikinci notayı vermiştir. Daha öncekine göre daha ılımlı bir
üslup içerisinde yazılan notada bu kez İran’a iki seçenek önerilmiştir.
Önerilen ilk seçenek, sınır hattının değiştirilerek Ağrı Dağı’nın tamamının
Türkiye’ye verilmesi, ikinci seçenek ise Türk birliklerine İran topraklarında
sıcak takip hakkı tanınmasıdır.80
İran, yanıt içeren notasını 9 Ağustos’ta vermiştir. Buna göre İran, Türk
birliklerine sıcak takip hakkı vermeyi reddetmiş, her iki ülkenin de sınırda
birbirinden bağımsız ama işbirliğine dayanan operasyonlar yapmasını
önermiştir.81 Türkiye bu yanıta hemen tepki göstermemiş, İran’ın politikasını
izlemeye almıştır. İran Şahı’nın emriyle, İran’a sığınmış isyancılar ile onlara
yardımcı olanlara karşı operasyonlar başlatılması üzerine, ılımlı bir politika
izlenmeye başlanmıştır.
76
Saray, a.g.e., s. 115.
77
Milliyet, 6 Temmuz 1930.
78
Cumhuriyet, 7 Temmuz 1930.
79
Vakit, 23 Temmuz 1930.
80
British Documents on Foreign Affairs : report and papers from the foreign Office
Confidental Prints, Part II: Persia, vol. X, doc.13, (06.08.1930)’dan akt; ÇETİNSAYA,
a.g.m., s.163
81
Milliyet, 10 Ağustos 1930.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 243
243
Bu arada büyükelçi konusunda da bir kan değişikliğine gidilmiş,
Memduh Şevket Bey merkeze alınırken, o sırada Sofya büyükelçiliği
görevini yürüten ve Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşı olan Hüsrev
(GEREDE) Bey 16 Temmuz’da Türkiye’ye çağrılmış, devlet erkânı ile
yapmış olduğu birebir görüşmelerde almış olduğu talimatlarla 25 Ağustos’ta
Türkiye’den ayrılmıştır.82
Bu arada 7-14 Eylül tarihleri arasında Türkiye, Ağrı bölgesinde “tenkil
harekatı” gerçekleştirerek, III.Ağrı İsyanı’nı kesin olarak bastırmış, ileri
harekâtla Aybey bölgesi de dahil olmak üzere bazı arazi parçalarında
kontrolü sağlamıştır.
Hüsrev Bey, 15 Eylül’de Şah’a itimatnamesini sunmuş ve Şah ile ilk
görüşmesini yapmıştır. Bu görüşme sırasında Hüsrev Bey, maddi nedenler
nedeniyle İran topraklarından isyancılara yardım yapanlara meydan
verilmemesi gerektiğini belirterek olaylarda Rusya ve İngiltere’nin de
parmağı olabileceğine dikkat çekmiş, olayları ortak bir askerî harekât ile
önleme teklifi yapmıştır.83 Bu teklife net bir yanıt vermeyen Şah, Türk
basınında ülkesi ve şahsına ait yer alan haber ve karikatürlerden yakınmıştır.
Ankara Hükûmeti, 25 Eylül 1930 tarihinde Türk-İran sınırı konusunda
Bakanlar Kurulu’nun belirlediği düzenlemeyi, talimat olarak Hüsrev Bey’e
bildirmiştir. Hüsrev Bey, talimatı aldıktan sonra Ankara’ya, daha önce
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile Ankara’da yapmış olduğu görüşmede,
Fevzi Paşa’nın sınırla ilgili olarak bazı hususlara dikkat çektiğini bildirip, bu
82
Hüsrev Bey, Mustafa Kemal Paşa ile yapmış olduğu görüşmede Gazi’nin kendisine
“Hüsrev, pasaportun cebinde... Fakat dönmeni değil, orada kalmanı ve hudut meselesinin
halli ile sulh ve dostluk siyasetimizde muvaffak olmanı isterim.” dediğini belirtmektedir.
İsmet Paşa’nın direktifleri ise daha serttir: “ Hüsrev senin durumun tıpkı Osmanlı
İmparatorluğu’nun inhitat devirlerinde filolarını Çanakkle Boğazı’na dayayarak sefaret
tercümanlarını Babılai’ye gönderip sadrazama arzularını dikte ettiren devletlerin sefirlerine
benzemektedir. Bir farkla ki, devletimiz yurt içinde asayişin ihlaline ve hudutlarında bir
Makedonya teşekkülüne mani olmak meşru hak ve azmiyle seni göndermektedir. Binaenaleyh
sen İran Hükûmetiyle, seferber olmuş bir ordumuz arkanda, harekete hazır bir halde
konuşacaksın. Bu ciddi vaziyetin icabına göre davranmaklığın lazımdır.” Bkz. Hüsrev
GEREDE, Siyasi Hatıralarım I – İran, Vakit Basımevi, İstanbul 1952, s. 17 ve 20.
Görüldüğü gibi Cumurbaşkanı İran konusunda ılımlı bir tutum izlerken, Başbakan sertlik
yanlısıdır. Aslında büyükelçi değişikliğinde bu görüş ayrılığının da etkisi vardır. Çetinsaya’ya
göre Memduh Şevket Bey, “İran yanlısı” suçlamasıyla merkeze alınmıştır ve bu suçlamada
İran politikasında “şahinler” grubunu oluşturan Başbakan ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
(ARAS) Bey’in etkisi büyüktür. Diğer taraftan Saray Nazırı Timurtaş da Memduh Şevket
Bey’in görevden alınmasına Türk Genelkurmayı’nın neden olduğu düşüncesindedir. (Bkz.
Çetinsaya, a.g.m., s.163 ve 165)
83
Gerede, a.g.e., s. 69
244 EFDAL AS
244
hususların da bu talimata eklenip eklenmeyeceği konusunu Ankara’ya
danışmıştır. Fakat Hüsrev Bey’in deyimiyle “(...) göndermiş oldukları
talimatta postalarımızın işgal eyledikleri yerlere mukabil İranlılar’a
verilecek tavizat hakkında birbirini tutmayan, zıt iki karar olduğu için
(...)”“84 bu konuda acele bir adım atmaktan kaçınmıştır.
Karşılıklı verilen notalarla süreç uzamış, konu bir türlü çözüme
kavuşamamıştır. Bunun üzerine, müzakerelerin Ankara-Tahran arasında ve
dışişleri düzeyinde değil, bizzat kendisi tarafından yürütülmesi konusunda
Hüsrev Bey’in Ankara’ya iletmiş olduğu teklif, Ankara tarafından kabul
edilmiş ve sınır görüşmeleri Mayıs 1931’den itibaren Tahran’dan
yürütülmeye başlanmıştır. Bu durum, çözüm sürecini hızlandırmış, Hüsrev
Bey yaz boyunca Askeri Ataşe Kurmay Binbaşı Neşet (KİPER) Bey ile
birlikte, Furugi başkanlığındaki İran heyetiyle yapmış olduğu görüşmelerde
bir hayli ilerleme katetmiştir.85
Ağrı çevresindeki “tenkil harekâtı” sırasında ele geçen Aybey bölgesi
de dahil olmak üzere Ağrı Dağı’nın tamamını isteyen Türkiye, karşılığında
İran’a iki ayrı toprak parçası vermeyi teklif etmiştir. Aybey konusunda
Türkiye’nin kararlı olduğunu gören ve bunu kabul etme noktasına gelen İran
tarafındaki temel sorun ise Türkiye’nin istediği toprakların stratejik öneme
sahip oluşudur. İran gerekirse konunun çözümünde Cemiyet-i Akvam’ın
hakemlik yapmasını istemektedir.
Hüsrev Bey, hem görüşmelerde sağlanan gelişmeleri aktarmak hem de
son talimatı almak üzere Ekim ayı içerisinde Türkiye’ye gelmiştir. Devlet
erkânı ile yapmış olduğu görüşmeler bitmek üzere iken Tahran’daki
maslahatgüzar Tahir Numan Bey’den, “İran’ın bir tepe üzerinde ısrar eden
bir olumsuz bir nota verdiği ve bu yüzden görüşmelerin tıkanabileceği”ne
dair bir yazı alması üzerine Hüsrev Bey, durumu bildirmek üzere
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etmiştir. Ziyaret sırasında
kaydedilen ilerlemeleri ve son tatsız gelişmeyi anlatan Hüsrev Bey,
kendisiyle beraber Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in de İran’a
gelmesinin uygun olacağını söylemiş, teklifi Mustafa Kemal Paşa tarafından
olumlu karşılanmıştır.86
Cumhurbaşkanının talimatıyla İran’ın son notasına, 17 Aralık’ta
Tevfik Rüştü Bey imzalı bir notayla yanıt verilmiştir. Bu notada, Cemiyet-i
84
A.g.e., s. 195-196 Hüsrev Bey bu görüşmede Fevzi Paşa’nın; İranlılar’a taviz olarak
Şemdinan – Gevar hattının doğusunda İran’a doğru uzanan topraklarda ya da başka birkaç
yerde Türkiye’nin alacağına karşılık aynı miktarda arazi verilebileceğini söylediğini
yazmaktadır.
85
A.g.e., s. 198-199
86
A.g.e., s. 201
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 245
245
Akvam’a üye olmayan Türkiye’nin böyle bir hakemlik başvurusu
yapamayacağı, İran’ın olası bir başvurusunun ise “şikayet mahiyetinde”
addedileceği, üstelik İran ile mevcut anlaşmalarda buna ait bir karar
olmadığı, iki tarafın iyi niyetlerini gösteren mübadele kararından (karşılıklı
verilecek topraklar kastediliyor) feragat için de ortada bir neden olmadığı
belirtilmiş, Dışişleri Bakanı’nın Tahran’a gelme isteği iletilmiştir.87
İstek İran tarafından uygun görülmüş ve Tevfik Rüştü Bey, 9 Ocak
1932’de, aralarında İş Bankası Genel Müdürü Mahmut Celal (BAYAR)
Bey’in de bulunduğu bir heyetle Türkiye’den ayrılmıştır. 17 Ocak’ta
Tahran’a varan heyette, Mahmut Celal Bey'in de bulunması, ziyaretin sınır
anlaşması dışında, başta ticari konular olmak üzere genel anlamda Türk-İran
ilişkilerini masaya yatırma amaçlı olduğu izlenimini uyandırmıştır.
Tevfik Rüştü Bey başkanlığındaki Türk heyeti ile Furugi Han
başkanlığındaki İran heyetinin yapmış olduğu görüşmeler, İran heyetinin bir
nokta üzerindeki ısrarı dışında olumlu geçmiştir. İran heyeti, ileride Türkiye
ile herhangi bir ihtilâfta bu yerin Türkiye için önemli bir savunma noktası
oluşturacağından çekinmişlerdir. Tevfik Rüştü Bey, bu noktayla ilgili olarak
Şah’ın hakemliğini Türk Hükûmeti adına kabul ettiğini bildirince, Şah’a
konuyu iletmek üzere bir subay görevlendirilmiş, Şah da şu yanıtı vermiştir:
“Meseleyi bu noktadan düşünmeyiniz, Türkiye ile İran, hiç bir vakit
müsellâh bir ihtilâfa gitmeyecektir.”88
Böylece son pürüz de Şah’ın devreye girmesiyle Türkiye lehine
çözümlenmiş ve 23 Ocak 1932’de Türk-İran sınır anlaşması imzalanmıştır.
Buna göre Ağrı Dağı’nın tamamı Türkiye’ye geçecek, Van civarındaki
Kotur arazisi İran’a bırakılacaktır. Yapılan anlaşma, 18 Haziran’da
TBMM’nin onayına sunulmuştur.
Sınırla ilgili olarak yapılan bu anlaşma meclisin onayına sunulurken,
gerekçesi şöyle açıklanmıştır: “Bu itilâfname komşu devletle aramızda
yegâne muallâk mesele olarak kalan hudut işini kati şekilde
halleylemektedir. Şimdiye kadar Türkiye - İran hududunda bazı mıntakalar
münaziünfih olmak dolayısıyla sükûnet ve asayişin tamamen takriri kabil
olamıyordu. Bundan maada son senelerde tahaddüs eden şakavet hâdiseleri,
87
Konunun ayrıntıları için bkz. a.g.e., s. 202-205
88
TBMMZC, Devre: 4, Cilt: 9, İctima: 1, 65. İnikat, (18.06.1932), s. 163. (Tevfik
Rüştü Bey’in 23 Ocak 1932 anlaşmasıyla ilgili olarak mecliste yapmış olduğı konuşma)
Çetinsaya ‘ya göre Şah’ın yanıtı şu şekildedir: “Beni anlamıyorsunuz. Önemli olan şu ya da
bu tepe değil, Türkiye ile olan problemlerimizin bir an önce ve ilelebed çözümlenmesidir. İki
ülke arasında geçmişten gelen ve daima düşmanlarımızın işine yarayan uyuşmazlıklar son
bulmalı ve Türkiye ile İran arasında karşılıklı çıkarlarımıza dayalı samimi bir dostluk
kurulmalı. Eğer biz birleşir ve ittifak edersek kimseden korkmam.” Çetinsaya, a.g.m., s. 167
246 EFDAL AS
246
Ağrı Dağı mıntıkasında bazı arazinin bize verilmesi ve buna mukabil İran’a
arzî tevziatta bulunulması sureti ile hududun tashihini icap ettirmekte
olduğundan bu meselenin halli İran Hükûmetine teklif edilmiştir. Talebimiz
hüsnü telâkki edilerek Tahranda müzakerata başlanmış ve neticede bu gün
[30 Nisan] Meclisi Âlinin huzuruna arzedilen bu itilâfnamenin aktine
muvaffakiyet hâsıl olmuştur.
İtilâfname mucibince, Büyük erkânıharbiyemizce hududumuz dahilinde
bulunması arzu edilen arazi bize verilmekte, buna mukabil İran’a bir kısım
arazi terkedilmektedir. Her veçhile menafiimize muvafık olan ve komşu İran
devleti ile hars ve İktisat vadisinde de teşriki mesai suretiyle
münasebatımızın daha ziyade takviyesine hizmet edecek olan bu itilâfname
ile Türkiye ve İran hudut muhafaza karakollarının Borolan Gölü membaları
sularıyla mezkûr gölün muhitinde kâin çayırlardan ve Salep, Kozlu ve Yukarı
Yarımkaya membaları sularından müştereken istifade edeceklerine dair
olarak tarafeyn arasında teati edilen ve itilâfnamenin cüzü mütemmimini
teşkil eden mektup ahkâmının bir an evvel tasdiki Türkiye Büyük Millet
Meclisinin yüksek reyine muallâktır.”89
Anlaşmayla ilgili olarak mecliste yapılan görüşmelerde söz alan
Kocaeli milletvekili Sırrı Bey, Berlin Anlaşması ile İran Hükûmetine Kotur
ve civarının verildiğini hatırlatmış, iki ülke arasında yıllardır süregelen
sorunun çözüme ulaşmasından duyduğu mutluluğu dile getirmiş, fakat
milletvekilleri olarak sınırın ne dereceye kadar Türkiye’nin emellerine
uygun olduğunun anlaşılması için kendilerine bir kroki verilmesi
gerektiğininin altını çizerek bunun yapılmadığını, her şeye rağmen bu
konuda Genelkurmay’a güvendiklerini belirtmiştir.90
İki ülke arasında belirlenen yeni sınırlar, anlaşmanın ilk maddesinde
ayrıntılı olarak belirtilmiştir.91 İkinci maddeye göre, ilk maddeyle belirlenen
89
TBMMZC, Devre: 4, Cilt: 9, İctima: 1, 65. İnikat, (18.06.1932), S.sayısı: 198, s. 1
90
Gös. yer, s. 163-164
91
Gös. yer, s.4-6. Madde şöyledir: “Türkiye ile İran arasındaki hudut Aras Nehri ile
Karasu Irmağı’nın telâki noktasında İran arazisinde kâin 1 numaralı hudut taşından başlar.
Badehu Karasu Irmağı’nın talveg hattını Borolan gölüne kadar takip eder. Oradan Karasu
membalarının 100 metre cenubu şarkisindeki tepeye kadar bir hattı müstakim halinde gider;
mezkûr tepenin şark ve şimal cihetlerinden geçerek tepeyi İran’a bırakır. Müteakiben hat
şimali garbiye doğru daha ziyade meylederek Karasu membalarının hemen üzerindeki
Borolan kayalıklarına vâsıl olur. Hudut hattı 2 numaralı taştan sonra 3 numaralı taş ile
Küçük Ağrı istikametinde 4, 5, 6, 7 ve 8 numaralı taşlardan geçerek Borolan Gölü’nün en
şimalî sahiline hattı müstakim üzere 16.600 metre ve Küçük Ağrı dağının en yüksek noktasına
6.400 metre mesafede kâin bulunan 9 numaralı taşa kadar bir hattı müstakim takip eder.
Badehu Bilidjan - Şeyhbabo yolunu 1700 metrelik bir mesafenin sonuna kadar mütevaziyen
takip eder ve bu noktadan ilerleyerek Todjik Tepe’nin 100 metre, cenubu şarkisine vâsıl olur
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 247
247
ve mezkûr tepeyi Türkiye’ye bırakır. Müteakiben hat cenubu garbiye doğru meylederek Todjik
köyünün 150 metre şarkından geçer ve bu köyü Türkiye’ye bırakır ve ayni istikamette devam
ederek Şeyhbabo’nun 3000 metre şarkında kâin Top mevkiinin 100 metre garbinden geçerek
Top’u İran’a bırakır. Oradan hat Şeyhbabo’nun 2500 metre cenubu şarkisinde kâin tepeye
doğru teveccüh eder. Mezkûr tepenin zirvesinden geçerek Hasanağa köyünün 1300 metre
şarkında bulunan tepeye kadar cenubu garbiye doğru gider, ve bu sonuncu tepenin
zirvesinden geçer; badehu hat Hasanağa köyünün 800 metre cenubunda kâin tepeye kadar
garbe teveccüh eder ve bu tepenin zirvesinden geçer. Oradan 500 metre cenubu garbide kâin
tepenin zirvesinden geçerek cenuba doğru 1500 metre sırtı iner ve Salepin cenubu şarkisinde
2000 metrede kâin bir noktaya kadar gider, sonra 1948 rakımlı tepenin 800 ve 1000 metre
şimalinde bulunan başlıca iki irtifaın arasındaki boyundan geçer.
Badehu hat, hattı balâdan 1948 rakımlı tepeye kadar giderek üzerinden geçer; oradan
hat Aybey Dağları tepelerinin taksimi miyah hattını cenuba doğru Yarım Kaya - Guijo yolu
dirseğinin 700 metre şimali garbisinde bulunan mezkûr dağların cenup tepesine kadar takip
eder. Mevzubahis dirsek bu yolun üzerinde Yarım Kayanın 3500 metre şimali şarkisinde ve
Guijonun 6300 metre cenubu garbisinde kâindir. Oradan, hat yukarı Yarım Kayanın 200
metre şimalinde bulunan dört yol ağzına kadar Yarım Kaya - Guijo yolunun 200 metre
garbinden bu yola muvazi olarak devam eder ve mezkûr dört yol ağzını İrana bırakır. Oradan
hat Yarım - Kaya - Bulakbaşı yolunun üzerinde Yarım Kayanın 600 metre garbinde kâin bir
noktaya kadar garbe doğru iner; badehu bataklık sahilinin en şimali noktasına kadar cenuba
doğru inerek bu noktadan hat bataklığın ortasına teveccüh eder ve Tchoukour - Rech 'in 500
metre şimalindeki cenup sahiline kadar bataklığın ortasını takip eder. Oradan hat garbe
doğru döner ve 1668 rakımlı tepenin zirvesine vâsıl olur. Tchoukour - Reche ve Cheytan Abad
İran’a, Guirberan ise Türkiye’ye kalır.
İran köyü olan Cheytan Abad ile Türk köyü olan Guirberan arasında kâin bu noktadan
itibaren hudut Bazirgan garbinde Guirberan tepesinin sırtını çıkar ve Gurdji Boulak, Nazik,
Kara Koymaz Türk köyleri ile Bazirgan, Kedjot, Bach Kend, Marokeumou Iran köyleri
arasında taksimi meyah hattını takip eder, badehu Marokeumou ve Tawla ( Türk ) arasındaki
boyunu geçer ve Kasorlüo, Chekh Asker harabelerini İran’a terkederek Hocadağı
kayalıklarına vâsıl olur. Kanlı Baba'nın Zindo- Dachy ve Akdağ zirvelerinden geçer. Djevzar
köyünü İrana bırakarak ve Akdağ ve Kalender zirvelerinden geçerek Nifto, Salmanabad ve
Pir Ahmet İran köyleri tarlaları ile Deuchourma Türk köyünün tarlalarını birbirinden
ayırdıktan sonra Bayazıt ve Avadjik arasında daima taksimi meyah hattını takip ederek
Khezine Guedoka vâsıl olur. Khezine Guedok'tan hudut, Kızılkaya köyünü Türkiye’ye,
Sıvmagül Köyü ile Korugül Gölü’nü İran’a bırakarak Karagüney tepesinden geçer, Eğriçay
Irmağını Akdağ'dan kateder, Nado Köyü’nü İran’a, Eğriçay Köyü’nü de Türkiye’ye bırakır,
Kızılziyaret Tepeleri’ne vâsıl olur ve Akdağ Hangedik boyunlarından, Sarıçimen
Dağları’ndan, Domanlı’nın garp zirvesinden, Karaburga boyunundan geçer; Şeyh Selo
köylerini İran arazisinde bırakarak Navur Tepesini aşarak, Yekmala köyünü İran arazisinde
bırakarak Riçkandan, Davra ve Akhurik, arasındaki tepelerden Guevra Begzadan, Gueveri
Makhine ve Hıdırbaba’dan geçer.
248 EFDAL AS
248
Hıdırbaba’dan itibaren hudut hattı Dasena Gölünün 2000 metre şarkından geçerek
cenup istikametinde 8000 rakımlı tepeye kadar taksimi miyah hattını takip eder; 1000 metre
daha tepeler üzerinden ayni istikamette devam eder, badehu cenubu şarkiye meyleder ve bu
yeni istikamette 600 metrede tepeleri takip eder; bundan sonra 500 metre mesafede kâin bir
tepenin zirvesine kadar yeniden cenuba döner, 250 metre şimali şarkî istikametinde kâin
Mümtet Tepeyi İran’a terkeder. Oradan 500 metre cenubu şarkide kâin yüksekliğin zirvesine
kadar hattı balâyı takip eder, badehu Heratlısu ile Kotur Çay’ın birleştikleri noktaya kadar
cenubu garbiye doğru iner. Sonra hat bu mevkie 800 metre mesafede kâin zirveye kadar
cenuba doğru yamacı çıkar ve oradan daima cenup istikametinde Kani - Reche vadisine iner,
bu vadinin talveg hattını 700 metre garbe doğru, sonra 500 metrede cenuba doğru takip eder;
badehu doğrudan doğruya cenupta kâin Molla Memed Dağı’na doğru yükselen uzun sırtı
çıkar, Molla Memed Dağı’nı ikiye ayırır, Molla Memed Dağı’na 250 metre mesafede ve
hududun 250 metre şarkındaki irtifaı İran’a bırakır.
Molla Memed Dağı’ndan itibaren hat 800 metre bir mesafe üzerinde Kiçla’nın 200
metre şarkında yol üzerinde kâin bir noktaya kadar sırtı takip eder ve Kiçla’yı Türkiye’ye
bırakır. Sonra hudut yolun dirseğinin 1750 metre cenubunda kâin tepeye kadar cenubu
şarkiye doğru taksimi miyah hattını takip eder. Bu noktadan hat, tepeler üzerinden oraya
2200 metre mesafede derenin içinden geçen yolun üzerinde kâin noktaya kadar cenuba doğru
iner; bu noktadan 300 metrelik bir mesafe üzerinde cenuba doğru yamacı çıkar, cenubu
garbiye doğru sırta vâsıl olur ve buraya 500 metre mesafede kâin bir tepeye kadar gider.
Badehu oradan 900 metre mesafede Tarsava, Tehelik, Achaga yolunun dereyi geçtiği noktaya
kadar tepeler istikametini takiben cenuba doğru iner, bu derenin talveg hattını 500 metre
imtidadınca garbe doğru takip eder, sonra sırtlardan geçerek buraya 1700 metre mesafede
kâin 8200 rakımlı tepeye kadar çıkar. Badehu hat Kuç Dağı’na kadar cenubu şarkiye doğru
tepeleri takip eder, Kuç Dağı’ndan itibaren Kach Koul boynunu geçerek Sourawou dağına
kadar hattı balâyı takip eder. Sourawou dağlarından, hudut mütemadiyen taksimi miyah
hattını takiben Barouch - Khoran dan geçer ( Barouch Khoran köyünü Iran arazisinde bırakır
) Haravil dağını, Khana Sour boynunu, Belâko yu, Sarı Tehitchek i, ( Kalık köyünü Iran
arazisinde bırakarak ) Kepper i, Sorian i, Berhebine dağını, Sultani boynunu, Barazivan
dağını, Perikhan i, Keifarouk u, Maidan ve Kotoul Dagh i takip eder.
Hudut hattı Kotoul dağının 2869 rakımlı tepesinden hareketle cenubu şarkiye doğru
hattı balâyi takiben Bajirge’nin 1600 metre şarkında Baradost ırmağının üzerinde kâin bir
noktaya kadar gider, 1890 rakımlı irtifaın cenuba doğru devamını teşkil eden sırtı İran’a
terkeder (binaenaleyh hattı hudut dereden geçer). Oradan hat cenubu şarkiye doğru gider ve
CXLVIII ve CXLVII numaralı hudut taşlarının bulunduğu tepeden geçerek şarkı cenubiye
doğru döner ve tepeye 450 metre mesafede bulunan Ekmalouk ırmağına kadar gider. Badehu
2300 rakımlı tepenin 800 metre garbinde kâin irtifaa kadar Ekmalouk deresi boyunca
yükselir. Oradan 2530 rakamlı tepeye kadar hattı batıya takip eder. Badehu Alosan’ın 1500
metre garbinde kâin bir noktaya kadar, 2500 metre imtidadınca cenubu garbiye doğru hattı
balâyı takip eder. Alosan İran’a kalır. Oradan hat takriben 2500 metre mesafede bulunan
sırtın dirseğine kadar cenup istikametinde bu sırtı takip eder. Badehu Alader Dağı’na kadar
daima sırtları takip ederek şarka doğru döner. Sonra, Paqui'den gelen dere ile Berdereche
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 249
249
sınır hattını arazi üzerinde belirlemek için bir “tahdit komisyonu”
oluşturulacaktır. Bu komisyon, ikisi Türkiye Hükümeti, ikisi de İran
Hükûmeti tarafından atanacak dört üyeden oluşacaktır. Komisyon, 1932
Haziran ayı içesinde toplanacak, yapılacak harcamalar, Türkiye ile İran
arasında bölüşülecektir.
Yine aynı maddeye göre taraflar, komisyonun görevini yerine
getirebilmesi için gereken şeyleri karşılamak için komisyona yardım
edeceklerini; komisyon tarafından vazolunacak nirengi noktalarını, hudut
işaretlerini, kazıkları ve sınır taşlarını koruyacaklarını taahhüt ediyorlardı.
Hudut taşları birinden diğeri görülebilecek surette vazedilecek ve üzerlerine
numara konulacaktır.
Üçüncü maddede ise itilâfnamenin onaylanması sonrasında süratle
Ankara’da teati edileceği karara bağlanmıştır. Bu arada ikinci madde
uyarınca çalışmalarına başlayan sınır tespit komisyonu, çalışmalarını 1934’te
tamamlamıştır.92
Fakat 1936’ya gelindiğinde, 1932 Anlaşması’nın Mazbişo, Paki ve Eli
bölgelerine yönelik hükümlerinin, hattın çiziminde kullanılan haritaya
uymadığı görülmüş ve bu konuda Bakanlar Kurulu kararıyla,
Genelkurmay’ın görüşleri doğrultusunda bir sınır düzenlemesi yapılması için
30 Nisan’da Tahran Büyükelçiliğine yetki verilmiştir93. Bu yetkiye
dayanarak harekete geçen Tahran Büyükelçisi Enis Akaygen’in İranlı
Çay'ın birleştikleri noktanın 2400 metre şimalinde bulunan zirveye .kadar cenubu şarkiye
doğru sırtları iner. Oradan hat, yukarıda zikrolunan birleşme noktasına kadar cenuba doğru
iner.
Sonra Berdereche Çay’ın talveg hattını bu çayın Garachine Dağı'nın 1000 metre
garbinden inen dere ile birleştiği noktaya kadar takip eder. Hat cenuba doğru 1600 metre
imtidadınca bu derenin talveg hattını takip eder; sonra Garachine Dağı'nın garp zirvesine
kadar cenubu şarkiye doğru giden sırtı çıkar. Eli ve Paqui mevkileri Türkiye’ye, Maz Bicho
mevkii İrana kalır.
Garachine Dağ’dan itibaren hudut Kouna Hoter, Zinwi Taboutan, Helane, Col
Kelechineden geçer ve Delamper dağının zirvesine çıkarak Türkiye - Irak hududundaki 99
numaralı hudut taşına vâsıl olur. 1 numaralı hudut taşından Irak hududundaki 99 numaralı
taşa kadar hudut hattını doğru bir tarzda çizilmesi ve tafsilâtı için, Yüksek Akitlerin
murahhasları tarafından tasdik ve mütehassısları tarafından imza olunan ve bu itilâf nameye
merbut bulunan (1 : 84000 ve 1 : 50000 mikyasında) XVIII - XIX - XX - XXI - XXII - XXII a -
XXIII - XXIV ve XXV numaralı 9 adet harita ile bir adet (calque) a müracaat edilecektir.
(Mevki isimlerinin imlâsı yukarıda zikrolunan haritalar ve « calque » daki isimlerin imlâsına
mutabık olacaktır.)
92
Çetinsaya, a.g.m., s.168
93
BCA, Tarih:30/04/1936, Dosya:4530, Fon Kodu:30..18.01.02, Yer No: 64.36..15.
(İranlılar’la huduttaki Mazbişo mıntıkasından doğan ihtilaf hakkında.)
250 EFDAL AS
250
yetkililerle yaptığı bir dizi görüşme sonuç vermiş ve 27 Mayıs 1937’de İran
Hariciye Veziri İnayetullah Samiy ile Türk büyükelçisi Enis Akaygen
arasında 1932 Anlaşması’nı düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştır94. Söz
konusu anlaşma, 17 Haziran 1938’de Meclis’te onaylanmıştır.95
Sonuç
16.yy. da Osmanlı Devleti ile Safeviler arasında başlayıp, yaklaşık dört
yüz yıllık bir süreç izleyerek cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan sınır
anlaşmazlıkları, 23 Ocak 1932’de imzalanan Türk-İran Sınır Anlaşması ile
çözüme ulaştırılmıştır. Sınır konusunun çözümü, iki ülke arasında diğer
konularda da işbirliği kapılarını ardına kadar aralamıştır.
Nitekim söz konusu anlaşmayı, 5 Kasım 1932’de imzalanan iki ayrı
anlaşma, “Türkiye-İran Dostluk Anlaşması” ve “Güvenlik, Tarafsızlık ve
Ekonomik İşbirliği Anlaşması” izlemiştir. Rıza Şah’ın Haziran 1934’te
Türkiye’ye yapmış olduğu yaklaşık 1 aylık gezi ise ilişkileri oldukça
güçlendirmiştir. Rıza Şah’ın ilk ve tek yurt dışı ziyaretinin Türkiye’ye
yapılmış olan bu ziyaret olması, Rıza Şah’ın hem Atatürk’ten hem de
çağdaşlığa ulaşmaya çalışan Türkiye’den ne kadar etkilendiğini de
göstermektedir. Bu ziyaret, bölgesel barışa katkıda bulunan Sadabad
Paktı’na giden yolu da açmış, saldırmazlık esasına dayanan bu pakt ile her
iki ülke de Ortadoğu’ya egemen olmaya çalışan güçlere karşı bir güçbirliği
içerisine girerek, bölgede siyasi istikrarı korumaya yönelik önemli bir adım
atmışlardır.
94
1937 yılı içerisinde iki ülke arasındaki ilişkilerde yoğunluğun arttığı ve bir dizi
anlaşmanın yapıldığı görülmektedir. Bunlar arasında, “İkamet Mukavelenamesi”,“Hava-i
Seyrüsefer Mukavelenamesi”, “Müzaheret-i Adliye Mukavelenamesi”, “Telefon ve Telgraf
Anlaşması”, “Suçluların İadesi Mukavelenamesi” ve “Baytari Mukavelename” sayılabilir. Bu
anlaşmaların maddeleri için bkz. TBMMZC, Devre:5, Cilt:19, İctima:2, 72.İnikat,
(07.06.1937), s.107-138.
95
TBMMZC, Devre:5, Cilt:22, İctima:3, 29.İnikat, (17.01.1938), s.148 Buna göre,
1932 Anlaşması’nın 1. maddesinin 8. fıkrası değiştirilmiştir. Önceki anlaşmada ilgili fıkrada
“(...) Eli ve Paki Türkiye’ye, Mazbişo mahalli İran’a kalır.” denilirken, yapılan değişiklikle
fıkra, “(...) Eli ve Paki Türkiye’ye ve Mazbişo mevkiinin Paki’den gelen ırmağın şarkında
kalan kısmı İran’a kalır.” şekline dönüştürülmüştür.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 251
251
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
BCA, Tarih:03/09/1929, Dosya:9236, Fon Kodu:30..10.0.0, Yer No:
112.753..14. (Ağrı Dağı eşkıyası hakkında Bayezit vilayetinden alınan şifre.)
BCA, Tarih:30/04/1936, Dosya:4530, Fon Kodu:30..18.01.02, Yer No:
64.36..15. (İranlılar’la huduttaki Mazbişo mıntıkasından doğan ihtilaf hakkında.)
Resmi ve Süreli Yayınlar
TBMM Zabıt Ceridesi
Milliyet
Cumhuriyet
Vakit
Hakimiyet-i Milliye
İnceleme Yapıtlar (Kitaplar ve Makaleler)
Abbaslı, Mirza, “Safevilerin Kökenine Dair”, Belleten, C:XL, (Nisan 1976),
S:158’den ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1976, s. 299-300.
Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, İstanbul, 1312/1894, C.II.
Aykun, İbrahim, Erzurum Konferansı (1843-1847) ve Osmanlı-İran Hudut
Anlaşması, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış
doktora tezi), Erzurum, 1995.
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Matbaa-i Osmaniye, İstanbul, 1309/1892, C.II
Çay, Abdulhaluk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1994.
Çetinsaya, Gökhan, “Milli Mücadele'den Cumhuriyet'e Türk-İran İlişkileri 1919-
1925”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 48, Cilt: XVI, (Kasım
2000), s. 769-796.
“Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri 1926-1938”, Avrasya Dosyası, 5/3,
(Sonbahar 1999), s.148-175.
Efendizade, Oktay, Safevi Devleti’nin Kuruluşunda Azeri Türklerinin Rolüne
Dair, XI.Türk Tarih Kongresi’nden ayrıbasım, TTK Yayınevi, Ankara, 1994,
s. 813-820.
Erim, Nihat, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğu ve Doğu Sınırları”, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Yıl:1952, C.9, S.1-2, s.1-26.
252 EFDAL AS
252
Eser, Alâattin, “Bir Hudûdun Anatomisi: Seyahatname-i Hudûd”, Tarih ve
Toplum, (Mart 1988), C:9, S:51, s.57-61 Genekurmay Belgelerinde Kürt
İsyanları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992.
Gerede, Hüsrev, Siyasi Hatıralarım I – İran, Vakit Basımevi, İstanbul 1952.
Hammer, Joseph V., Osmanlı Tarihi, C.II, II.Baskı, İstanbul, 2005.
HİNZ Walter, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir
Devlet Haline Yükselişi, TTK Yay. Ankara, 1992.
Hoca Saadettin, Tacü’t Tevarih, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınevi, Ankara, 1979,
C.II
İlseven Ragıp, Türk-İran Hudut İhtilafının Tarihçesi, Dışişleri Bakanlığı
Basımevi, Ankara, 1935.
Kevserani Vecih , Osmanlı ve Safevilerde Din – Devlet İlişkisi, Denge Yay.,
İstanbul 1992.
Koloğlu Orhan, “Osmanlı’nın İran İlişkileri”, Popüler Tarih, S.57, (Mayıs 2005)
s.71-73.
Küçük Cevdet, “İran-Irak Hududunu Belirleyen 1913 Tarihli İstanbul Protokolü”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Doğumunun 100. Yılında
Atatürk’e Armağan), İstanbul, 1981, s.243-268.
Mehmed Hurşid Paşa, Seyâhatnâme-i Hudûd, Simurg Yay., İstanbul, 1997
Mustafa Nuri Paşa, Netayic Ül-Vukuat – Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı
Tarihi, TTK yay., Çev: Neşet ÇAĞATAY, Ankara, 1992.
Metin Barış, Birinci Dünya Savaşı’nda İran Coğrafyasında Etnik, Dini ve Siyasi
Nüfuz Mücadeleleri, (Yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, 2007.
Muahedat Mecmuası, TTK yay., Ankara, 2008, C.II-III.
Mumcu Uğur, Kürt-İslam Ayaklanması (1919-1925), Tekin Yayınları, Ankara,
1995.
Nadi Yunus, “Komşumuz İran”, Cumhuriyet, ( 10 Ağustos 1920).
Ocak Ahmet Yaşar, “Osmanlı Kaynaklarında ve ModernTürk Tarihçiliğinde
Osmanlı-Safevî Münasebetleri (XVI-XVII. Yüzyıllar)”, Belleten, C:LXVI,
(Ağustos 2002), S:246’dan ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 2003, s.503-
516
Saruhan Zeki, Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV: Sakarya Savaşı’ndan Lozan’ın
Açılışına, TTK yay., Ankara, 1996.
Sonyel Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, TTK yay., Ankara, 1995.
TÜRK-İRAN SINIR SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ 253
253
Sümer Faruk, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkleri’nin
Rolü, TTK Basımevi, Ankara, 1992.
Şimşir Bilal, Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1996.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, Gnkur.Harp Tarihi Başkanlığı
yay.,Ank., 1972.
Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, TTK yay., Ankara, 1983, C.II-III

Konular