CENNETTE HANGİ DİL KONUŞULACAK?

Allah Teâlâ, “Âdem'e bütün isimleri öğrettiğini” beyan ettiğine göre, bu isimlerin bir dile ait olması gerekiyordu.

Peki bu isimler, hangi dile aitti?

Hz. Âdem hangi dili konuşmuştu?






İbn Âsakir'in ünlü Tarih'inde bu suallerin cevabı, sahabi İbn Abbas'ın dilinden verilir:
Âdem'in cennet'teki dili Arapça idi. Ancak Âdem isyan edince, Allah ondan Arapça'yı aldı, o da Süryanice konuşmak durumunda kaldı. Tevbe edince de Allah tekrar ona Arapça'yı verdi. (Suyûtî, 1987: 30)
Kur’an dilinin Arapça olması, Arapça'yı lisan-ı evvel olarak ilan edenlerin hiç kuşkusuz en önemli istinadgâhı idi. Suyûtî'nin de (öl. 911/1506) dediği gibi, bu kimseler Kur’an'ın Allah'ın Kelâmı ve bu Kelâm'ın da Arapça olmasıyla istidlâl etmişlerdi, zira onlara göre bu, Arapça'nın diğer bütün dillerden daha önce varolduğunun bir kanıtıydı (Suyûtî, 1987: 28). Nitekim Abdulmelik b. Hubeyb, Hz. Âdem'in cennet'ten indirdiği ilk dil'in Arapça olduğunu söylemektedir: Uzun bir zaman sonra bu dil deforme olup Süryanice'ye dönüşmüş. Öyle ki Hz. Nuh ve kavmi Tufan'dan önce bu dili konuşuyorlarmış. Cürhüm isimli bir kişi müstesna, Nuh'un gemisinde bile herkesin konuştuğu dil Süryanice imiş ve Cürhüm'ün dili, ilk Arab'ın diliymiş.
Cürhüm, Arapların atalarındandı. Bu ise, “Arapça'yı ilk konuşan Hz. İsmail'dir” rivayet-i meşhuresiyle çelişiyordu. Fakat buna da bir çözüm bulundu.
Bu rivayetle, Kur’an'ın nâzil olduğu Kureyş Arapçası kastediliyordu; zira Kahtân ve Himyer Arapçası, Hz. İsmail'den önce de vardı.
Bu görüşün taraftarları, aklî istidlâllere ya da sahabe kavillerine dayanmakla yetinmeyip Hz. Peygamber'den de nakillerde bulunmuşlardır:
Hz. Peygamber “Bu, bilen bir kavim için Arapça bir metin olmak üzere ayetleri tafsil edilmiş bir kitabdır’ (Fussilet: 3) ayetini okuduktan sonra şöyle dedi:
- Burada sözü edilen Arapça, Hz. İsmail'e ilham edilmiştir. (Suyûtî, 1987: I/33; Hâkim, Müstedrek; Beyhakî, Şuab'ul-İman)

Arapça Hz. İsmail'e ilham edilir de kendisine Kur’an verilmiş olan Hz. Peygamber'e ilham edilemez miydi?
Edilirdi elbette. Böyle de iddia olundu ve Hz. Peygamber'in, kendisine İsmail'in dili'nin (Arapça'nın) Cebrail tarafından ezberletildiğini söylediği rivayet edildi. (Suyûtî, 1987: I/35)
Hz. Âdem'in ve cennet ehli'nin dilinin Arapça olduğunu bildiren rivayetler oldukça yayılmış, yaygınlaşmış ve Hz. Peygamber'e isnad edilen hadisler bu tezi desteklemek üzere devreye sokulmuştu. Nitekim bu tür hadisleri, uydurma rivayetleri toplayan kitabiyat içerisinde (mevzûat kitaplarında) bulmak mümkündür.

CENNET DİLİ



Şimdi bunlardan bazılarını misal olarak verelim:

ARAPÇA
• Cennet ehli'nin dili Arapçadır, onlar Allah'ın huzurunda Arapça konuşurlar. (İbn'ul-Cevzî, 1983: III/71)
• Arapları üç sebepten ötürü seviniz: Ben Arabım, Allah'ın Kelâmı (Kur’an) Arapçadır ve cennet ehli'nin dili Arapçadır. (Hâkim, 1342: IV/87; İbn'ul-Cevzî, 1983: I/41; Suyûtî, 1983: I/442; Aliyyu'l-Kârî, 1985: 182; İbn Arrâk, 1981: II/30; Şevkanî, 1960: 413; Elbânî, 1985: I/189)
• Allah'ın en nefret ettiği dil Farsça'dır. Şeytanlar Huzistanlıların, Cehennemlikler Buharalıların, Cennetlikler ise Arapların dilini konuşurlar. (İbn'ul-Cevzî, 1983: III/71; Suyûtî, 1983: I/11; İbn Arrâk, 1981: I/137)
Dikkat edilecek olursa, bu son hadiste, cennet ehli'nin dilinin Arapça olduğunun belirtilmesinin yanısıra, Allah Teâlâ'nın en nefret ettiği dilin Farsça olduğu, Şeytanların Huzistanlıların, Cehennemliklerin ise Buharalıların dilini konuştukları söylenmektedir.
Farsça'nın zemmedilmesiyle sadece İranlıların değil, onların şahsında Şuûbiyye mensuplarının da zemmedilmiş oldukları açıktır. Huzistan'ın İran topraklarında bir bölge olduğu, bölge halkının ise Hind-Avrupaî veya Sâmi dillerden olmayıp belki Anzanî veya Elamî dillerinin bakiyesi olan ayrı bir dil (Huzî) ile konuştukları (Huart, 5-1/624) ve meselâ ünlü Mutezilî âlim Ebu Ali el-Cübbâî'nin (öl. 303/916) Huzistan asıllı olup Tefsir'ul-Kur’an adlı eserinin de —ki bu eser, Kur’an'ın en eski tercümelerinden biridir— Huzî dilinde yazıldığı dikkate alınacak olursa (Hamidullah, 1993: 108), sanırız Huzî dilinin niçin şeytanlara (!) layık görüldüğü anlaşılır. Buhara halkının cehenneme layık görülmesinin sebebini tahmin etmek içinse, herhalde Buhara'nın bir Türk şehri olduğunu ve orada Türkçe konuşulduğunu bilmek yeterli olacaktır.
Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Muhammed (s.a) gibi nasıl Arap kavminden olan peygamberler varsa, Arap olmayan peygamberler de vardı ve onlara gelen Kitabların dilinin Arapça olmadığı biliniyordu (msl. Tevrat İbranice'ydi). Her nedense buna da tahammül edilemedi ve Allah Teâlâ'nın Cibril'e vahyi Arapça indirdiği, Cibril'in ise kendisine Arapça gelen vahyi tercüme ederek o peygamberlere inzâl ettiği ya da Cibril'in, o peygamberlere vahyi Arapça getirdiği, ancak sonra o peygamberlerin, vahyi kendi kavimlerinin diliyle ifade ettikleri söylendi. Bu durumda Allah Teâlâ da vahiy meleği Cibril de Arapça'dan başka bir dil konuşmamış oluyorlardı. Öyle ya, semâ'nın, semâdakilerin diliydi Arapça!
• Nefsimi elinde tutana yemin olsun ki Allah her peygambere vahyini ancak Arapça indirir, sonra o peygamber, o vahyi kavmine onların kendi lisanlarıyla tebliğ eder. (Suyûtî, 1983: I/11)
• Vahiy ancak Arapça iner, sonra her peygamber onu kendi kavminin lisanına tercüme eder. (Suyûtî, 1983: I/12)
• Cibril'e Arapça vahyolunuyor, o da her peygambere kendi kavminin lisanıyla inzâl ediyordu. (Suyûtî, 1983: I/11)
Anlaşılan o ki mezkur rivayetler sırf dilin kökeni ile ilgili tartışmalarda delil olarak kullanılsın diye îmal edilmemişti. Çünkü Hz. Âdem'in ve cennet ehli'nin dilinin Arapça olması ya da Allah Teâlâ'nın ve Cibril'in vahyi hep Arapça inzâl etmesi ile ilgili bu tür rivayetlerde, sadece Arapça'nın yüceltilip kutsallaştırılmasıyla kalınmamakta, ayrıca Ümmet içerisindeki diğer unsurların konuştukları diller de zemmedilmektedir.
Bu dillere karşı —hem de Rasûlullah'ın otoritesi alet edilmek suretiyle— yapılan bu saldırıların ardında, Arap kavmiyetçiliğinin izlerini görmemek mümkün değildir.
• Allah'ın en nefret ettiği dil Farsça'dır. (Şevkanî, 1961: 414)
• Arapça'yı güzel konuşabilenleriniz, sakın Farsça konuşmasınlar! Aksi takdirde nifak'a vâris olurlar. (Hâkim, 1342: IV/87)
• Farsça konuşan kimsenin fesatçılığı1 artar, mürüvveti azalır. (İbn Adiy, 1988: IV/109)
Farsça aleyhinde îmal edilen bu rivayetlerin, asırlar sonra İran'da Şii mezhebinin yayılmasıyla birlikte farklı bir istikamete yöneleceği pek tabii idi. Nitekim Türkçe'deki “Öğrenme dil-i Fârisî, gider dinin yârisi (=yarısı)” şeklinde bugün bile halk arasında dolaşan tekerleme, kolayca tahmin edileceği gibi artık bu sefer bir mezheb taassubunu dile getirmekte ve aynı zamanda dille dinin, dille kültürün halkın psikolojisinde nasıl da içiçe olduğunun ilginç bir misalini teşkil etmektedir.

FARSÇA

§ Farsça'ya yapılan bu saldırılar karşısında, Farslılardan elbette öylece susup kalmaları beklenemezdi. Nitekim onlar da bu tezyifâta —yine Hz. Peygamber'in diliyle— hemen mukabele ettiler:
• Cennet ehlinin dili, Arapça ile bir inci gibi zarif olan Farsça'dır. (Aliyyu'l-Kârî, 1985: 182; Kıyamet Günü'nde insanların Süryanice konuşacaklarına dair bkz. İbn Ebî Şeybe, 1989: VII/161)

• Arş'ı taşıyan melekler, bir inci gibi zarif olan Fars dilini konuşurlar. (İbn Ebî Şeybe, 1989: VII/160)

• Allah, içinde kolaylık bulunan birşeyi murad ettiğinde, onu mukarreb meleklerine bir inci gibi zarif olan Farsça'yla vahyeder. (Aliyyu'l-Kârî, 1985: 182)

• Arş'ın etrafında konuşulan dil Farsça'dır. Allah, içinde kolaylık bulunan birşey vahyedeceği vakit, onu Farsça vahyeder, eğer içinde zorluk bulunan birşey vahyedecekse bu sefer Arapça vahyeder. (Suyûtî, 1983: I/10; İbn Arrâk, 1981: I/136)

• Allah gazab ettiğinde vahyini Arapça, râzı olduğunda ise Farsça inzâl eder. (Suyûtî, 1983: I/11; İbn Arrâk, 1981: I/136. Bu söz, tam aksi istikamette de rivayet edilmiştir: Allah gazab ettiğinde vahyini Farsça inzâl eder. Gümüşhanevî, 1982: 27.12)

• Allah bir kavme rahmet göndermeyi murad ettiğinde, onu Mikâil ile birlikte Farsça gönderir. Bir kavme belâ göndermeyi murad ettiğinde ise, onu Cibril ile birlikte Arapça gönderir. (İbn Arrâk, 1981: I/136)
Farslıların mukabelesi, sadece dillerini savunmakla sınırlı kalmadı; kavimlerinin meziyetlerini dile getirirken de Hz. Peygamber'in otoritesinden faydalandılar.

• Din Süreyya yıldızında (asılı) olsaydı bile, Farslı biri —veya “Farslılardan biri”— ona ulaşana kadar çabalardı. (Müslim, K. 44, B. 59; Tirmizî, had. no: 3257)

• Ebu Hüreyre şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber'in yanında oturuyorken ona Cumâ Sûresi nâzil oldu: “Onlardan olup henüz kendilerine katılmamış bulunan diğerlerine de (o peygamberi gönderdi).” Ben onların kim olduğunu sordum. Fakat üç kere sorana kadar cevap vermedi. Selman da aramızdaydı. Hz. Peygamber elini Selman'ın omuzuna koydu ve şöyle dedi: “İman Süreyya yıldızında olsaydı bile, muhakkak bunlardan bazıları ona ulaşırlardı.” (Buharî, K. 68, B. 373; Müslim, K. 44, B. 59; krş. İbn Hanbel, Müsned, II/296-297)

• Hz. Peygamber birgün “Eğer yüzçevirirseniz, Allah sizin yerinize başka bir kavmi getirir, onlar sizin gibi olmazlar” (Muhammed: 38) ayetini okudu. (Orada bulunanlar) “Yerimize geçirilecek olanlar kimlerdir?” diye sordular. Hz. Peygamber, Selman'ın omuzuna vurup “Bu ve kavmi” dedi. (Tirmizî, had. no: 3256-3257)
TÜRKÇE

§ Türklere gelince, onlar da Araplar karşısında dillerini hadisler yoluyla savunmak durumunda kaldılar. Nitekim Kaşgarlı Mahmud Divanu Lugat'it-Türk adlı eserinin girişinde şöyle der:
And içerek söylüyorum, ben, Buhara'nın —sözüne güvenilir— imamlarından birinden ve başkaca Nisaburlu bir imamdan işittim, ikisi de senedleriyle bildiriyorlar ki Yalvacımız [Peygamberimiz] Kıyamet belgelerini, âhir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin çıkacaklarını söylediği sırada “Türklerin dilini öğrenin; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır” [تعلموا لسان الترك فان لهم ملكًا طوالاً] buyurmuştur. (Kaşgarlı, 1939: I/3)
Kaşgarlı Mahmud, bu hususta sadece hadis'in otoritesine istinad etmekle kalmaz, zira ona göre Türk dili'nin öğrenilmesi aynı zamanda aklın da bir gereğidir:
Bu söz (hadis) doğru [sahih] ise —sorgusu kendilerinin üzerine olsun— Türk dilini öğrenmek gerekli (vacib) bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder. (Kaşgarlı, 1939: I/4)
Dillerinin yanısıra Türkler, isimlerini ve neseblerini de savunmaktan geri kalmamışlardır.
İsimlerini savunuyorlardı, zira Araplar, Türk isminin menşeini, kendi dillerindeki t-r-k (ترك) kökünden türetiyor ve bu konudaki görüşlerini tarihî hâdiselerle de tevsik etmek (!) yoluna gidiyorlardı.
• Vehb b. Münebbih'den: Onlar (Türkler) Ye’cüc ve Me’cüc'ün amcaoğullarıdır. Hz. Zulkarneyn (a.s) seddi inşa ederken Ye’cüc ve Me’cüc'ün bir kısmı seddin dışında bulunuyorlardı. (Farkına varılmadan) onlar seddin dışına terk olunduklarından ‘Türk’ ismini aldılar. (İbn Hacer, VI/609; Zeyveli, 1987: 8-9'dan naklen)

• Zülkarneyn, Türkistan'a kadar geldiğinde askerlerine Türklere taarruz etmemeleri için “Onları terk edin” [اتركوهم] demiş, bunun üzerine onlara Türk denmiştir. (Câhız, 1988: 85; Şeşen, 1968: 31)2
Türklerin isminin t-r-k kökünden geldiğine dair yapılan bu izahlarla yetinilmeyip Hz. Peygamber'in dilinden bu izahları destekleyecek hadisler de nakledildi:
Türkler sizi terk ederlerse (size ilişmezlerse), siz de onları terk edin (onlara ilişmeyin). (Ebu Davud, K. 39, Had. no: 112; Şevkanî, 1960: 416; Aliyyu'l-Kârî, 1985: 333; اتركوا الترك ما تركوكم)
Bu tavsiye, geçici bir nitelik taşıyor olmalıydı, zira müslümanlarla Türkler savaşmadıkça Kıyamet kopmayacaktı.
Sizler Türklerle savaşmadıkça, Kıyamet kopmaz... (Buharî, K. 60, B. 94; K. 65, B. 22).3
Türkler de bu iddialar karşısında sessiz kalamazlardı. Nitekim kalmadılar da. Onlar Türk isminin kendilerine Allah Teâlâ tarafından verildiğini söylediler ve tabii ki bu konuda kendilerini destekleyecek bir hadis-i kudsî bulmayı da ihmal etmediler.
Yine Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir:
• Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. (Kaşgarlı, 1939: I/3)
• Türk, Tanrı yarlığayası Nuh'un oğlunun adıdır. Bu, Tanrı'nın, Nuh oğlu Türk'ün oğullarına verdiği bir addır. (Kaşgarlı, 1939: I/350)
• Biz, “Ad olarak Türk adını Ulu Tanrı vermiştir” dedik. Çünkü (…) İbn Ebi'd-Dünya, âhir zaman üzerine yazmış olduğu kitabında Ulu Yalavac'a (Peygamber'e) tanıklıkla varan bir hadis'i yazmış, hadis şöyledir: Yüce Tanrı “Benim bir ordum vardır; ona Türk adını verdim; onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım” buyurmuştur. [يقول الله عز و جل: ان لي جندًا سمّيتهم التركَ و اسكنتم المشرق فاذا غضبتُ على قوم سلطتُهم عليهم] (Kaşgarlı Mahmud, 1939: I/351. Hadisler hakkında değerlendirmeler için bkz. a.g.e., I/XVIII; Şeşen, 1968: 29)
Kaşgarlı Mahmud'un bu hadis vasıtasıyla vardığı netice tam da beklenildiği gibidir:
İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır; onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara “Kendi Ordum” demiştir. (Kaşgarlı, 1939: I/351)
Araplar, Türkleri sadece dilleriyle ve isimleriyle değil, nesebleriyle de zemmediyorlar ve onların Ye’cüc ve Me’cüc'ün amcaoğulları olduklarını, kendilerinin ise halifelerin soyundan geldiklerini söylüyorlardı. Bu çekişmelerin en yoğun bir biçimde Abbasiler döneminde (anne cihetinden Türk olan halife Mu‘tasım'la birlikte başlayan süreçte) yaşandığı, Türklerin ise bu dönemde devletin en mühim mevkilerine kadar yükselebildikleri düşünülecek olursa, bu suçlamaların sebeplerini izah etmek kolaylaşır kanaatindeyiz. Nitekim Türklerin kendi neseblerini izah tarzları, bizim böyle düşünmekte haklı olduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır.
Arablar iki kısma ayrılır: Adnanîler, Kahtanîler.
Kahtanîler'e gelince, bizim halifelere akrabalığımız onlarınkinden daha yakındır. Biz, halifelerle onlardan daha sıkı kan bağına sahibiz. Zira halife, Kahtan b. Abar'ın değil, İsmail b. İbrahim'in çocuklarındandır.
İbrahim'in Kıptî olan cariyesi Hacer'den İsmail adındaki oğlu, Süryanî olan karısı Sâra'dan İshak adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası ise asıl Arablardan Kantûrâ bint Maftûn'dur. Kahtanîler'den olan kimsenin “Anamızın soyu sizin ananızın soyundan daha şereflidir” demesinin sebebi, Kantûra'nın asıl Arablardan olmasıdır.
İbrahim'in bu altı oğlundan dördü Horasan'da yerleşip “Horasan Türkleri”ni meydana getirdiler. Bizim Kahtanîler'den olan kimseye verilecek cevabımız budur.
Adnanîlerden olan kimseye verilecek cevabımız ise, babamız İbrahim, amcamız İsmail'dir. İsmail'e olan yakınlığımız sizinki gibidir. (Câhız, 1988: 83-84)4
Emeviler ve Abbasiler döneminde —ki ilkinde Arap, ikincisinde ise önce Fars, sonra Türk etkisi önplandadır— sosyal ve siyasî kavgalar sebebiyle neşv ü nemâ bulan, zaman zaman da Arap kabilelerinin kendi aralarındaki rekabetten doğan bu tür rivayetlerin, şimdi değilse bile o devirlerde oldukça yaygın bir biçimde kullanıldıkları tahmin edilebilir. Nitekim birtakım hadis kitaplarında (msl. İbn Hanbel, Müsned; Müslim, Sahih; Tirmizî, Sünen; Hâkim, Müstedrek) “Fezâil'ul-Arab” adı altında Arapların faziletlerinin, “Fadl'ul-Acem” veya “Fadl'ul-Fâris” adı altında Farslıların faziletlerinin, Câhız ve İbn Hassul gibi âlimlerin yazdıkları müstakil risalelerde ise “Fezâil'ul-Etrak” adı altında Türklerin faziletlerinin sıralandığı, üstelik bu çatışmalar neticesinde İslâm tarihinde Şuûbiyye olarak bilinen bir akımın vücut bulduğu düşünülecek olursa, yukarıda aktarılan rivayetler, salt marjinal çevrelerin bir marifeti olarak görülemez.5
Hâsılı, Arap kavmiyetçiliği, Arap olmayan unsurları harekete geçirmiş, Arapların ve Arapça'nın aleyhinde eserler yazılmasına neden olmuştu. Bu tartışmaya kimlerin taraf olduklarına dikkat edilirse, çok ilginç misallerle karşılaşmak mümkündür. Meselâ Mecaz'ul-Kur’an gibi çok değerli bir eserin müellifi olan Ebu Ubeyde (öl. 210/825) birçok eleştiriler almış, kendisinin yahudi kökenli olduğu, Arapça'yı bilmediği, Kur’an'ı yüzünden bile hatasız okuyamayacağı, vb. söylenmiştir. Kendisini şiddetle tenkid eden ve yukarıdaki suçlamalarda bulunan âlimlerden biri de İbn Kuteybe'dir (öl. 276/889).
Zahirde dinî ve ilmî gibi görünen ve tabiatıyla çok farklı sahalara inhisar eden bu tartışmalarda asıl dikkat çekici olan husus, taraflardan Ebu Ubeyde'nin mesâlib'ul-Arab'a dair yazılmış olan ve Arapları şiddetle eleştiren kitaplarının, buna mukabil de aslen İranlı olan İbn Kuteybe'nin ise, içerisinde Arapları faziletlerinin sıralandığı Tafdîl'ul-Arab adlı bir eserinin bulunuyor olmasıdır.6
SÖYLEMİN DÜZENİ

Arap kavmiyetçiliğinin daha Hicret'in ilk asrında açtığı toplumsal cerahatın ne boyutlarda olduğunu görmek için, önce Muaviye b. Ebî Süfyan'ın Hz. Hüseyin'e yazdığı mektubu görelim.
Müminlerin Emîri Muaviye'den el-Hüseyn b. Ali'ye. Bana cariyenle evlendiğin, asil çocuk doğurmasını isteyeceğin ve kendileriyle sıhrî akrabalıkta şeref kazanacağın Kureyşli denklerini bıraktığın haberi ulaştı. Bu hareketinle sen ne kendi mevkiine baktın ve ne de doğacak çocuğunu seçtin.
Hz. Hüseyin'in Muaviye'ye cevabı, gerçekten de bir peygamber torununa yakışır niteliktedir.
Mektubun ve beni Kureyşli denklerimi terkedip cariyemle evlenmeme dair ayıplaman bana ulaştı. Şunu bil ki Allah'ın Rasûlü'nün şerefi üzerinde bir şeref ve nesebinin üzerinde bir nesep yoktur. O benim cariyem idi. Sevabını Allah'tan umduğum bir iş sebebiyle elimden çıktı. Sonra da Allah'ın peygamberinin sünnetine uygun olarak onu geri aldım. Allah, İslâmiyet'te alçaklığı, nesep düşüklüğünü bizden kaldırmıştır. Bu itibarla, müslüman biri ancak günah (olan) bir işten dolayı kınanır. Senin kınaman tam bir Cahiliye kınamasıdır. (Zehr'ul-Âdab, I/63; Kılıçlı, 1992: 53'ten naklen)
Arap kavmiyetçiliği, birtakım siyasî gelişmelerin de tesiriyle yayılmış, Arap olmayan müslümanlar, toplumun âdeta ikinci sınıf vatandaşları konumuna itilmişti. Hz. Peygamber döneminin hiç bir ırka, hiç bir sınıf ve zümreye ayrıcalık tanımıyan o eşitlikçi zihniyeti zamanla çözülerek, onun yerine —Hz. Hüseyin'in de dediği gibi— cahilî duygular geçmişti. Bu gelişmeleri şimdi de Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelâbidîn'in (öl. 94/713) dilinden izleyelim.
Kureyş kabilesi kendisini diğer Arapların üstünde görür oldu. Çünkü Hz. Peygamber Kureyşliydi ve onlara bunun dışında bir üstünlük düşünülemezdi. Öteki Araplar bu iddiayı sineye çektiler. Diğer taraftan Araplar, kendilerinin Acem'e (Arap olmayan müslümanlara) üstün olduklarını söyler oldular, sebebi Hz. Peygamber'in Arap olması imiş, bundan başka da fazilet düşünülemezmiş. Acemlerden de buna bir ses çıkmadı. (İbn Sa‘d, Tabakat; Hatiboğlu, 1988: 8'den naklen)
Oysa Acemlerden (Arap olmayan müslümanlardan) daha sonraları ses çıkacaktı. Çünkü İslâm'ın getirmiş olduğu o mümtaz uhuvvet bağı kaybolduğunda, bu türden çekişmelerin vücud bulması kaçınılmazdı. Nitekim tarihsel veriler, bu çeşit münakaşaların ibretâmiz misallerine tanıklık etmektedirler. Bu da gayet tabiidir, zira din'in birleştirici etkisi ortadan kalkıp siyasî ve sosyal gelişmelere uygun olarak bir kavmin başka bir kavmin dilinin etkisi ya da baskısı altında kalması halinde, halk, tepkisini ister istemez aynı araçları, yani dil'i kulanarak ifade edecekti.
Arap kavmiyetçiliğinin ardında, hiç kuşkusuz sadece bu sebepler bulunmuyordu. Kur’an Arap diliyle nâzil olmuştu ve Hz. Peygamber'in hadisleri de Arapça idi; dolayısıyla Kitab ve Sünnet'in anlaşılmasına yönelik çabalar Arapça'ya gösterilen ilginin en önemli nedeni olmuştu. Bu sebeplerle Arap dili üzerinde hem kaide ve kurallarını (gramerini) tesbit etmek, hem de sözcük hazinesini zenginleştirmek üzere çok ciddi mesailer sarfedildi. İslâmî ilimlerin tedviniyle birlikte binlerce eser yazıldı. Bunların hepsinin dili de Arapça'ydı. Ulema Arapça yazıyor, Arapça konuşuyordu. Üstelik Kur’an'ı ve Hz. Peygamber'in hadislerini doğru anlayabilmek için de Arapça'yı iyi bilmek gerekiyordu; nitekim Arap dilinin selikasına, Arap zevk-i selimine sahip olmayan kimselerin, Kitab'ı anlamada içine düştükleri hatalar da açıkça görülüyordu.
İşte tüm bu nedenlerle Arap dilini bilmek büyük önem kazanmıştı ve İbn Haldun'un gayet isabetle kaydettiği üzere, bu kıymetli mesainin şerefi Araplara değil, Arap olmayan müslümanlara aitti.7
Arap olmayan müslümanların bu denli azîm gayretleri, asabiyye duygularının da etkisiyle birtakım Arapların kendilerine husûmet beslemesine yol açmış ve iş bir anlamda çığırından çıkmıştı. Nitekim Araplar ile Arap dili etrafında yapılan bu tartışmaların mahiyetini kavrayabilmek için, o dönemde Mevalî (Arap olmayan müslümanlar) ile Araplar arasındaki çekişmeyi tüm boyutlarıyla gözönüne almak gerekir. Aşağıda aktaracağımız hâdise, bu çatışmanın arkaplanını gayet net bir biçimde gözler önüne sermektedir:

İbn Ebî Leylâ şöyle anlatır: Aşırı bir Arap kavmiyetçisi olan İsa b. Musa birgün bana şöyle sordu:
— Basra fakihi kimdir?
— el-Hasan b. el-Hasan
— Sonra kim?
— Muhammed b. Sîrîn
— Kimdir bunlar?
— Mevalî
— Mekke fakihi kim?
— Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, Said b. Cübeyr, Süleyman b. Yesâr
— Kimdir bunlar?
— Mevalî
— Medine'nin fakihleri kimlerdir?
— Zeyd b. Eslem, Muhammed b. el-Münkedir, Nâfî, İbn Ebî Nuceyh
— Kimdir bunlar?
— Mevalî
Rengi değişti ve tekrar sordu:
— Kubâ ehlinin en fakihi kimdir?
— Rabiât'ur-Rey ve İbn Ebî'z-Zînad
— Kimdir bunlar?
— Mevalî
Yüzü buruştu ve yine sordu:
— Yemen fakihi kimdir?
— Tâvûs, oğlu ve İbn Münebbih
— Kimdir bunlar?
— Mevalî
Boyun damarları şişti, ayağa kalktı ve sormaya devam etti:
— Horasan fakihi kimdir?
— Atâ b. Abdillah el-Horasanî
— Bu ‘Atâ’ da kim?
— Mevlâ
Yüzü iyice buruştu, karardıkça karardı; o kadar ki korktum. Sordu:
— Şam fakihi kim?
— Mekhûl
— Bu Mekhûl de kimdir?
— Mevlâ
Solumaya başlamıştı.
— Kûfe fakihi kim?
Korkmasaydım şayet, vallahi, el-Hakem b. Uteybe ve Ammar b. Ebî Süleyman derdim. Fakat işin iyice kötüye varacağını düşünerek “İbrahim (en-Nehâî) ve eş-Şa‘bî” dedim. O yine sordu:
— Peki bunlar kimdir?
— İkisi de Araptır.
Bunu işitince “Allahu Ekber!” dedi ve sakinleşti. (Emin, 1975: 154)

Bu misalden de anlaşılacağı üzere, Mevalî-Arap çekişmesi oldukça ileri boyutlara varmıştı: İslâm'ın temel kaynaklarının yorumlanmasında Arapça'ya tam mânâsıyla vâkıf olmayanların (tabiatıyla, “Arap kökenli olmayanların”), Arap olan ulema karşısında elbette bir rüçhaniyetleri bulunamazdı ve onların Araplara tâbi olmaları gerekirdi. Arap kadınlarıyla Arap olmayan müslümanlar evlenmemeli, namazlarında Araplara tâbi olmalı, halife'yi Araplardan seçmeli, Araplara karşı gelmemeli, Araplara buğz etmemeli, velhasıl Hz. Peygamber Arap olduğu için, Kur’an Arapça indirildiği için, cennet ehli Arapça konuşacağı için Arapların üstünlükleri teslim edilmeliydi.
Güya, Arap asıllı sahabî Cerîr ile İran asıllı Selman bir sefere çıkmışlar. Namaza kâmet getirilmiş. Cerir, Selmân'a “buyur imam ol” demiş. Selman “yok olmaz” demiş, çünkü “Siz ey Araplar, namazlarınızda sizin önünüze geçilemeyeceği gibi, biz, kadınlarınızla da evlenemeyiz. Allah Hz. Peygamber'i sizlerden göndermekle sizi bize üstün kılmıştır.” (İbn Sa‘d, Tabakat; Hatiboğlu, 1988: 14'den naklen)
Arap kavminin üstünlüğüne dair nakledilen rivayetler, daha önce verdiğimiz misallerde olduğu gibi sadece mevzûat kitaplarında değil, muteber hadis kitaplarında da yer alırlar. Nitekim Tirmizî'nin (öl. 279/892) Sünen'inde ve Hâkim'in (öl. 405/1014) el-Müstedrek'inde “Arapların Faziletleri” başlığı altında birer bölüm vardır ve ilginçtir ki mevzûat kitaplarında zikredilen hadislerin bir kısmını bu kitaplar da ihtiva etmektedirler.
• Allah mahlukâtı yaratınca, Arapları seçti, sonra Arapların arasından Kureyş'i seçti, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Benî Hâşim'den de beni seçti. Ben hayırlıların hayırlısıyım. (Hâkim, 1342: IV/86)
• Arapları aldatan kimse, şefaatime dahil olamadığı gibi sevgime de nail olamaz. (Tirmizî, had. no: 3924)
• — Ey Selman! Sakın bana buğz etme ve böylece dininden ayrılma!
— Ey Allahın Rasûlü! Allah beni senin vasıtanla hidayete erdirmişken ben sana nasıl buğz edebilirim?
— Araplara buğz ettiğinde bana buğz etmiş sayılırsın. (Tirmizî, had. no: 3923; Hâkim, 1342: IV/86)
• Arapları sevmek iman, onlara buğz etmek nifak (alâmeti)dir. (Hâkim, 1342: IV/87)
Arap kavminin izzetini korumak için elden gelen yapılıyordu. Cennet ehli'nin Arapça konuşacağı söylendiğinde, bunun Araplar için bir övünç kaynağı olacağında elbette hiçbir kuşku yoktu: Hz. Âdem'in dili Arapça'ydı ve kendisine bu dili Allah Teâlâ öğretmişti, Arapça cennet'ten indirilmişti, Kur’an Arapça'ydı, Hz. Peygamber Arapça konuşmuştu, İmamlar da, Sultanlar da Kureyş'ten (Araplardan) idiler, üstelik sadece Kur’an değil bütün semavî kitaplar evvelemirde Arapça inzâl edilmişlerdi, en nihayet cennet'te de Arapça konuşulacaktı.
Bir Arap için bundan daha şeref verici ne olabilirdi?
Olamazdı ve bu da suret-i kat‘iyede tescil edildi:
İnsanların en hayırlısı Araplardı!
Bu denli acımasız bir retoriğe sahip olan Arapçılığın, bir kere zuhur ettikten sonra Arap kökenli olmayan müslümanları da kışkırtması tabii idi. Çok sürmedi, Arapların aleyhindeki karşı-söylem gün geçtikçe kuvvetlendi. Öyle ki “Türkün zulmü, Arab'ın adaletinden evlâdır” sözü dillerde dolaşmaya başlamıştı bile. (Goldziher, 1967: I/246)
Şuûbiyye akımı, işte böylesi bir ortamda oluşmuş, önceleri bu tavrın gayr-ı İslâmî olduğunu söylerken zamanla kendisi de aynı zaafa düçar olmuştur. Burada Şuûbiyye adının, tıpkı Kaderiyye tabirinde olduğu gibi, ‘kavmiyetçiler’ değil, “kavmiyetçiliğe karşı çıkanlar” anlamına geldiğine dikkat edilmelidir. Çünkü Kaderiyye tabiri de ‘Kaderciler’ veya ‘Kader'e inananlar’ değil, “Kader'i inkâr edenler” anlamına gelmektedir.

1. Bu yaklaşımı teyid edici olduğunu düşündüğümüz hususlardan biri, Şuûbiyye'nin diğer bir isminin de Ehl-i Tesviye (Eşitlikçiler) olmasıdır. Bu tabir, onların muhalifleri tarafından da kullanılıyor ve bilhassa, bu cerayan ilk ortaya çıktığında, kendi kavimlerinin üstün olduklarını söyleyenleri değil, Arapların diğer kavimlerden üstün olmadıklarını söyleyenleri ifade ediyordu.
• Arapça ş‘ab (شعب) kökünden gelen bu kelime, İslâm'ın ilk kurucusu ve nâşiri olan Arap unsurunun hukukî ve siyasî tahakküm ve tefevvukuna karşı çıkan ictimâî bir cereyanı ve mensuplarını ifade eder. (Barthold, 1984: 99)
• Genel mânâda Şuûbiyye, Arapların diğer kavimlerden daha üstün olduklarına inanmayan fırkanın adıdır. (Kılıçlı, 1992: 71)
O halde Şuûbiyye'nin kavmiyetçi bir akım olduğunu —hiç değilse genel karakteristikleri itibariyle— söyleyebilmek mümkün değildir. Bilakis Şuûbiyye, Arap kavmiyetçiliğine karşı çıkıp Kur’an'ın ve sahih Sünnet'in de ifade ettiği üzere bütün insanların insan olmaları hasebiyle eşit sayılmaları gerektiğini öne sürmüş, dolayısıyla üstünlüğün evvelemirde takva'da aranması lazım geldiğini dile getirmiştir. Ancak daha sonraları bu akım, Arapların kusurlarını sayıp dökmekle ve gelişen süreçle birlikte yer yer Farslıların, Nebatîlerin, Süryanîlerin, Kıptîlerin ve Rumların faziletlerini öne çıkarmakla temayüz etmiştir.

2. Böyle düşünmemizin bir diğer sebebi de Şuûbiyye hareketinin en önemli simaları arasında Haricî mezhebinden kimselerin bulunuyor olmasıdır. Nitekim Heysem b. Adiyy (öl. 207/822) ile Ebu Ubeyde (öl. 210/825) gibi Arap kavmiyetçiliğine şiddetle karşı çıkan ve yazdıkları eserlerle Şuûbiyye'nin ileri gelenleri arasında sayılan bu iki âlim Haricî mezhebindendirler. (İbn Kuteybe, 1981: 538, 543; İbn Hallikan, 1977: 235)

Haricîler ise, değil sadece Arap kavmiyetçiliğine, Kureyş kabileciliğine bile karşı çıkmış, dolayısıyla hilafetin Kureyşliliğini reddettikleri gibi, İslâm toplumunda herhangibir kavme ayrıcalık tanınmasını da kabul etmeyerek müslüman kavimler arasında eşitlikçi bir tutumun hakimiyetini tesise gayret göstermişlerdir.
Burada önemli olan, —anlaşılacağı üzere— Haricîlerin Arap kavmiyetçiliğine ya da Kureyş kabileciliğine karşı çıkmaları değil, bu mücadeleyi herhangibir kavim adına veya lehine yapmamış olmalarıdır.







KAYNAK: Dücane Cündioğlu, Anlam'ın Buharlaşması ve Kur'an, İstanbul 1995 (1. bas.) Son basımı: Kapı Yayınları, İstanbul 2013.









1 Bu kelime farklı şekillerde okunabildiğinden dolayı, farklı anlamlara da gelebilmektedir. Meselâ: حبه ‘sevgisi’ (İbn'ul-Cevzî, 1983: III/71), جنته ‘cinneti’ (Gümüşhânevî, 1982: 414.3), خبثه ‘kötülüğü’ (Hâkim, 1342: IV/88). Ancak bizim esas aldığımız metinde bu kelime خَبَّه şeklinde yazılı olduğundan dolayı, biz de kelimeyi —İbn'ul-Esir'in izahlarından da faydalanmak suretiyle— ‘fesatçılığı’ şeklinde çevirdik (İbn'ul-Esir, 1979, II/4). Ayrıca bu söz, Hz. Ömer'e de nisbet edilmektedir. (İbn Teymiyye, 1990: I/325)
2 Ali Suâvî, Ulûmda, Türk kelimesinin muhtemelen bir han ismine izafe olabileceğini, Çinli tarihçilerin ortada gelen ‘r’ harfini telaffuz edemediklerinden bu kelimeyi Tûkü şeklinde yazdıklarını ve Basirette, Türk kelimesinin Çin lisanında ‘köpek’ mânâsına geldiğini yazmaktadır.(Doğan, 1991: 306, 308)
3 İlginçtir ki Zebidî'nin et-Tecrid'us-Sarih adlı Buharî muhtasarında bulunmasına rağmen (K. 53; had. no. 1262), Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yayınladığı Tecrid-i Sarih Tercemesi'nde bu hadisin ne Arapçası, ne de Türkçesi vardır. (Zebidî, 1970: VIII/342)
4 Türkler aleyhindeki hadisler için bkz. Şeşen, 1968: 11-36; Şeşen, 1995: 191-194. Savunma psikozu değişik formlara bürünebilmektedir. Meselâ Cumhuriyet Türkiyesinde revaç bulan “Ben Arabım ama Arap benden değildir” şeklindeki uydurma hadisler veya “Arapça değil mi uydur uydur söyle” gibi ifadeler, devrimlerin etkisiyle Arapları ve Arapça'yı küçük görmek, tahkir etmek, Türkçe karşısında Arapça'nın bir ehemmiyetinin bulunmadığını ifade etmek üzere yeniden tedavüle çıkarılmış, o dönemlerde —Güneş Dil Teorisi çerçevesinde— icad edilen Hz. Peygamber'in aslında Türk olduğu, Arapça'nın Türkçe'den türediği şeklindeki tezler de ne ilginçtir ki bugüne kadar gelebilmiştir.
5 I. Goldziher'in Muslim Studies (London, 1967), Ahmed Emin'in Duhâ'l-İslâm (Beyrut, tsz., 10. baskı) ve Mustafa Kılıçlı'nın Arap Edebiyatında Şuûbiyye (İstanbul, 1992) adlı eserleri, Şuûbiyye hakkında çok geniş bilgiler ihtiva etmektedir.
6 Bu konuda karşılıklı olarak öne sürülen iddialar ve yazılan eserler hakkında bkz. Goldziher, 1967: c. I; Alusî, I/158-184; Kılıçlı, 1992.
7 İbn Haldun Mukadimme adlı o kıymetli eserinde (sh. 543-545) bu konuya bir bölüm tahsis eder ve sadece Arap diliyle ilgili ilimlerin değil, hem şer‘î hem de aklî ilimlerin çok nadir istisnalar dışında Arap olmayan müslümanlar tarafından geliştirildiğini söyler.

Konular