İran Şiiri İçin Bir Sınıflandırma Denemesi

İran edebiyatını İran’ın siyasi tarihiyle paralel olarak incelemek genelde edebiyat tarihçilerinin ortak tavırlarındandır. İslâmiyet’ten sonra merkezî yönetimden (hilafet) bir bakıma bağımsız olarak İran’da yönetimi ellerinde bulunduran ilk hanedanlarla birlikte İslâmiyet sonrası İran edebiyatının da ilk döneminin başladığı kabul edilebilir. Burada İran edebiyatı olarak adlandırılan, Farsçanın bir edebiyat dili olarak egemenliğini sağlamasından sonra bu dille ortaya çıkan edebiyattan başkası değildir. Yoksa İslâm öncesi İran’ın resmi dili olan Pehlevi dilinin İran’da İslâm egemenliğinin hemen ardından hayat sahnesinden çekildiğini söyleyemeyiz. Pehlevi dili İslâmiyet’ten sonra da varlığını sürdürmüş ve daha çok Zerdüşt dinine ait eserlerde kullanılan bir dil olmuştur. İslâmî dönemden önce ya da sonra kaleme alınmış Pehlevi dilindeki eserlerin kimi dini metinler dışında bugüne ulaşamayışında İran’da İslâm egemenliğinin ilk dönemlerinde ülkede hakim olan siyasi ve sosyal atmosferin payı bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak İslâm öncesi döneme ait birçok eserin siyasi egemenlerce ortadan kaldırıldığı iddialarına ikna edici deliller getirilmemektedir. H. İbrahim Hasan, bu iddiayı ilk olarak Kâtip Çelebi’nin ortaya attığını ve dolayısıyla bunun oldukça muahhar bir rivayet olduğunu belirtir1. Zerrinkûb, Arapların İran’ı ele geçirdikleri sırada pek çok kitabı yok ettiklerine dair deliller bulunduğunu ileri sürerse de hiçbir kaynak belirtmez. Üstelik kaynaklarda İskenderiye Kütüphanesinin ortadan kalkmasını Halife Ömer’e nispet eden tartışmalı rivayeti de İran’daki kitapların suya atılıp yok edilmesiyle ilgiliymiş gibi nakleder.i Öte yandan İran’da pek çok kargaşanın baş gösterdiği ilk dönemlerde pek çok eserin ortadan kaybolduğunu, bugün çeşitli kaynaklarda zikredilen adları dışında izine rastlamadığımız eserlerden yola çıkılarak tahmin etmek zor değildir. Çoğunlukla Pehlevi dilinde yazılmış olan bu esrelerden bazılarının da Arapçaya ya da Farsçaya aktarıldıktan sonra halk arasındaki önemini yitirerek zamanla ortadan kalkmış oldukları düşünülmektedir. Çünkü bazı eserlerin Arapçaya ya da Farsçaya yapılmış çevirilerinin varlığı bu eserlerin yeni İran-İslâm toplumunda varlığını koruduğunu, üstelik itibar gördüğünü ortaya koyar.
İslâm egemenliğinden sonra, doğu İran’ın dili olan Farsçanın siyasi oluşumlara bağlı olarak zamanla (h. IV./m. X. yy.) bütün İran’ın resmî dili haline gelmesi, ilk başta sadece Maveraünnehir’de edebî eserlerde kullanılan bu dilin İran’ın batı bölgelerinde de edebiyat dili olarak kullanılır olmasını sağlamıştır. Böylece İslâmiyet sonrası İran edebiyatı diye nitelediğimiz edebiyat varlık kazanmıştırii.
İran edebiyatı bir çok edebiyat tarihçisi tarafından belirli birtakım dönemlere ayrılarak incelenmektedir. Bu dönemler, İran’ın siyasi tarihindeki dönemlerle genellikle çakışmaktadır. Örneğin birinci dönem olarak kabul edilen h. IV. yüzyıl ile V. yüzyılın ilk yarısı (m. X.-XI. yy.) İran’da İranlı kimliğinin bağımsızlık kazandığı, birtakım millî hanedanların merkezî yönetime şeklen bağımlı olmakla birlikte gerçekte bağımsızca hareket etmeye başladıkları ve özellikle de Sâmanlı ve Gazneli hanedanlarının egemenlikleri altında İran’ın kültürel olarak kendi kimliğini edindiği bir dönemdir. Bu bakımdan İran edebiyatını siyasi ve sosyal oluşumları da göz önünde bulundurarak değerlendirmek, fakat bunu yaparken siyasi oluşumları temel belirleyici olarak almamak gerekir. Biz burada İran edebiyatını, geçirdiği iç ve dış evrimi temel belirleyici olarak almayı da ihmal etmeden, siyasi tarihle de ilişkilendirilebilecek dönemlere ayırma eğilimindeyiz. İranlı edebiyat tarihçisi Muhammed Muezzin-i Câmî’nin bir makalesinde İslâm sonrası İran edebiyatını (XIX. ve XX. yüzyıllar hariç olmak üzere) ilk klasik dönem, orta klasik dönem, son klasik dönem ve neo klasik dönem olmak üzere dört döneme ayırdığını görmekteyiziii. Yazarın bu sınıflandırması, ilk elde siyasi oluşumlara değil, edebî gelişmelere dayanmaktadır. Ayrıca Celâluddin Humâyî de Tarih-i Edebiyat-i İran adlı eserinde buna benzer bir yaklaşım içerisindedir. Siyasî dönemleri gözardı etmeyen Humâyî, bir yerde bütün İran edebiyatını altı döneme ayırırkeniv, başka bir yerde klasik İran edebiyatını iki ana döneme ve bu ana dönemleri çeşitli alt dönemlere ayırmaktadırv.
Bu sınıflandırmalar kendi içinde tutarlı sınıflandırmalar olup İran edebiyatının tarihi seyrini yansıtmaktadır. Bunların en belirgin özelliği, sınıflandırmalarda hep şiirin esas alınmış olmasıdır. Aslında bu makalenin başlığı, bu hususu vurgulamaktadır. Bu çalışmamızda bu sınıflandırmalara benzer bir biçimde, özellikle de Muezzin-i Câmî’nin sınıflandırmasından ilham alarak, dönemlerin bir bakıma iç içeliğini kabul eden bir sınıflandırma yapmaya çalışacağız.
Müezzin-i Câmî’nin sınıflamasında Sebk-i Hindî’nin klasik dönemin dışında bırakılması bazı soruları gündeme getirebilir. Sadece başlangıçtan Sebk-i Hindî’nin egemen olduğu dönemin sonuna kadarki zaman dilimini göz önünde bulundurduğumuzda problem yokmuş izlenimi edinilmektedir. Oysa İran şiirini başlangıçtan bugüne dek ele alırsak şu soruyu sormamız kaçınılmaz duruma gelir: Sebk-i Hindî dönemine neo-klasik dönem diyeceksek, bu dönemin hemen ardından gelen Geriye Dönüş dönemine ne ad vereceğiz? Yine de Sebk-i Hindî dönemi için neo-klasik nitelemesi pek de yersiz görünmemektedir. Bu çalışmada Geriye Dönüş dönemini tanımlamadan kaynaklanan güçlüğü aşarak neo-klasik nitelemesini Sebk-i Hindî için kullanma eğilimindeyiz. Buna göre başlangıçtan günümüze İslâm sonrası İran şiiri dört ana döneme ayrılarak incelenebilir: a) Klasik dönem, b) Neo-klasik dönem, c) Nostaljik dönem ya da Geriye Dönüş dönemi, d) Çağdaş dönem. Klasik dönem kendi içinde birbirinden keskin çizgilerle ayrılmayan bazı dönemler halinde incelenebilir. Klasik dönemi bölümlere ayırırken sebk dönemlerini temel almak yerinde olur. Bu dönemlerin tekabül ettiği siyasi dönemleri de bu sınıflandırmada belirtmek yerinde olacaktır. Böyle yaparsak klasik dönem şu şekilde tasnif edilebilir: a) İlk klasik dönem (Sebk-i Horasânî-Sâmanlılar ve Gazneliler), b) Orta klasik dönem (Sebk-i Beynâbeyn ve Sebk-i Azerbâycânî- Selçuklular-Atabekler), c) Son klasik dönem (Sebk-i Irâkî-Moğollar, İlhanlılar, Timurlular).
1) Klasik Dönem
İslâmiyet’ten sonra İran’da hüküm süren ilk milli yönetimler olan Tahiriler ve Saffariler döneminde temelleri atılan Fars edebiyatından, oluşumunu tamamlamış bir edebiyat olarak ancak Sâmanlılar döneminden başlayarak söz etmemiz mümkündür. İranlı kimliğini her zaman ön planda tutan Sâmanlılar döneminde devlet adamlarının teşvikleriyle Fars dili gerek şiirde, gerekse nesirde bir edebiyat dili olma imkânı bulmuştur. Bu dönemde kaleme alınmış eserlerin kimileri gerçek anlamda edebiyat ürünleri sayılmasalar da bu başlangıç döneminin şiir ve nesir ürünlerini bir arada değerlendirmek, Fars dili ve edebiyatının kimlik kazanışını tatmin edici bir biçimde gözlemlemek için zorunluluk taşımaktadır. Sâmanlıların mirasçısı olan ve köken itibariyle Türk olmakla birlikte siyasi ve kültürel birtakım nedenlerle İranlı kimliğini kendine mal eden, başka bir deyişle İranlı kimliğine sahip çıkan ve kendi kavmî unsurlarını da bu kimliğe katan Gazneliler dönemine gelindiğinde karşımızda gerçekten millîliğini ortaya koyarak evrensel olmaya yönelmiş bir edebiyat durmaktadır.
Sâmanlılar döneminde kimliğini kazanıp Gazneliler döneminde yüksek seviyesini koruyan bu edebiyat, hayat bulduğu topraklardaki her türlü siyasi ve sosyal iniş çıkışlar karşısında kendine yeni mecralar bularak uzun süre başarılı bir seyir içinde olmuştur. Selçuklu egemenliği İran şiirinin akış yönünü bir ölçüde değiştiren ilk önemli unsurdur. Selçukluların egemen oldukları her yeni toprak parçası İran şiiri için yeni bir mecra olmuştur. İran şiirini İran dışına ilk taşıyanlar Gazneliler olsa da Selçukluların bu konudaki üstünlüğü tartışılmazdır. Gazneliler ile birlikte Hindistan topraklarına doğru yayılan İran şiiri Selçuklularla birlikte Batıya doğru yayılmış, Anadolu’ya kadar taşınmıştır. Ayrıca, Gaznelilerin Hindistan’a açılmalarında Selçukluların etki ve katkılarının bulunduğunu da ileri sürebiliriz. En azından Selçukluların İran’daki egemenliklerinin başlangıcı Gaznelilerin sonu olmamış, Gazneliler İran’da zayıflarken Hindistan’da yeni yönetimler oluşturmuşlardır.
İran’da oldukça büyük ve derin yaralar açan Moğol istilasının İran’ın toplumsal ve kültürel yapısını altüst ettiği bir gerçektir. Bu altüst oluş, edebiyatın da altüst oluşu anlamına mı gelmektedir. Bunu söylemek pek kolay değildir. Soruyu başka türlü de sorabiliriz: Bu altüst oluş, İran edebiyatına neler getirmiş, ondan neler götürmüştür? Şu kadarını söylemekle yetinelim, Moğol istilası, İran’dan büyük bir beyin göçünün yaşanmasına yol açmıştır. Bu dönem edebiyatını bu göçlerin belirlediğini söylemek abartı sayılmamalıdır.
Timurlular dönemi, nazîreciliğin son derece yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu dönemin en güçlü şairi sayılan Câmî bile aslında başarılı bir nazîrecidir.
Safeviler döneminin başlangıcı klasik dönemin bitişine rastlamaktadır. Safeviler dönemi, İran şiiri için apayrı bir fenomendir. Bu dönem İran için millî bir diriliş kabul edilirken, şiir için aynı anlama gelmemektedir. Hindistan’da Türk-İran kökenli yönetimlerin daha Gazneliler döneminde boy göstermeye başlamaları, sonradan İran edebiyatı için adeta uzun vadeli bir yatırıma dönüşmüş, Safevî İran’ındaki mezhebî atmosferde hareket alanını daralmış gören şairler Hindistan’da geçici ya da daimi ferahlama yolunu seçmişlerdir.

1.1) İlk Klasik Dönem (III. yy.-V. yy. ilk yarısı/IX-XI. yy.)
İlk klasik dönem, İslâm sonrası İran şiirinin başlangıcından Selçuklular dönemine kadarki zamanı içine alır. Bu zaman diliminde dönem üslubu olarak Sebk-i Horasanî karşımızda durur.
İslâmiyet sonrası İran edebiyatının ilk dönemi, İslâm öncesi İran kültürünün bir anlamda hayatını sürdürdüğü, başka bir deyişle yeni kültürün eski kültürü bünyesine alarak yaşattığı ortamı yansıtan bir dönem olma özelliğiyle öne çıkmaktadır. Elbette bu eski kültürün izleri sonraki dönemlerde de gözlemlenebilirse de ilk dönemde edebiyatın belirgin rengini oluşturmaktadır. Hatta bir adım daha ileri gidilerek denilebilir ki İslâm öncesi İran kültürüne eski dönemlerde bile bu dönemde olduğu kadar anlam ve önem atfedilmemiştir. Bu dönem edebiyatında İran mitolojisinin gizemli bir felsefeyle yoğrularak sunulduğuna tanık olmaktayız. Eski efsanelerin yeni edebiyata aktarılması, her şeyden önce bu çabanın ürünüdür. Bu mitolojik-felsefi hareket Firdevsî ile birlikte bu dönem edebiyatının merkezine yerleşmiş, sonraki dönemlerde de etkisini sürdürmüştür.
İlk klasik dönemde İslâm öncesi kültüre ait mitolojik eserlerin yeniden gündeme geldikleri görülmektedir. Bu eserler ya yazılı hikaye ve efsanelerden oluşmakta ya da halk arasında ağızdan ağıza dolaşarak yaşayan efsaneler niteliğini taşımaktadır. Bu eserlerin kimileri (örneğin daha önce Sanskrit dilinden Pehlevi diline aktarılmış olan Kelile ve Dimne) Farsçaya çevrilmeden önce, o dönemde Müslümanların resmî dili olarak nitelendirilebilecek Arapçaya çevrilmiştir. Pehlevi dilinde nesir halinde bulunan hikayeler Farsçaya genellikle manzum olarak (örneğin Esedî’nin Gerşâsp-nâme’si ve Firdevsî’nin Şâh-nâme’si) aktarılmıştır.
Eski kültürün yaşatılması için ortaya konulan çabalar bu dönemin en önemli özelliklerinden biriyse de saray şiirinin, başka bir deyişle kasideciliğin dönem şiirinde en önemli yeri tuttuğu bilinmektedir. Bu alanda Rûdekî ismi ilk akla gelen isimdir.
Öte yandan yeni din İslâm’ı ve kültürünü anlama ve özümseme çabaları da nesir alanında bir canlılığın yaşanmasına katkı sağlamıştır. Arap diliyle kaleme alınmış kimi din ve tarih kitapları Farsçaya kazandırılmıştır. İslâm’dan sonraki ilk yüzyıllarda Arapça eserler vermek durumunda olan İran asıllı bilgin ve yazarlar, Farsça eserler de yazmaya, dinî, felsefî ve ilmî alanlardaki Arapça eserler de yerlerini Farsça eserlere bırakmaya başlamışlardır.
Gaznelilerle birlikte siyasi erkte hâkim unsuru Türkler oluşturduğundan özellikle saray şiirini bu unsurun etkilemediği düşünülemez. Gazneliler döneminde saray-şair ilişkisi, bazen Firdevsî-Gazneli Mahmud ilişkisinde olduğu gibi sorunlu olsa da çoğu zaman sarayın kârlı çıktığı bir ilişki olarak varlığını sürdürmüştür. Yine de Türk unsuru İran kültür ve edebiyatında varlığını sürdüren onca izlerine rağmen, kültürel bakımdan İslâm-İran sentezinin içinde iddiasız biçimde yer almayı kabullenmiş bir unsur gibi görünmektedir.
Sonuç olarak ilk klasik dönem, Fars dilinin hem şiir alanında, hem de nesir alanında yetkinliğini ortaya koyduğu bir dönem olarak değerlendirilebilir.

2.1) Orta Klasik Dönem (V. yy. ikinci yarısı-VI. yy./XI-XII. yy.)
Sebk-i Beynâbeyn ve Sebk-i Azerbaycânî akımlarının egemen olduğu bu dönem, ilk klasik dönemle son klasik dönem arasında bir geçişi temsil eder.
Siyasi ve kültürel oluşumlarıyla birlikte bu döneme bakıldığında dönemin son derece hareketli bir zemine oturduğu görülür. Selçuklu egemenliğinin bu dönem edebiyatının şekillenişinde önemli etkisinin bulunduğu bir gerçektir. İlk dönemlerde Selçuklu sultanlarından pek iltifat görmeyen şiir, zamanla Selçuklular için imparatorluğun gereklerinden olarak algılanmaya başlanmıştır. Selçuklu sultanlarının edebiyat ve bilime büyük önem verdikleri bilinmektedir. Sırf Nizâmiye medreselerinin varlığı bile Selçuklu döneminin bilimsel hareketliliğini görmemize yetmektedir. Bu medreseler dilden edebiyata, kültürden bilime pek çok alanı etkisi altına almıştır. Bu dönemde ortaya çıkan dinî ve siyasi hareketlerin (örneğin İsmâiliyye hareketinin) edebiyata yansımadığını düşünmek imkansızdır.
Selçuklularla eşzamanlı olarak İran’ın çeşitli bölgelerinde hüküm süren Atebekler de İran edebiyatı açısından gözardı edilemez siyasi oluşumlar olarak değerlendirilmelidir.
Orta klasik dönemin en belirgin özelliği, belki de saray şairliğinin şairlerin gözünde itibar kaybına uğramasıdır. Elbette bu itibar kaybı pek çok şairi saray şairliğinden uzaklaştırmış değildir. Bu dönemde saray şairliğini, başka bir deyişle methiyeciliği seviyesiz bir meslek olarak görenlerin başında Nâsır-ı Husrev ve Senâî gelmektedir. Aslında saray şairliğini küçümseyici yaklaşımın köklerini, her yönüyle Fars edebiyatının temellerinin atıldığı birinci dönemde, yani ilk klasik dönemde aramak gerekir.
Orta klasik dönemde, daha önce belirttiğimiz gibi saray şairliğinin itibar kaybına uğramasının saray şairliğini ve methiyeciliği gözle görülür bir biçimde zayıflatmaması ise dönem açısından ilginç bir özellik olarak kaydedilmelidir. Öyle ki methiyeciliği yermekle birlikte bu işi oldukça ileri götürerek sürdüren şairlerin varlığına tanık olmaktayız. Bu şairlerin tipik bir örneği, övgü yazdığı kişilere abartılı sözlerle insan üstü konum atfetmede oldukça cömert davranan Enverî’dirvi. Öte yandan methiyeciliği elinin tersiyle itip hikmetli şiirler yazmaya yönelen Senâî’nin de zaman zaman saraya yöneldiğini görmekteyiz. Örneğin o, fikrî ve felsefî temeller üzerine kurduğu ünlü eseri Hadîkatu’l-Hakîka’yı Behrâm Şâh’a ithaf etmiştirvii. Bununla birlikte Senâî’nin bu yaptığı saray şairliği kapsamında değerlendirilemez. Aslında o dönemde Senâî’nin bu hareketi şairler için makuldür.
Bu dönemin belirgin özelliklerinden olarak bahsettiğimiz bu özelliğin, yani saray şairliğinin itibar kaybına uğramasının ardındaki etken, söz konusu dönemin başat öğesi durumundaki tasavvuf ve İran-İslâm felsefesidir. Tasavvufun en önemli özelliği ise dünyaya kapalı olmakla birlikte kitlelere dönük olmasıdır.
Şiirde İslâm’dan sonra şekillenen ve İslâm’ın İran’a özgü yorumlanışı diyebileceğimiz şairâne felsefenin ilk temsilcisi olarak Senâî’yi görmekteyiz. Bu felsefeyi benimseyen sonraki bazı şairlerde (Attâr, Mevlânâ ve Sa‘dî) Senâî’nin etkisini gözlemlemek mümkündür.
Orta klasik dönemde bir yandan İslâm düşüncesi egemenlik alanını genişletirken, öte yandan İslâm öncesi İran düşüncesi de son derece rafine bir biçimde edebiyatta yer almayı sürdürür. Hakânî ve Nizâmî adları bu konuda ilk akla gelenlerdir. Aslında Senâî de eski İran düşüncesiyle yeni İran (İslâm) düşüncesinin bir kesişmesini ifade etmektedir.

3.1) Son Klasik Dönem (VII-IX. yy./XIII-XV. yy.)
Klasik dönemin en uzun bölümünü oluşturan bu dönem, geçmiş dönemlerin bütün birikimlerini bünyesinde toplar. Bu dönemi kendi içerisinde küçük dönemlere ayırmak da sağlıklı bir değerlendirme için makul görülebilir. Örneğin, VII./XIII. ve VIII./XIV. yüzyıllarda daha nitelikli şiir ürünlerine rastlanırken, IX./XV. yüzyıl, klasik dönem için sonun başlangıcı olup “nazireciler dönemi” nitelemesini hak eder.
Son klasik dönemi Moğol istilasıyla eşzamanlı kabul edebiliriz. Moğol istilasının İran’da büyük yıkımlara neden olduğu âşikârdır. Ancak bu yıkım, şiir için aynı boyutlarda söz konusu olmamıştır. Ancak, bir önceki dönemde gerilemeye yüz tutan saray şairliğinin bu dönemde büyük ölçüde terk edildiğini söylemek yanlış olmaz. Bununla birlikte saray şairliğinin bütünüyle terk edildiği söylenemez. Saray şairliğini sürdüren şairlerin faaliyetlerini İran’ın çeşitli bölgelerinde hüküm süren küçük hânedanların hizmetinde sürdürdükleri görülmektedir. Öte yandan Selçuklular döneminden itibaren farklı ortamlara yönelen şiir bu sayede Moğol istilasının olumsuz etkilerinden kendisini büyük ölçüde koruyabilmiştir. Tasavvufî şiir bunun en somut örneğidir. Birçok tasavvuf erbabı başka ülkelere göç ederek tasavvufî faaliyetlerini sürdürmüştür. Bunlar arasında mutasavvıf şairlere de rastlarız. Bunlar İran toprakları dışına göç ederek bir yandan kendi faaliyetlerini ve edebî çalışmalarını sürdürürlerken, bir yandan da Fars dili ve edebiyatının İran dışında yayılmasına da katkı sağlamışlardır. Bu şairlere örnek olarak Sa‛dî-yi Şîrâzî, Fahruddîn-i Irâkî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Kâniî-yi Tûsî ve Seyf-i Fergânî’yi zikredebiliriz. Bunlardan Sa‛dî uzun süren yolculuklarla İran’daki olumsuz şartların etkisinden uzak kalmaya çalışmış, diğerleri ise genellikle Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Fahruddin-i Irâkî ise bir süre Anadolu’da kaldıktan sonra Mısır’a ve Şam’a gitmiş ve hayatının son dönemini orada geçirmiştirviii.
Her şeye rağmen son klasik dönem, İran şiirinin parlak dönemlerinden biridir. Bu dönemde yetişen büyük şairlerin çokluğu bunu ortaya koymaktadır.
Bu dönemin en önemli temsilcileri arasında yukarıda adları geçen şairlerin dışında Humâm-i Tebrîzî, Hindistan’da yetişen Emîr Husrev-i Dihlevî, Hâcû-yi Kirmânî, hicviyeleriyle tanınmış Ubeyd-i Zâkânî, Selmân-i Sâvecî, Hâfız-i Şîrâzî, Kemâl-i Hocendî ve Câmî isimleri öne çıkmaktadır.
VII./XIII. yüzyılda orijinal eserleriyle şiir tarihine geçen şairlerin ardından VIII./XIV. yüzyıldan başlayarak geçmiş dönemlerin şiirini sentezleme çabalarının arttığına tanık oluruz. Son klasik dönemin son iki yüzyılında Hâfız ve Câmî gibi şairlerin bütüncü bir çaba içine girdiklerini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle şairler, klasik şiirin bütün yönlerini kendi şiirinde toplama çabasına düşmüşlerdir. Ancak bu çabada Hâfız’ın başarısını yakalayan başka bir şaire rastlanmaz.
Hâfız’ın asıl stratejisi, kendi şiirinde bütün edebî geleneği bir araya getirmek ve bu geleneğin birbirinden ayrı durumdaki tüm parça ve biçimlerini birleştirmektirix. Hâfız bunda başarılı olmuş ve bir çok sesi ve eğilimi şiirinde bir araya getirmiştir. O, bütüncü bir üslupla ve tıpkı şeffaf bir mercek gibi önceki bütün tayfları şiirinden geçirir ve bir noktada toplar. Bu nokta onun gazelidir ve onun gazeli anlamsal ve sanatsal açıdan bütün yönleriyle Farsça gazelin en yoğunlaşmış örnekleridir. Hâfız, aristokrat şiiri de diyebileceğimiz saray şiirini sürdürmekle birlikte, bu şiiri bir yandan halk ve tasavvuf şiiri geleneğiyle, bir yandan da saf lirik şiir geleneğiyle birleştirmiştir. Böylece o, İran şiirinde ilk kez olarak “memduh”u tıpkı bir “maşuk” gibi övmüş, bir başka deyişle “gazel içinde kaside yazmıştır”.x Bu şekilde iki ayrı şiir biçimini anlamsal olarak bir araya getirmiştir. Bunun yanında Hâfız, orta klasik dönemde gazelin revaç bulmasının önemli nedenlerinden olan tasavvufî gazel geleneğine de bağlı kalmıştır. Bu bakımdan onun gazelinin üç boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Hâfız’ın farklı çevrelerce farklı değerlendirilmesinin, bir başka deyişle onun şiirindeki ihamın nedeni de bu üç boyutlulukta yatmaktadır.
Klasik dönemin son yüzyılı olan IX/XV. yüzyıla gelindiğinde şiir adına iyimser olmaya neden sayılabilecek bir harekete rastlanmaz. IX/XV. yüzyılda şaşırtıcı boyutlara ulaşan taklitçilik ve nazirecilik, edebi-felsefî düşünce alanında bu yüzyıllardan daha önce başlamış olan, fakat etkisini ancak son klasik dönemde tasavvuf, edebiyat ve felsefenin sığlaşması biçiminde göstermeye başlayan yüzeyselleşmeyle örtüşmektedir. Bu dönemde artık genelde edebiyat, özelde şiir teknik bir oyuna dönüştürülmüş, yazarlar ve şairler edebî ürünlerinin dış yapısını süslemekte abartılı bir tavır sergilerken iç yapıyı neredeyse göz ardı etmeye başlamışlardır.
Bu yüzyılın en önemli şairi olan Câmî, Hâfız gibi “bütüncü” bir çaba içine girmişse de onun çabası bir hareket değil, ancak bir kıpırdanma olarak değerlendirilebilir. Câmî, bütüncü bir tavırla, İran şiir geleneğinin bütün yönlerini şiirinde toplamaya çalışırken kendisinden önce değişik şiir biçimlerinde zirve olan şairlerin eserlerine nazire yazmaktan pek öteye gidemez. Yazdığı eserler büyük ölçüde başarılı olarak değerlendirilse bile, bunlar sayesinde klasik şiirin ihyasından söz edemeyiz.
Son klasik dönemin ikinci yarısında tezkireciliğini eski dönemlerden daha çok revaç bulduğu gözlemlenir. Bilimsel temellere oturmasa da şiir eleştirisi yine bu dönemde gelişme gösterir.
Son klasik dönemin ikinci yarısının en çok hatırlanan şairi Câmî için “hâtemu’ş-şuarâ” nitelemesi yapılır. Elbette bu hâtemu’ş-şuarâlık, “Sebk-i Horasanî için geçerlidirxi.” Klasik şiirin Câmî ile bittiği görüşü genel kabul gören bir görüştür ve Cami’den sonra klasik şiir temsilcileri arasında dikkate değer bir isme rastlanmaması bu görüşü güçlendirmektedir. Câmî’nin önemi belki de “eski şairlerin yürüdükleri yolun yeni baştan yürünmesinin yararsız olduğu”nuxii kendi tecrübesiyle ortaya koymasında yatar. Câmî’nin bu tecrübesi sonraki şairleri yeni arayışlara yönelmede etkilemiş olmalıdır.
Ayrıca Câmî’nin bazı gazellerinde yeni ve orijinal söyleyişlere rastlanmaktadır. Bu bakımdan Câmî’yi klasik dönemin ardından yeni bir dönemin habercisi sayanlar ve Sebk-i Hindî’nin izlerini Câmî’nin gazellerinde arayanlarxiii, böylece bir bakıma haklı sayılabilirler.

II. Neo Klasik Dönem (X-XI. yy./XVI-XVII. yy.)
Klasik dönemin parlak günlerinin geride kalmasının ardından şiirin bir bakıma içine düştüğü çıkmazdan kurtarılması amacıyla X./XVI. yüzyılda şairlerce bir takım çabalar gösterildiğine tanık olmaktayız. Bu dönemdeki çabalara genel anlamda “Mekteb-i Vukû”xiv adı verilmektedir. Mekteb-i Vukû şairleri şiirin taklitten ve kendini tekrardan kurtarılması yolunda önemli adımlar atmışlarsa da onların yaptıkları sadece gazel çerçevesinde gerçekçiliğe ulaşma çabası olarak kaldığından beklenilen açılımı sağlayamamıştır. Beklenen yenilenme ve açılım, Safeviler dönemine rastlayan ve “Sebk-i Hindî” dönemi olarak bilinen dönemde nispeten gerçekleşmiştir.
Safevi yönetiminin saray şairliğine pirim vermemesi, saray şiirini revaçtan düşürür. Bunun yanında Safeviler döneminin ilk yıllarında İran’da var olan siyasi ve kültürel koşullar, lirik şiir açısından da pek elverişli görünmez (Elbette bu koşullar zamanla lirik şiir için elverişli hale gelecektir). Böyle bir ortamda şairler, eski didaktik konuları yeniden işleyerek yeni bir dille sunmaya yönelirler. Şiirin saraydan çıkması, şairliğin belirli bir zümrenin tekelinde olmaktan uzaklaşmasına yol açmıştır. Bunun en önemli olumlu sonucu olarak, alt tabakaların şiire olan ilgilerinin artmasını kaydedebiliriz. Safeviler döneminde şairler arasında adı geçen pek çok kimsenin toplumun çok çeşitli meslek gruplarından (kasap, nalbant, tüccar, kahvehaneci vs.) olduğu görülür.xv Ayrıca hâkim dinî ideoloji de dinî şiirin, özellikle de mersiye türünün gelişmesine yardım etmiştir.
Bununla birlikte “neo-klasik” diye adlandırdığımız dönemi bu gelişmelerle tam anlamıyla açıklayamayız. Aslında neo-klasik dönem şiiri, Safeviler yönetiminin zamanla ülkede iktisadi refahı önemli ölçüde sağladığıxvi, buna karşılık sarayın methiye şiirini dışladığı bir ortamda gelişmiştir. Ayrıca bu dönem şiirine İran-Hint buluşmasıyla tebarüz etmiş bir şiir gözüyle bakılabilir. Şu anlamda ki, neo-klasik dönemin önde gelen temsilcilerinin bir çoğu İran topraklarında yetişmiş olsa da hemen hemen hepsinin bir Hindistan tecrübesi vardır. Saray şairliğinin İran’da revaçtan düşmesi, saray şairlerini, bu yolu sürdürmek için yeni arayışlara yöneltmiş olmalıdır. Bu sırada Hindistan’da hüküm süren ve İran kültürünü belirli ölçüde Hindistan’a taşımış olan Hint-Timurlu yönetiminin sarayları, Fars dili ve edebiyatını teşvik eden merkezler konumundaydılar ve buralarda saray şairliği olumlu karşılık görmeye devam ediyordu. İran’da kendilerini muhatap alacak “memduh” bulamayan methiyeci şairler, hem maddi nedenlerle, hem kültürel ve sosyal nedenlerle Hindistan saraylarına yönelmeye başlarlar. Hindistan saraylarındaki maddi imkanların yanı sıra, adı geçen ülkenin çok kültürlü yapısı da bu ülkenin şairler için cazibe merkezi olmasında etkili olur.
Öte yandan o dönemde İran, Hindistan’a göre daha üst bir kültürü temsil etmekteydi ve Hint asıllı şair ve yazarlar da Farsçayı öğrenip bu dille eser vermeyi önemsemekteydilerxvii. Hindistan’da Fars dili ve edebiyatının canlı bir ortama kavuşmasında bu olgunun da katkısı vardır.
İran’dan Hindistan’a giden şairler genellikle orada sürekli kalmıyorlar, belirli bir süre sonra İran’a dönüyorlardı. Bu bakımdan her şeye rağmen bu dönemin kültür ve edebiyatının merkezi, Safevilerin başkenti olan İsfahan’dı. İsfahan dışında Kaşan ve Şiraz gibi şehirler de kültür, sanat ve edebiyat için önemli merkezlerdendi.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hindistan saraylarının şairleri teşvik etmeleri önemli bir husussa da bu durum neo-klasik dönemde kasidenin gazelin önüne geçmesi gibi bir sonucu doğurmamıştır. Çelişkili bir ifade gibi görünse de bu dönemde gazelin egemenliğini belirtmemiz gerekecektir. Son klasik dönemde Hafız’dan söz ederken Hafız’ın bütüncü yaklaşımından söz etmiş ve onun hemen hemen bütün şiir mirasını gazelde yoğurmaya çalıştığını belirtmiştik. Belki de neo-klasik şairler gazeli bu denli öne çıkarırken hep Hafız’dan hareket etmekteydiler. Bu bakımdan Câmî’den ziyade Hafız için Sebk-i Hindî’nin habercisi nitelemesi garip kaçmayabilir.
Söylediğimiz gibi bu dönemde kaside revaçta değildir. Hindistan saraylarında şiir faaliyetlerini sürdüren şairler bile övgü şiirinin vazgeçilmez kalıbı olan kasideye değil de daha çok gazele yönelmişlerdir. Bu dönem şiirinde anlam ve imgelem öne çıkarken biçim ikinci planda kalır. Aslında bu dönem şairlerinin çoğu için “beyit şairi”xviii nitelemesi uygun düşer. Şöyle ki onlar genelde tek tek beyitler yazıp bunları bir araya getirerek gazellerini oluştururlar. Gazelin en küçük birimi olan beyitler arasında anlamsal bir bütünlük aramak bu dönem şiiri için sonuçsuz bir çabadır.
Sonuç olarak bu dönem, edebiyatın sokağa çıktığı, gazelin saltanat sürdüğü, imgelemin önem kazandığı ve biçimin ikinci plana kaydığı bir dönemdir. Ayrıca bu dönemde nesir alanında tezkire ve sözlük yazarlığının canlandığı gözlemlenir.
Bu dönemin önde gelen şairleri arasında Vahşî-yi Bâfıkî, Muhteşem-i Kâşânî, Kelîm-i Kâşânî, Sâib-i Tebrîzî, Bîdil-i Dehlevî, Şevket-i Buhârî ve Urfî-yi Şîrâzî gibi isimleri sayabiliriz.

III. Nostaljik Dönem ya da Geriye Dönüş (XII-XIII. yy./XVIII-XIX. yy.)
Sebk-i Hindî’nin gelişip edebiyat ortamına egemen olduğu dönem, daha önce de belirttiğimiz gibi Safevi yönetiminin İran’da iktisadi ve sosyal refahı önemli ölçüde sağladığı zamana rastlamaktadır. Öte yandan Hindistan saraylarının maddi ve kültürel zenginliğini de buna eklemek gerekir. Edebî zevk, böyle bir ortama uygun olarak gelişmiştir. Fakat belli bir süre sonra İran’da tecrübesiz ve yeteneksiz yöneticilerin iş başına gelmelerinin de etkisiyle iktisadî durum bozulmaya başlamış, bunun yanı başında sosyal ve kültürel atmosfer de olumsuz bir seyir içine girmiştir. Safevilerin ilk yıllarında olduğu gibi son yıllarında da toplumda iç huzurun yeterince bulunmadığı görülmektedir. Bu huzursuzluk, doğal olarak edebiyata da yansımıştır. Sebk-i Hindî şairlerinin tarzlarının ve hayal dünyalarının bu ortamla örtüşmediği ortadadır. Bu nedenle Sebk-i Hindî ekolü kendiliğinden tedrici olarak terk edilmeye başlanmıştır. Elbette İran dışında bu akımın çok yakın zamanlara dek varlığını koruduğu ayrıntısını unutmamalıyız.
Sebk-i Hindî’nin tedricî terk edilişinin ardından toplum şartlarına uygun bir tarzın ve tavrın oluşması gerekirken bunun gerçekleşmediği görülmektedir.
Bu arada, Sebk-i Hindî akımı öncesinde ortaya çıkıp kısa süre sonra ortalıktan çekilen “Mekteb-i Vukû” yeniden gündeme gelir. Bu bir geriye dönüş anlamına gelirse de asıl geriye dönüş bunun hemen ardından gelmiştir ve bu döneme adını veren de bu sonuncusudur.
Edebiyatta Sebk-i Hindî öncesine dönülmesi gerektiğini düşünenler İsfahan’da bir araya gelirler ve “Encumen-i Edebî-yi İsfehan” (İsfahan Edebî Encümeni) adıyla bir oluşum gerçekleştirirlerxix. Bu oluşum, Zend hanedanı dönemine (XII/XVIII. yy) rastlar. Kerim Hân-ı Zend’in ölümüyle (1193/1779) İran yine bir kargaşa ortamına girer ve bu ortamda İsfahan Edebi Encümeni’nin faaliyeti sona erer. Kerim Han’dan sonra Kacar hanedanından Akâ Muhammed Hân İran yönetimini ele geçirir (1193/1779) ve siyasi bakımdan İran’da yeni bir dönem başlar. Akâ Muhammed Hân edebiyat ve sanata pek ilgi duyan biri olmasa da onun İsfahan’a vali olarak atadığı Neşât-i İsfehânî (1175-1244/1761-1828) bir şairdirxx. Onun öncülüğüyle İsfahan’da edebi ortam yeniden canlanır ve ikinci bir edebiyat encümeni oluşturulur.
Bu ikinci encümen de Neşât’ın Tahran’a gitmesiyle son bulurxxi. Aka Muhammed Hân’dan sonra tahta geçen Fethali Şah zamanında (1212-1250/1797-1834) edebî encümen üçüncü kez oluşturulur. Fethali Şah aynı zamanda bir şairdir ve “Hakan” mahlasını kullanırxxii. Bu üçüncü encümenin ömrü yaklaşık otuz yıl sürerxxiii. Bu encümenin en önemli temsilcisi, Fethali Şah’ın sarayında “meliku’ş-şuara” olan Fethali Hân Sabâ’dır (ö. 1238/1823).
Bu üç encümen, Zend ve Kacar döneminde “geriye dönüş” anlayışının iyiden iyiye edebiyat ortamına egemen olmasını sağlar.
Geriye dönüş hareketi, klasik dönem şairlerini kopya etmekten ve tıpkı klasik dönem şairleri gibi yazmaktan öte bir kaygıları bulunmadığı ortaya çıkan şairlerin hareketidir. Bu dönemde yetişen şairler, şair olarak kendi kimliklerini kazanamamışlar, ancak iyi birer Sa‘dî ya da Hâfız veya Nizâmî taklitçisi olabilmişlerdir. Geriye dönüş hareketi sadece şiirle sınırlı kalmamış, nesirde de ilk klasik dönemin sade üslubuna dönme çabasında olan yazarlara da rastlanmıştır.
Geriye dönüş hareketinin edebiyatı bir yere götüremeyeceğini düşünen edebiyatçıların eleştirilerinin Kacarların son dönemlerinde yoğunluk kazandığı görülür. Dışa (Türkiye, Rusya ve Avrupa) açılmanın da etkisiyle toplum yapısında ve düşünce ve kültür hayatında ortaya çıkan değişmelerin ivme kazandırdığı yenilik arayışları bu eleştirilerle birlikte başlar. Bütün bu eleştiriler ve arayışlar karşısında, şiirde geriye dönüş hareketi kabuğuna çekilerek çok yakın bir geçmişe dek varlığını sürdürmüştür.

IV. Yeni Dönem (Meşrutiyetten Bugüne)xxiv
İran şiirinin son dönemini kapsayan bu dönem için belirli bir homojenlikten söz edemeyiz. Bu dönem, Kacarlar döneminde, Meşrutiyet’in ilanına dek uzanan çizgide özellikle tema ve içerik bağlamındaki bir yenileşme arayışıyla başlamıştır.
İran’da Meşrutiyet dönemi edebiyatta yenileşmenin temellerinin atıldığı dönem olarak kabul edilir. Bu dönemde genelde edebiyat, özelde şiir alanında önemli değişmeler göze çarpar. Nesre roman, öykü ve piyes gibi yeni türler girerken şiirde de daha çok tema ve içeriğe yönelik değişim ve yenileşmeler görülür. Bundan önce belirttiğimiz gibi pek çok aydın ve edebiyatçı, geriye dönüş olgusunu her geçen gün daha yoğun eleştirmeye başlamış, deyiş yerindeyse klasik dönem ustalarının tahakkümüne son verilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu dönemde ülkenin batıyla olan ilişkilerinde gözle görülür bir yoğunluğun olması, dünyadaki yeni düşünce ve kültür hareketlerinin İran’da daha çok yankı bulmasını sağlamış, bu da ister istemez edebiyat ortamını etkilemiştir. Böylece her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da yenileşme zorunluluğu yoğun olarak seslendirilmeye başlanmış, buna paralel olarak edebiyat ürünlerinde bu yenileşme çabaları belirli ölçüde ivme kazanmış ve gazetelerin yaygınlaşmasıyla edebiyat geniş kitlelere seslenme imkanına kavuşmuştur. Nesir alanındaki bu yeni türleri bir yana bırakacak olursak İran edebiyatının başat türü olan şiir, yenileşme açısından uzun bir süre hiç de parlak olmayan bir seyir izlemiştir. Şiirde yenilik sadece tema bağlamında düşünülmüş, asıl şiiri oluşturan öğeler üzerinde yeterince durulmamıştır.
Güçlü bir geleneğe sahip bulunan İran şiirinin biçim açısından değişim süreci sancılı ve uzun sürmüştür. Şairlerin ve şiir okurlarının edebî zevkleri ve alışkanlıklarının da bunda payı vardır. Bu yüzden olsa gerek yenilik taraftarı şairler, yeni biçimler deneme konusunda ısrarcı davranmamışlar ve şiirde yeni temaları gündeme getirerek biçimle pek ilintili olmayan bir değişime yönelmişlerdir. Şiirde yeni bir dile ulaşmak gerektiğini söyleyenler çıkmışsa da bu dile ulaşma çabalarını görmek için, adı yeni şiirle özdeşleşen Nîmâ Yûşic’e (1897-1960) dek beklemek gerekmiştir. Devamı gelmeyen bir kaç deneme dışında Nîmâ Yûşic’e gelinceye dek biçim açısından dikkate değer bir yenileşme çabasına rastlanmaz. Bu bakımdan yeni İran şiirini Nîmâ Yûşic’le başlatmak, üzerinde ittifak edilen bir husus olmuştur. Biçim açısından yenileşmenin serüveni üzerinde durmamız maksadı aşacağından burada Nîmâ Yûşic’in ve onun paralelindeki ilk yenilikçilerin zorlu bir mücadeleden sonra kendilerini kabul ettirdiklerini, bugün bile eski yeni tartışmalarının zaman zaman gündeme geldiğini belirtmekle yetinelim.
Bugün klasik tarzla yeni tarz yan yana varlığını sürdürürken, birbirinden de etkilenmekte ve beslenmektedir. Hatta bugün aruz kurallarına tam uyularak yazılan başarılı örneklerin yeni şiir hareketi dışında tutulması imkansızdır. Örneğin bir “çahar pare” aruz vezninin bir açılımı olmakla birlikte yeni bir kalıptır. Ayrıca “yeni gazel” hareketi de serbest şiirden büyük ölçüde etkilenen bir harekettir.

Sonuç
Yukarıdaki satırlarda bir edebiyat tarihçisi bakışıyla İran şiirinin bir sınıflandırması yapılmaya çalışılmıştır. Bu sınıflandırma iddialı bir sınıflandırma değildir. Başlıkta da görüldüğü gibi sadece mütevazı bir deneme, bir başka deyişle bir düşünceyi bu alanda çalışanların değerlendirmesine sunma girişimi ve bunların yanı sıra, edebiyatla, özellikle de İran edebiyatıyla uzaktan yakından ilgilenenlerin ilgisine sunulmuş bir irdelemedir.
Bütün bunlarla birlikte edebiyat tarihçisi için ilgi alanını oluşturan edebiyata ilişkin bir tasnif vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Her edebiyat tarihçisi kendi alanıyla ilgili olarak çalışırken her şeyden önce kafasında bir tasnif yapma ihtiyacı duyar. Bu yazı da böyle bir ihtiyaç doğrultusunda zihinde oluşan tasnifin paylaşıma açılmasından ibarettir. Buna göre İran edebiyatı oldukça uzun süren bir klasik döneme sahiptir. Safeviler dönemini ve dolayısıyla Sebk-i Hindî’yi klasik döneme dahil edebilirsek de söz konusu dönemi klasik dönemden ayırarak neo-klasik dönem nitelemesiyle ele almak yerinde görünmektedir. Bu dönemin hemen ardından gelen Geriye Dönüş dönemini daha ayrı bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Geriye Dönüş, klasik dönemin taklidinden ibarettir, ancak modern döneme de sarkmaktadır. Yeni dönemi Geriye Dönüş döneminden ayrı tutarken daha çok özsel ve biçimsel yenileşmeyi göz önünde bulundurduk. Aslında Geriye Dönüş anlayışı yeni dönemde de varlığını sürdürmüştür.

Summary:
“A Trial to Classify Persian Poetry”
In this article, the author tries to classify Persian poetry from the beginning of Islamic period to modern times. According to this article, Persian poetry is separated to four main periods: 1- The Classic Period 2- The Neo-classic Period 3- The Nostalgic Period 4- The Modern Period.

1 yorum

Misafir
15.02.2016 15:40

Siteniz gayet güzel. Tebrik ederim Fars dilinde önemli bir boşluğu dolduruyorsunuz

Konular