TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ’NİN İLK METİN ŞERHİ DENEMESİ: “ŞEYH SA’DÎ’NİN BİR SERGÜZEŞTİ”

ÖZET
Daha çok Edebiyat Lügatı ve Mesnevî Şerhi ile tanınan, yaklaşık olarak
elli yıl şiirle uğraşan, aruz ve hece ile 10000 beyit civarında şiir
söyleyen Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun) (1877-1951) üç ayrı Türkçe
divanı, bir de Farsça divançesi vardır. Bizzat kendisinin 68 sayı
çıkardığı Mahfil dergisi ile Sebîlürreşâd, Sırâtımüstakîm, Beyânülhak
ve İslâm Yolu gibi dergilerde edebî, tarihî ve tasavvufî içerikli birçok
şiir ve yazısı yayınlanmıştır. Öğretmenliğin yanı sıra basın hayatı ile de
ilgilenmiştir. Telif ve tercüme birçok eser yazan Tâhirü’l-Mevlevî’nin
burada çeviriyazısı sunulan eseri, Şeyh Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti adlı
eseri, Sa‘dî’nin (ö. 691-4/1291-4) Bostan adlı eserinde yer alan bir
hikâyenin, şair tarafından yapılan şerhini içermektedir.
ANAHTAR KELİMELER
Tâhirü’l-Mevlevî, Sa’dî, Türk Edebiyatı, Fars Edebiyatı, şiir, metin
şerhi.
TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ’’S FIRST COMMENTARY ATTEMT:
(A STORY OF SHAYKH SA’Dİ)
ABSTRACT
Tâhirü'l-Mevlevi (Tahir Olgun) (1877-1951) who is known with his
works Edebiyat Lügatı and Mesnevî Şerhi also dealt on poetry and had
and three Turkish and one Persian divans that all of them contains more
than 10.000 couplets. Many historical and mystic poems and articles by
him also published in the the magazines like Mahfil (which is issued by
himself) Sırâtımüstakîm, Beyânülhak and İslam Yolu. He dealt with the
press, as well as teaching life. Tâhirü'l-Mevlevî's work that Şeyh
Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti (Shaykh Sa’di’s A Story) is presented here
consists commentary of a story from Sa’di’s (d. 691-4/1291-4) work
Bostan.
KEYWORDS
Tâhirü'l-Mevlevi, Sa’di, Turkish Literature, Persian Literature,
verse, poetry, commentary of texts.
ŞEYH SA’DÎ’NİN BİR SERGÜZEŞTİ
Hindistan’daki Sûmenât mabedi ile oradaki putperestlerin ahvâline dâir
ma’lûmâtı hâvîdir.

1 Araş.Gör., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü.
esracakar_87@hotmail.com
48 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
در شااااعر سااااه کاااا پيمبرا ناااا هاار چناا کااه )ال باا ی بعاا ی(
اوصاااا و قصاااي و غاااي را فردوسای و ا ااوری و سااع ی2
kıt’asıyla kudret-i şâirâneleri itiraf olunan vahy-âverân-ı Acem’den Şeyh
Sa’dî’nin, nâm-ı hakîmânesi Şark ve Garb’ın ma’rûfu bulunup bir asırdan
ziyade ömür sürdükten sonra 691 Şevval’inin bir Cuma günü Şiraz’da âlem-i
bekâya intikal eyleyen o muazzam cihan şairi ve o büyük ahlâk mualliminin
Gülistân-ı her dem-tâzesi gibi Bostan namında da bir eser-i mu’teberi vardır
ki yakın zamanlara kadar -âsâr-ı sâiresi misilli- hikem-cûyân-ı Osmanî’ye
tedris edilirdi.
Hazret-i Sa’dî, bu ravza-i irfânı 655 tarihinde3 ve iki bayram arasında tarh
ve tesis eylediğini:
بااااااااه روز همااااااااايون و سااااااااا باااااااه تااااااااري فااااااا رخ زياااااااان دو عيااااااا ِ سااااااااعي
کاااه پااار ُدر شااا ايااان ازبُااا ردار گااان ز ششصااااا فااااايون باااااود پنجاااااا و پااااان
4
beyitleri ile haber veriyor.
Adl, ihsan, aşk, tevazu, rıza, kanaat, terbiye, şükür, tövbe, münacata
dair on bab üzerine müretteb olan Bostan’ın sekizinci babında Cenâb-ı
Şeyh’in bir ser-güzeşt-i garîbi mündericdir.
Bu ser-güzeştin garip olmakla beraber Sumenât5 mabedi hakkında
izahatı hâvî bulunmasından bazı kelimâtının şerhiyle mealen tercümesini
münasip gördük.
Tâhirü’l-Mevlevî

2 “Her ne kadar Hz. Muhammed ‘Benden sonra peygamber gelmeyecektir‘ buyurmuşsa da şiir
sanatında üç kişi peygamberdir: Evsafta Firdevsî, kasidede Enverî, gazelde Sa’dî.” Mevlânâ
Abdurrahmân Câmî, Bahâristan, haz. İsmâîl-i Hakîmî, Tahran, İntişârât-ı Ittılâât, 1374 hş., s. 105.
3 Gülistan’da:
در آن زاااا ت کااااه زااااا را وقاااات خااااو بااااود ز هجااااارت ششصااااا و پنجاااااا و شاااااش بااااااود
زاااااااااراِد زاااااااااا صااااااااايحت باااااااااود و گ ااااااااات حوالاااااااااات بااااااااااا خاااااااااا ا کااااااااااردي و رفتااااااااااي
“Hoşça vakit geçirdiğimiz ve bu kitabı yazdığımız zamanlar, hicretin 656. yılı idi. Muradımız
öğüt vermekti, söyledik ve söylediklerimizi Allah’a havale edip gittik.” beyitlerinin
mevcudiyetinden anlaşıldığına göre Bostan, Gülistan’dan bir sene evvel telif edilmiştir.
Sa’di-yi Şirâzî, Ebu Abdullah Muslihuddin: Gülistân-ı Sa’dî, haz. Gulâmhuseyn-i Yûsufî,
Tahran, Şirket-i Sihâmi-yi İntişârât-ı Hârezmî, 1373 hş., s. 57.
4 Sa’di-yi Şirâzî, Bostan-ı Sa’dî-“Sa’dînâme”, haz. Gulâmhuseyn-i Yûsûfî, İntişârât-ı Hârezmî,
Çâp-ı Dovvom, Tahran, 1363 hş., s. 37, be. 113-114.
5 Sûmenât: Hindistan’ın Gucerât sahilinde eski bir şehir idi ki derununda gayet cesîm u
fevkalâde müzeyyen bir puthane vardı. Sultan Mahmud-ı Gaznevî, Sûmenât’ı fethedince
puthane dahilindeki altın ve gümüşü iğtinam eyleyerek tezyinatından çoğunu payitahtı
bulunan Gazne’ye getirmiş. Burhân-ı Kâtı’ın beyanına göre puthanedeki sanem-i a’zamı da
kırdırdıktan sonra darüssaltanasındaki camiin kapısına eşik yaptırmış. Sultan Mahmud’un
vefatını müteakip Sûmenât puthanesi yeniden kesb-i imrân eylemiş olmalı ki Şeyh Sadi
orada fildişinden masnu’ bir put görmüş. Çünkü Sultan Mahmud 421 tarihinde vefat
etmiştir. (Müellifin notu)
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 49
Hikâyet-i Sefer-i Hindistan ve Dalâlet-i But-perestân
بتاااای دياااا م ز عااااا در سااااوزنات زرصااااا چاااااو در جاهليااااات زناااااات
6 کاااه صاااورت بنااا د از آن خوبتااا ر چنااااان صااااورتش بسااااته تاااا مثالگر
Meali:
“Sumenât’ta, fildişinden oyulmuş ve zamân-ı
câhiliyetteki Menât gibi tezyin yahut yere nasb
olunmuş bir put gördüm ki heykeltıraşı, misli
bünyan[?]7 edilemiyecek surette san’at ve maharet
göstermişti.”
Sûdî merhum8 bu beyitlerin şerhinde Sumenât’ı “Çin canibinde bir
kilisenin ismidir. Ol şehre de Sumenât derler.”9 diye tarif ediyor. Menât’ın
izahında “Mekke putlarından birinin ismidir. Ziyade murassa’ idi.”10 izahatını
vermekle beraber, murassa için de “ism-i mef’ûldür, tef’îl bâbından; şol nesne ki
anda cevahir oturtmuş olalar.”11 diyor.
Koca mu’teriz, şurrâh-ı sâireyi haklı haksız tahtie ederken, şu
ta’rifatında kendisi de mezlaka-i zuhûla yuvarlanmıştır. Çünkü evvelen,
Sumenât’ın Çin’de değil, Hind’de ve Gucerât sahilinde bir şehir olduğu
muhakkaktır. Sâniyen, Menât’ın Mekke’de ve dâhil-i Kâbe’deki putlardan
olduğuna dair bir rivayet varsa da Hüzeyl ve Huzaa kabilelerinin perestiş
ettikleri bir kaya bulunduğu da mervidir ki doğru olmak lâzım gelen bir
rivayete göre bi’t-tab’ murassa yani cevahir oturtulmuş değildi. Sâlisen,
murassa, mücevherli manasına geldiği gibi “müzeyyen” mealini ve “bir yere
dikilmiş ve oturtulmuş” mefhumunu da ifade eder ki şu manalara nazaran
birinci beytin manası olan “Vakt-i câhiliyetteki Menât gibi Sumenât’taki
sanem de murassa’ idi.” cümlesini “Menât’ın vakt-i câhiliyette müzeyyen
olduğu yahut etrafı tavaf edilmek üzere bir yere dikilmiş bulunduğu gibi
Sumenât’taki put da müzeyyen yahut bir mahalle mansub idi.” diye izah
eylemek, rivâyet-i menkûleye daha muvafık olur.
ِر آن صااااور ِت باااای روان
ز هااااار احيااااات کاروا ااااا ا روان بااااه دياااا ا
مااا کااارد راياااان چاااين و چگااال چاااو ساااع ی وفاااا زان بااات سااانگ

6 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3476-3477.
7 Metinde (Şeyh Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti, s.5 ) اتيان ،يان ا.
8 Bosnalıdır. Malumatlı ve davalı bir zatmış. Mesnevi-i Şerif’e, Divan-ı Hafız’a, Gülistan’a,
Bostan’a şerh yazmış. Kâfiye ile Şâfiye’yi tercüme etmiştir. Vefatı 1000 tarihlerindedir.
(Müellifin notu)
9 Ahmed Sudi Bosnevî, Şerh-i Bostan, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1288, II, 339.
10 Sudi, a.g.e., c.2, s.339.
11 Sudi, a.g.e., c. 2, s. 339.
50 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
12 تضاارع کنااان پاايش آن باای زبااان زباااان آوران رفتاااه از هااار زکاااان
Meali:
“O cansız putu görmek için kervanlar gider,
Sa’dî’nin taş yürekli maşukundan vefa umması gibi,
Çin ve Çigil hükümdârânı ondan fâide tamaında
bulunurdu. Her taraftan birçok fusahâ ve büleğâ
ziyaretine azimetle, huzûr-ı ebkemiyetinde tazarru’
ederlerdi.”
Rây (رای): Hind hükümdarlarının unvanı iken Sa’dî merhum burada
ta’mîmen kullanmıştır. Şimdi Hindistan’daki ümerâ-yı müslimeye mahsus
olan “nevvâb” tabirine mukabil, gayrimüslim bulunanların kullandığı “râçe”
kelimesi bu lafzın musağğarı zannedilir.
Çigil (چگل): Cim’in ve kâf’ın kesriyle, “Türkistan’da bir şehir” olup
“halkı gâyetle hûb ve hûbânı pek mahbûb” bulunduğu Burhân-ı Kâtı’da13
muharrerdir.
14 کاااه حيااای جااا مادی پرسااات چااارا فااارو زا ااا م از کشااا ايااان زااااجرا
Meâli:
“Zî-rûh olan birtakım insanların böyle bî-rûh
bir puta tapınmalarındaki mecburiyeti keşfetmeden
aciz kaldım.”
زغاای را کااه بااا زاان سااروکار بااود کااو گااوی و هاا حجاار و يااار بااود
باااه رزااای بگ ااات کاااه ای بااارهمن عجااا دارم از کاااار ايااان بقعاااه زااان
کاااه زااا هو ايااان ااااتوان پيکر ااا زقياااااا بااااااه چااااااا ضاااااا لت در اااااا
بااه يااروی دسااتش ااه رفتااار پااای ور ب کناااای باااار خياااايد ز جااااای
بينااااااای کاااااااه چشاااااااما ش از ک رباسااااااات وفااا جسااتن از ساان چشاامان خطاساات15
Meâli:
“Ateşperestlerden nazik ve dost canlı bir oda
refikim vardı ki aramızda samimiyet mevcut idi. Bir
gün ona yavaşça bunun hikmetini sordum ve:

12 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3478-3480.
13 Muhammed Huseyn b. Halef-i Tebrîzî, Burhân-ı Katı’, yay. haz. Muhammed Muîn, 4. bs.,
Tahran, Kitabfûrûş-i İbn-i Sînâ, 1342/[1963], c. 2, s. 653.
14 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3481.
15 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3482-3486.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 51
-Ey Brehmen! Ben bu havali ahalisine
hayretteyim ki şu aciz suretin meshûru olmuşlar ve
çâh-ı dalâlete düşmüşlerdir. Bir puta perestiş
ediyorlar ki ne elini kaldıracak kuvveti, ne ayağının
yürümeye takati vardır. Hatta itip düşürsen
kımıldamaya bile iktidarı yoktur. Bunun kehrübadan
ma’mul gözlerinden ne ümit ederler ki;‘camgözlerden
vefa beklemek hatadır’ dedim.”
Muğ (ِز), “ateşperest” manasına olup mûğ ( زو) lafzının muhaffefidir.
“Mecusi çocuğu” demek olan muğbeçe (زغبچه), gerek Fârsîde, gerek
lisanımızda “şarap sakisi, meyhaneci çırağı” mevkiinde müsta’meldir.
“Mecusilerin ihtiyarı ve muktedası” mefhumunu ifade eden pîr-i muğan ( پير
زغان) da “meyhaneci” mealinde kullanılır.
Brehmen (برهمن), berhemen (برهمن), berhemend ( برهمن), berheme
(برهمه) suretlerinde telaffuz edilen bu kelime “Mecusi âlimi” demek olduğu
gibi, ateşperestler indinde “Hazret, Hâce” tarzında hitabât-ı ta’zîmiyyedendir.
Bir de ba’nın fethi yahut kesri ile mûbed-mûbid vardır ki “Mecusi
müftüsü” manasına gelir. Mûbed-i mûbedân ise “kâdi’l-kuzât” tabirine bedel
olur.
بااااا ين گ اااااتن آن دوسااااات دشااااامن گرفااااات چاااو آتاااش شااا از خشااا در زااان گرفااات
زغااااان را خباااار کاااارد و پيااااران دياااار ياااااااا م در آن ا جماااااااان روی خياااااااار
فتاد ااااااااا گباااااااااران پاز ااااااااا خاااااااااوان چااو ساا در زاان از باا ر ياا اسااتخوان
چااااو آن را کاااا پيششااااان راساااات بااااود ر راساااااات در پيششااااااان کاااااا اااااا مود
کاااه زااارد ارچاااه دا اااا و صااااح د اسااات باااه يديااا صااااحب الن جاهااال اسااات16
Meali:
“Suâl-i ta’rîz-âmîzim üzerine refikim izhâr-ı
adâvete ve hiddetinden ateş kesilerek ibrâz-ı husûmete
başladı. Derhal koşup Mecusilere ve ateşkede
brehmenlerine işi anlattı, hepsini başıma topladı.
Aleyhime toplanan bu encümenin vereceği
kararın pek hayırlı bir şey olmayacağını anladım.
Pâzend okuyan ateşperestler başıma üştüler ve bir
kemik için köpekler gibi av’ava başladılar.
Mecusilik râh-ı sakîmi onlara göre müstakim
olduğundan benim tarîk-ı savâbımı yani mu’terizâne
ve mütearrizâne hitabımı hoş görmediler. Zaten
böyle olması da tabii idi. Çünkü bir insan, ne kadar

16 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3487-3491.
52 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
âlim ve ne mertebe kâmil bulunsa, cühelâ nezdinde
ilim ve kemali takdir edilemez.”
Gebr (گبر): Kâf-ı Fârsî’nin fetha ve ba ile ra’nın sükûnuyla “âteş-perest”
manasınadır.
Pâzend ( پاز): Zerdüşt’ün eser-i te’lîfi olan Zend kitabının tefsiri yahut
şerhi veyahut Pehlevi lisanına tercümesi, rivâyet-i uhrâya göre Zend, Pâzend’in
şerhi bulunduğunu, bir üçüncü nakle nazaran Pâzend ve Zend, Mecusiliğe dair
ayrı ayrı iki kitap olduğunu Burhân-ı Kâtı’17 gösteriyor.
Zeradüşt (زرادشت), Zeradhüşt (زرادهشت), Zerdüşt (زردشت), Zeratüşt
(زراتشت) gibi birçok şekle giren Zerdüşt kelimesi İran’da ateşperestliği ihdâs
eden bir ateşî-nijâdın ismidir.
Avrupalılarca Zoroastre (زوروآستر) diye ma’rûf olan bu âdem, aslen
Hindli olup oradan kovulması üzerine Kiyâniyân’dan Gostaşb b. Lohrasb’ın
zamân-ı saltanatında Feridun neslinden olduğu iddiasıyla Belh’e gelerek
Mecusiliği telkine kalkışmıştır.
Telkînât-ı muğfilânesine İran şahı da kapılmış ve Azergoseşb ( رگشس آ)
namıyla bir ateşkede tesis etmiş olduğundan Mecusilik az vakit içinde pek çok
ilerlemiş ve câ be-câ ateşkedeler yayılmaya başlamıştır.18
Ateşperestliğin intişarı ve Furs ile Türk kavimlerinin ayîn-i kadîmi
bulunan Sâbiîliğin, İran’da terki münasebetiyle Îrânîler ile Tûrânîler
miyanında mukâtalât-ı medîde vukua gelmiştir.
Kable’l-muhârebe Turan hükümdarı Ercasb ile Goştasb arasındaki
mükatebât Şâhnâme’de münderic olup edebiyat ve tarih nokta-i nazarından
şâyân-ı tetkîk ve mütâlaadır.
İşte Zend yahut Pazend bu, Zerdüşt’ün “Cennetten getirdim!” diye
meydana koyduğu kitap yahut kitaplardır ki Est (است), Vest (وست), Seta (ستا),
tarzında (ز آوستا) Zend Avesta ,(ز استا) Zendasta ,(وستا) Vesta ,(استا) Esta
müteaddid telaffuzu bulunan bir kitapla şerh edilmiştir.
Avrupa müsteşriklerinin Zend Avesta’yı elde ederek Pehlevi tercümesiyle
tab’ ve lisanlarına nakl eylediklerini Kâmûsu’l-âlâm19 yazıyor. Pâzend-hân
jend-bâf ,(ز با ) zend-bâf ,(ژ خوان) jend-hân ,(ز خوان) zend-hân ,(پاز خوان)
( با ژ), Zend kitabı okuyan; zındık ( ي ز) kelime-i muarrebesinin aslı olan
zindik ( ي ز) ise “Zend mucibince amel eden” demektir.

17 Tebrîzî, Burhân-ı Katı’, c. 2, s. 1036.
18 İran ateşkedelerinin en büyük ve en meşhuru şunlardı: Azermihr (ر رز آ), Azernûş ( و ر آ),
ve (آ ربرزين) Azerberzin ,(آ رخرين) Azerharîn ,(آ رآيين) Azerâyîn ,(آ رب رام) Azerbehram
Azerzerdhüşt (رزردهشت آ). (Müellifin notu)
19 Şemseddin Samî, Kamûsu’l-a’lâm, İstanbul, Mihran Matbaası, 1311/[1894], c. 4, s. 2423.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 53
Tarafgirlikte yahut hüsn-i zanda pek ileri varan bazı müverrihîn,
Zerdüşt’ün enbiyâ-yı Sâsâniyyeden olduğuna veyahut Hazret-i İbrahim
aleyhisselâm ile aynı şahıs bulunduğuna kail ve nâkil olmak garabetini
göstermişler ve Zend ve Pazend’in Suhuf-i İbrahim’den iki sure olduğunu
kitaplarına yazmışlarsa da20 biz bunlara inanmakta ve Zerdüşt’ü peygamber
itikad etmekte mazuruz.
Çünkü telkin ve seniyyet eyleyen bir şahsın hâiz-i nübüvvet olması, şirk
ile tevhîd ve nur ile zulmetin ittihadı gibi derece-i istihâlede bulunmakla
beraber Mîlâd-ı Îsâ’dan iki bin bu kadar sene evvel yaşamış ve İran’a ayak
basmamış olan Hazret-i İbrahim ile yine Milattan beş yüz küsur yıl
mukaddem Belh’de neşr-i ayîn eylemiş bulunan Zerdüşt’ün bir olabilmesi
muhâlin imkâna girmesi kabilindendir.
Âsâr-ı ahîreden birinde “Zerdüşt nam zât-ı celîl ile Cenâb-ı İbrahim
Halîl aleyhisselâm miyanında bir münasebet bulunmak muhtemeldir.”
deniyor.
Bize göre bu münasebet olsa olsa Hazret-i İbrahim’in atıldığı nâr ile
Zerdüşt’ün îkâd ettiği ateş arasındaki müşabehetten ibarettir. Hatta rindân-ı
Acem, bu müşabehet münasebetiyle Cenâb-ı Halîl’e Zerdüşt-i Bozorg
unvanını vermiştir.
فااارو زا ااا م از چاااار همچاااون غريااا باااااااارون از زاااااااا ارا ياااااااا م رياااااااا
چاااو بينااای کاااه جاهااال باااه کاااين ا رسااات سااا زت باااه تسااالي و لاااين ا رسااات21
Meali:
“Emvâc-ı muhâcemâttan boğulmak
derecelerine gelince müdârâdan başka çare
bulamadım. Zaten cahilin izhâr-ı kîne kalkıştığı
görülünce tarik-ı selâmet, teslimiyet ve mülâyemet
cihetindedir.”
ز ااااااااين باااااااارهمن سااااااااتودم بلناااااااا کاااااه ای پيااااار ت ساااااير و اساااااتاد ز ااااا
زااارا ياااي باااا قاااش ايااان بااات خوشسااات کااااه شااااکل خااااو و قازاااات دلکشساااات
باااااا ي آزاااااا م صااااااورتش در ظاااااار و لاااااااايکن ز زعناااااااای اااااااا ارم خباااااااار
کااه سااالو اياان زنيلاا عاان قرياا بااااا از يااااا اااااادر شناسااااا غريااااا

20 Gariptir ki Sûdî merhum da bu hurafeyi kabul ederek şerhine “Hazret-i İbrahim nebiye on
suhuf nazil olmuştur ki onuncu suhufun ismi Zend-i Pazend’dir ki nasihat ve hikmet
sözlerini mutazammındır” ibâre-i acîbesini yazmıştır. (Müellifin notu) Sudi, a.g.e., c. 2, s.
341.
21 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3492-3493.
54 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
تااو دا اای کااه فاارزين اياان رقعااه ای صاااااااايحتگر شااااااااا اياااااااان بقعااااااااه ای
عباااااااادت باااااااه تقليااااااا گمراهيسااااااات خناااااا رهااااااروی را کااااااه آگاهيساااااات
22 کااااااااااه او پرسااااااااااتن گا ش زاااااااااان چااه زعنيساات در صااورت اياان صاان
Meali:
“Brehmenlerin reisini, pîr-i tefsir-i Zend ve
üstad-ı kebir-i Pazend! diye ayyuka çıkarırcasına
medh ü sena ettikten sonra dedim ki:
-Bu sanemin nukûş-ı bedîası benim de hoşuma
gitti; şekli hoş ve kameti dil-keş olduğunu gördüm.
Sureti gözüme garip gözüktüğü halde buranın yeni
bir misafiri olduğum için hakikatine ıttıla’ kesp
edemedim.
Sen ki mubedin reîs-i hakîmi ve nâsıh-ı
azîmisin! Bilirsin ki mukallidâne ibadet, hakikaten
bâdi-i dalâlet, âgâhâne sülûk ise şüphesiz mûcib-i
saâdettir.
Bu sanemin suretinde nasıl bir mana pinhan
ise anlat ki ona perestiş edenlerin ilki ben olayım!”
Mihîn (ين ز): Mim’in kesriyle “rütbe ve haysiyetçe büyük”.
Bedî’ âmeden (ن آز ي ب), “garip gelmek, acîp görünmek, mütehayyir
bırakmak” manasınadır.
Sâlûk ( سالو), “yola girmek, yola düzülmek” mealini ifade eyleyen
sülûk ( سلو) masdarının müştakkatından ise de sâhib-i Kâmûs’un “ ”
maddesinde göstermediğine göre, müvelledât-ı Acemâneden olması
zannedilir. Hindistan’da tab’ edilmiş olan Külliyât-ı Sa’dî’nin muhteşîsi, bu
kelime hakkında on beş - yirmi satır yazı yazıyor. Evvelâ, -bizim tercüme
ettiğimiz gibi- “müsâfir” manasına geldiğini; sâniyen, “çok yol giden”
mefhumunda sîga-i mübâlağa olduğunu; sâlisen, bazı nüshalarda sâlûk ( سالو)
yerine fakir (فقير) demek olan sa’luk ( صعلو) lafzının görüldüğünü söylüyor.
Sûdî Efendi merhum da “sâlûk, yolcu manasınadır; bunda müsâfir
demektir.”23 ibaresiyle şerh düşüyor.
Ruk’a (رقعه): Râ-yı mazmûme ile, “üzerine yazı yazılan kâğıt ve deri
parçası, elbise yaması, ok talimine mahsus nişan tablası” manalarınadır. Bu
son manadan me’hûz olarak “şatranc tahtası” mealini de bildirir.

22 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 178, be. 3494-3500.
23 Sudi, a.g.e., c.2, s. 342.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 55
Ferzîn (فرزين): Şatranç oyununda şah’ın veziri addolunan taştır ki ferz
lafzından muhassaldır. Ferz lafzında “liman” ve “su kenarında yetişip daima
taze duran çimen” gibi meâni-yi gayr-i meşhûre ile “ilim ve hikmet, kuvvet ve
şecaat, şan ve şevket, kesret ve vefret misilli umûr-ı ma’neviyye ve hissiyede
fazl ve galebe” mefhumu da vardır. Bundan müştak olan ferzâne gibi ferzîn
kelimesi de “âkıl, hakîm-i zû-fünûn” manalarına gelir. Hatta akıl ve hikmet
erbabını bile acz ve hayrete düşüren iblîsâne entrikalara hîle-i ferzîn-bend
derler.
Ferz (فرز) kelimesi aslen meksûrü’l-ibtidâ olduğu bazı lugat kitabında
mezkûr ise de feth ile isti’mâli meşhurdur.
Şeyh Merhum, ruk’a ve ferzîn kelimâtıyla ma’bed-i cesîmi, şatranc’a,
Brehmen-i hakîmi de ruh-ı şatranc olan ferz’e teşbih etmiştir.
Şah ( شا) ve muhaffefi bulunan şeh (شه), “sahip ve malik” demektir.
“Dâmâd” manasına da gelir ki bunun sağdıcına şâh-ı bâlâ denir. “Gerek suret,
gerek mana cihetiyle emsalinden büyük ve gösterişli olan şey” mealini de
ifham eder. Nasîhatger-i şâh-ı in buk’aî (ای بقعه اين شا صيحتگر ) mısraında
ma’nâ-yı maksûd da budur.
Gomrâhî (گمراهی), “zâyi, kayıp” demek olan gom ( گ) ile râh ( را) ve yâ-
yı masdariyetten mürekkeb olup “dalâlet” demektir.
Hunuk ( خن): Ha ve nun harflerinin zammıyla “köşe, bucak”, “âşık-ı
bî-ihtiyâr” ve “soğuk” mealini ifade eder ki bu mana itibarıyla bîgâne-i
mahabbet olanlara hunuk-can (خنکجان) denir. Bundan başka Arapçadaki tûbâ
(وبی ) kelimesinin mukabili olur ve “ne saadet, ne mutlu!” diye tercüme
edilebilir.
Bir de ha’nın kesri, nun’un sükûnuyla hınk ( خن) vardır ki beyaz
demek olmasından bi’l-istifâde “kır at” manasında kullanılır ve nukre-i hınk
( خن قرۀ ), “beneksiz beyaz, sebze-i hınk ( خن سبيۀ), “turna kırı”, hınk-ı zîver
(زيور خن), “demir kırı tonundaki at” demek olur.
“Saçı ağarmış ihtiyar”lar için hınksâr (خنکسار) vasfı ve “sehâib-i
seyyâre arasında koşar gibi nümâyân olan kürre-i kamer” için de hınk-ı şeb-
âhenk ( آهن ش خن) ta’bîr-i şâirânesi müsta’meldir.
بااارهمن ز شاااادی بااار افروخااات روی پساااااان ي و گ اااااات ای پساااااان ي گااااااوی
ساااا الت صوابساااات و فعلاااات جاااا ميل باااه زناااي رسااا هااار کاااه جويااا دليااال
بسااای چااااون تاااو گردياااا م ا ااا ر ساااا ر بتااااااان دياااااا م از خويشااااااتن باااااای خباااااار
جااي اياان باات کااه هاار صااب ازينجااا کااه هساات بااااااااااااا ارد باااااااااااااه يااااااااااااايدان دادار دسااااااااااااات
کااااهفاااارداشااااودساااا راياااانباااارتااااوفااااا و گااااار خاااااواهی ازشااااا هااااا اينجاااااا بباااااا
24

24 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 179, be. 3501-3505.
56 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
Meali:
“Son sözümü işitince sevincinden Brehmen’in
yüzünde beşaşet peyda oldu. İfâdâtımı tahsîn ederek
ey sâil-i hakîkat-kâil! Şu sanemin mahiyet ve
meziyetini anlamak hususundaki sualin muhık ve
anlamadan ona perestiş etmede gösterdiğin tereddüt,
akıl ve hikmete muvafıktır.
Ben de senin gibi hayli sefer ve seyahatte
bulundum. Gezdiğim yerlerde ne putlar gördüm ki
âbidlerine karşı eserleri değil, kendilerinden bile
haberleri yoktu.
Bak bizim sanem kati’yyen onlara benzemez.
Her sabah ellerini kaldırıp Yezdân-ı âdile dua eder.
Def’-i şübhe eylemek istersen gece burada kal ve
sabahı bekle, dedi.”
Efrûhten (افروختن): Müteaddî ve lâzım olarak “iş’âl ve iştiâl” manasınadır.
Rûy ber efrûhten (افروختن بر روی), “yüz parlamak, vecihte beşaşet peyda olmak”
mefhumunu ifade eder.
Pesendîde-gûy (گوی ي پسن), “Makbûlü’l-kelam” demek olur.
Gerdîden (ن گردي): Kâf-ı Fârsî’nin fethiyle “dönmek, dolaşmak”
mealindedir. “Dünyayı dönüp dolaşan seyyah”lara cihan-gerd (گرد ا ج) tabir
ederler ki devr-i âlem seyahati yapanlar için güzel bir vasıf olur.
Yezdan, “Hâlık” manasında müsta’mel ise de Mecusi ıstılâhında
“Hâlık-ı hayr yahut Hâlık-ı nûr” mefhumundadır. Buna mukabil ahrâmen
,(آهرن) ahren ,(آهريمه) ahrîme ,(آهريمن) ahrîmen ,(آهرزن) ahremen ,(آهرازن)
ahrâmen (آهرازن), ehremen (اهرزن), ehrîmen (اهريمن), ehrîme (اهريمه), ehren
(اهرن) gibi müteaddid tarz-ı telaffuzu bulunan bir “Hâlık-ı şer yahut Hâlık-ı
zulmet” vehmedilir.
Eh ( َا), “Hîle”; remen (رزن), “mecmû’, cümle” manasına delâlet
etmekte olmasına göre ehrimen (اهريمن) lafzının “hîle-i mahz” demek olacağı
hatıra gelir. Bir de rîmen (ريمن) vardır ki “şeytan, ifrit” manalarına olan
ehrîmen’in muhaffefidir.
Dâdâr (دادار): Dâd (داد) ile âr (آر)’dan mürekkep olup “âdil” demektir.
Dâd-dih ( د داد), dâd-fermây (فرزای داد), dâd-kâr (دادکار), dâd-ger (دادگر),
dâd-goster (دادگستر), dâd-ver (دادور) terkipleri de aynı manayadır.
شااا آ جاااا بباااودم باااه فرزاااا چاااو بيااا ن باااه چاااا بااا در اساااير ِن پيااار
شااااابی همچاااااو رو زغااان گاارِد زاان باای وضااو در اا ماز ِز قيازااااات دراز
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 57
کشيشاااااااان هرگاااااااي ياااااااازرد آ بغل اااااااا چاااااااو زاااااااردار در آفتاااااااا
کااه بااردم در آن شاا عاا ا ِ الااي زگاااار کاااارد بااااودم گناااااِ عظااااي
25
Meali:
“Brehmenler reisinin emriyle geceyi ma’bed
dâhilinde -Bîjen’in çâh-ı belâda esir kaldığı gibigeçirdim.
O, bir gece idi ki bana yevm-i kıyâmet gibi
uzun göründü. Koltuklarının altı, güneşte kalmış lâşe
misilli taaffün eden Mecusiler, etrafımda ibadete
meşgul oldular. Büyük bir günah işlemişim ki o gece
böyle müellim bir azâba uğradım.”
Bîjen (ن بي): Ba’nın kesri, zâ-yı Fârsî’nin fethiyle, meşhur Rüstem-i
Zâl’in hemşire-zâdesi ve İran pehlivanlarından Giyû’nun ferzend-i şecî’i olup
yakışıklı bir genç imiş.
Bu genç bahadır, Turan hududuna yakın bir ormanda yaban domuzu
avlarken Türk hükümdarı Efrasyab’ın kızı Menîje’nin haymegâhına uğramış,
da’vet-i vâkıa üzerine çadıra girip sarhoş edildikten sonra saraya götürülmüş.
Ma’şûkasıyla hem-bezm-i visâl olduğu sırada Efrasyab tarafından tutulup
idama götürülürken vezir ve sipehsâlâr Pirân’ın şefaatiyle ölümden kurtulmuş
ise de susuz bir kuyuya atılmış ve kuyunun ağzına gayet cesîm bir taş
konulmuş.
Menîje de sarây-ı pederden tard edilip sefil ve ser-gerdân sokaklarda
tese’’üle ve eline geçirebildiği nafakayı getirip kuyuya atmak suretiyle Bîjen’i
iâşeye başlamış.
Bîjen’in gaybûbeti İran’ca merak ve telâşı mûcib olmuş ve
Keyhusrev’in vakâyi’-i cihânın Mir’âtü’l-akkâsı za’m edilen câm-ı gîtî-
nümâya bakması üzerine Turan’da bir kuyuda mahbus bulunduğu anlaşılmış!
Bu keşiften sonra Sistan’dan Rüstem davet edilerek bazergân hey’etinde
Turan’a gönderilmiş.
Koca kahraman, Turan’a girince hediyeler, behiyyeler takdimiyle ricâl-i
devletin nazar-ı teveccühünü kazanmış ve fırsat bulup Menîje’yi görerek işi
anlayınca gece yarısı gidip kuyunun ağzındaki kocaman kayayı tuttuğu gibi
ormana doğru fırlatmış. Taşın te’sîr-i sukûtuyla dehşetli bir zelzele olmuşsa
da ehemmiyet vermeyerek Bîjen’i kuyudan çıkarmış ve Menîje ile beraber
İran’a götürüp orada düğünlerini yapmış.
Şu esâtîrî vâkıayı Firdevsî, Şâhnâme’nin cild-i sânîsinde:

25 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 179, be. 3506-3509.
58 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
همای رزم بيا ن بگاوي کاه چيسات کاااايان رزم يکساااار بباياااا گريساااات
matla’lı bir dastan ile pek şairâne yazmıştır.
Hele Menîje lisanından Rüstem’e hitâben îrâd ettiği “Efrâsyâb’ın kızı
Menîje benim ki güneş vücudumu çıplak görmemişti. Zavallı Bîjen için
tahtımdan dûr, tâcımdan mehcûr oldum.” mealindeki:
زنياااااا زاااااان دخاااااات افراساااااايا برهناااااااه يااااااا تااااااان آفتااااااااا 26
باااارای يکاااای بياااا ن شااااور بخاااات فتااااااادم ز تااااااا و فتااااااادم ز تاااااا خت
beyitlerini hâvî olan nevhât, pek hüzn-engîz ve rikkat-âmîzdir.
Bîjen vak’ası, aslındaki letafet bozulmamak şartıyla bir muktedir kalem
tarafından tercüme ve tertib edilse gayet latif bir hâile-yi târîhiyye olur.
Hassânü’l-Acem unvân-ı mefharetini ihraz eyleyen Efdalüddîn-i
Hâkâni-yi Şirvânî’nin “Bîjen’i kuyuya hapsedince Efrasyab gibi gafil
davranma ki Rüstem gelmiş ve elbisesinin altındaki kemendini saklamıştır.”
چااو بياا ن داری ا رچااه زخساا افراساايا آسااا کااه رساات آزاا و دارد کمناا ی زياار خ تااا ش27
demek olan beyti, bu vak’aya telmihtir.
Gird (گرد): Kâf-ı Fârsî’nin kesriyle “taraf, çevre, değirmi”
manalarınadır. Şehr (ر ش) meâlini de ifade eder. Meselâ Dârâ be-gird (دارابگرد)
denir ki “şehr-i Dârâ” demektir.
Gird-âbâd (آباد گرد): “Medâyin beldesi”; gird âmeden (ن آز گرد):
“birikmek, toplanmak”; gird-â-gird (گرداگرد): “çepçevre, muhit”; gird-âb
( گردا): “su çevrintisi, deniz ve nehrin tehlikeli yeri”; gird-bâd (گردباد):
“fırtına, kasırga”; gird-rân (گردران): “but kemiği”; gird-nâ (ا گرد): “kebap şişi”;
gird-nâc ( ا گرد): “büryan ve çevirme kebabı”; girde ( گرد): “yufka, yuvarlak
yastık”; girde-bân (بان گرد): “gözcü, bekçi”; girdek ( گرد): “oba, çadır, otağ,
zifafhâne”. Türkçemizde kullanılan “gerdeğe girmek” tabiri bu son manadan
me’huzdur.
Neyâzurde âb ( آ يازرد ): Suyu incitmemiş demek olan bu tabir, suya el
dokundurmamış yani vücudu su yüzünü görmemiş mülevves manasınadır.
Şeyhin ahbârından anlaşıldığına göre -abdest ve guslü tezyîfen- “insanın
aslı topraktır, pek su ile oynamaya gelmez” hezeyanını eden ve “Erenler! Otuz

26 Ebu’l-kâsım-ı Firdevsî, Şahnâme-i Firdevsî (Ber esâs-ı çâp-ı Moskov), haz. Saîd Hamidîyân,
Tahran, Neşr-i Katre, 1381 hş.,s. 459, be. 974.
27 Bu beyit için bkz. Efdalüddin İbrahim Bedil b. Ali b. Osman Hâkâni-yi Şirvani, Dîvân-ı
Hâkâni-yi Şirvânî, haz. Ziyaeddin Seccâdî, Tahran, İntişârât-ı Zevvâr, [t.y.], s. 213.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 59
yıldır vücuduma su ve demir dokunmadı!” iftiharında bulunan Gulât-ı
melâhidenin murdarlığı Mecusilerden iktibas edilmiş olacak.
Bagal (بغل): Ba ve gayn’ın fethiyle “koltuk” demektir. Zîr-i bagal ( زير
بغل): koltuk altı; bagal-gîr (بغلگير): koltuğa giren; bagal terî (تری بغل):
mahcubiyet; bagal zeden (زدن بغل): birinin musibetine izhâr-ı meserret için
çırpınmak; bagaltâk ( بغلتا) yahut bagaltâk ( بغلطا): takye, kavuk, külâh, tekle
denilen kaftan, esnâ-yı muhârebede anlara giydirilen bergüstüvân
manalarınadır.
Murdar (زردار): Pis, nâpak manasına geldiği gibi lâşe mealini de bildirir.
هماااااه شااااا در ايااااان قيااااا غااااا زبااااات يکاااای دساااات باااار د ، يکاااای باااار دعااااا
کااااه اگااااه دهلااااين فاااارو کوفاااات کااااو بخوا اا از قضااا باارهمن چااون خاارو
خطيااااا سااااايه پاااااو شااااا بااااای خااااا بااااااااار آورد ش مشيااااااااا ر روز از غااااااااا
فتااااااااااد آتااااااااااش صاااااااااب در سااااااااااوخته باااااااه يکااااااا م ج اااااااا ی بااااااار افروختاااااااه
تااااااو گ تاااااای کااااااه در خطااااااه ز گبااااااار ز يااااا کوشاااااه اگاااااه در آزااااا تتااااااار
زغاااااااااان تباااااااااه رای اااااااااا شسااااااااااته روی باااااه ديااااار آز ااااا از در و دشااااات و کاااااوی
کااااا از زااااارد در شااااا ر و از زن ااااا ما در آن بتکاااااااا جااااااااای سااااااااوزن اااااااا ما
زااان از قصاااه ر ااا جور و از خاااوا زسااات کااااااه اگااااااا تاااااا مثا باااااار داشاااااات دساااااات
باااااه يکباااااار از اين اااااا بااااار آزااااا خااااارو تاااو گ تااای کاااه درياااا در آزااا باااه جاااو 28
Meali:
“Bir elem, ıztırabımdan kalbimin üzerine
mevzû’, diğeri berâ-yı duâ âsumâna meftûh olduğu
halde bütün geceyi mağmûmâne ve mükedderâne
geçirdim.
Vaktâ ki davulcu, sadâ-yı kûsuyla sabah
olduğunu ilân etti. Brehmen, âyîn-i seherî icrâsı için
horoz gibi ötmeye başladı.
Zulmet-i leyl arasından amûd-ı fecrin incilâsı
siyeh-pûş olan Abbâsî hatiplerinin sell-i seyf29
etmesini hatıra getirdi. Güneşin şuâı kav gibi siyah
bulunan zemine düşünce cihan birden bire parladı.
Nûrun zulmete galebesi, Tatar askerinin bağteten

28 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 179, be. 3510-3518.
29 Metinde (Şeyh Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti, s. 24) سي سيل.
60 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
Zengibâr kıt’asına girmesini andırdı. Fikirleri fâsid ve
yüzleri mülevves olan Mecusiler kırdan, şehirden gelip
kapıdan göründüler. Şehir, tamamıyla boşalmış gibi
erkek ve kadın kalabalığından, puthâne dâhilinde iğne
atacak yer kalmadı.
Ben kederimden hâtır-şikest ve uykusuzluktan
âdetâ mest bir halde iken ma’hûd put, elini kaldırdı.
Toplanan gürûh, bunu görünce coşmuş denizler gibi
hep birden cûş u hurûşa geldi.”
Duhul (دهل): Dal ve ha’nın zammıyla “davul” demektir.
Duhul-zen (دهلين): “Davulcu”; duhul-derîde ( دري دهل): “rüsvâ”
manasınadır.
Furû kûften (کوفتن فرو), kûften (کوفتن): Kâf-ı Arabî’nin zammıyla
“vurmak, dövmek, ezmek” gibi meânî iş’âr eder. Kûsten (کوستن) kelimesi de
bunun mürâdifidir ki “büyük davul” demek olan kûs ( کو)’un müştakk-ı
menhîdir.
Behând ( بخوا): “Okumak, teğannî etmek, davet eylemek” mefhûmunu
müfîd olan hânden (ن خوا) masdarından mâzî-i şühûdîdir. Okumak lafzını,
eskiden biz de davet manasına kullanırmışız. Akraba ve âşinayı düğüne
çağırmak için dolaşan kadınlara el’ân “okuyucu” derler.
Hatîb-i siyeh-pûş ( پو سيه خطي): “Siyah elbise giyen hatib” demektir
ki hutebâ-yı Abbâsiyye’nin şiârı siyah olduğundan, zulmeti münasebetiyle
gece onlara benzetilmiştir.
Şemşîr (شمشير): Şın’ın fethiyle şem ( ش) ve şîr (شير) kelimelerinden
mürekkebdir ki “arslan kuyruğu” ma’nâ-yı lugavîsi müş’irdir. Teşbîhen “kılıç,
pâlâ, gaddâre gibi âlât-ı kâtıa”ya denilir. Şemşîr-i rûz (روز شمشير): Amûd-ı
subh; şemşîr-i kûştîn (کوشتين شمشير), at kılıcı ki lisan demek olur.
Âteş-i subh ( صب آتش): Şuâ-ı şemsden kinâyedir.
Sûhte (سوخته): “Yanmış” mefhumunda olmakla beraber, “kav” (قاو)
manasına da gelir.
Zeng-bâr (گبار ز): Zeng ( ز) ile bâr (بار)’dan mürekkeb olup karalar
memleketi manasınadır. Çünkü zeng kelimesi, zenc ( ز) lafz-ı muarrebinin
aslı olup kara demektir. Bâr ise cûybâr (جويبار), rûdbâr (رودبار) kelimelerinde
görüldüğü üzere mahalliyet edatıdır.
Zeng ( ز): Jeng ( ژ) gibi “pas, çıngırak, göz çapağı, el çırpmak”
manalarına gelir. Zengî-mizac ( زيا گی ز), “zevk ü safâya münhemik ve
şetâret-i dâimeye mâlik” demektir.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 61
Tatar (تتار): Teter (تتر) gibi Tatar lafzının muhaffefidir. Deşt (دشت): “Çöl
ve ova” manasınadır. Vüs’atinden kinaye olarak “kabristan”a da deşt tabir
edilir. Kûy (کوی): Kâf-ı Arabî’nin zammıyla “mahalle ve işlek cadde”
meâlindedir. Kûy-ı heftâd râh ( را تاد ه کوی): dünya; kûy yâft (يافت کوی): “Köşe
başında, cami kapısında bulunmuş çocuk” demektir.
But-kede ( بتک): “Puthâne” manasınadır. Kede ( ک): Kâf-ı Arabî ve
dal’ın fethiyle mahalliyet edatıdır. Ateşkede, meykede gibi kelimatta
müsta’meldir. Bir de kâf-ı Arabî’nin fethiyle ked ( ک) vardır ki en meşhur
manası hanedir. Kethudâ (ا کتخ) sûretine tahrif edilen ked-hudâ (ا خ ک) “ev
sahibi, evin efendisi”; Kezbân (کيبان) şekline giren Ked-bânû (و با ک) “büyük
hanım” mevkiinde müsta’meldir.
Hind basması nüshalarda:
کاااا از زاااارد در شاااا ر و از زن ااااا ما دران بتکااااا جاااااای ساااااوزن اااااا ما
beyti:
کاااا از زاااارد در شاااا ر و باااارزن اااا ما دران بتکااااااا جاااااااای درزن ااااااا ما
yazmışlardır ki manaca aralarında hemen fark yok gibidir.
Berzen (برزن): Bâ ve zâ’nın fethiyle “sokak ve sokak başı” demektir.
Kûy ile arasında şu fark vardır ki bir mahallenin her sokağı berzen,
berzenlerin husûle getirdiği mahalle kûydur.
Derzen (درزن): Dal ve zal’ın fethiyle “iğne” demektir. Buna geçirmek
için bükülen ipliğe de her zaman (ززان هر) vezninde, der zaman (ززان در)
derler.
To goftî ki (که تی گ تو): “Sen derdin ki” demekse de güyâ, sanki
makamında kullanılır.
چااااو بتخا ااااه خااااالی شاااا از ا اااا جمن بااااارهمن گاااااه کااااارد خنااااا ان باااااه زااااان
کااااه دا اااا تاااارا باااايش زشااااکل اااا ما حقيقاااات عيااااان گشاااات و با اااال اااا ما
ِ زاااااااا حا ا اااااااا رو زاااااااا غ اساااااااات
چاااو ديااا م کاااه ج ااال ا ااا رو زااا حک اسااات خيااااااااا
يارسااااات از حااااا دگااااار هاااااي گ ااااات کااااه حاااا ز اهاااال با اااال بباياااا اااا ت
چااااو بيناااای زبردساااات را زور دساااات اااه زاااردی باااود پنجاااه خاااود شکسااات
ززاااااا ی باااااه ساااااالو گرياااااان شااااا م کااااه زاااان زا چااااه گ اااات پشاااايمان شاااا م
باااااااهگرياااااااهد ِ کاااااااافران کاااااااردزيااااااال عجااا يسااات سااان ار بگاااردد باااه سااايل
دوي ااااا خااااا زت کناااااان ساااااوی زااااان باااااااه عااااااايت گرفتنااااااا باااااااازوی زااااااان
ِی زر کوفاات و باار تخاات سااا
شااا م عااا ر گوياااان بااار شاااخص عاااا بااه کرساا
62 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
بتااا را يکااای بوساااه دادم باااه دسااات کاااه لعنااات بااارو بااااد و بااار بت رسااات30
Meali:
“Puthanedeki kalabalık dağılınca ser-i
brehmen gülerek bana baktı ve “Zannederim ki
artık müşkilin kalmadı, nazarında Hak zâhir, bâtıl
muzmahil oldu” dedi. Baktım ki herifin cehli
fevkalâde ve hayâl-i muhâli şeddeli denecek bir
halde. Daha ziyade müdâfaa-i hakka muktedir
olamadım. Çünkü karşımdaki kâbil-i hitâb değildi.
Hatta ehl-i bâtıldan gizlemek lâzım olduğu gibi kolu
kuvvetli bir âmirle pençeleşmek kendi bileğini
incitmek demek olacağı için müdârâ ve hileden
başka çare bulamadım.
İtiraz ve izahatıma pişman oldum diye
riyâkârane ağlamaya başladım!
Sel suları, kayaları oynattığı gibi gözyaşlarım
da Mecusilerin kalplerini bana imâle etti.
İhtirâmkârane koşup kolumdan tuttular ve
koltuğuma girdiler. Koltukta olduğum halde gidip
fildişinden yapılmış sac ağacı üzerindeki altın
kürsüye oturtulmuş menhûs puta itizar ettim, hatta
elini bile öptüm. Fakat şu tebcîl ve takbîl, hep
mecburiyet sevkiyle oluyordu. Yoksa Allah, ona da
hakikaten ona tapanlara da la’net etsin.”
Neyârestem ( يارست ): “Elden gelmek, güç yetmek, muktedir olmak”
manalarına gelen Âresten (آرستن) masdarından mâzi-i şühûdi-i menfîdir.
Diger (دگر): Dal’ın kesriyle, “başka” demek olan dîger (ديگر)’in
muhaffefidir.
Zeber-dest (زبردست): Za ve ba’nın fethiyle “metbû’, mutâ’” manasına
olup zeber (زبر) ile dest (دست)’ten mürekkebdir. Bunun mukabili zîr-dest
(زيردست)’tir ki “tâbi’ ve mutî’” demek olur. Zeber (زبر), “maddeten ve ma’nen
yukarı” mefhumunu hâvîdir. “Üstün” dediğimiz hareke-i fethaya da zeber
tabir edilir.
Zeber-pûş ( زبرپو): “Yorgan gibi üste örtülen yahut abâ gibi, kaput gibi
üste giyilen kisve”dir.
Zûr-dest (زوردست): “Kuvvetli el” manasınadır ki mecazen kavî ve
muktedir kimseye denir.

30 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 179-180, be. 3518-3528.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 63
Pence (پنجه): “Beş parmak” itibarıyla “el” demektir. Penc ( پن), pencâh
( پنجا), penceh (پنجه) gibi cim-i Arab ile olan bu kelimeyi cim-i Fârsî ile
telaffuz galattır.
Pence-i hod şikesten (شکستن خود پنجۀ): “Uğraşmak ve neticede mağlûb
olmak” manasınadır.
Sâlûs ( سالو): “Mekr ve hile” mealini ifade eder.
Bazû giriften (گرفتن بازو): “Koldan tutmak, koltuğa girmek” mevkiinde
müsta’meldir.
Kürsi-i zer-kûft (زرکوفت کرسی): “Altından dövülüp yapılmış iskemle,
sandalye”.
Sac ( سا): “Hint eşcârından bir nev ağaç”. Araplar, abnus ( آبنو)’a sac
derler. “Üzerinde ekmek pişirilen demir”e de sac denir.
Butek ( بت): Ba’nın zammı, ta’nın fethiyle “putçuk” demektir ki tasğîr
ile tahkîr kastedilmiştir.
Bûse dâden (دادن بوسه): Busîden (ن بوسي) gibi “öpmek” manasına
müsta’meldir. Bûse (بوسه) ba iledir. Üç noktalı pûse (پوسه) “çürümüş, çürük,
posa” gibi manayı hâvîdir.
باااااه تقليااااا کاااااافر شااااا م روز چنااااا بااااارهمن شااااا م در زقااااااالت ژ ااااا
چاااو ديااا م کاااه در ديااار گشااات ازاااين گنجياااااااا م از خرزاااااااای در ززااااااااين
در ديااااااار زاااااااا حک ببسااااااات شاااااااابی دوياا م چااس و راساات چااون عقرباای
گاااه کاااردم از زياااار تااا خت و زباااار يکااااای پااااارد ديااااا م زکلااااال باااااه زر
پاااااا پاااااارد زطااااااران آ ر پرساااااات زاااا جاور ساااار ريسااااما ی بااااه دساااات
بااااه فااااورم در آن حااااا زعلااااوم شاااا چاااااو داود کااااا هن بااااارو زاااااوم شااااا
کاااه اچاااار چاااون در کشااا ريسااامان باااار آرد صاااان دساااات فرياااااد خااااوان
بااارهمن شااا از روی زااان شرزساااار کااه شاانعت باااود باا خيه باار روزگاااار
بتازيااااااا و زااااااان در پااااااايش تااااااااخت گااااااو ش بااااااه چاااااااهی در ا اااااا اخت
کااااااه دا ساااااات ار ز اااااا آن باااااارهمن بااااا ما کنااااا ساااااعی در فاااااوت زااااان
31 زبااااادا کااااه ساااار کاااان آشااااکار پسااااان د کاااااه از زااااان در آرد دزااااااار
Meali:
“Birkaç gün hakiki dinimi gizlemek suretiyle
müşrik göründüm, Jend makâlâtını mütâlaa ederek

31 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 180, be. 3529-3539.
64 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
Brehmen oldum. Ma’beddeki rüesâ ve huddâmın
emniyetini kazandığımı anlayınca sevincimden
bulunduğum yere sığamaz bir hâle geldim.
Bir gece puthanenin kapısını iyice kapamış,
akrep gibi sağa sola dönüp dolaşmaya başlamıştım.
Putun mevzû’ olduğu tahtın önüne gelince
altından ve üstünden bakarken müzeyyen bir perde
gözüme ilişti. Biraz aralık edip bakınca arkasında
bir Brehmen gördüm; elinde -ucu putun koluna
bağlı- bir ip tutuyordu. Bunu gördüğüm gibi demirin
Hazret-i Davud’un elinde yumuşaması kabilinden
müşkilim halloldu ki herif, sabahleyin ipi çekiyor,
sanem de bilâ-ihtiyâr dest-i münâcâtı kaldırıyordu.
Brehmen, kendisini gördüğümü ve bi’t-tab’ işi
anladığımı hissedince fena halde sıkıldı. Çünkü
mes’ele, güneşi balçıkla sıvamak nev’inden te’vîl
kabul etmez bir zırva idi.
Hayret-i hicâb-âlûdu zâil olur olmaz ipi kırıp
oradan sıvışmak istedi. Ben de arkasından koştum
ve yakaladığım gibi tepesi aşağı -orada bulunankuyuya
attım. Zira sağ kalsa, esrârının faş olmaması
için katlime sa’y edecekti.”
Kâfir şoden (ن ش کافر): “Gâvur olmak” demek ise de “küfr” kelimesinin
“setr” manasına da gelmesi münasebetiyle kâfir şodem (م ش کافر)’i “hakiki
dinimi gizledim” ibaresiyle tercüme ettik.
Acemler fâil (علِ فا) vezninde olan Arabî kelimâtı fâal (علَ فا) şeklinde
okuduklarından kâfir lafzını da fa’nın fethiyle (فرَکا) telaffuz ve meselâ sâğar
(غرَ سا) kelimesiyle takfiye ederler.
Negoncîdem (م گنجي ): Kâf-ı Arabî’nin zammıyla “sığmak, birleşmek”
manalarına olan Goncîden (ن گنجي) masdarından mâzi-i menfîdir.
Hurremi (رزی خ): Ha’nın zammı, ra’nın teşdidi ile “sürûr, şevk ve şâdi”
demektir ki hurrem kelimesiyle ya-yı masdariyetten mürekkeptir.
Besten (بستن): “Bağlamak, düğümlemek, rabt etmek” gibi manaları
varsa da der (در) kelimesiyle irad edildiği vakit “kapamak” mealini müfîd
olur.
Çep (چس): Cim-i Fârsî’nin fethiyle “sol” demektir. Çep ü râst ( و چس
راست): “sol ve sağ”; çep-endâz (از ا چس): “hilekâr, mekkâr”; çep dâden ( چس
دادن): “aldatmak, mekr etmek, başından savmak”; çep şoden (ن ش چس), çepîden
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 65
(ن ي چ): “eğilmek, sola doğru meyletmek, muhâlif tarafta bulunmak”; çep-nivîs
( وي چس): “sol eliyle yazan”; çepe (ه چ): “solak” manalarınadır.
Mitran (زطران): Mim’in kesri, ta’nın sükûnuyla “Brehmen” demek
olduğunu Sûdî Efendi yazıyor.32
Âzer-perest (پرست ر آ): “Ateşperest, Mecusi” demektir.
Rîsmân (ريسمان): “İp” manasınadır. Kalın ipe, halata, resen (رسن) denir.
İplik ve tel gibi ince olana da rişte (رشته) tabir edilir. Rişte-i ne-kende ( رشتۀ
کن ): “yorgan ipliği”; rişte-i dıraz (دراز رشتۀ): “uzun süren iş”; rişte-i dahhâk
( ضخا رشتۀ): “yağmur”; rişte-i teb ( ت رشتۀ): “ısıtma ipliği” ki nâ-bâliğ kızlar
eğirir ve üzerine rukye-hânlar okuyup düğümledikten sonra ısıtmalı olanların
boynuna takılırmış! Dest-i feryâd-hân (خوان فرياد دست): Dest-i duâ, dest-i
münâcât. Tâhten (تاختن) ve tâzîden (ن تازي): “koşmak, yağma ve çapulculuk
etmek” demektir.
Behye (بخيه): Be’nin fethi, ha’nın sükûnuyla “yama” demektir. Behye berûzgâr
(روزگار به بخيه): “zamana yama urmak” mealindedir. “Güneşi balçıkla
sıvamak” diye tercüme ettik. Behye be-rûy-i kar uftâden (افتادن کار روی به بخيه):
“esrâr-ı hafiyye âşikâr olmak” mefhumundadır.
Nigûn (گون ): Nun’un kesri, kâf-ı Fârsî’nin zammıyla “baş aşağı,
maklûb, kanbur” gibi manaları vardır. Nigûn-teşt (شت گون ): “semâ”; nigûnsar
(سار گو ): “baş aşağı, hacil” demektir.
Pesended (د پسن): “Takdir ve tasvib” manasına gelen pesendiden (ن ي پسن)
masdarından fi’l-i muzâri’dir.
Demâr (دزار): Dal’ın fethiyle “helâk ve intikam” demek olup der
âverden (آوردن در) yahut ber âverden (آوردن بر) masdarlarının müştakkâtıyla
isti’mal edilir.
چاااااو از کاااااار ز سااااا خبااااا ر ياااااافتی ز دسااااتش باااار آور چااااو در يااااافتی
کااه گاار ز اا ا زااا ی آن باای هناار ااااااا خواه تااااااارا ز ااااااا گا ی دگااااااار
وگاار ساار بااه خاا زت اا باار درت اگااااار دسااااات ياباااااا ببااااا رد ساااااارت
33 چاااو رفتااای و ديااا ی ازاااا ش زااا فريبنااااااا را پاااااااای در پااااااای زناااااااه
Meali:
“Bir müfsidin kasd-ı hıyânetini haber alınca
bulduğun yerde onun işini bitir. Zira sağ bırakacak
olursan o senin hayatını çok görür. Kapına

32 Sudi, a.g.e., c.2, s. 347.
33 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 180, be. 3540-3543.
66 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
müracaatla arz-ı hıdmet eylese de emniyet etme.
Çünkü fırsat bulunca başını keser.
Bir hilekârın isrine tabi olma. Birkaç hatve
onu ta’kîb etsen bile hıyanetini anlayınca aman
verme.”
Ez dest ber âverden (آوردن بر دست از): “Elden, ayaktan düşürmek, âciz
bırakmak, helâk etmek” demektir.
Bazı nüshada zi desteş ber âver (آور بر دستش ز) yerine ez bîheş ber âver
(آور بر بيخش از) yazılmıştır ki “kökünden, temelinden bitir” mefhumundadır.
Mânî (ی زا): Mânden masdarından fi’l-i muzâri’dir. Mânden (ن زا):
“Benzemek, kalmak, bırakmak” manalarınadır.
Zindegânî (ی گا ز): “Hayat, maîşet”. Ferîbende ( فريبن): “Aldatan,
mekkâr, hilekâr”. Pây der pey nihâden (ادن پی در پای): “İzine basmak, ta’kîb
ve teb’îd etmek” demektir.
تاااا مازش ب بااااه ساااان آن خبيااااث کاااااااه از زااااااارد ديگااااااار يايااااااا حااااااا يث ُکشاااات
چاااااو ديااااا م کاااااه غوغاااااايی ا گيخااااات رهاااااااا کاااااااردم آن باااااااوم و بگريااااااا خت
چاااااااو ا اااااااا ر يسااااااااتا ی آتااااااااش زدی ز شياااااا ران ب رهيااااااي اگاااااار باااااا خردی
زکاااااش بچاااااه زاااااار زاااااردم گااااايای چااااو کشااااتی در آن خا ااااه ديگاااار ز ااااای
چاااااااااااون ز بورخا اااااااااااه بياشاااااااااااوفتی گرياااااي از زااااا حلت کاااااه گااااارم اوفتااااای
باااه چابااا تااار از خاااود زينااا از تيااار چاااااو افتااااااد دازااااان باااااه د ااااا ان بگيااااا ر
در اورا کاااه چاااون پاااای دياااوار کنااا ی ز يسااات ِ سااااع ی چنياااا ن پناااا يساااات
34 وز آ اااا جا بااااه را ياااا من تااااا حجيااااي بن اااااااا آزاااااااا م بعاااااااا زان رسااااااااتخيي
Meali:
“Kuyuya attığım o habîsi, kafasına taş
yuvarlamak suretiyle geberttim. Fakat gösterdiğim
cür’etten kıyamet kopacağını anladığım için
ma’bedi terk edip o memleketten kaçtım.
Ey kâri’! Bir kamışlığa, bir sazlığa ateş
atacak olursan -aklın başında ise- içerisinden
çıkacak arslanlardan sakın. Bir yılan yavrusu
gördüğün vakit ya öldürme yahut oralarda eğlenme.
Bir arı kovanını karıştırırsan igne zahmetini

34 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 180, be. 3544-3551.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 67
duymamak için civarında durma. Kendinden mahir
bir tîr-endâza ok atmaya kalkışma. Böyle bir
gaflette bulunacak olursan eteğini belki sokmak
değil, dişine almak vaz’ıyla kaçmaya başla.
Sa’dî’nin sahâif-i müellefâtında bu kadar
müfîd bir nasihat yoktur: Bir duvarın temelini
kazdığın vakit yakınında bulunma.
Hulâsa-i kelam: O kıyametten sonra Hind’e,
oradan da Yemen tarîkıyla Hicaz’a geldim.”
Gavgâ engîhten (گيختن ا غوغا): “Kavga çıkarmak, mesele ihdas etmek”
demektir. Çünkü engîhten (گيختن ا) “oynatmak, kımıldatmak koparmak; inşa ve
işâa eylemek” manalarınadır.
Rehâ kerden (کردن رها): “Salıvermek, bırakmak, terk etmek”. Bûm (بوم):
Ba’nın zammıyla “mevki, menzil, memleket” mealindedir. “Baykuş, sürülmüş
tarla, tabiat” manalarına da gelir. Bûmkend ( بوزکن): “Koyun ve keçi yatırmak
için zîr-zeminde35 ittihaz edilen mahal” demektir. Bir de mim’in fethi, ra’nın
ve za’nın sükûnuyla merz (زرز) yahut merz-bûm (زرزبوم) vardır ki “zemin,
kıt’a, hudut” mefhumundadır.
Begorîhtem ( بگريخت): “Kaçmak, kaçırmak” demek olan gorîhten
(گريختن) masdarından mâzi-i şuhûdîdir. Gorîhten (گريختن) ile mürâdifi bulunan
gorîzîden (ن گرييي) ve gorîften (تن گري) kelimeleri kâf-ı Fârsî’nin zammıyladır.
Gorîğ (ِکري) ve gorîz (گريي) kelimeleri de “firar” manasınadır.
Neyistan (يستان ): Ney (ی ) ile sitan (ستان)’dan mürekkeb olup
“kamışlık” demektir. Perhîz (پرهيي): “Sakınmak, kaçınmak” medlûlünü müfîd
olan perhîzîden (ن پرهييي) masdarından emr-i hâzır. Be-hıred (بخرد): “Akıllı ve
mütebassır” mealindedir. Bu kelimeyi Burhân-ı Kâtı’36 ba’nın kesri, ha’nın
sükûnu ve ra’nın fethi ile zabt ediyor. Fakat aynı manada bulunan bâ-hıred
(باخرد) lafzından muhaffef olması itibar edilirse ba’nın fethi, ha’nın kesri,
ra’nın fethiyle okunması lâzım gelir.
Me-koş (زکش): “Katletmek” manasına olan koşten (کشتن) masdarından
nehy-i hâzırdır. Kâf-ı Arabî’nin zammıyla telaffuz edilen bu kelimeyi,
“dönmek, olmak” gibi mefhumu bulunan ve kâf-ı Fârsî’nin fethiyle okunan
geşten (گشتن) masdarıyla karıştırmamalıdır. Bir de kâf-ı Arabî’nin kesriyle
kişten (کشتن) vardır ki “ziraat etmek” demektir.
Beççe (بچه): Ba ve cim-i Fârsî’nin fethiyle “yavru” manasınadır. Cim’in
teşdîdi zarûret-i vezindendir. Beççe-i hûrşîd ( خورشي بچۀ): envâ’-ı ma’deniyyât;

35 Metinde (Şeyh Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti, s. 37) ززينن.
36 Tebrîzî, Burhân-ı Katı’, c. 1, s. 239.
68 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
beççe-i hûnîn (ين خو بچۀ): “kanlı gözyaşı”, beççe-i nev (و بچۀ): “hadise, taze filiz,
tomurcuklanmış çiçek” demektir.
Merdüm-gezây (گيای زردم): Kâf-ı Fârsî’nin fethiyle “insan sokan”
mefhumundadır ki gezîden (ن گيي) masdarından vasf-ı terkîbî olur.
Me-pây (ای ز): “Durmak, sebat etmek” mealindeki pâyîden (ن پايي)
masdarından nehy-i hâzırdır.
Zenbûr-hâne (ه بورخا ز): “Arıkovanı”. Be-y-âşûfti (بياشوفتی):
“Kızdırmak, darıltmak, karıştırmak, bozmak” gibi manaları olan âşûften
(آشوفتن) yahut âşuften (تن آش) masdarından mâzi-i şühûdî. Germ ûfti (اوفتی گرم):
“Müteessir, muzdarip, mahzun, âteş-nâk olmak” meallerini ifade eden germ
uftâden (افتادن گرم) masdarından fi’l-i muzâri’dir. Kâf-ı Fârsî’nin fethiyle germ
(گرم) “sıcak, hüzün ve keder, acele ve umduğundan az şeye nail olmak”
manalarınadır.
از آن جااا مله تلخااای کاااه بااار زااان گ شااات دها ااااا جاااااي ازاااااروز شااااايرين گشااااات
37 کاه زاادر يايا چاون او قبال و بعا در اقباااااا و ت ييااااا باااااو بکااااار ساااااع
Meali:
“Başımdan geçen merâret-i mesâib te’sîriyle
bugüne kadar ağzımın tadı yerine gelmedi idi. Fakat
şimdi Ebu Bekr b. Sa’d’in ikbâl-i te’yîdiyle şîrînkâm
oldum. Ebu Bekr öyle bir zât-ı ferîdü’s-sıfâttır
ki analar, onun gibisini ne doğurmuştur ne de
doğurabilir.”
Telhî (تلخی): “Acı ve sakîl” manasına olan telh ( تل) ile ya-yı
masdariyetten müteşekkil olup “merâret ve meşakkat” demektir. “Hindbâ”
(با هن) mefhumunu da ifade eder. Dehan (دهان) ve dehen (دهن) “ağız” demektir
ki her ikisinde de dal’lar, meftûhdur. Kesr-i dal ile dihan (دهان) Arapça’da
“kırmızı sahtiyan” demek olur. Bir de dehâne (ه دها) ve dehene (دهنه) vardır ki
“tulum, kırba, desti gibi şeylerin ağzı ve ağızlığı” mealindedir.
Bû Bekr-i Sad ( سع ِبوبکر): Ebû Bekr b. Sa’d demektir.
Fârsîde iki alem ( عل) arasındaki (ibn) kelimesi hazfedildiği gibi Ebû
Bekr, Ebû Türâb, Ebû Hanîfe misilli künyelerdeki Ebû lafzının hemzesi bazen
tahfif olunur.
Bazen de vav’ı ve dâhil olduğu lafzın harf-i tarifi kaldırılır. Bushâk
( بسحا) ve bu’l-heves ( و بل) gibi ki Ebû İshâk ( اسحا ابو) ve ebu’l-heves ( ابو
و ال) demek olup birincisi meşhur bir şairin ismidir; ikincisi de “ziyade
heveskâr” medlûlündedir.

37 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 180, be. 3552-3553.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 69
İran Selçûkîleri şehzadelerinin lâlâlığında bulunmak, onları ta’lîm ve
terbiye etmekle mükellef “Atabek” yani “Bey baba” unvanlı birtakım ümerâ
vardı ki bunlar, kendilerini efendilerine sevdirmiş ve bilâhare nâil-i imâret
olarak i’lân-ı istiklâl eylemiş Türk köleleri idi.
Bu köleler ötede beride birkaç hükûmetçik teşkil eyledikleri sırada
Sultan Mes’ûd-ı Selçûkî’nin ümerâsından Sungur b. Merdûd tarafından da
543 tarihlerine doğru Fars’ta bir hükûmet tesis olunmuş ve yüz otuz küsûr
sene devam edebilen bu hükûmetin Atabekân-ı Fars namıyla on bir hükümdarı
gelmişti.
İşte Şeyh Sa’dî’nin zamân-ı adlini medhettiği Ebû Bekr b. Sa’d b.
Zengî, bu Atabekân-ı Fars’tan olup 30 yıldan fazla icrâ-yı hükûmet eylemiş
âdil ve muhibb-i ehl-i dil bir zat idi.
Şehzadeliğinde pederine isyan etmiş, hatta bi’l-mübâreze yaralamaya
cür’et göstermişti. Sebebine gelince:
Sultan Muhammed Hârezmşâh mükemmel bir ordu ile Bağdâd üzerine
yürürken, azminden ferâgat ettirmek emeliyle Sa’d b. Zengî önüne çıkmış ve
yedi yüz kadar maiyyetiyle sultanın ordusuna saldırmıştı. Vâkıan hamle-i
ûlâda Hârezmîlerin sufûf-ı evveliyeti bozulduysa da çokluğa darı saçmak
kabil olmadığından kahraman hamiyet tabirine lâyık bulunan Sa’d, atından
düşürüldü ve tutulup Hârezmşâh’ın huzuruna götürüldü.
Huzûr-ı şâhîye girince mevkiin mehâbetiyle kendi esaretinden çekinip
sükût edeceği yerde “Biz o kahramanlarız ki ma’rekede demir gibi sert
olduğumuz halde bezm-i mahabbette mum gibi rakîku’l-kalbiz. Ahibbânın
sebeb-i saâdeti, a’dânın mûcib-i felâketiyiz. Etrâf-ı Şâm’a intişâr-ı insâf,
bizim adâletimizden; Rum diyârında inkıtâ’-ı zünnâr, bizim heybetimizden
vukûa gelir.” mealindeki:
38 باار دوساات زبااارکي و باار دشاا من شااوم در رزم چاااو آهناااي و در بااايم چاااو زاااوم
39 و ز هيبااااات زاااااا بر ااااا ز اااااار باااااه روم از حضااارت زاااا بر ااا ا صاااا باااه شاااام
rubaisini okumak suretiyle celâdet gösteren Sa’d, îcâb-ı hâl ve maslahat bazı
girân şerâitle musâlahaya mecbur oldu.
Ebû Bekr, pederinin böyle ağır tekâlîfi kabul ederek gelmekte olduğunu
anlayınca toplayabildiği eşhâs ile babasına mukabele ve mukatele için çıkıp
sebeb-i hayâtını ceriha-dâr eyledi ise de Sa’d’ın indirdiği bir gürz darbesiyle

38 Metinde (Şeyh Sa’dî’nin Bir Sergüzeşti, s. 41) زرم şeklinde. Bu beyit için bkz. Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, Mecâlis-i Seb’a (Heft Hitabe), haz., Tevfik H. Sübhani, Tahran,
İntişârât-ı Keyhan, 1986, s. 80.
39 Bu rubai ve hikâyesi hakkında ayrıca bkz.: Muallim Nâcî, Tercüme Eserler, haz. Mehmet
Atalay - Mehmet Yavuz, İstanbul, 2009, s. 19-20.
70 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
kollarının dermanı kesilip elleri bağlı olduğu halde rikâb-ı pederde yürümeye
muztar kaldı.
Şeyh Sa’dî’nin medâyihi nazar-ı dikkate alınırsa müşârünileyhin bu
hareketi hırs-ı hükûmetten ziyâde galeyân-ı şebâb ile sevk-ı hamiyyete
hamledilmelidir. Zamanında hıtta-i Fars, pek ziyade kesb-i imrân ettiği gibi
nüfûz-ı şevketi Hind’e kadar cârî olup bilâd-ı Hindiye’den bazılarında namına
hutbe okunmuştur.
Atabek Ebû Bekr ismini esâmi-yi muhallede sırasına geçiren kitâb-ı
Gülistân’ın te’lîfinden iki sene sonra yani 658 tarihinde vefat etmiş ve
irtihâlinde oğlu Sa’d yerine geçmiş ise on iki gün kadar hükümran olduktan
sonra genç yaşında irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir.
Bunun vefatı üzerine Hazret-i Şeyh:
غريبااااان را د از باااا ر تااااو خااااون اساااات د خويشاااان ااا می دا ااا کاااه چاااون اساااات40
beytiyle musaddar bir mersiye yazmıştır ki cidden hüzn-âmîz ve rikkat-engîz
bir eserdir.
Naklettiği kıssada:
41 کااه زااادر ياياا چااون او قباال و بعاا در اقبااااااا و ت يياااااا بااااااو بکاااااار سااااااع
beytinden sonra birkaç beyit daha münderic ise de Ebû Bekr b. Sa’d’ın
medhine müteallık oldukları için tercümelerine lüzum görmedik.
Hazret-i Şeyh’e taalluku bulunan iki manzume:
Eli Baltalı Çocuk42
Hezec: Mef‘ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün
Sa‘dî, o cihân şâiri, üstâd-ı hakîkat
Tasvîr ediyor şöylece bir levha-i ibret:
Şehrin daracık bir sokağından geçiyordum
Baktım ki gelen halk kapamış yolu; durdum

40 Bu beyit, Sa’dî’nin Sa’d b. Ebu Bekr hakkında terciibend tarzında yazdığı mersiyenin
matlaıdır. Ebu Abdullah Muslihuddin Sa’di-yi Şirâzî, Metn-i Kâmil-i Dîvân-ı Şeyh-i Ecell
Sa'di-yi Şîrâzî: Gülistan ve Bostan ve Mecalis, haz. Mezahir-i Musaffa, Tahran, Kanun-u
Ma'rifet, [t.y.], s. 747.
41 Sa’di-yi Şirâzî, a.g.e., s. 180, be. 3558.
42 Bu hikâye Bostân-ı Sa‘dî’de (s. 173, be. 3370-3371) şöyle geçer:
شاااااني م كاااااه پياااااری پسااااار را باااااه خشااااا ز زااات همااای كااارد كااا ی شاااوخ چشااا
تااااااو را تيشااااااه دادم كااااااه هياااااايم شااااااكن گ اااااااات كااااااااه ديااااااااوار زسااااااااج ب َكاااااااان
“İşittim ki adamın biri çocuğunun kulağını iyice çekerek şöyle demiş: Ey utanmaz! Sana odun
yarman için balta verdim. Demedim ki mescidin duvarını yık.”
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 71
- “Bir vak‘a mı var, yoksa görülmekte mi bir iş?
Nerden bu kadar halk gelip böyle birikmiş?
Ben de sokulur anlarım elbette bu hakkım”
Fikriyle ben tâ ileri sürdü merâkım
Gördüm ki: Temevvüc ediyor bir birikinti,
Her mevcesinin pey-rev-i cûşânı inilti
- Basma, omuzum çöktü herif!
- Böğrüme vurma!
- Ezdin çocuğu!
- Kakma be yâhû!
- Hadi durma!
- Nerden bu belâlı yere geldim de tıkıldım
- Yol ver çıkayım,
- Baksanıza ben de sıkıldım!
Tarzında şikâyetler eden bir sürü insân
Bir dâire-i nâkısa şeklinde hurûşân
En öndekiler: Cism-i zarûrî müteharrik,
Evsatta kalanlar da değil kendine mâlik
En arkadaki saf ise şâyân-ı temâşâ:
El, önde omuzlarda, ayak yerde mi? Hâşâ!
Parmaklarının uçlarıdır hâke dayanmış,
Gözler açılıp görmek için, gerdân uzanmış!
Dirsekle, itilmekle epey sadme geçirdim,
Gayret! Diyerek halkı yarıp ön safa girdim
Oldu o zaman pîş-i nigâhımda nümâyân:
Bir kalb-i şikeste gibi bir mescid-i vîrân:
Ahlâk gibi sakfı: Harâbîye nişâne!
Ezhân gibi tâkı: Örümceklere lâne!
Cümle kapısı: Bâb-ı adâlet gibi mesdûd!
Nakş-ı deri: Medlûl-ı hamiyyet gibi nâ-bûd!
Otlar yetişip hâk ile mestûr eşiğinde
Olmuş eser-i himmete bir makber-i zinde!
Dîvârı bakâyâsı olan bir iki kerpiç
Yerde, başucunda dikilip durmada bir piç
Sinnen küçük ammâ, ne büyük fitne-i ber-pâ!
Olmakta elinde koca bir balta hüveydâ!
Vaz‘en oluyor hâle göre heykel-i bîdâd!
Hâlen ise: Müstakbele ısmarlama cellâd!
72 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
Pîşinde, bükülmüş beli bir pîr-i cihân-dîd,
Tutmuş kulağından çocuğu etmede tehdîd
Bir elle çekip gûşunu, ittirmede birçok
Dîger el ile re’s-i hevâ-dârına yumruk!
Hiddetle köpürmüş deheni, saçmada düşnâm,
Eyler çocuğun sebb ile te’dîbine ikdâm!
Elfâz-ı şütûm olmada yek-ser mütevâlî,
Olmaz mı bu te’dîb ile oğlan mütehallî?
- Ey kahbe dölü! Ben sana verdim ise balta,
Kalkış mı dedim mescidi yıkmak gibi halta?
Söyle a katır! Böylece bir herze yedim mi?
Ormandan odun kes, getir oğlum! Demedim mi?
Evden, dağa doğru gideyim der de çıkarsın,
Sonra gelerek câmiye dîvârı yıkarsın!
Hay çıkmaz olaydın, ev içinde gebereydin!
Örterdi senin aybını yer, kabre gireydin!
Vâki‘se de, masnû‘ ise de kıssası, râvî,
Sığdırmış onun zımnına bir hayli fehâvî
Ez-cümle diyor: Bir işi nâ-ehline verme,
Dîvârı yıkar sonra, şerîk olma o cürme
Bir de bunu ifhâm ediyor: Ey yed-i mukbil!
Avcundaki ser-rişte-i bahtın yerini bil!
Tâli‘ sana vermiş ise bir tîşe-i kudret,
İ‘mâra çalış, etme onu yıkmaya âlet!
Yoksa zedeler gûşunu ser-pençe-i tekdîr!
Beynin ezilir ittiği dem müşte-i takdîr!43
Sa‘dî ile Şeyhi
Remel: Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Bir kitâbında diyor ârif-i ekber Sa‘dî:
Bana bir boşboğaz, isnâd-ı fesâd etmiş idi
Yüreğim hayli sıkılmıştı herîfin sözüne
İstiyordum çıkışıp bir de tükürmek yüzüne
Aklıma geldi fakat hazret-i şeyhe gitmek
Anlatıp mes’eleyi arz-ı şikâyet etmek

43 Mehmet Atalay, Tâhirü’l-Mevlevî’nin Türkçe ve Farsça Divanları, Erzurum, 2005, s. 672-
674.
DOĞU ARAŞTIRMALARI 10, 2012/2 73
Beni sevk etti bu ilhâm, huzûr-ı Pîr’e
Başladım -el öperek- mes’eleyi takrîre:
“Yakışır mıydı ki Sa‘dî gibi bir ehl-i dile
Muslihiddîn bilinirken adı, müfsid denile?
Bu ne bed-binlik azîzim, bu ne şiddetli maraz!
Bu ne düşmanlık efendim, bu ne dehşetli garaz!
Ben ki nazmımda edip âleme tedrîs-i felâh
Eyledim nesrim ile âdeme te’mîn-i salâh
Söyleyip herkese: yek-dîgere uzv olduğunu
Açtım insanlara dünyâda uhuvvet yolunu44
Vahdet-i fıtratı isbât ederek cümlesine
Reh-ber oldum beşerin şöylece birleşmesine
İttihâd etmek için celbe çalıştım halkı
İstedim kaldırayım ülfete mâni‘ farkı
Bu kadar sa‘yime karşı bana müfsid mi denir?
Yoksa bir merd-i fedâ-kâr-ı mücâhid mi denir?
Söyle ey Pîr-i mükerrem! Bunu -lutf et de- bana
Diyerek istedim o, merd-i Hudâ’dan fetvâ
Eyledi ârif-i Rabbâni-i hikmet-perver
Bir tebessümle şu yolda bana îsâr-ı güher:
“Sen salâhında devâm eyle ki hâlin evlâd!
Sana müfsid diyenin fikrini etsin irşâd
Eline geçmesin isnâdına işhâd edecek
Bulmasın hiçbir işinde sana isnâd edecek
Kavl-i nâ-lâyıkını fikr ile mahcûb olsun
Hüsn-i ef‘âlini görsün, sana meclûb olsun
Görmeyince o, senin tavr-ı sülûkunda hilâf
Ne kadar olsa muârız, yine eyler insâf
Olmadıkça sesi pek tîz, ya pek çok aşağı
Yed-i mutrıbla çekilmez kirişin hiç kulağı

44
ِی يکاااااااااا يگر ا ااااااااااا
بناااااااااای آدم اعضااااااااااا کااااااه در آفاااااارينش ز ياااااا گااااااوهر ا اااااا
چااااااو عضاااااااوی باااااااه درد آو َرد روزگاااااااار دگااااااااار عضاااااااااوها را ااااااااا ما َ قاااااااااارار
“İnsanoğlu aynı vücudun uzuvları gibidir. Çünkü aynı cevherden yaratılmıştır. Felek bir uzva
acı verirse, diğerlerinin de huzuru kalmaz.” Sa’di-yi Şirâzî, Gülistân-ı Sa’dî, s. 66.
74 TAHİRÜ’L_MEVLEVÎ’NİN İLK METİN…/ESRA ÇAKAR
Çekmesin dersen eğer dest-i musahhıh gûşun
Geçmesin perdesini nağme-i cûş-â-cûşun!”
Kıssadan hisse gerekse bunu fehm etmelidir:
İntikâd istemeyen doğru yola gitmelidir
Her kim eyler ise mu‘tâd salâh-ı ameli
Kimsenin olmaz ona karşı husûmet emeli
Mihr-i ihsânın eden zıllını dâim memdûd
Zîr-i adlinde kılar herkesi mutlak hoşnûd45
KAYNAKLAR
Atalay, Mehmet: Tâhirü’l-Mevlevî’nin Türkçe ve Farsça Divanları, Erzurum 2005.
Câmî, Mevlânâ Abdurrahmân: Bahâristân, haz. İsmâîl-i Hâkimî, Tahran, İntişârât-ı
Ittılâât, 1374 hş.
Devellioğlu, Ferit: Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, yay. haz. Aydın Sami
Güneyçal, İnceleyen: Mustafa Çiçekler, Ankara 2010.
Firdevsî, Ebu’l-Kâsım: Şâhnâme-i Firdevsî (ber esâs-ı çâp-ı Moskov), haz. Saîd-i
Hamîdiyân, Tahran, Neşr-i Katre, 1381 hş.
Hâkâni-yi Şirvânî, Efdalüddîn İbrâhîm Bedîl b. Alî b. Osmân: Dîvân-ı Hâkâni-i
Şirvânî, haz. Ziyâeddin Seccâdî, Tahran, İntişârât-ı Zevvâr, t.y.
Hasen-i Enverî: Ferheng-i Bozorg-i Suhan, I-VIII, Tahran 1381 hş.
Mevlânâ Celâleddin, Mecâlis-i Seb’a (Heft Hitabe), haz., Tevfik H. Sübhani, Tahran,
İntişârât-ı Keyhan, 1986.
Muallim Nâcî, Tercüme Eserler, haz. Mehmet Atalay - Mehmet Yavuz, İstanbul, 2009.
Mutçalı, Serdar: Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul 1995.
Sa’di-yi Şirâzî, Bostan-ı Sa’dî, haz. Gulâmhuseyn-i Yusûfî, İntişârât-ı Harezmî, çâp-ı
dovvom, Tahran, 1363 hş.
Sa’di-yi Şîrâzî, Ebû Abdullâh Muslihuddîn: Gülistân-ı Sa’dî, haz. Gulâmhuseyn-i
Yûsufî, Tahran, Şirket-i Sihâmi-yi İntişârât-ı Hârezmî, 1373 hş.
Sa’di-yi Şirâzî, Ebû Abdullâh Muslihuddîn: Metn-i Kâmil-i Dîvân-ı Şeyh-i Ecell
Sa'di-yi Şîrâzî: Gulistan ve Bostan ve Mecâlis…, haz. Muzâhir-i Musaffâ,
Tahran, Kânûn-ı Ma’rifet, t.y.
Sûdî Bosnevî, Ahmed: Şerh-i Bostân, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1288.
Şemseddin Samî, Kamûsu’l-a’lâm, İstanbul, Mihran Matbaası, 1311.
Tâhirü’l-Mevlevî, Şeyh Sa‘dî’nin Bir Sergüzeşti, İstanbul 1327.
Tebrîzî, Muhammed Huseyn b. Halef: Burhân-ı Kâtı’, yay. haz. Muhammed-i Muîn,
çâp-ı çahârom, Tahran, Kitâbfûrûş-i İbni Sînâ, 1342 hş.

Konular