ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ

ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
ÖZET
Zâtî, XV. yüzyılın sonu ve XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü
bir şairdir. Yazdığı manzum ve mensur eserlerle tanınmış, döneminin
önde gelen şairlerindendir. Kolay şiir yazan ve şiir tekniğini iyi bilen
bir şair olarak bilinir. Türk edebiyatında en fazla gazel yazan şairlerdendir.
Zâtî, kaynaklarda şairler hocası olarak anılır ve kendisinden
övgü ile bahsedilir. Onun öğrencilerinden biri, ünlü şair Bâkî’dir. Bir
diğer ünlü öğrencisi de Gül ü Bülbül mesnevisiyle tanınan şair Kara
Fazlı’dır.
Onun Bayazid cami avlusundaki küçük dükkânı şiirlerin okunduğu,
konuşulduğu ve şiir tartışmalarının yapıldığı akademik bir muhittir.
Hayali Bey ve Taşlıcalı Yahya da bu dükkâna gelen şairlerdendir.
Kıvrak bir zekâya, güçlü bir şiir yeteneğine sahip olan Zâtî, rindmeşrep
ve nüktadan bir kişidir. O, anadan doğma şair yaratılışlı, aynı
zamanda çok boyutlu ve çok yönlü biridir.
Böyle bir yeteneğin ortaya çıkmasındaki en büyük etken, şüphesiz
şahsi kabiliyetidir. Daha birçok özelliklere sahip olan şair üzerinde
ciddi araştırmalar yok denecek kadar azdır. Bu makale Zâtî’nin hayatı,
sanatı ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi verilerek bir boşluğun giderilmesi
amaçlandı.
Anahtar kelimeler: Şair Zâtî, Zâtî’nin şiiri, Zâtî’nin sanatı, Zâtî’nin
eserleri.

 Yrd. Doç. Dr. Sadık ARMUTLU, İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim üyesi. sadikarmutlu@windowslive.com.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
78
ABSTRACT
Zati is famous poet who lived in the late 15th century and early 16th
century poetry and writings that famous verses and the one of the wellknown
poets of his era. As poet who versed easily and he was famous
to awareness the technics of versing. In Turkish literature the most verses
poems attributed to him. Zati the resources to be remembered as
master poets and spoken of with praise. One of the most famous students
is Baki, Another of his disciples is Kara Fazli is known that the
Masnavi flowery. His small shop located in the courtyard of the
Mosque of Bayazid read poetry and talk about it and it was a scientific
environment. Hayali Bey and Tashlijali Yahya were poets who came to
this shop. Zati was clever man and had strong gift to versing and he
was astute person and nifty one who was born to been poet and had
multidimensional talent. Undoubtedly, the main features of such a talented
person. Almost can be said, there is no research about the poet
who had unique features. This article also intends to study the life and
works of Zati and remove blanks of his life.
Key words: Zati, Poetry of Zati,
چکیده
ذاتی شاعر مشهوريست که در اواخر قرن ١٥ و اوايل قرن ١٦ می زيسته است که به
دست نوشته های منظوم و منثورش مشهور و از معروفترين شعرای عصر خويش است.
او به عنوان شاعری که به راحتی شعر می سرود و به تکنیک شعر آگاه بود معروف است.
در ادبیات ترک بیشترين سروده های غزل منسوب به اوست. ذاتی در منابع با عنوان
”استاد شعرا“ ياد می شود و با تعريف و تمجید از سخن گفته می شود. يکی از شاگردان
او شاعر معروف باقی است. يکی ديگر از شاگردان او قارا فضلی است که با مثنوی گل و
بلبل معروف شده است. دکان کوچک وی واقع در حیاط مسجد بايزيد محل خواندن شعر
و بحث کردن در مورد آن و يک محیط علمی است. خیالی بگ و تاشلیجالی يحیی هم از
شاعرانی هستند که به اين دکان می آيند. ذاتی شخص باهوش و دارای استعداد قوی
شعرسرايی انسان رند مشرب ونکته دانی است او مادرزادی شاعر و در عین حال دارای قوه
چند بعدی است. بی شک عامل اصلی اينچنین استعدادی قابلیتهای شخصی است. تقريبا
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
79
می توان گفت تحقیقات در مورد شعرايی که خصوصیات منحصر بفرد زيادی دارند وجود
ندارد. اين مقاله نیز با همین هدف و با تحقیق در مورد زندگی و آثار ذاتی و برداشتن
جاهای خالی در مورد ايشان ترتیب داده شد.
کلید واژه ها: ذاتی شعر ذاتی صنعت ذاتی آثار ذاتی
1. HAYATI
XVI. yüzyıl Divan şiirinin tanınmış şairlerinden olan Zâtî, kaynakların
verdiği bilgiye göre Karesi vilayetine bağlı Balıkesir kasabasında
dünyaya gelmiştir. Biyografik eserlerde özellikle de şairlerden bahseden
şuarâ tezkirelerinde her hangi bir şairin doğum tarihini, takvime
dayalı olarak tesbit etmek zordur. Âşık Çelebi'nin Zâtî'ye ait olmak
üzere verdiği şu bilgiler, bu konuda sözünü edebileceğimiz çok nadir
örneklerden biridir: "amma ben kendüden işitdigüm budur ki mevlidüm
sene sitte ve sebcin ve semâniye mi'edür. Adum ve hem lafz-ı
İvaz târîh-i velâdetüm iclâmından İvazdur, dirdi." Bu bilgiler (eğer bir
şecere uydurması gibi değilse) bize hem adını, hem de adının ebced
hesabıyla karşılığı olan 876/1471-1472 yılını, yani doğum tarihini gösterir.
Kaynaklarda ismi hakkında değişik rivayetlere rastlanır. Sehi Bey
ve Latifi isminin Bahşî olduğunu yazmışlardır. Zâtî'nin ismi hakkında
en ayrıntılı ve dikkat çekici açıklamayı Âşık Çelebi yapmıştır. Şairin
ismi ile ilgili olarak gerek çevresine ve gerekse şairin kendisine dayandırdığı
bilgiler şunlardır: "ammâ ismi hakkında halk dirler ki nâm-ı
mâder-zâdı Satılmış'dı ki cavâm tağyîr idüp Satı dirlerdi. Vaktâ ki şicr
söylenüp mahlas lâzım oldı Satı'yı tağyîr eyledi Zâtî diyü tacbir eyledi."
Bu bilgilerden asıl adının Satılmış olup, halkın bunu bozarak,
kendisine Satı dedikleri, şairin de Zâtî şekline sokup mahlas edindiğini
anlıyoruz.
Gelibolulu Âlî de Âşık Çelebi'nin şairin ismi hakkındaki vermiş olduğu
bilgileri tekrarlar: “ba’zılar kavlince ism-i mâder-zâdı Satılmış
olup mâ-dâmki mûze-dûz imiş nâmı ol lafzun murahhamı olan Satı
edası ile mermûz imiş sonra ki şâcirlige heves itmiş ismini min vechi
tağyîr itmemiş gibi Satı edasını Zâtî ile mucabber kılmış."
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
80
Fakat Âşık Çelebi, Zâtî'nin kendisinden duyduğunu belirterek, naklettiğine
göre, asıl adı İvaz'dır. Kınalızâde Hasan Çelebi de şairin asıl
isminin İvaz olduğunu kaydetmiştir. Mehmet Çavuşoğlu'nun şairin
ismi hakkındaki görüşü şöyledir: "Her ne kadar halkın rivayetine dayanan
Satılmış veya Satı ismi gerçeğe uygun görünmekteyse şairin
söylediğine inanmak ve Zâtî'nin asıl isminin İvaz olduğunu kabul etmek
akla daha yakındır."
Zâtî'nin şiirleri üzerinde yapılan bir lisansüstü çalışmada ise,
Zâtî'nin ismi hususunda farklı bir yorum yapılmıştır: "Ancak cahil bir
çizmeci olan babasının çocuğuna ebced hesabına göre isim koyması
uzak bir ihtimal olacağından, bizce asıl ismi, Âşık Çelebi'nin belirttiği
Satılmış isminin halk ağzında bozularak söylenişi olan Satı'dır. Herhalde
İvaz ismini Zâtî, şiirde şöhret sahibi olduktan sonra, devrin modasına
uyup, Arapça bir isme olan ihtiyacından uydurmuş olmalıdır."
Zâtî'nin ailesi hakkında bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Kaynakların
"ashâb-ı hıref ve erbâb-ı sancatdan mûze-dûz olup niçe sâl u
mâlı elden geldikçe sancat-ı mezbûre ile macîşet iderdi." Sözlerinden
hareketle Zâtî, hayata çizmeci mesleğiyle atılmıştır. Bu da bize, babasının
bir çizmeci ustası olduğu kanaatini verebilir. Fakat bunun aksini
de düşünebiliriz. Zâtî, baba mesleğini değil, hoşlandığı meslek olan
çizmeciliği de seçmiş, hatta babası tarafından daha iyi kazanç getiren
kendi mesleğine veya kendi mesleği dışında başka mesleğe, yani çizmecilik
sanatına verilmiş de olabilir.
Bundan dolayıdır ki "ilk işi baba mesleği olan çizmecilik" sözünü
kaydeden kaynakların bilgilerini şüpheyle karşılamak gerekir. Çünkü
şairin hayatı ile ilgili verilen bilgileri içeren, birinci derecedeki kaynaklarda
babasının mesleğinin "çizmeci" olduğuna dair bilgilere rastlanamamıştır.
Âşık Çelebi'nin "iki kaynı ogulları vardı ki ikisi bile veled-i
sulbisi gibi" dediğine göre Zâtî, evli ve çocuk sahibi bir kimsedir. Fakat
evliliği ile çocuk (veya çocukları) hakkında başka bilgiye tesadüf edilememiştir.
Zâtî, gençlik yıllarında Balıkesir'de geçimini çizmecilikle sağlarken,
bir yandan da Balıkesir'e Sancak Beyi olarak gelenlere kaside sunup,
hediyeler alırmış. Zâtî, Letâyif’inde bu hususu şöyle nakleder:
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
81
"Bir zamânda Balıkesre'ye Sancak Begi geldi. Gâyet hasîs herîf idi.
Yanundan bir mankır çıksa canı çıkar sanurdı. Bir kasîde didüm câ'ize
virmedi. Beni tonatmışsın yalan söylemişsin didi. Ben ayıtdum: Gerçek
söylense nesne hâsıl olurmıydı? Bu kıtcayı didüm okudum. Ziyâde
haz itdi vâfir câ'ize virdi kıt'a:
Geldi bir server-i kerem kânı
Kereminden cihânı itdi ğâni
Lutfı şöyle latîfdür kim anun
Kimse görmez letâfetünden anı
Bu latifeden hareketle, çizmecilik sanatını icra ederken, genç denecek
yaşta şiir yazdığını söyleyebiliriz. Yine Letâyif’inde geçen "Bir
zamânda Balıkesre'de Mustanzır-zâde Sancak Begi idi. Anlarla
musâhabet iderdük" sözünden Sancak Beyinin sanat ve kültür sohbetlerine
katıldığına göre, Zâtî'nin gençlik yıllarında belli bir eğitim gördüğünü
de düşünebiliriz.
Zâtî'nin Balıkesir'de ve gençlik yıllarında nasıl bir eğitim gördü-
ğünü, kimlerden neyi ne ölçüde okuduğunu bilemiyoruz. Bu hususta
kaynaklarda yeterince bilgi verilmemiştir. Letâyif’inde anlattığına bakılırsa
Bursa’da, Edirne'de ve İsrafîl-zâde'nin Manisa kadısı olduğu
yıllarda bu şehirlerde bulunmuştur. Adı geçen yerlerde, eğitim amacıyla
mı, maişet için mi bulunduğu belli değildir.
Kanaatimizce Zâtî, devrinin önde gelen birçok şairi gibi ilk tahsilini
doğduğu yerde yani Balıkesir'de yapmıştır. Sancak Bey'lerine kasideler
sunup, onların sohbetinde bulunduğuna göre, zamanının ilim merkezleri
sayılan Bursa, İznik, Manisa gibi yakın vilayetlere giderek eğitimini
ilerletmiş ve görgüsünü artırmış olmalıdır. Fakat bununla asla
yetinmemiştir. O, eğitim ve öğretimini ilerletmek, devletin ileri gelenlerinden
caize ve maaşlar almak, büyük şehrin imkânlarından faydalanmak
için çizmecilik sanatından vazgeçip Balıkesir'i terk ederek şair
olma amacıyla İstanbul'a gelmiş olmalıdır.
Ayrıca dükkânını kapatıp, çizmecilik mesleğini terk ederek, şairliğe
yönelmesinde, şüphesiz mizaç ve yaratışındaki şair kabiliyetinin de etkisi
büyük olmuştur. Fuat Köprülü de onun hakkında "Zâtî kendisini
hiç bir zaman sadece bir çizmeci olarak hissetmemiştir. Onun çalak,
kaynar, neşeli, avare, serseri, taşkın bir ruhu vardı. O, sabahtan akşama
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
82
kadar bir dükkânın içine kapanarak oturacak bir şahsiyet değildir"
der.
Zâtî'nin İstanbul'a geliş tarihi belli değildir. Onun Âşık Çelebi'ye
"İstanbul'a geldüm. merhûm Sultân Bâyazîd devrânıydı” dediğine
göre Zâtî, II. Bayazîd'in saltanat yıllarında (1480-1512) İstanbul'a gelmiştir.
Elimizde bulunan bir İn'amât Defteri'nde Zâtî'nin adı ancak 916
yılının Rebi'ü'l-ahir'inde saraya bir kaside getirmesi münasebetiyle
zikredilmiştir. Daha önceki yıllarda Zâtî’ye ait bir ihsan ve in'am kaydına
rastlanılmadığından, onun II. Bayazîd'in saltanatının son yılları
olan 916/1510 yılında İstanbul'a geldiği söylenebilir.
İstanbul'a gelen Zâtî, burada diğer şairler arasında kendini göstermek
ve şairlikle geçimini sağlamak için, şiirin malzemesi olan asgarî
bilgileri edinmeğe, eksiklerini tamamlamaya başladığını düşünebiliriz.
Latifî'nin "cömrinin bir mikdârın nahve sarf itdi. Müneccimzâde'den
kavâ'id-i reml öğrenip reml ve nücûm tarîkine gitdi" dediği
gibi Zâtî, İstanbul'a geldiği ilk yıllarda Arapça gramerin yanında, remil
kaidelerini öğrenmiştir.
Zâtî, bir taraftan tahsilini ilerletirken, diğer taraftan da devrin önde
gelen şairlerinin bulunduğu meclislere, devrin şiir mahfilleri olan
tekke ve meyhanelere devam ederek görgüsünü artırarak, yeni dostlar
edinmeye başlamıştır. Gerek tezkirelerde, gerekse Letâyif’inde bununla
ilgili bilgiler mevcuttur. Bu konuda Letâyif’inde şu satırları örnek
verebiliriz:
"Bir zamanda Şaşa Beg merhûm İstanbul’da Subaşı idi. Bir gice bir
câlî meclis eyledi zurefâ cem' itdi..."; "Bir zamanda bir olay nâzükler ile
bir meyhânede musâhabât iderdük..."; "Bir gün yârân ile Galata canibine
seyre gitmelü olduk..."; "Bir zamanda Ferruhî ile Vefâ-zâde'de
olurduk. Gündüzin sâ'im olur gice ekâbir evine varurduk..." Bu örnekleri
çoğaltmak mümkündür.
Bu sıralarda Zâtî, Hadım Ali Paşa (öl. 1511)'nın Divan Kâtibi olan
Mesihî (öl. 1513) ile tanışır ve onun yardımıyla Paşa'nın himayesine
girer. Böylece Zâtî de her şair gibi kendisini himaye edecek birisini bulur.
Âşık Çelebi tezkiresinde bu durumu şöyle ifade eder:
"kezâlik Ali Paşa vezîr-i nükte-dân u kâm-bahş u kâm-rân idi.
Evvel ki aña kaside virdüm:
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
83
Şita vücûd-ı nebâtâtı eylemişdi cadem
Yine vücûda getürdi bahâr-ı cîsâ-dem
İdinse gerdüñi remmâl remil aña kalmaz
Sürâdikât-ı guyûp içre hiç sırr-ı mübhem
Bir beyit dahi budur ki:
Figân-ı velvele-i bülbülân-ı subh-ı çemen
Kamu mekîn u mekânı simâtı itdi asam
Mahlas beytini dahi okudum, didi ki bu kaside de üç mahlas derc
itmişsün. Biri asam, biri remmâl, biri Zâtî. Pâdşâh-ı merhûma yılda üç
kaside virmeñ buyurdı." Böylece Zâtî, kısa sürede şairlikteki hünerini
kabul ettirmiş, şöhret, sahibi olmuştur.
Hadım Ali Paşa'nın desteğiyle devrin büyük âlim ve devlet adamlarının
sohbet ve meclislerinin kapısı kendisine açılmıştır. Vezirlerden
Hersek-zâde Ahmed Paşa'nın, âlimlerden ve o tarihte Rûmeli Kazaskeri
Olan hemşehrisi Hacı Hasan-zâde Mehmet Efendi (öl. 1505)'nin,
Müeyyed-zâde Abdurahman Çelebi (Öl. 1516)’nin ve Nişancı Tâcî-
zâde Cafer Çelebi (öl. 1513) ve Pîri Paşa (öl. 1537)'nın himayelerinde
onlara takdim ettiği kasideler karşılığında verilen ihsan ve caizelerle
Zâtî, mutlu bir hayat sürmüştür.
Zâtî'nin şöhret basamaklarını birer birer tırmanmasında şair yaratı-
lışının yanında, Hadım Ali Paşa'nın himayesinin de büyük etkisi olmuştur.
Paşa’nın Zâtî'ye en büyük faydası da kendisini devrin hükümdarıyla
tanıştırmasıdır. Zâtî'nin ve devrin şairlerinin hayal ettikleri ve
ulaşabilecekleri son nokta padişahtır. Zâtî, Hadım Ali Paşa'nın tavsiyesi
üzerine Padişaha (II. Bâyazîd'e) biri Nevruz, ikisi bayramlarda olmak
üzere yılda en az üç kaside takdim eder. Artık Zâtî, hamisi sayesinde
saraya girip, II. Bâyazîd'e kaside sunup, ondan caize ve ihsanlar
alır. Bu hususu yakın arkadaşı olan Âşık Çelebi'ye kendisi şöyle anlatmıştır:
"Kezâlik cAlî Paşa ve pâdişâh-ı merhûma yılda üç kaside virmen
buyurdı. Birin nev-rûzda virürdük ve birer kasîde bayramlarda
virürdük. Nevrûzda iki bin akçe câ'ize ve her bayramda birer yüzü
kemhâ birer yüzü çuhâ. Nice yıl ol câ'ize ve sâliyâne ile geçindüm."
Zâtî, şairliği sayesinde şöhrete ulaşmış ve adını duyurmuştur. Öyle
ki II. Bâyazîd'in devrin şairlerinden seçme gazeller istemesi üzerine,
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
84
Zâtî de diğer meslektaşları gibi bir kaç gazel yazar ve onları saraya teslim
eder. Herkesin gazeli II. Bâyazîd'in huzurunda okunur. Sıra
Zâtî'nin gazelinin okunmasına gelince, sunduğu gazellerden birisinin
bir beyti okununca II. Bâyazîd başını kaldırır ve "Allaha yemin iderüm
bak dünyâda ma'nâ dükendi dirler. Kesinlikle ma'nâ dükenmez.
Dünyâ ma’nâ ile doludur. Hüner onu bulmakdur" diyerek, Zatî'yi
över ve ona memuriyet verilmesini ister. Bu hususu kaynaklar şöyle
nakletmişlerdir:
"şucarâ-yı vakt taze didügümüz gazelleri cemc idüp içerü virdük.
Ol kadar incâmlar itdi. Genc-i şâyegâniye irdik. Benüm gazellerüm tetebbu’
iderken bu fâiyye gazelin görmiş ve huzûr-ı şâhânede
Dürr-i dendânuna benzetmese ey ağzı sadef
Bahrun urmazdı sabâ sûretine hışm ile kef
matla’lı gazelümün
Geldi ol zühd libâsına kabâ itdürici
Zâhidâ hırkaya çek başunı mânend-i keşef
beyti okınınca baş götürüp bi'llahi görün câlemde macnâ dükendi dirler,
hâşâ ki macnâ dükene, dünyâ tolu macnâdur hüner bulmaktadur
el-kıssa Zâtî'ye mansıp görsünler diyü Hüseyin Ağaya buyururlar.
Anlar dahi fermân-ı pâdşâhı vüzerâya ve erkâna duyururlar."
Zâtî'nin şairlik şöhretinin doruk noktasına ulaştığının bir başka kanıtı
da Âşık Çelebi'nin naklettiği bir olayda açıkça ortaya çıkar. Âşık
Çelebi'nin bildirdiğine göre; bir gün devrin önde gelen şairi Necâtî Bey
(öl. 1509), Manisa'dan Edirne'ye giderken, İstanbul'a uğrar ve devrin
önemli şâirlerinden Revânî (öl. 1523), Mesîhî (öl. 1513), Âhî (öl. 1517),
Ferrûhî ve Şem'î'nin de bulunduğu meclise iştirak eder. Şiirler okunup,
şarap sohbeti yapılırken içeriye Sultan Camiinde müezzinlik yapan ve
şiirlerinde Zâtî mahlasını kullanan Hallâc Zâtî isimli birisi girer. Necâtî
Bey kim olduğunu sorar ve orada bulunanlar Zâtî diyerek adı geçen
kişiyi överler. Onu gerçek Zâtî sanıp şiirini okumasını ister. Necâtî
onun gerçek Zâtî olmadığını anlar ve ona: "bire edepsüz, bu hâlünle
anunla nasıl atışur ve ona söz söylersün. Eğer pâdişâhın huzûrundan
şimdi gelmeseydüm, bir mahlasta bir ünlü şâ’ir varken, her kendüni
bilmez ve taklitçi ünlü şâ’irin mahlasıyla şi’re mahlas, bulup mu’âraza
itmesün deyü yasaklatdurur hükm-i şerîf ihrâc iderdüm" dedi.
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
85
Şöhret sahibi olan, aldığı ihsan ve caizelerle müreffeh bir hayat sürmeye
başlayan Zâtî, içkili sohbet âlemlerinden de uzak kalmıyordu.
Letâyif’inde "yârân sohbeti" dediği bu âlemler ve burada geçen olayları
Zâtî ayrıntılarıyla anlatmıştır. II. Bâyazîd tarafından mansıp verilmesi
emredilmesine rağmen, Zâtî, bu mansıbı alamaz. Vezirler, Zâtî'yi
çağırarak "senün sağırlığın bir mansıp ve memuriyet vermeye uygun
değildir" diyerek kendisine Burusa'da otuz akçelik bir tevliyet virürler.”
Zâtî, sağır olduğunu Letâyîf’inde kendisi de söyler: "Bir zamânda
ziyâde kulağumı ağrıdı, hayli zahmet çekdüm."
Zâtî'nin sağırlığı şairlerin şiirlerine de konu olmuştur. Kendisinin
çağdaşı olan Hâfız Andelîbî isminde bir şair, onun hakkında şu beyti
söylemiştir:
Bin kezin söyleseler gûşuna girmez birisi
Dir gören anun için Zâtî kulağun dögeyüm
Zâtî, kendisine verilen bu tevliyeti kabul etmez. Bu konuda kaynaklar
şu bilgileri verirler: "Benüm sâl-be-sâl alduğum cevâ'iz-i seniyye
mahsûli tevliyetden ziyâdedür. Sene-be-sene vech-i macâşum anlarumla
murâd üzre âmâdedür deyü terk itmiş. Ne kabûl eylemiş ne Burusa'ya
gitmiş. Zirâ ki bir yana Vezir-i Aczam cAli Paşa'nun incâmı bir
yana Müeyyed-zâde merhûmun ihsân-ı tâmını ve bir taraftan Tâcizâde
Cacfer Çelebi'nün cinâyet ü ikrâmı Zâtî'ye cidden müzâyaka virmez
imiş. Bunlardan gayrı cenâb-ı saltânatdan her nevrûzda iki bin
akçe câ'izeden macadâ her bir bayramda birer yüzi surh-kemhâ ve birer
tarafı çukâ hilcat-ı girân-bahâ dahi mukarrar imiş."33 "Gördüm
sâliyâne-i şâhî ile catâyâ-yı ekâbir andan ekser İstanbul'dan ve
yârândan ayrılmamak için mansıp kabûl itmedüm geçindüm."
Böylece Zâtî, düzenli bir gelirden kendisini mahrum eder. Elimizde
bulunan II. Bâyazîd devrine ait bir in'amât defterinde Zâtî'nin İstanbul'a
geldiği ve saraya kaside göndererek karşılığında iki bin akçe aldığı
tarih olan 21 Recep 916/30 Aralık 1511 tarihine kadar saraydan aldığı
in'am ve tasadduk elimizdedir.
Sadrazam Hâdım Ali Paşa'nın 1511 yılında Anadolu’da büyük bir
isyan çıkarmış olan Şâhkulu ile Gedikhan mevkiinde yapılan savaşta
öldürülmesi ve II. Bâyazîd'in saltanatının sonlarında meydana gelen
olaylar neticesinde Müeyyed-zâde ve Tâcî-zâde’nin azli üzerine bir
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
86
müddet himayesiz kalır. Zâtî, II. Bâyazîd’in 1512 yılında ölümüne
üzülmüş ve onun hakkında duygularını dile getiren beş bendlik bir
mersiye yazmıştır. Fakat İstanbul’da dost çevresi bulunan şûh-meşrep
Zâtî’yi himaye edenler çoğalmıştı. O, büyüklerin meclislerinin bülbülü
olmuş, kendisine ait mallar ile memduhlarindan aldığı caizelerle
Zâtî’nin rindane hayatı mutlu bir şekilde devam etmiştir.
Zâtî, II. Bâyazîd'in ölümü üzerine tahta geçen Yavuz Sultan Selim'e
içerisinde:
Serverâ bir bende-i bî-kayddur kapuñda cadl
Tutamazdı anı zencîre çeküp Nûşinrevân
beyti geçen bir cülûsiye sunmış, padişah, karşılığında salyâne verilmesini
ve caizesinin artırılmasını emretmiştir. Zâtî, bundan sonraki gelişmeleri
arkadaşı Âşık Çelebi'ye şöyle anlatmıştır:
"Anatolı kâdıc askeri Tâcî-zâde Cacfer Çelebiye carzı gelen köylerden
birin carz eylemek buyuruldı. Bir gün beni çağurmış, carz geldi,
gel sana münâsip gördügün beğen, saña carz idelüm, didi. Gördüm,
biri Burusa'dan Şeyh Hasan yirine gelmiş. Bunı virüñ, didüm. Yâ Hasan
ne yisün didi. Ağu yisün, didüm. Biri dahi yirümüz olan Balıkesri'den
Leylek Seydi dirler bir şahs yirine gelmiş, onu istedüm Yâ Leylek
ne yisün, didi. Yılan yisün, didüm. Bu latîfelerle Leylek yirin baña
carz itdiler. Sultân Selîm merhûm pesend idüp Leylek yirin sadaka buyurmış.
İki karye idi. Onbirbin beşyüz akçe yazardı."
Yavuz Sultan Selim ülkeler feth etmekle meşgul olduğundan onun
muhitine girip ihsanlarına nail olamayan Zâtî, dostları Müeyyedzâde'nin
ölümü ve Tâcî-zâde Cafer Çelebinin 1515 yılında katledilmesi
üzerine tekrar himayesiz kalmıştır.
Bu sıkıntılı devre Kanuni’nin tahta çıkışına kadar sürmüştür. Ona
takdim ettiği kasidelerle caizeler almağa başlamış ve tekrar yıllığa bağ-
lanmıştır. Elimizde bulunan Kanuni devrine (1520-1566) ait bir in'amât
defterinde, 936-939/1529-1532 yılları arasında Zâtî'ye çeşitli vesilelerle
8 kere 100 akçe ve 1 tane de giyim ihsanında bulunulduğunu görmekteyiz.
İbrahim Paşa'ın sadareti zamanında şair Hayalî Bey (öl. 1557)'in
telkini ve başka bir sebeple Paşa'nın hoşnudsuzluğunu davet eyledi-
ğinden, ondan caize ve tevliyet elde etmek ümidi kaybolmuştur. Zâtî,
bu hususu Âşık Çelebi'ye şu şekilde anlatmıştır:
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
87
"ammâ yine İbrâhîm Paşa'nun medhinde gavvâs olup talduk.
Kasîdeler diyüp câ'izeler alduk. Ammâ Hayâlî Sultânum beni terbiyet
itdügünüzden dil-gîrlerdür. Hasedleründen sultânumı tenhâda hicv
iderler ve zâhirâ bed-ducâlar iderler, didigünden deryâ-yı kalbi pürteşvîr
oldı. Hattâ düğün itdügünde kasîde iletdüm. Okıduğumda kasideyi
şöylece dinleyü Hayâlî’nün ol düğünde pâdşâha virdügi yâiyye
kasidesinden bu beyti okıdı:
Ne tozlar kim koparmışdur semend-i tabc-ı mevzûnum
Gözine tûtiyâ eyler Sıfahânda Kemâl anı
Bu beyt böyle degüldür, didüm. Ya nicedür didi. Böyledür didüm
ve şu beyti okıdum:
Ne tozlar kim koparmışdur semend-i tabc-ı Zâtî’nün
Gözine tûtiyâ eyler Sıfahânda Kemâl anı
Paşa âzürde-dil olup âh şu'arânun burası olmayayıdı, hiç dahl idemezlerdi,
tevârüd dacvâsın iderler, didi. Bu kasîdeyi ben ibtidâ-yı
cülûs-ı Süleymâniyede didüm ve Key İskender-i sânî lafzın târîh bulup
kasîdede derc itdüm, ayakları topragına didüm, bu beyt dahi ol kasîde
ebyâtında dâhildür ve aynı ile harem-i padişâhîde hâsıldur ilzâm kasd
itdigümden muğber, mansıp ‘ucâle küncer oldı."
Zâtî'nin bundan sonra şansı yaver gitmemiştir. Eski demler ve
âlemler günden güne birer hayal olmaya başlamıştır. Zâtî için asıl felaket
1535 yılında gelmiştir. İbrahim Paşa'nın katli (1536) üzerine Ayaş
Paşa Sadrazam ve Mahmûd Çelebi Defterdar olunca, birçok şairle beraber,
Zâtî'nin de sâliyânesi kesilmiştir.
Bu yıllar Zâtî'nin hayatında dönüm noktasını teşkil eder. Koruyucusuz
kalması ve devletin ileri gelenleri arasında eski itibarını kaybetmesi,
Zâtî'nin rahat ve iyi yaşamasına engel olmuştur. 65 yaşındaki şairin,
Bâyazîd Camii içinde dükkânımsı bir barakada misk, anber, tesbih,
Kur'an, misvak sattığı, remil döküp, fala baktığı, muskalar yazdığı,
kadın ve erkek âşıklara para karşılığında gazeller kaleme aldığı,
nameler döktürdüğü, mektupçuluk yaptığı rivayet edilir.
Bir hayli yaşlanmış olan Zâtî, kocamıştır. Dükkânı, Bâyazîd Camii
avlusunda evi, Fatih'de Sarıgüzel (Sarıgürz) semtindedir. Her gün yü-
rüyerek gidip gelemez olmuş dükkâna elinde bir asa, çamurda, karda
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
88
kışda ona dayana dayana yürürmüş. Âşık Çelebi, bir gün yolda rastladığı
Zâtî'ye hüzünle bakar, uzakdan: Çok halsizdir, Zâtî. Kendi kendine
bir şeyler mırıldanmaktadır. Yaklaşır: "Bu ne hal?" diye sorar,
Âşık Çelebi. Zâtî şu beyti okur:
Yiğitlik cevherin elden yitürdüm hasretâ kanı
Egilüp ararum şimdi bulımam neylerüm anı"
Zâtî'nin bu küçük dükkânı zamanla genç şairlerin buluşma yeri olmuştur.
Hayalî Bey, Yahya Bey, Galatalı Kudsî başta olmak üzere adı
bilinen bilinmeyen, divanlı divansız, büyüklü küçüklü her şair gelmiş,
şiirlerini ilk kez orada okumuşlar, tartışmışlardır.
Tam bir edebî münekkid konumundaki Zâtî'nin dükkânına Bâkî
(öl. 1600) edebiyat dünyasına oradan girmiş, şiirini ve yeteneğini
Zâtî'ye beğendirmek mutluluğuna kavuşmuştur. Ayrıca Gül ü Bülbül
mesnevisiyle tanınan şair Kara Fazlı (öl. 1563) da, Zâtî'nin öğrencisi
olup, Zâtî'yle kurduğu samimi ilişki sayesinde, sarayla tanışmış ve o
çevreye dâhil olmuştur.
Zâtî, içinde bulunduğu kötü durum karşısında ve hayatın bu ezici
halinden, zorluğundan şuh ve kalender meşrep olduğu için asla
şikâyet etmemiştir. Bir zaman geldi ki yaşlılık Zâtî'yi dükkanına kadar
yürümekten de alıkoymuştur. Bunun için evine yakın Koca İbrahim
Paşa Hamamı yakınında bir dükkân açıp, remil atmakla geçimini kar-
şılamaya başlamıştır.
Remilcilikten kazandığı para geçimine yetecek mikdarda olmadığı
için, para karşılığında şiir yazmaya başlamış olmalıdır. Âşık Çelebi'nin:
"yirmi akçe müderrislere, otuz akçe kadılara ve baczı dâniş-
mendlere kasîde dirdi. Virdügi kasîdenün câ'izesi dahi bir floriye inmişti"
demesi bundan dolayıdır.
Kaynakların ifadesine göre Zâtî, hayatının sonlarına doğru bir yandan,
fakr u zaruret çekerken, diğer yandan da bazı dostlarının alay etmeleriyle
karşı karşıya kalmıştır. Çağdaşı şairlerinden Hekîm-zâde
Atâ, kendisi hakkında şu beyti yazmış ve Zâtî'yi incitmiştir:
Pîrlikde yine Zâtî taze dükkân açmışsun
Dükkânun terk idüp gayr yire kaçmışsun
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
89
Yine Letâyif’inde Pîrî isminde birisiyle ilgili şunlar kayıtlıdır: "Bir
zamanda İstanbul'da remmâl idüm. Leb-i deryâya seyre vardum. Pîrî,
nâgeh çıka geldi, gördi ki deryâ yüzin temâşâ iderin, ayıtdı: Mevlânâ
Zâtî remilden ferâgat eylemişsün gibi suya bakıcılığa başlamışsun."
Zâtî'nin içine düştüğü durumun, şiirlerine yansıdığını da görürüz:
Deryâdan âb istesem ânî serâb olur
Altuna yapışursam o sâcat türâb olur
Matlalı 7 beyitlik gazeli ve
Çekdügüm derdün eğer kim Zâtîyâ bir zerresi
İrişürse tagılur tâkat getürmez tağlar
Şu denlü bî-kes olmışdur ki Zâtî ölicek anı
Bulutlar su koyup bârân yuyup yiller götürmişdür
beyitleri şairin içine düştüğü durumu gösterir niteliktedir. Her halde
yokluk ve zaruret içinde çırpınan Zâtî, artık haline dayanamayacak bir
durum söz konusu olmuş ki samimi bir duyguyla şu hazin ve kendi
açısından gerçekçi olan aşağıdaki beyti söylemiş olmalıdır:
Ey ecel kandesün bu derdden kurtar beni
Kimse yoktur derdümün sen denlü dermânun bilür
Ağır hasta olan Zâtî, 953/1546 senesi Ramazanının ikinci yarısında
ölmüştür. Zâtî, Edirnekapı Mezarlığına defnedilmiştir. Ölümüne tarihler
düşürülmüştür:
Zuhurî Acem : Eşcâr kaldı yâdigâr
Abdî : Suhanver göçdi
Âşık Çelebi : Gitdi Zâl-i nazm
Kandî : Göçdi suhanver
Âşık Çelebi, Zâtî hakkında söylenen vefat tarihlerini, beş bendlik
bir müseddeste toplamıştır.
2. KİŞİLİĞİ
Kaynakların bildirdiğine göre dış görünüş olarak Zâtî; büyük burunlu,
hantal, cüsseli, çirkin bir yapıya sahiptir. Âşık Çelebi, Zâtî’nin
Hadım Ali Paşa ile tanışmalarını anlatırken Paşa'nın "Zâtî pek çirkin
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
90
şekilli imiş” dediğini de nakleder. Latifî'ye göre genel görüntüsü "Külhanbeyi"
ve "avâm-sûret"dir.
Letâyif’indeki hikâyelerden anlaşıldığına göre, sağırlığı "ağır işitmek"
diye tarif edilebilecek türdendir. Sağırlığı sosyal statüsüne de
engel teşkil etmiştir. Mansıb alamaması, sağır olması sebebine bağlanmıştır.
Ayrıca yakınları ve dostları ile sohbet edip, rahatça konuşamaması
ve bundan zevk almaması, sağırlığından dolayı olmuştur.
Zâtî, yaratılış itibariyle hoş sohbet ve nüktedan birisidir. O, söylenen
sözün altında kalmayan ve hemen sözü gediğine oturtmasını bilen,
hazır cevap bir kişiliğe de sahiptir. İfadeleri alçak sesledir. Şaka
yollu verdiği cevaplarla karşısındaki kişiye konuşma hakkı tanımaz.
Letâyif’inde geçen bir olay onun bu özelliklerini göstermesi açısında
son derece ilginçtir: Zâtî bir gün yazdığı gazelleri hamisi Ali Paşa'ya
götürür. Zâtî'yi ilk kez gören Paşa: "Zâtî güzelce değülmiş" demesi
üzerine Zâtî de "Sultânum, yigit yigidin aynasıdur" diyerek hemen cevap
vermiştir. Bunu işiten Paşa, sadece gülmekle yetinmiştir.
Zâtî, rind-meşrep bir kişiliğe sahiptir. Şiirlerinde bu özellikleri görmek
mümkündür. Bundan dolayı hayata bağlı, yaşamaktan zevk alan
kişiliğiyle karşımıza çıkar:
Destümüzde eylerüz her hamrı şekker şerbeti
Rind-i safî-meşrebüz biz sanmasunlar fâsıkuz
Bir yere cemc olalum safî ayaklar yürüsün
Çâder-i cişretümüz dâmen-i çarhı bürüsün
Eğlence meclislerine katıldığını ve hoş sohbet kişiliği olduğunu gösteren
bilgileri Letâyif’inde de bulmamız mümkündür. Yaptığı edebî
sohbetler, güzel şakalar, ince manalı ve zarif şakalı sözlerle herkesin
beğenisini kazanan Zâtî, meclislerin vazgeçilmezi olmuştur. Eğlence
meclislerindeki zarif ve ince sözleriyle "nüktedan" kişiliği ön plana çı-
kar: Bir gün arkadaşı şair Keşfi, sohbet esnasında evlilikten şikâyet
edip, belinin büküldüğünü anlatırken, Zâtî bu sözü işitince kendini tutamaz
ve hemen şu beyti okur:
Karardup bagrunı bükmiş bilüni evlülük Keşfî
Görenler benzedür seni iki boynuzlu bir yaya
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
91
Yukarıdaki beyit, bize Zâtî'nin üzerinde pek durulmayan bir yö-
nünü, hicivci tarafını ve kişiliğini yansıtır. Kaynaklarda onun bazı şairlerle
hicivleştiği kayıtlıdır. Âşık Çelebi, Ferîdî’den bahsederken:
“Merhûm Zatî ile çok mühâcâtı vardur” dedikten sonra, Ferîdî'nin Zâtî
hakkında söylediği şu beyti kaydetmiştir:
Ne okur ne yazar ne hod işidür
V'ay anun şâcir ağzına yebati
Ferîdî'nin Sırpça bir küfür olan "yebati" diyerek küfretmesini işiten
Zâtî'nin Ferîdî'yi yedi beyitli bir gazelle hicvettiğini yine Âşık Çelebi'den
öğreniyoruz. Bu gazelin son iki beyti şudur:
Yebati diyü sögmişdür dilince
Müselmânlar ne bilsün ol lisânı
Nice hoş yaraşur bi'llahi Zâtî
Anun ağzında ol kâfir zebâni
Ayrıca Zâtî’nin şair Keşfî ile hiciv yoluyla biribirilerine şiirler yazdıklarını
Âşık Çelebi, Tezkiresi’nde belirtmiştir. Zâtî’nin hicivci kişiliği,
aynı zamanda onun edebi yönünü göstermesi bakımından da
önemlidir. Hicivleri ince hayellerle bezenmiş olup; zekâ ürünü manzumelerin
yanısıra, kaba sözler, itham, küfür gibi sıradan ifadelere de
yer verilmiştir. Zâtî, kendine hitap ediliş şekline göre tavır almış, ince
nüktelere incelikle, kaba hitaplara kabalıkla cevap vermiştir. Aşağıda
yazılı olan, nükteye dayalı zarif bir hiciv örneğidir:
Zâtî'nin sağır olduğunu işiten şair Keşfî, "Ona hukne (şırınga) iyi
geltir" diye latife etmiş. Fakat kendisinin başı da kel imiş. Bu sözü işiten
Zâtî, aşağıdaki beyti yazar ve Keşfî'ye gönderir:
Keşfî fakîre hukne eyüdür aña dimiş
Kel nesne bilse başuna olurdı çâresi
Edebe aykırı sataşmalara da Zâtî edep dışı cevap vermiştir. O, kendisine
sataşıp alay edenlerle, hakkında iğneleyici konuşanları ve konuşması
için kendisine sataşanları hicv etmiştir. Bunlara ait örnekler
Letayifinde vardır.
Zâtî'de tek olma fikri ön plandadır. Ferdiyetçi kişiliği ağır basar.
Âşık Çelebi'nin "ammâ bir kimsenün kendünün bir beytin bozsa
hânümânun almakdan ziyâde bî-huzûr olurdı. Tâm gazelin alsa hod
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
92
mâlâyacni söyleyüp dâ'ire-i caklunda dur olurdı" sözleri, Zâtî'nin şiirdeki
bireyci (ferdî) kişiliğini yansıtması açısından önemlidir. Fakat
başkalarının mana ve mazmununu almayı, kendine göre yorumlayabilmiştir.
Bu konuda Âşık Çelebi, şunları kaydedmiştir:
"fí'1-hakîka re'is-i şuarâdur diyü çün kimesne şirin arz idüp bazın
aynı ile alup ve bazın aynına almazlanup şonra tabir-i âharla
divânunda gördük hattâ kendüye su'al olundukda bir hoşça manîcikdür
gördüm siz gerçekden şâir degülsüz divânunuz yokdur, hep bunlar
zâyi olur biz sâhib-divân şâirlerüz kıyâmete dek dîvânumuz durur.
Bizüm divânumuzda bulunan zâyi olmaz. Manîcigi esirgedügümden
aldum, ne anki ya hırsumdan ya tamaından alam."
Ayrıca Zâtî, remilci dükkânına gelen genç şairlerden Bâkî'nin:
Kaddümi çeng eşkümi rûd eyledün
Cismüm âteş cânumı cûd eyledün
matlaını olduğu gibi alıp tamamlayarak bir gazel yapmış ve Divanı'na
koymuştur. Kendisini ayıplayanlara "Bâkî gibi şâ'ir-i sâhirün şi'rini
ugurlamak ayıp degüldür" dediğini kaynaklar kaydetmişlerdir.
Doğru bildiğini saklamayan ve kişilerin karşısında eğilmeyen bir
kişiliği vardır. Fakat saldırgan değildir. Devletten aldığı yıllığın kesileceğini
bildiği halde, Sadrazam İbrahim Paşa'nın yüzüne Hayâli
Bey'in yazdığı bir beyti, kendisine ait olduğunu çekinmeden söyleyip
ve beytin kendisine ait olduğunu isbat etmesi ve Paşa'ya minnet etmemesi,
kaynaklarda yazılıdır.
Hayatında kaderin cilvesi olarak olumsuz durumlarla karşılaştı-
ğında, içte sarsılmasına rağmen dışına yansıtmayan bir kişiliğe sahip
olan Zâtî'nin kaderden şikâyetini gösteren beyitleri yok gibidir. Bu durumu
rind kişiliğine bağlayabileceğimiz gibi, kaderci bir anlayış ve
karekterin tezahürü olarak da görebiliriz. "Büyük ihtirası ve kabiliyetini
saran engellerin ruhî baskısı bazan onu dengesizliklere sürüklemiştir.

İçindeki büyük mücadele hiç bir zaman dinmemişe benzer. Bu ruhî
durumu ancak şiir yazmak suretiyle değiştirebilmiştir. Şiirdeki başarı-
sının sebeplerinden biri de bu olsa gerektir. Gençliğindeki külhanbeyliği,
ayyaşlığı, zevk-perestliği de bir parça kabına sığmayan bir yaratı-
lışın taşkınlıkları sayılabilir." Bu satırlar, Ali Nihad Tarlan'ın Zâtî'nin
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
93
karakteri hakkındaki görüşleridir. Kanaatimizce de bu satırlar,
Zâtî'nin kişiliğini tahlil eden gerçekleri yansıtır.
3. SANATI
Zatî, XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış, ünlü bir şairdir. Kaynaklar
ondan daima övgüyle söz etmişlerdir. Zâtı hakkında ilk bilgileri, Sehî
Bey (öl. 1549)'in Heşt Behişt isimli Tezkiresinde buluruz. Tezkire, Zâtî
ölmeden sekiz sene önce yani 1538 yılında yazılmıştır. Sehî Bey: " Bu
cümlenün efdalı ve bu zümrenün ekmeli, kıdvetü'l-şucarâi'l- müteferridin,
zübdetü'l-füşâhai’l- mütecerridin kilîd-dâr-ı gencîne-i İlahî, kuflguşâ-i
hazîne-i nâ-mütenâhî, aşk deryâsı sadefînün dürr-i yektâsı ve
macrifet gögünün mihr-i münîr-i cihân-ârâsı" diyerek, Zâtî'yi şairlerin
tek önderi, fasihlerin en seçkini, İlahî hâzinenin kilitcisi, sonsuzluk hazinesinin
açıcısı, aşk deryası sadefinin biricik incisi ve marifet göğünün
cihanı süsleyen parlak güneşi olarak görmüştür.
Eserini Zâtî’nin öldüğü yılda yani 1546'da yazan Latifî (öl. 1582),
onu Necatî'den sonra Rûm ülkesi şairlerinin üstadı ve gazel yazanların
önderi olarak kabul etmiştir: “Necâtîden sonra vilâyet-i Rûmun üstâd-
ı şuarâsı ve şuarâ-yı müteğazzilânun muktedâ vü pişvâsıdur."
Şüphesiz, Zâtî hakkında en ayrıntılı bilgi veren kaynak, Âşık Çelebi
(öl. 1572)'nin Meşâ'irü'ş-Şu’arâ'sıdır. Çünkü Âşık Çelebi, şairin dostudur.
Hakkında yazdıkları bizzat Zâtî tarafından kendisine anlatılmış-
tır. Eser, bundan dolayı son derece önemlidir. Âşık Çelebi: “ şuarâ-yı
Rûmun şüyûhundan ve suhanverân-ı kurûmun ehl-i rüsûhundan
şi’rde sâhib-mezhebdür. Muktedâ-yı şuarâ olmağa evlâ vü elyâk u ensebdür"
diyerek, sanat açısından ulaşmış olduğu yüksek derece ve kusursuzluğunu
ifade eder.
Tezkiresini Âşık Çelebi’nin eserinden 18 yıl sonra, 1586 yılında yazan
Kınalızâde Hasan Çelebi (öl. 1595) de, Zâtî'nin benzeri olmayan,
eşsiz, mükemmel, güçlü ve büyüleyici bir şair olduğunu şöyle ifade
eder: "Zâtî dahı külliyet üzre şâir-i bî-nazîr ü karîn kelimâtı muhkem
u rasîn vü binâ-yı serâ-yı belâgatı gâyetde kâvî vü metîn… vü nazîr-i
nâdir şâir-i sâhirdür."
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
94
Gülşen-i Şu'ar'â yazarı Ahdî-i Bağdâdî (öl. 1593) de Zâtî'yi kendisinden
önceki tezkireciler gibi benzersiz bir şair ve kendi zamanı şairlerinin
öncüsü, lideri olarak görerek şunları söylemiştir: "melik-i şuarâ-
yı rüzgâr vü üstâd-ı şîrîn-kâr diyü nâmdâr idi... Hakka budur ki ol pîri
suhanverân-ı zamân vü ol bî-nazîr-i nükte-dân-ı cihân, müsellem- i
ehl-i zamândur."
Mustafa Beyânî (öl. 1579) de, Zâtî hakkında: "Üstâd-ı şuarâ dimege
lâ'ik fenn-i şirde cümleden fâ'ikdür Hakka ki bu kadar letâfet ü
belâgatla bu külliyet Rûm şuarâsından birine müyesser olmamışdur"
diyerek, onu övmüş ve şairlerin üstâdı olmaya değer bir kişi olarak
görmüştür.
Zâtî, hakkında bilgi veren bir başka kaynak da Gelibolu Âlî (öl.
1600)'nin Künhü'l-Ahbâr'ıdır. Eserde sadece Zâtî'nin hayatı hakkında
bilgi verilmiştir. Bu bilgiler, önceki tezkirecilerin sözlerinden aktarılmıştır.
Zâtî hakkında satır arasında " mâ-hasal tabakasınca şairdür”
gibi kısa cümleden başka, onunla ilgili sözlerini bitirirken: " hülâsa-yı
kelâm bu tercîc-i mükemmel hadd-i zâtunda bir kitâba bedel güftâr-ı
rûh-efzâdur. Matla dahi mergûb u bî-hemtâdur” diyerek, onu övücü
başka bir söz dememiştir.
XVII. yüzyılın önde gelen şair ve tezkirecisi olan Mehmed Riyâzî
(öl. 1644) de öncekilerin sözünü tekrar ederek, onu güzel yazan ve söyleyen
kişilerden sayarak, şöhretli bir şair olduğunu tekrarlar: "ashâb-ı
selîkadan olup şâir-i şöhret-şiâr olmış idi. Ammâ ki insâf budur ki
sâhip-kemâl şâir olup…"
Tanzimat dönemi şairlerinden Ziya Paşa, Zâtî'yi Divan şiirimizin
temel taşlarından biri sayarak, şunları söylemiştir:
Eslâfdan Ahmed ü Necâtî
Âvâre vü dil-şikeste Zâtî
Türkî sühana temel komışlar
Gerçi temeli güzel komışlar
Kaynakların Zâtı hakkında söylemiş oldukları olumlu ve yüceltici
sözler, abartılmış ve her şair hakkında söylenmiş sözler değildir. Yaşadığı
çağın büyük şairlerinden birisi olması, genç şairlere hocalık yap-
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
95
ması, çok şiir yazıp eserler vermesi v.b. yönü ile XVI. yüzyılın ilk yarı-
sına damgasını vurmuş olduğundan hakkında yazılanlar gerçeği yansıtır.
Zâtî'nin güçlü ve şöhretli bir şair olmasında en büyük etken, şüphesiz
şahsi kabiliyetidir. O, şair yaratılışlıdır. Bu konuda bütün kaynaklar
ittifak etmişlerdir. Âşık Çelebi, yaratılıştan şair olduğuna ve daha çok
bu yetenekle şiir yazdığına inandığı Zâtî'yi uzun uzun övmüştür. Zâtı
için: "şir gayra nisbet ârizi aña nisbet zâtîdür." Başka bir yerde de
"selîka¬yı tabında kuvvet-i şiriye olmagla şire heves idüp" şeklinde
ifade kullanır ki, bu da bir taraftan onun yaratılışındaki yetenek bollu-
ğunu, diğer tarafdan da bu durumun şairin şiire yönelmesine bir sebep
teşkil ettiğini gösterir. Âşık Çelebi konuyu biraz daha açarak kesin
hükmünü verir: “şir aña selîkî vü bahşâyiş-i Hakkî idi" diyerek, şiir
söyleme ve yazmadaki kabiliyetinin bir Allah vergisi olduğunu ifade
eder.
Latifi de şiir yazma özelliğinin Zâtî'ye Allah tarafından verilmiş kısmet
ve bağış olduğu görüşündedir. “Ve nevale-i sühan ezel
kassâmınun aña kısmet ü bahşı idi." Ayrıca "vüsat-ı kabiliyyet'' sö-
züyle de onun kabiliyetinin çokluğunu dile getirmiştir.
Kaynaklar, Zâtî'nin iyi bir eğitim görmediği hususunda birleşmiş-
lerdir. Yine kaynaklar ciddi bir tahsil görmediği halde, orjinal manaları
ve işitilmemiş kendi icadı hayalleri, edebi sanatlarla bezeyip sunmadaki
hüneri üzerinde söz birliği etmişlerdir. Bu hususta Latifi şöyle demiştir:
" efâzil ü ehâli bu husûsda munsıflardur ki bir kimse muallim
ü müderris ve ders ü tedrîsin görmeden bunca maânî-i bedîa irâd idüp
hâssa hayâller îcâd ideki tefekkürinde fuzalâ-yı zevil-efkâr mütecaccib
ü mütehayyir olalar."
Âşık Çelebi de: "Merhum ulüm-ı âliye ve fünün-ı bediiyyede nesne
bilmezdi" diyerek, fen ve ilim tahsili görmediğini söylemiştir. Fakat
Latifî, "sarf ü nahiv okıdı. Müneccim-zâdeden remil ve nücûm kâ'idelerini
öğrendi." Âşık Çelebi "biraz Farisî bilürdi" ve Ahdî de "ilm-i
nücûm ile remlden hâbir" diyerek az da olsa eğitim gördüğünü belirtmişlerdir.
Zâtînin aldığı eğitim hakkında kanaatimizi, daha önce hayatından
bahsederken zikretmiştik. Buna ilaveten şunları da söyleyebiliriz:
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
96
Kanaatimizce eğitim görmemiş, bilgi yönünden de fakir olan ve şiirdeki
başarısının yaratılışındaki üstün yeteııekden ileri geldiğini belirten
kaynakların bu tesbitini, şüpheyle karşılamamız gerekir. Zira
Âşık Çelebi'nin bir şairin kendisine şiir okuduğu zaman hangi Fars şairinin
hangi beytinden alınmış olduğunu söylediğini ve bundan dolayı
da: "cüz’i Fârisî bilürdi" demesi, onun Farsçayı birazcık değil, İranlı şairlerin
divanlarını okuyup anlayabilecek kadar Farsça bildiğini gösterir.
Ayrıca Zâtî, İran'ın ünlü şairi Hâfız-ı Şîrâzî (öl. 1389)'nin ilk gazelinin
birinci mısraı olan:
Elâ yâ eyyuhe’s-sâkî edir ke’sen ve nâvilhâ
Ki ışk âsân numûd evvel velî uftâd muşkilhâ
mısraın, Şem’ü Pervâne mesnevisinde aşığın ağzından söylenen bir gazelde
tekrar etmesi, onun Hafız'ın şiirlerini okuduğunu gösterir. Bu da
Farsça’yı iyi bilmeyi gerektirir.
Ayrıca Zâtî, İranlı ünlü gazel şairi Selmân-ı Sâvecî (öl. 1376)'nin
Safâ-yı safvet-i rûyun safâ-yı gülsitân dâred
Hevâ-yı cennet-i kûyun hayât-i câvîdân dâred
olan meşhur matlaını:
Safâ-yı saffet-i rûyun safâ-yı gülsitân ancak
Hevâ-yı cennet-i kûyun hayât-ı câvîdân ancak
şeklinde tercüme edip divanına geçirdiğini Âşık Çelebi, tezkiresinde
zikretmiştir. Bu örnekler bize Zâtî'nin Farsçayı iyi bildiğini gösterir.
Zâtî, Letâyif’inde anlattığına göre; bir gün şiir yazarak, saraya gönderir
ve karşılığında çuka kaftan yerine, yün cübbe taleb eder. Şairlere
yün cübbe verilmeyip, mollalara verildiğinden arzusu gerçekleşmez.
Kendisinin de molla olduğunu ifade etmesi üzerine, yetkili: "Sana bir
soru sorayım cevabını verebilirsen, sen mollasındır" diyerek, ona ferayizden
zor bir soru sorar. Bildiği yer olmadığı için cevap veremez.
Zâtî'nin "gördüm bildügüm yir degül…” demesi Onun fıkıh eğitimi
gördüğünü, fakat gereğince öğrenmediğini düşünebiliriz. Yine Âşık
Paşa’nın Keşfî’den bahsederken, Keşfî’nin mahalle imamının hacca gititğinde
Zâtî'yi yerine nâib tayin ettiğini anlatır. Bu da bize, Zâtî’nin
imamlık yapabilecek kadar dinî bilgiye sahip olduğu düşüncesini verebilir.
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
97
Bunların haricinde Divan’ının muhtelif yerlerinde, zaman zaman
ayetlere, hadislere ve peygamber kıssalarına işaret ve telmihler yapan
beyitlerin bulunması, bazı tasavvufî ıstılahları şiirlerinde kullanması,
şiirlerinin çoğu yerinde kelime oyunlarına başvurması, kanaatimizce
Zâtî'nin belli bir eğitim gördüğünü gösterir. Türk edebiyatı içerisinde,
kendine mahsus üslubu olan ve bir kaside, gazel, mesnevî şairi olarak,
önde gelen isimlerden birinin eğitim görmediğini söylemek imkânsızdır.
Onun bilgisini, sanat anlayışını ve ustalığını görebilmek için bir
kaç gazelini, kasidesini okumak yeterlidir.
Zâtî, çağının orijinal şairidir. Onu orijinal kılan tarafı mana ve hayalinin
genişliğidir. Daha önce görülmemiş manaları, kendine mahsus
duyulmamış hayalleri sanatlarla süsleyip, sunma başarısını göstermiş-
tir. Âşık Çelebi, Zâtî'nin bu özelliğinin hiç bir- şairde görülmediğini şu
şekilde ifade etmiştir: "Ol o kadar macânî-i garîbe vü hayâlât-ı hâssayı
‘acîbe vü sanâyî-i bediiyye ki şiründe ol cem itmişdür. Gayri şâirde
var idügi malûm degüldür, varsa dahi Zâtî'ye ğalîb idügi meczûm degüldür.”
Latifî, Zâtî'nin bu özelliğini: "Sebeb-i tûl-i cömrle çok maânî-i
garîbeye mâlik olmış ve kemâl-i himmettin şire sarf itmekle bî-had
sanâyî-i ‘acîb bulmışdur" diyerek, uzun ömürlü olmasına ve çalışmasının
bütününü şiire vermesine bağlar.
Sehî de, özel ve değişik manaların bir araya getirilmesi başkası için
zor, Zâtî için kolay olduğu görüşünü şöyle belirtmiştir: "Anda derc olı-
nan maânî-i garîbe ve letâyif-i ‘acîbe ki aña müyesser oldı, bir kimseye
dahi el virmedi. "Kınalızâde Haşan Çelebi: "lâkin insâf budur ki
merhûm Zâtî maânî-i garîbe ve hayâlât-ı ‘acîbeye kâdir şâir-i sâhirdür"
diyerek, Zâtî hakkında kendisinden önce söylenen sözleri tekrarlamış-
tır. Zâtînin hususî manalar bulup, onları şiirinde nasıl kullandığına
dair en çarpıcı bilgileri, kendisi arkadaşı Âşık Çelebî'ye anlatmıştır.
Anlatıldığına göre Zâtî’nin "fâiyye" gazelini gören II. Bâyazîd, çevresindekilere
"bi'lllah görün manâ dükendi dirler. Hâşâ ki manâ dükene.
Dünyâ dolu manâdur, hüner bulmakdur" der. Bu da bize Zâtî’nin
mana bulmadaki kabiliyet ve başarısın gösterir.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
98
Herkes tarafından söylenilen manaların, Zâtî’nin kendine has bir bi-
çimde nasıl yorumlayıp, sanatlarla süsleyip nasıl sunduğuna bir kaç
örnek verelim:
Murg-ı zerrîn-per zümürrüd-âşyân lu'lu gıdâ
Bâl açup uçmak diler her subh kûyundan yana
Zâtî, güneşin kendisini bir kuşa benzetmiştir. Bu kuşun ışınları sarı
kanatları, mavi gökyüzü zümrütten yuvası, güneş doğunca ortadan
kaybolan yıldızlar da daneleridir. Zâtî, sevgilinin yerinin bütün divan
şairlerince yükseklerde telakki edilişi gibi çok bilinen bir görüşü alıyor,
senin yerin göklerdedir gibi herkesin söyleyebileceği bir biçime tenezül
etmiyor, güneş her sabah senin bulunduğu yere varmak ister diyerek
aynı manayı bir başka biçimde söylüyor, aynı zamanda da çok gü-
zel bir hüsn-i talîl sanatıyla güneşin ufuktan göğe doğru yükselişini
yorumluyor.
Aşağıdaki gazelinde de Zâtî, başka şairlerin zaman zaman işledikleri
tabiat tasvirlerini çok değişik bir açıdan ele alarak gazelini bilgiyle
yoğurmuştur:
Gör âbı ki her dâ'ire-i nokta-i bârân
Bir hâledür içinde habâbı meh-i tâbân
Top âyînedür çenber-i kanâdil içinde yâ
Zencîr-i sanâyi cle asupdur yed-i imkân
Yâ top-ı zemîni felek itmişdür ihâta
Bir kubbe-i gencîneyi kuşatdı yâ sucbân
Yâ dîde-i uşşâk durur halkalanupdur
Şevk ile olup muntazır-ı vuslât-ı cânân
Mir'âta yâ hod arz-ı cemâl eyledi ol mâh
Ey Zâtî içinde görinür aks-i zenahdân
Görüldüğü gibi ilk beyitte durgun suya düşerek, önce su yüzünde
bir hava kabarcığı, ardından da yavaş yavaş açılarak büyüyen daireler
oluşturan bir yağmur damlası ele alınmıştır. Parlak hava kabarcığı dolunaya,
etrafındaki dairecikler ise ay etrafındaki hâleye benzetilmiştir.
İkinci beyitte suyun hareketi ve havanın etkisiyle yağmur tanesinin
düştüğü merkezden sudaki dairelere doğru hareket eden hava kabar-
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
99
cığını, bu defa kandil çenberlerine asılmış bir top aynaya benzetilmektedir.
Üçüncü beyitte hava kabarcığını bu sefer önce yer küresi, ardından
da bir hazine kubbesi (tümseği) olarak tasavvur ediyor. Zâtî,
üçüncii beytin her iki mısraında aynı tabiat manzarası hakkında iki
ayrı tasavvur geliştirmiştir. Dördüncü beyitte suda açılan dairecikler
bu defa, geleceği ümidiyle gece gündüz bekleşen zavallı âşıkların uykusuz
kalan, yol gözlemekten ve yorgunluktan, halkalanan gözlerine
benzetilmiştir. Son beyitte şair, bu defa sevgilisini hatırlayarak, sudaki
hava kabarcığını, onun çene çukurunun aynadaki aksi olarak düşünmektedir.

Zâtî'nin yukarıdaki gazeli her şeyden önce konu itibariyle çok orijinaldır.
Şair, asıl objeyi yani suya düşen yağmur damlasının oluşturduğu
kabarcık ve dairecikleri şiir boyunca elden bırakmamış, alışıla
gelmiş tabiat görünümünü aşarak, dikkatini küçük bir tabiat hadisesine
çevirmiş ve hayallere dalmıştır. Zâtî’nin zengin hayal gücünü
gösterdiği, buna benzer yek-aheng gazellere Divanı'nda rastlamak
mümkündür.
Dil-berün bir gün yolun basmış delü kanlu yaşum
Kanludan kaçar gibi gördükçe ol nemden kaçar
Zâtî, yukarıdaki beyitte de gözyaşını yol basan, yol kesen haramiye
benzetiyor. Gözyaşı için yapılan teşbihler arasında harami (yol basan)
teşbihi Zâtî'ye kadar hemen hemen hiç rastlanmayan bir kullanımdır.
Bu beyit gibi, Zâtî’nin kendi buluşu olan mecazları, başka şiirlerinde
de görebiliriz. Zâtî'yi orijinal kılan duyulmamış anlamları, kendine
özel hayalleri sanatlarla bezetip takdim etmekteki hünerini bir kenara
bırakırsak, şiirleri alışıla gelenlerden daha değişik nitelikte değildir.
Yani onda orijinal bir şiir felsefesi yoktur. Kendisinden önce yaşamış
şairlerin ifade ettikleri duyguları, ruhuna ve zevkine göre işleyerek,
onların yolunu takip etmiştir.
Zâtî'nin şiirlerinde işlediği konuların başında aşıkâne şiirler gelir. Zâtî,
bu duyguları, "âşık-maşuk-aşk" üçgeni içerisinde klasik mazmun, ortak
kalıp ve teşbihlere yer vererek dile getirmiştir. Bu üçgen içerisine
"maddî ve manevî haller" yanında "rakib" de eklenir. Zâtî, zevkine
göre bu duyguları işlerken alışılmış şiir geleneğinin dışına çıkmamış-
tır. Zâtî, beşerî aşkı bütün yönleriyle işlemiştir. Söz konusu aşk, asla
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
100
ilacı bulunmayan bir derddir. Gerçi buna derd denmez. Çünkü şair, bu
durumdan mutlu olur. Bu derdin çaresi derdin kendisidir. Dolayısıyla
tabibin yapacağı bir şey yoktur.
Derd-i Zâtîye ilâç itme tabîbâ yürü var
Işk bîmârı cihân içre olur mı dervâh
Fiziki yapısı bakımından zayıf, güçsüz, benzi sarı, beli bükük, kıl
gibi ince bir tip olan âşık, ruhî yapısı bakımından da sabırsız kararsız,
her türlü azarlama, ilgisizlik, eziyet ve hatta sövmelere bile aldırmayan,
sevgiliden bir türlü vazgeçmeyen, zayıf bir tip olarak görünmesine
rağmen, acıya ve eziyete son derece tahammüllüdür:
Kâmetüm çeng oldı benzüm sâz döndüm bir kıla
Dostlar düşmanlarum da olmasun dem-sâz-ı ışk
Belünün şöyle zaîf itdi hevâsı beni kim
Kıl kadar kimse vücûdum göremez nite ki bâd
Nakd-i kalb ü sabr u ihtiyârı kalmadı
Zâtî râh-ı ışkda harc eyledi olancasın
Adeti âşıklarun cevre tahammül eylemek
Sancatı dil-berlerün cevr ü cefâ vü nâz olur
Âşık, ateş gibi parlak ve yakıcı olan sevgilinin yanağının etrafında
dönen pervane gibi olmuştur. Kendini bu ateşe atıp yakmak, ateşte
yok olmak ister:
Ger şem-i dil-efrûzum par par yana yanumda
Pervâne gibi nâra düşsem yimeyem pervâ
Âşık, maşuğun siyah saçına gönül bağlamışsa kurtuluş olmaz, artık
bulut gibi gece gündüz yaş dökmeye mecburdur. Nitekim o "kilimini
suya salmıştır":
Zülfine gönül bağlama yaşun yenemezsin
Zâtî gibi ey ebr suya salma kilimin
Âşık sevgiliyi başkası ile paylaşmak istemez. Onu başkaları ile görmek
yerine, ölmeyi arzu eder:
Ağyâr ile dil-dârı görmekden ölüm yegdür
Ey derd beni öldür bimâra devâ hoşdur
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
101
Vuslat, âşığın yaşadığı sıkıntılı ömrün tek hedefidir. Kavuşma sö-
zünü duymak bile âşığın ağzına bal çalarcasına zevk verir, lâkin tek
dostu olan "hicran" her an onun aşına zehir katar:
Bal çaldı vacde-i vasl ile cânân ağzuma
Zehir katdı aşuma ammâ ki hicrân acısı
Zâtî'de sevgili mefhumu, diğer divan şairlerinde olduğu gibi kalıplaşmış
kelime ve kelime guruplarıyla karşımıza çıkar. Bu kelimelerle
onun vasıfları işlenir. Sevgili, acı ve ızdırap verir. O, zulüm ve eziyet
namına elinden ne gelirse onu yapar. Hiç bir zaman âşığa yar olmaz,
gönlü taş gibi katıdır. Ağlamak, inlemek ona kâr etmez, merhametsiz
ve gaddardır. Ah u feryadları duymakta, fakat duymazlıktan gelir. Yalancı,
aldatıcı, vefasız v.b. gibi özelliklere sahiptir. Bu ve buna benzer
özellikleri kısaca söylemek gerekirse sevgili, ilgisiz ve acımasız bir tip
olarak karşımıza çıkar.
Âşık, sevgilinin kapısının eşiğinden it gibi akşam sabah ayrılmaz,
fakat maşuk ona bir it kadar bile itibar etmez, başını çevirir, görmemezlikten
gelir:
Rakîbe sadr gösterdün didün ol fitneye ulu
Benüm bir it kadar veh veh kapunda ictibârum yok
Sevgili daima cevr okunu atar, doğrudan doğruya cana kasdeder.
Daha ileri giderek âşığı öldürmeye ahdeder. Bu durumda âşık, "ahde
vefa eylemek" ister.
Âşıkı öldürmeğe ahd eylemişsün gerçi kim
Öldür ey âfet beni sen ahde eylersen vefa
Naz, sevgilinin en önemli vasıflarından biridir. Ancak bu naz yalnızca
âşıklarınadır. Sevgili ile naz birbirinden ayrılmaz bir bütünlük
gösterir. Nazın yanında işve, cilve, şive, gaddarlık v.b. sevgilinin
önemli vasıfları arasında yer alır.
Zâtî'de sevgili, güzellik olarak ay parçasıdır. Zaman zaman güneş-
tir. Boyu servi, saçları sümbül, yanakları gül veya laleyi andırır. Gözleri
nergis gibi baygın bakar. Kaşları yay, kirpikleri oktur. Gamzesi kı-
lıç veya hançer olup, âşığın bağrına saplanır. Dudaklar hokka yahut
mücevher kutusudur. Dişler ise bu kutu içindeki incilerdir. Dudak, bir
nokta kadar küçüktür. Bu dudak âb-ı hayât bağışlar. Ondan bir kere
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
102
içen bir daha ölmez... Örnekleri çoğaltılabilecek bu müşebbehünbihler,
divan şairlerince bilinir ve uygulanırdı. Zâtî de bu çerçevenin dışına
taşamamıştır. Zâtî bunları edebî zevkine göre işlemesini bilmiştir. Bu
örnekleri, âşıkane şiirleri içinde geçen beyitlerde görmemiz mümkündür:
Müjgânun itdi okcılarun kâmetin kemân
Ebrûlarun kemâncıya tacn okın atdılar
Kad kıyâmet çeşm kâtil gamze âfet fitne hâl
Mübtelâlar âh kim âfetlere tuş oldılar
Leblerün bûse revân eylese ölmiş dirilür
Hey meded derd ile bîçâre de ölmiş dirilür
Zâtî'nin âşıkane şiirlerinde sevgili ve âşıktan sonra, tip olarak rakip
gelir. Rakip de genellikle geleneğe uygun olarak vasfedilmiştir. Bu vasıfların
hemen hemen tamamı olumsuzdur ve rakip ile sevgili arasındaki
ilginin, âşıkta uyandırdığı kıskançlık duygularının bir eseridir.
Rakîbin en önemli özelliği, sevgilinin ilgisine mazhar olmak ve onun
yakınında bulunmaktır. Böyle olunca da rakîbin âşığı görünce yüzünü
ekşitmesi, sırtını dönmesi doğaldır. Âşık da rakibi görünce gönlü burulur,
içine dert düşer, keyfi kaçar:
Kaçan ki görse beni ekşidüp yüzini rakîb
Virür hemin acı dil nice bî-halâvet olur
Rakibin en belirgin vasıflarından biri de soğuk olmasıdır. Rakib so-
ğuk olunca, kış ve yağan kar hatırlanır. Rakibin konuşması kışın esen
soğuk yeldir. Konuşma esnasında ağzından saçtığı köpükler de yağan
kar olur:
Söylense ton ton köpükler sıçrar ağzından rakîb
Kış gününde san eser yiller şaçılur karlar
Bazan bu soğukluk kış mevsiminin sonu, ilkbaharın başlangıcına
yakın görülen ve Türkçede "kocakarı soyuğu" diye adlandırılan "berdü'l-acûz"e
benzetilmiştir:
Söyler rakîb ton ton ol gül-izâra karşu
Berd-i ‘acüze benzer evvel bahâra karşu
Zâtî'nin şiirlerinde rindlik, aşktan sonra gelen en kuvvetli unsurdur.
Onun şiirlerinin pek çoğunda her şeyden önce hayata bağlılık ve
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
103
yaşama sevinci vardır. Bunun nedeni, dünya gelip geçicidir. Dünyanın
geçici olduğunu şu beyitte dile getirmiştir:
Benüm iki gözüm düşmanlar ile anı bir görme
Baka tur dosta lutf it cihân bî-şüphe fânidür
Mademki cihan fanidir, zamanı mümkün olduğu kadar zevk, neşe,
eğlence ve çeşitli dünya nimetleri bakımından değerlendirmeli, şarap
meclisleri kurup, saf şarap içmekle geçirmeli ve ondan yeterince yararlanmak,
başka bir ifadeyle kâm almak lazımdır.
Koma elden ayağı fursat el virmişken ey sâkî
Mey iç hoş geç kişiye cakıbet virmez emân yir yir
Sür aradan ayağı sâkiyâ safâyı getür
Bir iki dem sürelüm germ olup safâ ile zevk
Sâkiyâ sun ayağı zevkden el yumamaduk
Biz o kan olacağun sohbetün toyamaduk
Kişiyi Hak Taâla itmesün eglencesüz sûfî
Mey-i nâb olmasa bezm-i cihânda gönlüm eglenmez
Câmı devr itdürelüm şevk ile geçsün günimüz
Yetiş ey mâh degül kimseye bâkî devrân
Gam, keder ve üzüntüyü bir yana bırakıp, kısacık ömrü iyi değerlendirip,
hayatı güzel yaşamak diye özetlenen bu epikürizm düşüncesi,
Zâtî'nin şiirlerinde çok görülür. Zâtî'de bu düşünceyi anlatan beyitler
çokdur.
Zâtî'nin rindâne şiirler yazması, içkiye düşkünlüğü ve işreti sevmesinden
ileri gelir. Sehî Bey, Latifi ve Âşık Çelebi tezkiresinde bu konuda
ismi geçen şairler arasında zikredilmiştir. Ayrıca Letâyif’inde
"bir zamanlar meyhânede musahâbet iderdük”, “Galatada sohbet iderdük",
"Yârân cem olup ayş u işret iderdük" v.b. geçen ibareler de
Zâtî’nin eğlence ve içkiyi sevdiğini gösterir. Fakat bu içki daha çok bir
sohbet ve sohbete dayalı eğlence içerisinde yer alan içkidir.
Zâtînin rindâne duygularının dile getirildiği şiirlerde, içki ve
onunla ilgili olarak da birçok kelime ve terkipler beyitlerini doldurur.
Beyitlerde saki, şarap, mey, cam, sürahi, meyhane, bezm, mutrîb, saz,
şem v.b. kelimeler etrafında, bunlara ait duygu ve özellikler anlatılmış-
tır:
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
104
Destümüzde eylerüz her hamrı şekker şerbeti
Rind-i sâfî-meşrebüz biz sanmasunlar fâsıkuz
diyen şairin yakın dostu sakidir. Sürekli ona seslenir, ondan gönülden
gamı, tasayı götürecek olan şarabı ister:
Sâğarı pür kıl unutma baña geldükce müdâm
Sâkiyâ göster bize gussa ferâmûş olduğın
Sâkî kerem it zevrâk-ı zerrîni yetişdür
Bi'llahi halâs eyle bizi kulzum-i gamdan
Şarap içmeyenler onun içilmesine de engel olurlar. Onlara göre şarap,
şerrin ve kötülüklerin odak noktasıdır:
Meyi itme şarâba yüri Zâtî ko şarâbı
Manîde vü sûretde dahi şerre makardür
Dünyayı fani, hayatı kısa gören Zâtî, aşk peşinde koşup, meyhane
meyhane dolaşırken, kendisinin bu arzularına karşı çıkanlar vardır.
Bunların başında zahid gelir. Genellikle Divan şairleri zevke ve eğlenceye;
düşkün olduklarından rindâne bir tavır sergilerler. Hatta içki iç-
meyen şairlerin bile zaman zaman meyhane, şarap ve sakiden bahsetmeleri
de, rind görünmek istediklerinden dolayıdır. Zahid ise Allah’ın
emirlerini yaptıktan sonra, şüpheli şeylerden kaçan ve kendisini ibadete
veren kişi olarak rindlerin karşısına çıkar. Şairlerimiz birbirine zıt
iki tip olan rind ve zahidden, rindi seçerek, onun yanında yer almış ve
zahide saldırmışlardır.
Zahid, ham, kaba ve kuru sofudur. Kaşlarını çatarak bakar, her mü-
bahı haram sayar. Onda hoşgörü yoktur. Tek arzuları Cennete kavuş-
maktır. Onlar didarı sevmediklerinden aşkı da inkâr etmişlerdir. Bu
yüzden âşık olanları kınar, meyhaneye gidenleri sevmezler v.b. gibi
Divan şairlerinin ortak işledikleri bu konuları Zâtî'nin şiirlerinde de
görürüz. Bu duyguları anlatan sayısız beyitleri vardır:
Zâhid riyâzât ile riyâz-ı cinân umar
Didâra karşu Zâtîyi gör kim safâ sürer
Zâhidâ meyhâneye varduğuma incinme kim
Ne günâhum var benüm ol cânibe sudur çeken
Hâb-ı ğafletden uyan zâhid gözüni aç yârı gör
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
105
Yum enâniyyet gözini her nazar dîdârı gör
Ey zâhid-i mürâyî tesbîh elünle dâ'im
Avlamağa cihânı dâm-ı riyâ kurarsun
Rind-meşrep olanların karşısına çıkanlardan biri de vaizdir. Vaiz,
dinî öğütlerde bulunan kişidir. Onun da zahidden hiç bir farkı yok gibidir.
Çünkü o dinin dış kabuğunda oyalanmaktadır:
Zâtîyâ hûb ile haşr olma diyü pend itme
Vâcîzâ haşr olıcak sen mi virürsün sorusın
Şarâb içenleri vaciz niçün öldürmelü dirsün
Rızâ vir emrüne Hakkun sözün hadden birûn olmış
Mısrı-ı hüsn-i Yûsufı şerh itme vaciz caşıka
Dil-rübâ vasfını ter kıl geç kuru efsâneden
Sufî de, zâhid ve vaiz gibi rindi sevmez ve onun karşısında yer alır.
Rind tarafını tutan şair, zahid ve vaizi sevmediği gibi, sufîyi de sevmez.
Vaiz ve zahidin taşıdığı bütün özellikleri sufî de taşır:
Sûfiyâ safi meye meyl itdügüm ayb eyleme
Ol tabîb-i derd-i gam ben derdmendi hoş tutar
Rinde sûfî dir imiş yüri ayağı yire dep
Ârif olan kimse bi'llahi deper mi devletin
Bu gün bize tacn eylemesün dün gice sûfî
Halvetde müselles içüp okırdı murabba’
Zâtî, aşağıdaki beyitde de, sufilerin ziyafetli davetlere katıldıklarını
zikrederek, haklarında aşağılayıcı ifade kullanmışır:
Davet iden kişiler hod komayupdur sizi aç
Nedür ey sûfî-i sâlûs bu ğavğa galebe
Yine Zâtî, davet edildiği böyle bir meclisi "kuru kavga" olarak vasıflandırarak
reddeder:
Benümçün sohbet-i zikre niçün gelmez dimiş sûfî
Kura gavga bana hâcet degül halvet diler gönlüm
Zâtî, şiirlerinde diğer Divan şairlerinde görülen ızdırap ve ayrılık
konusunu da işlemiştir. Bunlar genelde aşkın verdiği sıkıntıyı, sevgili-
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
106
den yakınmayı, sevgiliye karşı yakarışları, ayrılık acılarını v.b. konuları
kapsar ve âşıkane şiirlerinin mevzusu ile yakından ilgilidir. Bu
duygular bazan sade, bazan da abartılı bir şekilde dile getirilmiştir:
Minnet itme tîğun ile Zâtîyi öldürmegi
Fürkat anı öldürür yanunda tursun minnettin
Çekdigüm derdi göre idi bir nazar Eyyûb eğer
Kendü derdün unıdurdı dostlar ol derdmend
Hey ne müşkil kâr olur âlemde ey yâr ayruluk
N'ola ağlarsam idüpdür cânuma kâr ayruluk
Zâtî, şikâyet konusunun işlendiği şiirler de yazmıştır. Çoğunluğu
âşıkane şiirlerin konusuna girer. Bunların dışında zaman zaman talihten,
felekten ve kadir bilmezlikten şikâyet ettiği de olur. Bu beyitlerin
sayısı azdır:
Dönmedün kutb-ı murâdum üzre hergiz ey felek
Döne döne cânuma cevr eyledün cânânveş
Sabâdan gayrı kimse ben garîbün kapusın açmaz
Bulıtlar gayrı kimsem yok ölürsem üstime ağlar
Cihânda başuma gün toğmadı bir mâh-pâre yok
Ziyâde tâlium bed yılduzum düşkün sitârem yok
Zâtî'nin şiirlerinde tasavvuf pek görülmez. Beşerî yani insan sevgisini
ön plana alan Zatî, tasavvuf felsefesinden uzak kalmıştır. Onun
şiirlerine yerleştirilmiş bazı tasavvufî unsurlar ve terimler bir bilgi hududunun
dışına taşmamıştır. Sayıları az olan bu beyitlerde samimiyetin
izlerini görmek mümkün değildir:
Gizlü genc idün sen evvel ayn-ı akla âkıbet
Sufî mir’atunda kendün âşikâra eyledün
Dostlar bir gün enâ'l-hak sırrını izhâr ider
Âlem-i vahdetde Mansûr-ı dil-i bî-bâkümüz
Bu kesret perdesin ref’ it safâ istersen ey Zâtî
Yüri var mutekif ol hücre-i vahdetde tenhâca
Zâtî, mahalli kültüre fazlasıyla vakıf bir şairdir. Zâtî'nin ilham kaynaklarının
en önemlilerinden birisi de örf ve adetler ile günlük hayat
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
107
sahneleridir, sosyal hayatın akislerini yansıtan bu sahneleri onun şiirlerinde
çok fazla görürüz.
Bu örnekler ileride meydana getirilecek yerli konulardan oluşan çalışmaların
temelini oluşturduğu gibi, eski edebiyatın halktan ve günlük
hayattan tamamiyle uzak olduğu görüşünü de çürütecek niteliktedir.
Klasik Türk edebiyatında yerlileşme hareketlerinin ilk kıpırdanmaları
olarak nitelendirilebilecek bu gibi beyitler içinde kurban kanının
alına sürülmesi, yolcunun ayağına su dökülmesi, gelinin yüzüne duvak
örtülmesi, saçı saçmak ve çeyiz gibi bu gün de yaşayan bir takım
adetleri serpiştirilmiş halde bulmak mümkündür.
Nâz ile salını salını gelmedi revân
Su koymalu olupdur o servün ayağına
Gelürse baña mektubun saçarlar başına saçı
Şirâr-ı nâr-ı âhumla gözümün yaşı sim ü zer
Bu tür beyitler eski hayata dair bu gün terkedilmiş bir takım adetleri
ve önemli önemsiz pek çok bilgi kırıntılarını da içlerinde barındırırlar.
Örneğin:
Yoğ ise sıdkun beni öldürdügine kahr-ı hecr
Tut ruhuñ mir'âtun ey lutf ıssı hânum ağzuma
beytinden eskiden ölüm döşeğindeki hastanın nefes alıp almadığını
anlamak için ağzına ayna tutulduğunu öğreniyoruz. Eğer ayna buğu
tutarsa hastanın halen soluk alıp verdiği ve henüz ruhunu teslim etmediği
anlaşılacaktır.
Göreyin dâr-ı fenâda ola çengel çiçeği
Kim ki sünbül dir ise zülf-i perişânun içün
beyti ise, eski ceza şekillerinden birisine işarettir. İşkence ile öldürülmesi
istenilen suçlunun elbiseleri çıkarılıp kaba etleri çengele geçirilir
ve sarkıtılırmış. "çengele gelmek", "çengel çiçeği" deyimleri eski edebayıtımızda
bedduâ makamında söylenirmiş.
Zâtî’nin şiirlerinde mahallî hususiyetlerin yanında, inandığı hurafe
ve inançların işlendiğini de görürüz. Devrinde cemiyetin aynası olan
şair, halkın bu itikadlerini yansıtma görevini üstlendiğinden pek çok
şairin dîvanlarında bu gibi duyguları görmemiz mümkündür. Zâtî'nin
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
108
beyitleri içerisinde yerleşen halk inançları, gerek folklor, gerekse kültür
tarihi açısından önemlidir. Bunlardan bir kaç tanesi şunlardır:
Kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkıp dünyayı fesada verece-
ğine inanılan Ye'cüc ve Me'cüc adlı kavmin Çin ülkesinden zuhur edeceği
fikrine inanılırdı:
Nâfe-i hoş-bû ki Çîn ü Maçînden çıkar
Zâtîyâ Ye'cüc benzer cânib-i Çînden çıkar
Yine adı geçen kavmin İskender tarafından yaptırılan iki şeddin
arasına hapsedildiği toplum arasında revaç bulan inançlardandır
Kimsenün bulmazdı yanunda bu denlü ictibâr
Olmasa Ye'cüc-i tîre sedd-i İskender siper
Kaf dağında yaşadığına inanılan efsanevî kuş olan Huma, göklerde
uçunca gölgesi kimin başına düşerse o kişi ilerde padişah olurmuş.
Şöyle benzer kim müşâbihdür humâyun zülfüne
Sâyesini her kime salsa Humâ sultân olur
Yine Humâ kuşunun yükseklerde uçtuğuna inanılırmış:
Gir bu alçak gönlüme meyl eyle az az Humâ
Yüksek uçup eyleme bi'llahi çok nâz ey Humâ
Bir başka inanç da, kıyamet koptuğu zaman yıldızların yere düşeceği,
döküleceğidir:
Ayruluk vakdinde çeşmümden dem-i ahmer düşer
Gûyiyâ rûz-ı kıyâmetde yire ahter düşer
Ayrıca her kişinin gökte bir yıldızı olduğuna ve o kişi öldüğünde
onun yıldızının da gökten kayıp düşeceği telakkisi halk arasında yerleşen
inançlardandır:
Yaşumuz Zâtî döküldi yire manend-i şihab
Yâr rahm eylemedi düşdi bizürn yılduzumuz
Gökteki ayın akrep burcuna girdiğinde yola çıkmanın sakıncalı olduğunu
ve ayrılığın devam edeceğine ait bir inanç varmış:
Rakîb ile seni görse olur Zâtî dili eymen
Sefer câ'iz degül mâhun olıcak menzili akrep
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
109
Şiddetli hastalıklara yakalananlar, efsuncuya götürülüp onlara
muska yazılırmış. Muska parça parça yapılıp yani ezilip bir suyun
içine atıldıktan sonra günde bir kaç kere o sudan hastaya içirtilirmiş:
Hummâ-yı ışka nüsha yüri kâr eylemez
Ey baña nüsha yazan anun iç suyunı ez
Bu telakkilerin yanında, Kadir gecesinde yapılacak duanın reddedilemeyeceği
(g. 452/4), duanın seher vaktinde müstecap olacağı (g.
403/3), hazineleri yılanların koruduğu (g. 430/1), definenin yıkık yerlerde
bulunduğu (g. 343/3), kıyametin Cuma günü kopacağı (g.
1170/1), Süleyman'ın mührü (g. 329/2), İsrafil'in suru (g. 329/5), Harut
ile Marut (g. 1046/3) v.b. inançlar Zâtî'nin beyitleri arasında mevcuttur.
Zâtî'nin şiirlerinde tabiat önemli bir yer tutar. Diğer birçok şairde
olduğu gibi aynı kelime ve mazmunlarla soyut bir tabiat anlatılmamış,
yaşadığı ve gördüğü gerçek tabiat olduğu gibi anlatılmıştır. Bahar
mevsiminin canlılığı, sonbahar mevsimindeki ağaçların görüntüsü, kı-
şın öldürücü soğuğu, karı ve buzu müşahhas bir şekilde gözler önüne
serilmiştir. Şu bir kaç beyti örnek olarak gösterebiliriz:
Yağdıkca karlar bizi incitdüginde kış
Artar yüreği yağı cihânın karış karış:
Sanman ki karlar yağar onlara nûr iner
Zulm ile çok kimesne helâk eyledi bu kış
Bir ejdehâ durur bu şitâ zehridür sovuk
Yahlar kenâr-ı bâmda bu ejdehâ diş
Halk içine bırakdı zemistân bürûdeti
Saht olmasun mı âb-ı revân itdi yavuz iş
Yukarıda görüldüğü gibi şairin yaşıyarak gördüğü, hissettiği kış
mevsimi, gerçek vasıflarıyla sade bir dille tasvir edilmiştir. Bundan da,
Zâtî'nin tasvir yönü güçlü bir gözlemci olduğunu çıkarabiliriz.
Önceki yüzyıllarda da görülen Türkçe kelimelerle kafiye yapma
gayretine Zâtî de katılmıştır. Hatta dikkati çekecek kadar Türkçe kafiye
ile yazılmış gazelleri vardır. Yabancı kelimelerden oluşan kafiyeli
kelimeler çok azdır. Türkçe kelimelerle yapılan kafiyelerde, kafiyeyi
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
110
oluşturan kelimeleri bulmada bazan zorlanmış olmalıdır ki, aynı kelimeyi
bir gazelin içinde iki kere, az olmakla beraber üç kere tekrarladığı
da olmuştur.
Zâtî’nin şiirlerinde görülen bir diğer özellik, halk diline yaklaşan
külfetsiz sade mısralar söylemiş olmasıdır. Zâtî, bu özelliğiyle konuşma
dilini şiire getirmiştir:
Taş atma begüm şişeci dükkânına fır fır
Düğün evini bilmez o kimse çanak taşır
Görmedi işitmedi gözi kulağı kimsenün
Yine kılıç gibi kış geldi kesildi yollar
Elvedâ ey baş u cânum v'ey hayâtum elvedâ
Başum n'ola dönerse degirmân gibi pır pır
Zâtî, bu vasfıyla bir taraftan konuşma dilini şiire taşırken, diğer taraftan
"iki gözüm" (g. 436-3), "benüm cânum" (g. 373-4), "açam bakam"
(g. 490-1), "ölem dirilem" (g, 1106-2), "kulun kurbanınam" (g. 676/2),
"ela gözüm" (g. 607-6), "gönlüm kuzusu" (g. 517-7), "behey kâfir" (g.
262-6), "ugrun uğrun" (g. 411-7), "şehir oğlanı" (g. 285-2), "agzunı öpdigüm"
(g. 221-7), "oh vay" (g. 696-2) ... v.b. gibi halk söyleyişlerini de
şiirlerinde kullanmıştır.
Zâtî, çağdaşı şairlerinde görüldüğü gibi, şiirlerinde atasözüne özellikle
deyime çok yer vermiştir. Bunları ifadeyi kuvvetlendirmek ve
zenginleştirmek için kullanmıştır. Atasözü ve deyimler, şairin dile
hâkimiyetini göstermesi bakımından önemlidir ve gerçekten başlı ba-
şına incelenmeye değer bir konudur.
Zâtî'nin şiirlerinde yer alan atasözlerinden bazıları şunlardır:
Görini gelmez kaza
Dost kûyına cadû uğurlayın şâyed gele
Bu mesel zâhir meseldür görini gelmez kaza
Ele iren bela düğün bayram
İl ile iren belâ dirler düğün bayrâm olur
Savm u hecrün ey hilâl-ebrû velî tenhâ bana
Âdeme gökten iner lakab
Yaraşdı kûyun itlerinin adı Zâtîyâ
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
111
Ey meh meseldür Âdeme gökden iner lâkab
İti öldüren sürür
Öldirdigin rakîbüni âşık sürür yürür
Cânâ meşeldürür bu iti öldüren sürür
Bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar
Ney gibi ehl-i havâyem nâsıhâ pend eyleme
Bir kulagumdan girer ol bir kulagumdan çıkar
Sabır ile koruk helva olur
Gözüme koruk sıdurmaz bâğ-ı vaslından dime
İvme Zâtî sabr ile âhir koruk halvâ olur
Gözün üstünde kaşın var (deme)
El altında olma kimsenün Hâtem gibi zinhâr
Kimesne dimeye tâ kim gözün üstinde kaşın var
Zâtî’ninin Divanı’nda çok sayıda deyime de yer verilmiştir. Bunlar
da ifadeyi kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Bu deyimlere bir kaç
örnek olarak aşağıdakileri zikredebiliriz:
Ağzının suyu akmak : c. I, s. 434 (434-1)
Ayağa düşmek : c. I, s. 440 (440-5)
Ağız açmak : c. III, s. (1150-1
Bir içim su : c. I, s. 233 (233-1)
Bağrı yanık : c. I, s. 357 (357-7)
Baş yarmak : c. III, s. (1103-2;
Can vermek : c. I, s. 417 (417-5)
Can kurtarmak : c. I, s. 348 (348-5)
Düş de gör : c. I, s. 425 (425-2)
Defteri (ni) dürmek :c. III, s. (1121-2)
El çekmek : c. I, s. 442 (442-2)
Gam yemek : c. I, s. 447 (447-3)
Gözlerin aydın : c. I, s. 210 (210-3)
İkiyüzlü : c. I, s. 361 (361-1)
Kanına girmek : c. I, s. 162 (162-
Kanı kurumak : c. I, s. 412 (412-1)
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
112
Kebab olmak : c. I, s. 403 (403-5)
Ömür tüketmek : c. I, s. 351 (351-4)
Tuş olmak : c. I, s. 352 (352-6)
Yüz sürmek : c. I. s. 355 (355-5)
Yerin kulağı var: : c. I, s. 399 (399-5)
Yele vermek : c. I, s. 434 (434-5)
Zâtî'nin beyitleri içerisine yerleşmiş çok sayıda arkaik kelime mevcuttur.
Bu kelimelerden bir kaç tanesi şunlardır:
Ayıtmak (383-3), aylak (397-7), artuk (510-4), aydur (518-2), agdurmak
(1133-7), begdeş (217-5), burılmak (509-5), bön (318-6), börk (692-
4), çigzinmek (592-5), dirmek (510-3), dölenmek (531-1), em (559-3),
eğin (569-3), eğirmek (366-1), ebreş (323-4), eyitmek (484-1), gicrek
(1117-8), göynük (1089-4), göyündürmek (1119-1), gümremek (434-3),
gey (569-3), gen (355-2), iltmek (1053-2), irgirmek (566-7), ivmek (353-
5), irgürmek (357-6), küleg (424-1), kökner (429-1), köynük (403-5), koç-
mak (309-5), karanu (449-4), koçdurmak (370-1), koruk (353-5), küymek
(511-3), legen (262-5), par par (368-1), sınmak (421-1), sayru (397-
2), sin (409-1), söyündürmek (422-3), sokranmak (287-5), semek (683-
7), turkurmak (208-2), tamu (3/6-2), tortınmak (1155-3), umac (588- 1),
ugrı (358-4), ugru (411-7), üleşmek (517-7), üşmek (311-7), yavlak (655-
4), yarlıg (1085-4), yumak (1111-1), yeynirek (302-4).
Zâtî'nin olağanüstü bir şiir kabiliyetine ve zekâya sahip olduğunu,
kaynaklara dayanarak daha önce belirtmiştik. Zâtî, Divan şiirinin hemen
bütün mazmunlarını ve inceliklerini kullanarak, "Türk şiirine temel
koyan şairlerin üçüncüsü" diyen Ziya Paşa'ya bu hükmü haklı olarak
verdirmiştir. Olağanüstü zekâsı ile "Şâir-i Mâder-zâd" özelliğini
birleştiren Zâtî harf ve kelime oyunlarına dayanan inanılmaz güzellikte
ince ve zekâ ürünü esrarlı beyitler ortaya koyarak, lafızla ilgili sanatları
kullanmadaki başarısını göstermiştir. Zâtî'nin şiirlerindeki muamma
benzeri harf ve kelime oyunlarıyla ilgili bir çalışmada şu görüş-
lere yer verilmiştir:
"Zâtî'nin 1500 kadar gazelini gözden geçirdiğimizde aşağıda bazı
örneklerini göreceğiniz 150 kadar bu mahiyette beyit tespit ettik. Fakat
öyle inanıyoruz ki gerçekten titiz bir inceleme yapıldığında bu tür beyitlerin
sayısı çok fazla bir yeküne ulaşacaktır. Herşeye rağmen
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
113
Zâtî'nin bu tür beyitler yazmada Divan şairleri arasında bir numara
olduğu inancını taşıyoruz. Çünkü zaman zaman Divan şiirlerinin kalburüstü
şairlerinden otuz kadarının şiirlerine de bu gözle baktık. Bazı-
larında bu tür beyitler hiç görülmediği gibi, bazılarında beş-on örnekle
karşılaştık. Fakat hiç biri kemiyet ve keyfiyet açısından Zâtî'ye yakla-
şamıyor.''
Zâtî'nin olağanüstü zekâsını ve bir şairin kelimelerle nasıl oynaması
gerektiğini göstermesi bakımından, aşağıdaki beyitleri örnek vermede
fayda vardır. Bunlar, lafız sanatlarının da en güzel örnekleridir:
Gör kemâlin gönlümün üstine anun kef geçer
Aynuma göründigince ser-nigûn ol zülf-i lâm
Yukarıdaki beyitte ipucu kelimesi "ser-nigûn"dur. Bundan yola çı-
karak "zülf- i lâm" tamlamasındaki "lâm" kelimesini "kalb-i kül" kuralına
göre ters çevirmemiz gerekiyor. Böylece "mâl" kelimesi ortaya çı-
kacaktır, "kef geçmek" deyiminin tevriyeli anlamını da düşünerek "gö-
nül" kelimesinin başındaki "kef" harfini "üstine" kelimesinin delaletiyle
daha önce bulduğumuz "mâl" kelimesinin baş tarafında ekliyoruz ve
ortaya birinci mısradaki "kemâl" kelimesi çıkayor.
Didüm cânâ neye benzer izârun
İki göz kodı arasında nârun
Bu beyitte şairin sorusuna sevgilinin verdiği cevapta "nâr" kelimesinin
içerisine konan "iki göz", "he" harfidir. Bu şekilde "nâr" kelimesinin
içine "iki gözü" yani "he" harfini koyduğumuzda "nehâr" kelimesi
ortaya çıkmaktadır. Kısaca sevgili "izarım (yanağım)" "nehâr'a (güne,
gündüze)" benziyor demektedir.
Zâtî, lafız sanatlarının yanında, mana sanatlarını da hayalinin genişliği
ve zekâsının kuvvetiyle başarılı bir şekilde kullanmıştır. Ondan
bahseden kaynaklar, edebî sanatları kullanmadaki başarısını belirtmişlerdir.
Âşık Çelebi, "sanatların tümünü şiirinde topladığını, başka
şairlerde bu özelliğin görülmediğini, eğer görülmüşse de Zâtî'yi geç-
tiği tespit edilememiştir" diyerek bu gerçeği ifade etmiştir.
Zâtî'den bahseden kaynaklar, onun 940/1536 yılında gelir kaynağı
devlet tarafından kesilince, geçimini sağlamak için kadılara, müderrislere,
danişmendlere kasideler, bir güzele âşık olanların durumlarına
göre de gazeller, musammatlar yazıp karşılığında para ve hediyeler
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
114
aldığını söylemişlerdir. Âşık Çelebi'nin anlattığına göre Zâtî'nin bu
uygulaması devrin diğer söz erbabınca çok tenkit edilmiştir. Kendisi
bu hususta şunları söylemiştir:
"Ekâbire kasîde vü nazîfe lâzım olsa evvelki kasâ'id ü gazeliyâtuna
mürâcaat ider eski hayâl ü macnâların libâs-ı âher ile tağyîr ve cüz'i
muğâyeretle tabir iderdi."
Bu açıklamalardan, ihtiyaçtan dolayı, para karşılığında şiirler yazdığını,
yazarken de eski hayal ve manaları biraz değiştirerek söyledi-
ğinden, tekrara düştüğünü anlıyoruz. Aşağıdaki örnekler tekrara düş-
tüğünün delilleridir:
Tanrı hakkı bilürem Allahı bir bilür gibi
Hırmen-i hüsn içre Zâtî ol sanem bir dânedür
Tanrı hakkın bilürem Allahı bir bilür gibi
Hırmen-i hûbân içinde ey sanem bir dânesin
Düşmenün leşkeri hayli uludı
Anları it gibi kırmazsan ürer
Rakîbün leşkeri ulurdı hayli
Eğer kırmazsan it gibi ürerler
Zâtîyâ leşker-i rakîb uludı
Anı it gibi kırmazsan ürer
Eli altında olma kimsenün hâtem gibi zinhâr
Kimesne dimeye tâ kim gözün üstinde kaşun var
Taalluk hattını dilden tıraş eyle kalendervâr
Kimesne dimeye tâ kim gözün üstinde kaşın var
Görenler anı mihr-i cihân-tâb sanurlar
Ditrer bu sipihrün yüreği üstine dir dir
Zâtî didi lerzân görüben mihri sipihrün
Ditrer yüreği ol güneştin üstine dir dir
Değirmen gibi geçmezken gıdâ susuz boğazından
Yetişsen şu gibi çarha girer âşık semâ eyler
Kaçan hengâmede kâse güzel nakş istimâ eyler
Meğer kim hâk-i âşukdur girer çarha semâ eyler
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
115
Göricek hüsnün cinân-ı ihtiyâr elden gider
Tiğ-ı hışmı lutf it ey çâpük-süvâr elden gider
Görürsen zâhidâ ol şeh-süvârı
Gider elden cinân-ı ihtiyârun
Tatlu tatlu ağzuma söger safâ vü zevk ile
Mîve-i lal-i lebün şîrîn temüşâdur budak
Tatlu tatlu sögmeyi iş güc idindi ağzuma
Hey ne şîrîn-kâr imiş şekker dehânı Hüsrevün
Âsitânunda şu kim mihrünle ey meh hâk olur
Hazret-i İsâ gibi anun yiri eflâk olur
Âsitânunda şu kim kendüzini hâk eyler
Yirini Hazret-i Îsâ gibi eflâk eyler
Zâtî'nin şiirinde yaptığı bu tekrarları Âşık Çelebi, normal karşılamıştır.
Ona göre Zâtî'nin üç büyük sıkıntısı vardır. Bunlar; birincisi bedensel
arızalar: "Evvelâ mübtela-yı samem idi" yani sağır idi. İkincisi
sosyal mevki ve itibar durumu: "Bir özri daha buydu ki mansıp ve rütbeden
bigâne idi" yani devlet görevinde bulunmamıştır. Üçüncüsü
maddî ihtiyaç ve imkaânsızlıklar: "Merhum fakir idi. Kendi ma'âşın
kendi tertîb ve tedârik eylemek üzere lâzım idi" yani fakir olduğundan
hayatını kendisi kazanmak üzere idi. Bununla birlikte Âşık Çelebi,
Zâtî'de bu durumları eksiklik olarak gördükten sonra, “ Eğer bu ma’niler
olmasaydı on bu kadar olurdı" der ve "Rûmda ferîd olurdı" diyerek
de sözü noktalar.
Latifî de buna benzer görüşler ifade etmiştir. O, Zâtî'nin geçim
imkânlarından hemen hemen yoksun bulunduğunu, “eğer buna yeterli
ve düzenli bir biçimde sahip olsaydı çok daha büyük şair olurdu"
kanaatini ifade ettikten sonra sözünü, "devrânun yegânesi ve cihânun
ferzânesi olmak mukarrer idi" diyerek bitirmiştir. Zâtî’nin şiirlerinin
çokluğuna bakarak onu değerlendirmek haksız ve hatalı bir yargılama
olur. Geçimini sağlamak, günlük ekmek parasını şiiriyle çıkarmak zorunda
kalan bir şairin sık sık tekrarlara düşmesi, hatalar yapması, aldığı
hediyeler karşılığı değersiz, sanat düzeyi düşük kasideler yazması
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
116
çok olağandır. Ama Zâtî’nin gerçekten güzel, sanat değeri yüksek gazelleri,
kasideleri de vardır. Bunların sayısı da Divanı’nda azımsanamayacak
kadar çoktur.
Zâtî hakkında bilgi veren kaynakların bir başka iddiası da
dükkânına gelen genç şairlere ait nadîde mazmunları, bakir manaları
hafızasına yerleştirip, kendi şiirlerinde kullandığı görüşüdür. İtiraz
edenlere "sizün dîvânınuz yoktur. Biz dîvân sahibiyüz. Dîvânumuz kı-
yamete kadar okınur. Bu manâ ve mazmûnlar kaybolmasun diyü aldum”
dermiş. Nitekim Revânî (öl. 1523) ve Mesîhî (öl. 1512) ile aralarında
bu yüzden hicivleşme, Âhi (öl. 1517) ile de her ikisinin Divan’ında
bulunan bir gazelin sahipliği konusunda biribirilerini hırsızlıkla
itham edip, darılmaları ve Hayâli (öl. 1557) ile de bir şiirin kime
ait olduğu hususunda kavgaları adı geçen iddia üzerine olmuştur.
3. ZÂTÎ’YE TESİRLER
Zâtî’nin gazelleri dikkatle okunursa, bazı şairlerden ilhamla yazılmış
benzer beyitlerin bulunduğu görülür. Bunlara nazire de diyebiliriz.
Zâtî, kendinden önceki bazı şairlerin bir şiirini daha güzel söylemek
hevesiyle bu yolu seçmiş olabilir. Gerek nazire mecmualarına, gerekse
Divan'ındaki şiirlere baktığımızda onun şiirleriyle, kendisinden
önce yaşamış şairlerin şiirleri arasında vezin, kafiye veya redif birliği
vardır. Bunlardan başka duygularda, hayallerde ve söyleyişte de
önemli yakınlıklar vardır. Bu şairlerin başında Necâtî Bey (öl. 1509) gelir.
İki şairin birbirine benzeyen gazellerinin matla beyitleri şunlardır:
Necâtî Bey:
Ağladıl âdemi gurbet kişi kendün yenemez
Nite kim haste çeküp nâle kemendün yenemez
Zâtî:
Kişi ğurbetde ider nâleyi kendün yenemez
Dûd-ı âhun ne kadar çekse kemendün yenemez
Necâtî Bey:
Eşigünden yüzüm dönerse dönsün bir yana kıblem
Kapuna toğrı gelişüm benüm a Kabem a kıblem
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
117
Zâtî:
Safâlar kesb idüp senden yana her kim baka kıblem
Sana dirsem aceb mi kıble-i ehl-i safâ kıblem
Necâtî Bey:
Tan yeli şimşâd kadler turrâsundan hastedür
Zacf-ı ğâlib oldıgıçün nâlesi âhestedür
Zâtî:
Kalbümüz safî ğam-ı devrân elünden hastedür
Sâkiyâ niçün ayağun çünbişi âhestedür
Necâtî Bey:
Hâk-i pâyun tûtiyâ dide-i hûn-bâr imiş
Hamdü li'llah kim göricek gözlerümüz var imiş
Zâtî:
Başuma taş yağdıran ol gözleri sehhâr imiş
Çok şükür devletlüler devletlü başum var imiş
Necâtî Bey:
Gül mushafın sabâ yili açdı varak varak
Aşk âyetini bülbül okırdı sebak sebak
Zâtî:
Rûz-ı ezelde aşk kitâbın varak varak
Gözden geçürdüm idi ben açup sabak sabak
Necâtî Bey
Şâh-ı güldür sînem üzre zahm-ı şimşirün senün
Goncalar zeyil eylemiş etrafına tîrün senün
Zâtî:
Görmedüm ol mah-rû seyründe taksîrün senün
Göreyin Hak ey gözüm nûr eylesün yirün senün
Ahmed Paşa (öl. 1497) ile Zâtî'nin bazı gazelleri aynı vezin ve kafiyededir.
Bâkî (öl. 1600), Hayâli Bey (öl. 1557) gibi tanınmış şairlerin
yanında Zâtî'nin de Ahmet Paşa'nın gazellerine nazireler yazdığı bilinmektedir.
Zâtî'nin Ahmed Paşa'ya nazire olarak yazdığı gazellerin
matla beyitleri şunlardır:
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
118
Ahmed Paşa:
Gam degül bî-hâl olursa hüsnün evrâkumda hat
Resmdür âriflere nâme yazarlar bî-nukat
Zâtî:
Sûz-i dilden surh ile yazılmadı evrâka hat
Ejdehâveş hâme od saçdı şerârıdur nukat
Ahmed Paşa:
Murg-ı câna tîr-i gamzenden per ü bâl eyledün
Halka-i zülfün hayâlün anun hâlhâl eyledün
Zâtî:
Kim bilür ey yüzi gül-gûnum yine âl eyledün
Ney gibi benzüm sararup cismümi nâl eyledün
Ahmed Paşa:
Eşk-i çeşmüm şol kadar ab itdi yolunda sebîl
K'oldı gül zar-ı cemâlün bâğ-ı Cennetden cemîl
Zâtî:
Cürca-i câm-ı lebün görse diyü hûr-ı cemîl
Sûre-i kevser haki çıkdı gözümden sersebîl
Ahmed Paşa:
Sebzede sünbül mi var bu zülfe ser-gerdân degül
Bağda reyhân mı var ol hattiçün hayrân degül
Zâtî:
Bakabilmek âftâb-ı hüsnüne imkân degül
Müşkil oldur nazır olmamak dahi âsân degül
Az olmakla beraber, Zâtî'nin yazdığı şiirlerle, Şeyhî (öl. 1431)'ye ait
gazeller arasında da vezin, kafiye ve söyleyiş bakımından benzerlikler
vardır. Benzer gazellerin matla beyitleri aşağıdadır:
Şeyhî:
Düşeli gönlüm derdüñe şöyle kim dermân istemez
Tapuna kul oldı cânum özge sultân istemez
Zâtî:
Derd-i aşka tuş olan olursa dermân istemez
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
119
Ger ‘ilâc iden aña olursa Lokmân istemez
Şeyhî:
Yel gibi bir subh azm-i kûy-ı yâr itsem gerek
Ol hevâ yile dimâğum müşk-bâr itsem gerek
Zâtî:
Âhdan yaluñ kılıçlar âşikâr itsem gerek
Tâlic-i nahsumla vâfir kâr zâr itsem gerek
Ahmed Paşa'nın da aynı vezinde, ‘gerek’ redifli bir gazeli vardır.
Şeyhî:
Her seher ki od düşer eflâke âhumdan benüm
Her gice âlem yanar dûd-ı siyâhumdan benüm
Zâtî:
Nâr-ı düzah bir şerer göynüklü âhumdan benüm
Mülk-i zulmet bir eser dûd-ı siyâhumdan benüm
Ayrıca Zâtî, Karamanlı Nizâmî (öl. 1473)'nin 6 gazeline aynı vezin,
kafiye ve söyleyişte nazîre yazdığı da tesbit edilmiştir.
4. ZÂTÎ’NİN ÇAĞDAŞLARI ARASINDAKİ YERİ
Zâtî:
Bend-i gamda bendesüñ ey serv âzâd eylemez
Ol yüzi hûrşîd gamkînin ferahşâd eylemez
Figânî:
Bezm-i gamda itdügüm Mecnün-ı nâ-şâd eylemez
İtdüm kârı belâ kûhında Ferhâd eylemez
Cinânî:
Gâh u bî-geh her güzel kim âşığın yâd eylemez
Bir şeh-i âlem durur kim kulunı dâd eylemez
Zâtî:
Bir sîm-ten tırâşı güzel hûb ser-tırâş
Hüsn ü kemâl-i hulk ile egdürdi halka baş
Hayâlî:
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
120
Gördi ki kıblegâh-ı cihândur ol iki kaş
Eksükliğin hilâl bilüp aña eğdi baş
Helâkî:
Mekr ü füsûn u sihr ile bir hûb ser-tırâş
Halk-ı cihân râm idüp egdürdi yine baş
Zâtî:
Gözlerüm giryân iden cânânı andum ağladum
Şehr-i sabrı yile virdüm anı andum ağladum
Zâtî ile çağdaşı şairler arasında nazire olabilecek kadar bir birine
benzeyen gazeller vardır. Benzeyen gazellerin veya beyitlerin ilk yazı-
lanı hangisi ve hangilerinin ona nazire olduğunu söylemek çok güçtür.
Zira çağının ikinci derece şairlerini bir tarafa bırakırsak, Hayalî Bey (öl.
1557), Yahya Bey (öl. 1582), Usulî (öl. 1538), Hayretî (öl. 1534) gibi şairler
de Zâtî kadar tanınmış ve şöhretli şairlerdendir. Bu yüzden
Zâtî’nin gazelleriyle benzerliklerini tesbit ettiğimiz çağdaşı şairlerin
gazellerinin matlalarını vermeden önce, Pervane b. Abdullah Bey'in
nazire mecmuasında yer alan Zâtî’nin bazı gazelleri ile çağdaşı şairlerin
Zâtî'ye nazire olarak yazdıkları gazellerin matla beyitlerini vermede
fayda vardır:
Helâkî:
Dün gice şem-i bezm-i cânı andum agladum
Subha dek yani ruh-ı cânânı andum agladum
Zâtî:
Hâb-ı gafletden uyan zâhid gözin aç yâri gör
Yum enâniyetten gözüni her nefes didârı gör
Usulî:
Ey basîretsüz göz aç ağyâra bakma yâri gör
Mâsivâdan yum gözüni talat-ı dil-dârı gör
Yahyâ Bey:
Gel vücûdun perdesin kaldur cemâl-i yâri gör
Cân gözünden sil gubârı çehre-i dil-dârı gör
Muhibbî:
Cân gözün aç her yana bakdukca ol dil-dârı gör
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
121
Gözlerün yaşın akıt su gibi var didârı gör
Zâtî:
Varup taş işügünde ol ki seng-i hâre yasdanmış
Cinân içünde say bâlîn-i seng-i pâre yasdanmış
Hayretî:
Uyur râhatla düşmen zânû-yı dil-dâra yasdanmış
Düşüp üftâdeler yollarda seng-i hâre yasdanmış
Hayalî:
Hayâlün hem-demi yaşum düşüp ruhsâra yasdanmış
İrüp başı gökde hurşîd-i pür envâra yasdanmış
Zâtî:
Âhum artar urdugınca, subhdem ruhsâre su
Nâleler peyda olur tokundıgınca nâre su
Hayretî:
Haletünden yire giçse yiridür her bâr su
Haddüne öykündi haddün bilmedi ey yâr su
Hayalî Bey:
Dikse ger çeşmi habâbun sen semen-ruhsâra su
Kanlu yaşum gibi boyansun kızıl kanlara su
Zâtî’nin gazelleri ile çağdaşı şairlerin gazelleri arasında benzerlikler
olduğunu daha önce söylemiş, kimin kime nazire yazdığını tesbit etmenin
zor olduğunu belirtmiştik. Fakat aşağıda matla beyitleri verilen
şairlerin gazellerinin büyük bir kısmının Zâtî'nin gazellerine nazire olduğu
kanaatindeyiz. Bunlar çağın ikinci derecede şairler olup, şairlik
yönünden Zâtî’nin şöhretine ulaşamamışlardır:
Zâtî:
Zülfün misâli sünbül Hindûstânda bitmez
Tagıtma ey perişân anı yabanda bitmez
Enverî (öl. 1547):
Âhüm misâli sünbül Hindûstânda bitmez
Dâğum gibi karanfîl bâğ-ı cihânda bitmez
Firakî Vâ’iz (öl. 1580):
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
122
Kaddün nihâli bâğ-ı cihânda bitmez
Dil gülşeninde diksem tan mı yabanda bitmez
Zâtî:
Gözüm açdum bu seher ulu bir sahrâ gördüm
Anda bir dâne-i hardal gibi dünyâ gördüm
Subhî (öl. 1549):
Hüsn bağında ruhun bir gül-i hamrâ gördüm
Ravza-i dilde kadün serv-i dil-ârâ gördüm
Zâtî:
Gözlerüm giryân eden cânânı andum ağladum
Şehr-i sabrı seyle virdüm anı andum ağladum
Celîlî (öl. 1563):
Hâr-ı firkatde yine cânânı andum ağladum
Bülbül oldum ol gül-i handânı andum ağladum
Fehmî (öl. 1596):
Gam şebünde fırkât-ı cânânı andum ağladum
Subha dek yani ruh-ı cânânı andum ağladum
Muhibbî (Öl. 1566):
Bezm-i gamda âh idüp cânânı andum ağladum
Yârüm ile ol giçen devrânı andum ağladum
Zâtî ile yukarıda isimleri geçen çağdaşı şairlerden başka, Nazmî (öl.
1548), Sânî (öl. 1587), Sâbirî (öl. 1592), Cinânî (öl. 1596) v.b. şairlerin
gazelleri arasında vezin, kafiye ve redif yönüyle benzerlikler görülür.
Bu şairlerin gazelleri, Zâtî'nin gazellerine nazire olarak yazılmışlardır.
Klasik Türk şiirinin büyük şairlerinden olan Bakî (öl. 1600), hocası
Zâtî'nin
Kudûmundan sanursun ey ecel derdnâkem ben
Tabîbüm gelmedi ben hastaya ana helâkem ben
matlalı gazeline,
Cefa tîğıyla cânâ lâle gibi sîne-çâkem ben
Onulmaz derde düşdüm dâğum ile derdnâkem ben
matlalı gazeli nazire olarak yazdığı gibi, Hayâlî Bey de Zâtî’nin:
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
123
N'oldun inlersin felek hercâyi cânânun mı var
Her makâmı seyr ider bir mâh-ı tâbânun mı var
matlalı gazelini tahmis etmiştir:
Cânuna âteş urur bir mihr-i rahşânun mı var
Sînede dâğ-ı gamundan nâr-ı sûzânun mı var
Subha dek şebnem döker bir çeşm-i giryânun mı var
N'oldun inlersin felek hercâyi cânânun mı var
Her makâmı seyr ider bir mâh-ı tâbânun mı var
6. ZÂTÎ’NİN ESERLERİ
Kaynaklar, Zâtî'nin Dîvân, Şem’ü Pervâne, Şehr-engiz, Siyer-i Nebî,
Mevlid, Ferrûh-nâme, Ahmed ü Mahmûd, Letâyif isimli eserleri oldu-
ğunu kaydetmişlerdir. Âşık Çelebi, Zâtî’den naklettiğine göre, yukarıda
zikredilenler dışında bir de Kur’ân Falı ve bazı manzum risâleleri
olduğunu söylemiştir. Eserlerinden aşağıda gösterilenlerden başkası
ele geçmemiştir.
6.1. DÎVÂN
Zâtî’nin en büyük eseri şüphesiz Dîvân'ıdır. Şairin Divan'ını kendisinin
tertip edip, kayınbiraderinin çocukları olan Ahmet Çelebi ve
Mahmud Çelebi'ye dirlik verilmesi arzusuyla Kanunî'nin oğullarından
Şehzade Mehmed'in sancağa çıktığında taktim ettiğini Âşık Çelebi'den
öğreniyoruz. Perişan hali nedeniyle Divan'ını toplayamadığı ve Divan’ın
başkaları tarafından hayatının sonlarına doğru düzenlendiği
görüşü, her halde bir yanılma neticesi olmalıdır. Zira "kendü Dîvânundan
baz-ı ebyât gösterüp" diyen Bâkî'nin bu Divanı gördüğünü Kınalızâde
Hasan Çelebi, tezkiresinde belirtmiştir.
Zâtî'nin şiirlerini kapsayan Divan'ının Türkiye kütaphanelerinde 10
nüshası bilinmektedir:
1. İst. Üniv. Ktp. İbnülemin M.K. İnal Bölümü, nr. 2713
2. İst. Üniv. Ktp. TY., nr. 457
3. İst. Üniv. Ktp. TY., nr. 668
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
124
4. Bayezid Ktp., nr. 3595
5. Süleymaniye Ktp. Lala İsmail Bölümü, nr., 443
6. Süleymaniye Ktp. Fatih Bölümü, nr. 3824
7. Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Bölümü, nr. 3363
8. Süleymaniye Ktp. Halet Efendi İlavesi, nr. 151
9. Süleymaniye Ktp. Yazma Bağışlar Kısmı, nr. 2342
10. Çorum İl Halk Ktp., nr. 2174
Yukarıda adı geçen Süleymaniye Ktp. Lala İsmail Bölümü 443 numarada
kayıtlı bulunan nüsha, aynı zamanda bir külliyattır. Dîvân (1a-
336a), Deli Birader’e Cevâbî Mektûb (337b-339b), Letâyif (345b-362a
kenarda), Şem’ü Pervane (30b- 161a kenarda) ve Şehr-engîz (161 b-
167b kenarda)'den oluşmaktadır.
Zâtî'nin Divan’ı, klasik bir divan tertibindedir. Başta kasideler,
sonra musammatlar, gazeller, kıt'alar ve müfretler gelir. Zâtî'nin eserleri
hakkında bilgi veren kaynaklardan Sehî ve Latifi 500 kaside, Âşık
Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi 400'den fazla Zâtî'nin kaside yazdığını
kaydetmişlerdir. Fakat gazellerinin dışındaki diğer şiirleri üzerine
yapılan bir çalışmada Zâtî'nin sadece 48 kasidesi tesbit edilebilmiştir.

Kasidelerinin beyit sayısı en az 17, en fazla 58'dir. Diğerleri 20 ile 50
beyit arasında değişmektedir. Zâtî'nin kasideleri klasik örnekler gibi
nesib, girizgâh, medhiye, fahriye ve dua bölümlerinden oluşmuştur.
Nesib bölümü, daha çok medhiye türündeki kasideler de görülür.
Beyit sayısı 4-25 beyit arasında değişiklik göstermektedir. Girizgâh, 1-
5 beyit arasında değişmektedir. Medhiye türündeki kasidelerinde
daha çok bir beyitlik girizgâh ile şiirinin asıl konusuna geçer, medhiye
bölümü 9 ile 38 beyit arasında değişir. Kendini ve sanatını övdüğü
Fahriye bölümü 2-3 beyit kadardır. Dua bölümü, 1-4 beyit arasında de-
ğişmektedir. Daha çok bir beyit tercih edilmiştir.
Zâtî'nin kasidelerinden 6 tanesi dinî içeriklidir. Bunlardan 3 tanesi
tevhiddir. Birincisi 17, İkincisi 19, diğeri 35 beyittir. Tevhidlerde Allah’ın
büyüklüğü, isimleri, sıfatları, kuvvet ve kudretinin sonsuzluğu,
eşinin ve benzerinin olmayışı v.b. özellikler anlatılmış, kulun acizliği
vurgulanarak, rahmet kitabının şerh olunamayacağı zikrolunmuştur.
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
125
Zâtî, 3 tane de na't yazmıştır. Birincisi 26, ikincisi 27, üçüncüsü 58
beyittir. Beyitlerde Peygamber'e karşı duyulan sevgi ve saygı dile getirilmiştir.
Onun çeşitli meziyetleri, güzel sıfatları, mucizeleri anlatılarak,
haşr günü birlikte olmak ümidiyle na'tlar bitmiştir. Tevhidlerde
olduğu gibi na'tlarda da Zâtî kendisini övmemiştir.
Kafiyelerini daima ahenkli kelimelerden seçmeye gayret eden Zâtî,
kasidelerinde "-â, _âm, -an(en), -âr, -ar(er), -az, em" gibi daha önceki
asırlarda kullanılmış olan kafiyelerin yanında "-ad(ed), -at, -ây, -eng, -
im, -id, -il, -in, -ir, ûl" gibi kafiyeleri de kullanmıştır, kafiye olarak
Arapça ve Farsça kelimelerden istifade eden şair, bu yabancı kelimeleri
Türkçe olanlarla kafiye yapmakta da geri kalmamıştır. Bunların yanında
birçok divan şairinde görülen aynı kaside içerisinde aynı kafiyeyi
tekrar etme kusuru Zâtî'de de vardır.
Zâtî, gazellerine göre kasidelerinde aruzu iyi kullanmıştır. Kasidelerinde
Arapça ve Farsça kelimelere yer vermesi, imalelerin azalmasına
neden olmuştur. Zâtî'nin tesbit edilen 48 kasidesinden 38'i medhiyedir.
Bunlardan 16 tanesi Kanuni Sultan Süleyman (öl. 1566)'a; 3 tanesi
Ayaş Paşa (öl. 1534), Tâcî-zâde Cafer Çelebi (öl. 1528) ve Şâh Muhammed'e;
2 tanesi Kadri Efendi (öl. 1551), Emanî ve Yavuz Sultan Selim
(öl. 1512)'e, 1 tanesi de Hadım Ali Paşa (öl. 1511), Maktul İbrahim
Paşa (öl. 1536), İbn Kemal (öl. 1534), Kadı Meali (öl. 1535), Mustafa Ni-
şancı Bey (öl. 1568) ve haklarında kaynaklarda bilgi bulunamayan Ferruh
Bey, Mesih Ağa, Şiri Bey, Hamidî'ye aittir.
Zâtî’nin kasideleri genel olarak bu tarzın kaidelerine göre bir nesib
kısmı ile başlar, sonra bir girizgâh beyti ile medhiye kısmına geçer. Kasidenin
yazıldığı kimse, aşırı abartılı sözlerle övüldükten sonra, ömrü-
nün uzun, devlet ve ikbalinin devamlı olması için dua edilir ve kaside
bitirilir. Fakat bunların yanında, bu alışıla gelmiş şeklin dışına çıkmış
kasideleri de vardır. 48 kasidenin yarısına yakınında nesib kısmı yoktur.
Bazen kasideye medhiye ile başladığı gibi, bazan da sadece fahriye
ile (22. kaside) başlamıştır. Fahriyenin olmadığı kaside de vardır (21
kaside).
Nesiblerinde çok kullanılmış nesip konuları yerine memduhun
mesleğine, özelliklerine uygun konuların seçildiği de görülür. Emanî
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
126
Çelebi hakkında yazdığı kasidede (34. kaside), adı geçen kişinin şairliği
dikkate alınarak mesleği ve şiiri övülmüştür. Kadri Efendi'nin de
(21. kaside) Şeyhülislamlığı kasidede dikkate alınmıştır. Zâtî, övgülerinde
aşırıya kaçmış, klişe kelime, kalıplaşmış sözler ve bilinen benzetmeler
kullanmıştır. Gazellerine göre kasidelerinde kullandığı dil, ağırdır.
Türkçe kelimeleri kullanma oranı, kasidelerinde düşmüştür.
Zâtî, kasidelerinde özellikle de fahriye bölümünde sanatını överken,
şikâyetlerini de dile getirerek, kıymetinin bilinmediği düşüncesi
ile kendi övgüsünü de yapmıştır:
Şol Zâtîyüm kim kıymetümi kimse bilmedi
Deryâ-yı ma’rifet sadefi içre cevherem
Ma’nâda gerçi nazmum akarsu durur hemin
Ammâ mezellet ateşi içre semenderem
Zâtî, tesbit edilen 48 kasidesinde en çok Remel bahrinin “fâilâtüın
fâilâtün fâilün” kalıbını kullanmıştır. Bu vezinle 20 kaside yazmıştır.
Her vezinde kaside yazmamıştır.
Zâtî'nin Divan'ında 1825 gazel vardır. Bu sayıyla o, divan sahipleri
içinde Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni’den sonra en çok gazel
yazan şairdir. Tezkireciler, Divan'ındaki gazel sayısını Sehî ve Latifi
3000, Âşık Çelebi 1600-1700 arası ve Kınalızâde Hasan Çelebi de
1600'den fazla olarak kaydetmişlerdir.
Zâtî'nin gazelleri genellikle 5 beyittir. 1825 gazelinden 1278'i 5 beyitli,
466'sı 7 beyitli, 44'ü 9 beyitli, 18'i 6 beyitli, 9'u 8 beyitli, 5'i 11 beyitli,
4'ü de 10 beyitli ve l’i de 4 beyitlidir.
Zâtî, gazellerinde vezin olarak en çok Remel bahrinin "fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün" veznini kullanmıştır. Zâtî, bu kılapla 775 gazel
yazmıştır. Bunları 358 gazel ile Hezec bahrinin "mefâîlün mefâîlün
mefâîlün mefâîlün", 164 gazel ile de Muzarî bahrinin "mefûlü fâilâtü
mefâîlü fâilün" kalıbı takip eder. Zâtî en az Recez’in "müstefilâtün
müstefilâtün”, Münserihin "müfte'ilün fâ'ilün müfte'iliin fâ'ilün" ve
Kâmil bahrinin "mütefâ'îlün fe'ûlün mütefâ'îlün fe'ûlün" veznini kullanmıştır.
Bunlardan birer tane gazel yazmıştır.
Gazellerinde vezin kusurlarından oldukça çok imale, zaman zaman
da zihaflar görülür. Bu iki aruz uygulamasına göre, yabancı kelime çok
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
127
kullanmadığından dolayı, med daha az görülür. Kelimeleri imaleli
kullanmasını, şiirde atasözü ve deyime yer vermesine bağlayabiliriz.
Zâtî'nin dikkati çekecek kadar Türkçe kafiye ve redifle yazılmış gazelleri
vardır. Bu husus, onu çağdaşlarından ayıran önemli bir özelliktir.
1825 gazelin 821'i rediflidir. Zâtî gazellerinde mevsule, müessese,
mukayyed ve müreddefe gibi kafiye çeşitlerini kullanmıştır. Kafiyelerin
aynı cinsten olmasına yani isim isimle, fiil fiille olmasına özen göstermiş
ve de başarılı olmuştur. Ayrıca kafiyeyi oluşturan kelimelerin
hepsinin Türkçe veya yabancı kelimelerden meydana gelmesine de
dikkat etmiştir. Bazan da kafiyeleri karışık kullanmıştır. Zâtî, kafiyeyi
oluşturan kelimeleri bir gazelin içinde sık sık iki kere, bazan da üç kere
kullanmaktan çekinmemiştir. Kelime oyunlarından meydana gelen
kafiyelere de çokça yer vermiştir: "bûsenün/bu senün" (g. 676-1),
"hâkister/hâk ister" (g. 447-1) gibi.
Zâtî, kafiyenin yanında redife de önem vererek gazellerinin ahenkli
olmasına gayret etmiştir. 1825 gazelin 831'i rediflidir. Aynı kelimeleri
birçok kere redif olarak kullanmıştır: var (23 kere), olur (21 kere), ile
(20 kere), üstine (16 kere), bana (14 kere). Redifler çok kere bir kelime
ile yapıldığı gibi, bazan birden fazla kelime ile de yapılmışlardır:
"sahra gördüm/dünya gördüm" (g. 864-1), "gülistân itdün yine/dasitân
itdün yine" (g. 1242-2). Az olmakla birlikte üç kelimeden oluşan redifler
de görülür: "gamhâredür gönlüm benüm/avâredür gönlüm benüm"
(g. 895-1).
Konuları bakımından Zâtî’nin gazelleri de önceki ve kendi devrindeki
gazellerden farklılık göstermez. Rindâne ve âşıkâne gazelleri çoktur.
Rind edasıyla sakiye seslenir, ondan üzüntüyü giderecek olan şarabı
ister, ikiyüzlülükle suçladığı zahid ile sufîye çatar. Zâtî, âşık kişiliğiyle
her şeyini sevgili yoluna saçar, bu uğurda canını vermeye de
hazırdır. Aşkın katlanma olduğunu bilir ve sevgiliden gelen her türlü
eziyete katlanır. Ona kavuşmayı istemez, vuslat yerine hicranı tercih
eder. Rakiple geçinemez. Rakip onun en büyük düşmanıdır. Aşkını anlatmada
"bâd-ı sabâ"nın yardımını ister. Aşkı işlediği beyitlerde bazan
Nedim (öl. 1730)'i hatırlatacak duygular sezilir:
Eğer âlemde Zâtî tatlu tatlu sohbet itmek istersen
Hemân bir câm-ı mey bir sen bir ol şîrîn-kelam olsun
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
128
Zâtî'nin gazellerinde âşıkane şiirin konusuna giren ıztırap, ayrılık
ve şikâyet içerikli beyitleri dışarda tutarsak, O, bu çeşit konuları yok
denecek kadar az işlemiştir. Kaderci görüşü yanında, rind kişiliği buna
fırsat vermemiştir.
Zâtî'nin; gazellerinde gül, bülbül, nihal, servi, sünbül, benefşe, saba
v.b. tabiatla ilgili unsurlar, geleneğe uygun olarak Divan şiirinde kullanılan
klişeler halinde işlenir. Şairin içinde yaşadığı, hissettiği, gözlemlediği
tabiat ise gerçek görünüşüyle aktarılır:
Yine kılıç gibi kış geldi kesildi yollar
Âh kim idemem cânib-i cânâna sefer
Zâtî'nin gazellerinde aynı zamanda dönem özelliği olarak bir hayli
mahallî özellikleri, halk inançlarını, halk söyleyişi ve deyimleri, atasözlerini,
arkaik kelimeleri tesbit etmek mümkündür. Zâtî'nin bu gazelleri,
bu alanlarda araştırma yapanlara kaynaklık edebilecek niteliktedir.
Zâtî'nin gazelleri yeni harflerle neşredilmiştir. Divanı'nda bulunan
1003 gazel, Ali Nihat Tarlan tarafından 2 cilt olarak yayınlanmıştır.
Birinci cilt ”elif-zâ", ikinci cilt "zâ-nûn" arası harfleri kapsar. "Nun" ile
"yâ" harfleriyle yazılan 822 gazeli de Mehmet Çavuşoğlu ve M. Ali
Tanyeri, 3. cilt olarak neşretmişlerdir.
Zâtî, kaside ve gazellerden başka terkib-i bend, murabba, muhammes,
kıt'a ve müfred de yazmıştır. Elimizde bulunan 4 terkib-i bendin,
biri 6, üçü 5 bendlidir. Bendlerdeki beyit sayısı değişiktir. Bunlardan 3
tanesi muzari bahrinin "mefûlü fâ'ilâtü mefâ'îlü fâ'ilün”, 1 tanesi de
Remel bahrinin "fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün" vezinleriyle yazılmıştır.
Bu dörd terkib-i bendden biri Sultan Bayezid, biri Müeyyedz-
âde, birisi Şehzade Mehmed sonuncusu da Zeynî için yazılmış mersiyelerdir.
Zâtî, mersiyelerinde konunun gereği olarak dünyanın geçiciliği,
zalimliğinden; feleğe sitem, yastan ve ölen kişinin meziyetlerinden
bahsetmiştir. Mersiyelerini diğer mersiyelerde olduğu gibi dua ve
temenni ile bitirmiştir.
Zâtî'nin tesbit edilen 28 murabbası vardır. Bunlar "murabba-i mütekerrir"
tarzındadır. 28 murabbadan 14 tanesi 5 bendli, 9 tanesi 7 bendli,
3 tanesi 9 bendli, 1 tanesi 8 ve 1 tanesi ve 11 bendlidir. Konu itibariyle
değişik konulara yer verilmiştir. Murabbaların 14'ü medhiyedir. 8'i
aşk, 3'ü bahar, 2'si Edirne hakkında yazılmıştır, l’i de na'ttır. Zâtî'nin
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
129
murabbalarının 20'si Remel bahrinin "fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün"
6'sı Recez bahrinin "mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe'ûlün", 2'si de Recez
"mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün mefâ'îlün" kalıbıyla yazılmıştır.
Zâtî'nin tesbit edilen 1 muhammesi vardır. Mütekerrir muhammes
şeklinde yazılan bu muhammes 4 bendden oluşmuştur. Didaktik bir
nitelik taşıyan muhammes, aruzun Remel bahrinin "fâ'ilâtün fâ'ilâtün
fâ'ilâtün fâ'ilün" vezniyle yazılmıştır.
Zâtî'nin 50 kıt'ası vardır. Bunlardan 43'ünün kafiyesi xaxa'dır. 6'sı
nazm olup aaxa kafiyelidir. Bir kıt'anın kafiyesi de xaaa'dır. Bu kıt'aların
2'sinde şairin kendisine övgü, 2'sinde nükte, 2'si hiciv, diğerlerinde
okuyucuya değişik konularda nasihatlar vardır, kıt'alar çeşitli bahirlerin,
değişik kalıplarıyla yazılmıştır.
6.2. EDİRNE ŞEHR-ENGÎZ’İ
“Sıfat-ı mahbûbân-ı şehr-i Edirne” başlığını taşıyan mesnevi nazım
şekli ve aruzun Hezec bahrinin "mefâ'îlün mefâ'îlün fe'ûlün" vezni ile
yazılan eser, II. Bayazid dönemindeki Edirne'yi ve oranın güzellerini
tasvir etmiştir.
Eserin iki nüshası bilinmektedir:
1. Dîvân-ı Zâtî, Süleymaniye ktp., Lala İsmail Efendi bölümü, nr.
443, v. 161b-197b.
2. Dîvân-ı Zâtî, Bayazid ktp., nr. 3595, v.49b-51a
Şehr-engîz, insanın yaratılışının anlatılmasıyla başlar, (b. l-
10/v,161b) Aşkın önemi (b. 10-15), Peygamber'in vasfı (b. 16-20/v.162a),
II. Bâyazîd'in Edirne'ye gelişi (b.20-28), Edirne'nin medhi (b. 29-
40/v.162b,163a) ve 48. beyitten itibaren de Edirne güzellerinin övgüsü
yapılmıştır (b. 48-139/v.163a-l67b).
Edirne şehrine gelen Zâtî, Edirne'yi çok sever:
Gönül gayetde sevdi ol diyarı
Safâ vü zevk şâdî oldı yâri (b. 37/v. 163b)
Edirne'ye yerleşen Zâtî nerede bir "mahbûb u mergûb" görse onun
temaşasına dalar ve böylece "rüzgârını" geçirir:
Bununla geçirdüm rûzgârum
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
130
Hayâlât-ı dil-ârâm idi râmum (b. 434/v. 163b)
Mesnevi, güzellerin tasviriyle devam eder. Daha sonra “cân u gö-
nül"den el açan şair, bu güzellerin "yavuz gözden ırak, ömürlerinin
uzun, bahtlarının açık" (b. 134, 135/v. 167b) olması için niyaz ederek,
mecazî aşkının İlahî aşka dönüşmesi temennisiyle dua ederek, eserini
bitirmiştir:
Velî ger eyledüm bu cümle mâhı
Senün dil-dâruna meylüm İlahî
İlahî bendenün budur duâsı
Döne tahkîka bu ışk-ı mecâzî (b. 136, 137/v. 167b)
Mesnevi’de, 48 ile 123. beyitler arasında 38 güzel tasvir edilmiştir.
Bu güzellerden 30'unun ismi, 8'nin de mesleği söylenmiştir. Her güzelin
isimleri ve meslekleri dikkate alınarak, 2 beyit içerisinde övülmüş-
lerdir.
6.3. LETÂYİF
XVI. asır İstanbul'unun sosyal hayatı hakkındaki araştırmalara malzeme
teşkil edebilecek mahiyette bulunan Letâyif, iki kısımdan meydana
gelmiştir. Birinci kısım "Latîfehâ-yı Mevlânâ Zâtî" ibaresiyle baş-
layıp; Keşfi, Çakşırcı Şeyhi, Ferîdî, Visâlî, Mihrî, Ferruhî, Âhî gibi edebî
ve Hadım Ali Paşa, İsa Paşa, Mehmet Şah Çelebi, gibi tarihî şahsiyetlerle
Zâtî arasında geçen karşılıklı konuşmaları ve Zâtî'nin onlara verdiği
nükteli cevapları içerir.
Letâyif, Zâtî tarafından yazıldığı için, hatırat hüviyeti taşır. Ayrıca
Zâtî ve adı geçen şahısların hayatları, şahsiyetleri ve karekterleri hakkında
orijinal bilgileri içine almaktadır. Eserin bir başka özelliği de,
Zâtî'nin yaşadığı çağın sosyal hayatı ile ilgili çok değerli bilgiler vermesi
ve nihayet üslubunun sadeliği, sentaksı, kullandığı kelimeleri ve
tabirleri, bilhassa konuşur gibi yazması yönüyle dil bakımından çok
değerli bir vesika teşkil etmesidir.
Eserin Zâtî bakımından ehemmiyeti, hayatıyla ilgili bazı bilgiler
vermesi yanında, şairin psikolojisi ve harikulade zekâsı, cevap vermedeki
dakikliği, zengin kültürü "bi'l-bedâhe" söylediği beyitlerle irticâli-
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
131
lik özellikleri taşımasıyladır. Böylece eser, bir kat daha değer kazanmaktadır.
Zâtî’nin latifelerdeki nükteli konuşma ve cevapları tezad,
tevriye, tecahül-i arif ve kinaye sanatlarıyla kurulmuştur.
Latifelerde edep dışı kaba sözlerin varlığı, şairin pervasızlığını göstermesi
ve psikolojisini yansıtması yönüyledir. Letayif’in tesbit edilebilen
iki nüshası vardır:
1. Dîvân-ı Zâtî, Süleymaniye ktp., Lala İsmail Efendi bölümü, nr.
443, v. 352b-362a
2. Hacı Bektaş Halk ktp., nr. 152, v. 10-19
Letâyif’in birinci kısım yeni harflerle neşredilmiştir.
Diğeri ise her türlü meslek ve sanat erbabının birer cümleyle mizahî
bir tarzda tanıtıldığı Latife'dir. Bu Letayif’te kabarık bir meslek kadrosu
yanında, mesleklerle ilgili kelime, deyim ve kavramları buluruz.
Bunların yanında, risale o devrin sosyal sınıflarından ve tiplerden oldukça
zengin bir miktarı çeşitli yönleriyle yansıtmaktadır. Ayrıca tarihî
ve sosyal önemi yanında risalenin dil bakımından da paha biçilmez
bir değeri vardır.
Kelime ve deyimlerin tamamına yakını en azından iki anlamda kullanılmıştır.
Bu anlamlardan en az biri o meslek, sınıf veya tipin özellikleriyle
ilgili olup diğeri ve diğerleri eş, bazan tamamen karşıt anlamdadır.
Çoğu zaman kelime ve deyimler kaba hatta müstehcen anlamlara
da delalet etmektedir. Bu bakımdan metin Türk argosu ile ilgilenenler
için zengin malzemeleri de içinde bulundurmaktadır.
Letâyifin tesbit edilebilen tek nüshası vardr:
1. Dîvân-ı Zâtî, Süleymaniye Ktp., Lala İsmail Efendi Bölümü, nr.
443, v. 345b-352b
Letâyifin ikinci kısmı da neşredilmiştir.
6.4. MEKTUP
Eser, asıl adı Mehmed olup Deli Birader ve Gazali (öl. 1535) adıyla
anılan kişinin, diyar-ı Rûm'un, padişahın ve diğer yârânın ahvalini soran
manzum bir mizahî mektup yazıp, Mekke'den göndermesi üzerine
yazılmıştır. Zâtî, aynı üslupla cevap vermiştir.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
132
“Deli Birader Mektûbına Zâtî'nin Cevâbı”dur başlığıyla başlayan risale,
dili ağır ve tamlamalardan oluşan 14 satırlık mensur bir giriş ile
başlar. Daha sonra 48 beyitlik kaside nazım şekliyle yazılan cevap gelir.
Eser, söylediği sözlerden dolayı affedilmesini dileyen mensur bir
cümle ve yazılan bir kıt'a ile tamamlanır.
Mektupda devlet büyükleri, ileri gelen kişiler ve şairlerden oluşan
31 kişi taşıdıkları özellikleriyle bir beyit içinde vasfedilmişlerdir. Şairlerin
fiziki durumu, mübtelalıkları, bilinen yönlerinin belirtilmesi, bu
kişiler için söylenmiş önemli bilgilerdir. Örneğin Kara Balizâde'nin kadınlara
düşkünlüğü. Hayâlî Bey'in nazik ve şuh olduğu, Basirî'nin
nüktedan oluşu, Rahikî’nin işret ehli oluşu v.b. verebileceğimiz örneklerdir.
Ayrıca Zâtî'nin sağır oluşunu ve bu özelliğine rağmen çok tanı-
mış birisi olduğunu beyte bakarak öğrenebiliyoruz:
Yansama yanşagı s….r sağır
Zâtî-i ehl-i iştihâr eyüdür
Eserin tesbit edilebilen iki nüshası vardır:
1. Dîvân-ı Zâtî, Süleymaniye Ktp., Lala İsmail Efendi Bölümü, nr.
443, v. 337b-339a.
2. Nuruosmaniye Ktp., nr. 4968, v. 94a-95b
Eser, yeni harflerle neşredilmiştir
6.5. ŞEM’ Ü PERVÂNE
Zâtî'nin Divanı'ndan sonra en ünlü eseri Şem’ü Pervâne mesnevisidir.
Zâtî, eserini 1534 yılında yazmıştır. Eser, hezec bahrinin “mefâîlün
mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. 3937 beyit olan mesnevinin dili
sade ve üslubu akıcıdır. Eser, Kanuni Sultan Süleyman adına yazılmış
ve ona sunulmuştur. Eserin bilinen 5 nüshası vardır:
1. Süleymaniye Ktp., Lala İsmail Bölümü, nr. 443
2. Nuruosmaniye Ktp., nr. 4080
3. Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi Ktp., nr. A.4876
4. Brıtısh Museum Ktp., OR 7228=OR 11375
5. British Museum Ktp., OR 7228=OR 11376
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
133
Zâtî’nin Şem’ü Pervâne mesnevisinin konusu Anadolu hükümdarı
Şâh Jâle’nin oğlu Pervâne ile Çin Fağfûr’unun kızı Şem’ arasında geçen
aşk hikâyesidir. Mesnevinin konusu şöyledir:
Rûm padişahı Jâle’nin, yaşlanmış olmasına rağmen çocuğu olmamıştır.
Allah’a dua ederek bu hasretini gidermesini ister. Bu duadan
sonra Pervâne isimli çocuğu dünyaya gelir. Müneccimler, çocuğun
Şem’ isimli bir kıza âşık olacağı yolunda kehanette bulunurlar.
Pervâne bu kehanete uygun olarak, babasının yaptırdığı köşkün duvarında
resmini gördüğü Şem’e âşık olur. Şem’, Çin hükümdarı Fağ-
fur’un kızıdır. Bütün vaktini bu resmin önünde geçiren Pervâne’nin
durumuna üzülen babası, onu bu aşktan kurtarmak için resmi duvardan
kazıtır. Ancak bu Pervâne’nin aşkını artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Pervâne sevgilisine kavuşmanın yollarını aramaya başlar. Sonunda
bir sihirbazın yaptığı büyük bir kuşa binerek Çin ülkesine gider.
Şem’, tam o sırada bir seyyahtan kendisinin hikâyesini dinlemektedir
ve konuşmalarından Şem’in de Pervâne’ye âşık olduğunu öğrenir.
Bunun üzerine Pervâne ortaya çıkar ve iki âşık kavuşurlar. Ancak
durumun öğrenilmesiyle Pervâne zindana atılır. Buradan Daye’nin
yardımıyla kurtulan Pervâne, bir kadın aracılığıyla Şem’ ile mektuplaşmaya
başlar. Sonrasında Pervâne’nin babası Jale, Şem’i babasından
isterse de Fağfur buna razı olmaz. Bunun üzerine Şem’, saraydan ka-
çarak Rûm ülkesine gider. Kızının kaçtığını öğrenen Fağfur, Rûm ülkesine
casus gönderir. Rûm ülkesinde casusu tanırlar ve ona işkence
etmek isterler. Ancak Şâh Jâle buna izin vermez ve casusu serbest bı-
raktırır. Jâle’nin bu hareketinden etkilenen Fağfur, âşıkların birlikteli-
ğine razı olur. Fağfur’un ölümü üzerine Pervâne, Çin tahtına geçer ve
Şem’ ile mutlu bir hayat yaşar.
KAYNAKÇA
Ahdî-i Bağdâdî, Gülşen-i Şu’arâ, Millet ktp. Âli Emiri Kısmı nr. 774.
Ahmet Paşa Divanı, (yay. Ali Nihad Tarlan), İst. 1966.
Ahmet Paşa, (haz. Ali Alpaslan), Ank. 1987.
Ak, Çoşkun-Mehmet Akkaya, Zâtî Divanından Seçme Gazeller, Balı-
kesir, 1993.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
134
Alpay, Günay, "Zâtî ve Şem’ü Pervâne Mesnevisi”, İst. Üniv. Edebiyat
Fak. TDED, c. XI, İst. 1961.
Arslan, Mehmet, "Divan Şâirinin Dehâsı ve Zâtî’nin Şiirlerinde Muamma
Benzeri Harf ve Kelime Oyunlarına Dair", Yedi İklim, sayı
3 (11. Dönem), Haziran 1992.
Âşık Çelebi, Meşâ'irü'ş-Şu'arâ, (yay. G.M. Meredith Owens), London
1971.
Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c. I, İst., 1987.
Bursalı Tahir, Osmanlı Müellifleri, c. II.
Çavuşoğlu, Mehmet, "Zâtî'nin Letâyifi I" İst. Üniv. Edebiyat Fak.
TDED, c. XVIII, İst. 1970.
Çavuşoğlu, Mehmet, "Zâtî" mad., İA., c. XIII, İst. 1986. :
Çavuşoğlu, Mehnet “Zâtî’nin Letâyifi II”, İst Üniv. Edebiyat Fak.
TDED, c. XXII, İst. 1977.
Çavuşoğu, Mehmet, Divanlar Arasında, Ank. 1981.
Çelebioğlu, Amil, Kanuni Sultan Süleyman Devri Türk Edebiyatı, İst.,
1994.
Çeneli, İlhan, "Zâtî Divanında Atasözleri ve Deyimler”, Türk Kültürü,
sy. 23, yıl XI, Ocak 1973.
Dîvân-ı Gazaliyyât-ı Hâfiz-ı Şîrâzî, (yay. Halîl Hâtib-i Rehber), Tahran
1368.
Erünsal, İsmail E, "Türk Edebiyatı Tarihine Kaynak Olarak Arşivlerin
Değeri", Türkiyat Mec., c. XIX, İst. 1980.
Erünsal, İsmail E., "II. Bâyazîd Devrine Ait Bir İn'âmat Defteri", İst.
Üniv. Tarih Enst, Der., sy. 10, İst. 1981.
Erünsal, İsmail E., "Kanuni Saltan Süleyman Devrine Ait Bir İn'âmât
Defteri" Osmanlı Araştırmaları IV, İst.1984.
Eyüpoğlu, E. Kemal, Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler;
(Atasözleri), c. I, İst. 1973.
Eyüpoğlu, E.Kemal, Şiirlerde ve Hak Dilinde Atasözleri ve Deyimler,
(Deyimler), c. II, İst. 1975.
Gibb, A History of Ottomon Poetry, c. III, s. 50
ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ 
135
Göçgün, Önder, Ziya Paşa'nın Hayatı Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bü-
tün Şiirleri, Ank. 1987.
Günay Kut Alpay, "Gazali'nin Mekke'den İstanbul'a Yolladığı Mektup
ve Ona Yazılan Cevaplar", TDAY Belleten-1972-1973, Ank. 1974.
Hayâlî Bey Divanı (yay. Ali Nihad Tarlan), İst. 1945.
Hayretî Divanı (yay. Mehmed Çavuşoğlu-M.Ali Tanyeri), İst. 1981.
İbrahim Necmi, Tarih-i Edebiyat Dersleri, İst. 1338.
İpekten, Haluk, Bâkî (Hayatı-Sanatı- Eserleri), Ank. 1997.
İsen, Mustafâ, Acıyı Bal eylemek (Türk Edebiyatında Mersiye), Ank.
1993.
İsen, Mustafa, Künhü'l Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Ankara 1994.
İsmail Hakkı, Karesi Meşâhiri, Balıkesir 1342.
Karamanlı Nizamî, Hayatı, Edebi Kişiliği ve Divanı (yay. Haluk İpekten),
İst. 1974.
Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü'ş-Şu'arâ, (haz. İbrahim Kutluk), c.
I, Ank. 1989.
Kiper, Kadri Ziya, Balıkesirli Zâtî'nin Hayatı ve Eserleri, İstanbul Kü-
tüphanelerindeki Eserlerinin Tavsifi, İst. Üniv. Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Kitaplığı Tr. 40.
Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1980.
Köprülü, Fuat, Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı, İst. 1322.
Kurtoğlu, Orhan, Zâtî Dîvânı'nın Gazeller Dışında Kalan Şiirleri Üzerine
Bir Araştırma (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniv.
SBE., Ank. 1995.
Latifî, Tezkire, İst. 1314
Levend, Agah Sırrı, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde
İstanbul, İst. 1958.
Mehmet Riyâzî, Riyâzü'ş-Şu'arâ, Nuruosmaniye, ktp. nr.3724.
Mustafa Beyânî Tezkire-i Şu'arâ, İst. Millet Ktp. Ali Emiri Kısmı nr.
757.
Necatigil, Behçet, Düzyazıları, İst. 1979.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
136
Onay, Ahmet Talat, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (haz. Cemal
Kurmaz), Ank. 1992.
Pala, İskender, Müstesna Güzeller, "Şiirin İşportacısı Zâtî", İst. 1995.
Pervâne b. Abdullah Bey, Mecmû'âtü'n Nezâ'ir, Topkapı Sarayı Ktp.,
Bağdad nr. 406.
Sehi, Heşt Behişt, İst. 1325
Şem’ü Pervâne, Süleymaniye ktp, Lala İsmail Bölümü, nr. 443, v.81b
Şemseddin Sami, Kâmûsu'l A'lâm, c. III, İst. 1306.
Şentürk, Ahmed Atilla, "Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Adetler
ve Günlük Hayattan Sahneler”, Türk Dili, sy. 500, Ank 1993.
Şentürk, Ahmet Atilla, "Zâtî'nin Bir Gazeli ve Düşündürdükleri", Türk
Dili, Ağustos 1990.
Şentürk, Ahmet Atilla, Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfi Yahut
Zâhid Hakkında, İst., 1996.
The Encyclopedia of İslam, "Zâtî" mad., c. IV, Leyden, 1934.
Tolasa, Harun, Sehî, Latifi, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyıl'da
Edebiyat Araştırma ve Eleştiri, İzmir 1983.
Uğurlu, Nurer, Divan Bahçesi, İst. 1992.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, c. II, Ankara, 1988.
Zâtî Divanı “Edisyon Kritik ve Transkripsiyon”, (yay. Ali Nihad Tarlan),
Gazeller Kısmı, I. Cild, İst. 1967, II. Cild, 1970.
Zâtî Divanı “Edisyon Kritik ve Transkripsiyon”, (yay. Mehmet Çavu-
şoğlu- M. Ali Tanyeri), Gazeller Kısmı, III. Cild, İst. 1987.
Zâtî Divanı, (yay. Ali Nihad Tarlan), c. II, İst. 1970.
Zâtî Divanı, (yay. M.Ali Tanyeri-Mehmet Çavuşoğlu), c.III, İst. 1987.

Konular