PARS DERGİSİ

PARS DERGİSİ
PROF. DR. MEHMET KANAR 
ÖZET
Ayda iki defa İstanbul’da neşredilen Pars dergisinin imtiyaz sahibi
ve müdürü Lâhûtî-yi Kirmanşâhî’dir. Fransızca kısmından da Ali
Novruz sorumludur. 7 Haziran 1921 (28 Ramazan 1339) tarihinde çı-
kan dördüncü sayıda Lâhûtî’ni 17 Ramazan 1339 tarihli “İran ve
Udebâ-yi an” (İran ve Edipleri) adlı beş sayfalık makalesi yer alır. Bunun
ardından Fasîhu’l-Mulk Şûrîde-yi Şîrâzî’nin “Garaz ez rûze buved
bendegî-yi Bârallah” (Oruçtan maksat Tanrı’ya kulluktur) başlıklı şiiri
gelir. Kaçar döneminin ünlü şairlerinden Visâl-i Şîrâzî’nin oğlu
Tevhîd’in “Dil neresed be kûy-i to” (Gönül ulaşamaz senin yanına) şiri
bunu takip eder. Derginin Farsça kısmı Şûrîde’nin ikinci bir şiiri “Dil
ârâm nedâred” (Gönül dinmiyor) ve Lâhûtî’nin “Çi tevan kerd” (Ne
yapılabilir?) adlı şiirleriyle sona erer.
Anahtar Kelimeler: Pars Dergisi, Lahitî.
ABSTRACT
Principal and Owner of Persian language, which is published twice
a month in Istanbul, is Lahooti Kermani, Ali Nourozi is also responsible
for the French department. In The fourth edition of Lahooti to date
(28 Ramadan 1339) 7 Haziran 1921, five-page article called Iran and its
scholars (17 Ramadan 1339) has been published.

 Prof. Dr. Mehmet Kanar, TC Yeditepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim Üyesi, (İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi), email: mehmet.kanar@yeditepe.edu.tr; profkanar@gmail.com
 PROF. DR. MEHMET KANAR
42
چکیده
مدير و صاحب امتیاز مجله پارس زبانی که ماهی دو بار در استانبول منتشر می شود الهوتی
کرمانی است مسئول بخش فرانسوی آن نیز علی نوروز است. در نسخه چهارم مجله الهوتی به
تاريخ )٢2 رمضان ١٣٣1 )٧ هازيران ١1٢١ مقاله پنج صفحه ای به نام ايران و ادبای آن )١٧
رمضان ١٣٣1 )چاپ شده است. بعد از آن نوبت به شعر"غرض از روزه بود بندگی باراهلل" فسیح
الملوک شوريده شیرازی می رسد. به دنبال آن شعر توحید پسر وصال شیرازی يکی از شعرای
زمان قاجار با عنوان "دل نرسد به کوی تو" و قسمت فارسی مجله با دومین شعر شوريده به نام
"دل آرام ندارد" و "چه توان کرد" الهوتی به پايان می رسد.
کلید واژه ها: مجله پارس، الهوتی
İRAN VE EDİPLERİ
Terakki yolunu her konuda Doğululardan daha iyi bilen Batılılar
nezdinde maarifin idare şekli ve edebiyatta ilerleme koşullarının hazırlanması,
hiç olmazsa güneş ülkelerinde oturanlar için de uyanış sebebi
olmalıdır. Batıda edebî eserlerin yayımlanması, şairlerin düşüncelerinin
tanıtılması için her türlü teşvik mevcuttur. Bazı büyük caddelerine
şairlerin adlarının verilmediği şehir pek azdır. Ünlü şairlerin
heykellerinin sergilendiği yer adeta umumi bir ziyaretgâh, bir mabet
gibidir. Maarifin yayılması için kütüphaneler, birçok dernek çalış-
makta, önemli kişiler edebiyata hizmet yolunda çaba göstermektedir.
Bütün bu girişimlerde yerel yönetimler maddi, manevi yardımda bulunmaktadır.
İran çok şair çıkaran ve coşkulu havası olan bir ülkedir.
Her devirde yetiştirdiği binlerce edip şair, bilim Hindinde bulunan
sözbilir papağan, marifet gülistanında şakıyan bülbüllerdir. Ancak
İranlı yazar ve şairler hiçbir şekilde, kimseden yardım görmez, derdi
dinlenmez. Bunların çoğu kınama yağmuruna bırakılır, kötü niyetli cahil
insanların saldırısına maruz bırakılır; son derece zor şartlarda, talihsizlik
içinde yaşarlar. Ölümlerinden sonra da maarife ilgi duyanların
gafleti yüzünden bunların eserlerinden bir kitap, o hoş güllerin kokusundan
bir gülsuyu bile kalmaz.
PARS DERGİSİ 
43
Bunları yazarken Sultânî-yi Kirmânşâhânî mahlaslı, söz ustası,
âlimlerin lideri merhum Huseynkuli Han’ın birkaç şiiri aklıma geldi.
Bu yüzyıldaki İran şairleri arasında birincilik onun olmalı, Enverî-yi
Ebîverdî, Cemâleddin-i Isfahânî veya Hâkânî-yi Şirvânî’nin yerine
oturtulmalıdır.
Sultânî, Kirmanşah’ın asil Hacı Zadegân ailesine mensuptur. Husrev-i
Perviz’in başkenti Kirmanşah’ta tahsil görmüş, Doğu ilimlerinin
hepsinde akranlarının önüne geçmiştir. İnciler yağdıran münşeatı en
iyi nesir üslubuna sahiptir. Parlak şiirleri de fesahat ve belagatın en üst
düzeyindedir.
Muhterem okuyucuların bu âlimin kemal sofrasından tatmak, eserlerinden
birkaç örnek okumak için, “Sobh est kemânkeş ahterân râ”
kasidesini karşılamak üzere nazmedilen parlak kasidelerinden bir iki
bölümü yazıyor, böylece bu büyük insanın sanatının ve büyüklüğü-
nün tanınmasını istiyorum.
[Mef’ûlü Mefâ’ilün Fe’ûlün]
Sâlâr menem soḫanverân râ
Çon ḫatm-i rusul peyamberân râ
Men merdem u rûzigâr âlet
Baḫşîde zenân u doḫterân râ
Men ‘îsî-yi nazm u nesrem, âveḫ
Mîpervered âsmân ḫerân râ
‘İnnîn u ‘akîm kerdî ey kâş
Yezdân pederân u mâderân râ
Tâ hemser-i men diger nezâyed
Ferzend zidûde dîgerân râ
Benim şairler kervanının başı
 PROF. DR. MEHMET KANAR
44
Peygamberler içinde son resul gibi
Erkeğim ben oysa zaman bağışladı
Kadınlara, kızlara aleti
Nazmın, nesrin İsasıyım ben, vah ki
Gök feleği besliyor eşekleri!
Keşke döl vermez kısır etseydi
Tanrı babaları, anneleri
Eşim doğurmaz artık başkasını
Evladım silmiş götürmüş başkalarını
Kısacası, Sultânî doksan beyitten fazla olan kasidede sözün hakkını
vermekle kalmamış, hatta bütün kasidelerinde, kıtalarında, gazellerinde
ve münşeatında kendine mahsus ustaca ve cazip bir üslup da
sergilemiştir. Zaman zaman anlam derinliği ve ifadedeki akıcılık bakı-
mından eski şairlerin önüne geçtiği olur.
Sultânî’nin vefatının üzerinden hemen hemen kırk yıl geçmiştir.
Hayattayken şairlerden, yazarlardan oluşan bir topluluk oluşturmuştu.
Bütün Kirmanşah şairleri, yazarları haftada bir gün onun baş-
kanlığında toplanır, bir hafta önce yazdıkları manzum, mensur eserleri
yanlarında getirir, üstadın huzurunda okurlardı. O da her birinin durumuna
göre meseleyi hallederdi. Bazen yeni bir konu ortaya atar, bir
hafta sonra hazırlanan yazıların getirilmesini isterdi. O zamanlar ortam
böyle bilimsel teşebbüslere çok uygundu.
Mesela üstat Gulher١
tarafından ortaya atılan bir şiir veya mazmun
o gün bütün şehre yayılırdı. Her dükkânın kapısında veya içinde bu
konudan söz edilirdi. Hatta halkın edebî duyguları o kadar yüksekti

١ Sultânî’nin hanlarından olduğu, Kirmanşah’ın en büyük aşireti.
PARS DERGİSİ 
45
ki önceden şairlerin düşüncelerini bilir, ortaya atılan konuyu hangisinin
daha çabuk veya daha iyi işleyeceğini söylerlerdi.
İşte Sultânî böyle uygun bir ortamda Allah vergisi aklının ve kişisel
liyakatının yardımıyla geriye güzel eserler bırakabildi. Neslini devam
ettiremese de ilim, edebiyat açısından varissiz kalmadı. Nesih, nestalik
ve şikeste yazıyı ustalık derecesinde yazıyordu. Çok güçlü bir hafızası
da vardı. Bazen bir kitap kendisinde bulunmazdı. O tek nüsha olan
kitap ulemadan birinin elinde bulunur, kitabı bir dakika bile yanından
ayırmazdı.
Sultânî de şehrin ileri gelenlerinden olduğu için kitabın sahibi ona
kendi huzurunda birkaç sayfasını okuması için izin verirdi. Sultânî bu
işe devam eder, her gün kaç safya okumuşsa, eve döndükten sonra
okuduğu sayfaları yazmaya başlardı. Kısa zamanda kitabın yeni bir
cildini o güzel yazısıyla kitabın sahibine hediye ederdi. Kendi yazdığı
nüsha aslına göre noktasına, virgülüne kadar aynı olurdu.
Bunlar Sultânî hakkında belleğimde kalan hatıralardı. Kutlu izleri
bulunan bu diyarın edipleri, şairleri çoktur. Bunların edebî Pars dergisi
vasıtasıyla tanıtılması, Kirmanşahlı bilgili gençlerin kısa zamanda di-
ğerlerinin biyografilerini yazıp hemen göndermelerine bağlıdır. Bu
bölgeden olup hayata veda eden âlimler şunlardır: Husrevî mahlaslı
Muhammed Bâkır-ı Mîrzâ, Hekîm-i İlhâmî, Mîrzâ-yı Sâlik, Bîdil,
Nâsirî.Burada sadece onların eserleri anılmaktadır. Yoksa düşünce bu
mukaddes insanları anlmatmak için âciz, yaşlı; akıl ise bu vadide hayran
kalır.
Yek dehân ḫâhem be pehnâ-yi felek
Tâ begûyed vasf-i an reşk-i melek
Bir ağız isterim felek büyüklüğünde
Melekleri kıskandıran vasıfları saysın diye
Bu büyük filozof ve âlim “makul” ve “menkul” ilimleri kendisinde
toplamıştı. Onun yetiştirdiği büyük insanlar, bu merhum âlimin kabrini
ayda en az iki üç kez ziyaret eder, eşiğini öperler.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
46
Şimdi insaf edin; bu büyük insanların divanlarının yok olması
Farsça uzmanları için üzüntü kaynağı değil midir? İşte bugün Pars
dergisi Tanrı’nın yardımıyla Farsça konuşanların eserlerinin korunması
için olaylar selinin önüne bir set çekiyor, günümüz ediplerinin
incilerini yok olma felaketinden korumak için kıymetli bir hazine ve
define durumuna geliyor.
Günümüzün aydın gençleri, ediplerin, şairlerin eserlerine ve biyografilerine
nerede ulaşırlarsa, mensur veya manzum örnekleri Pars dergisine
gönderirlerse hem Farsça yazıp söyleyenlerin adlarının, eserlerinin
bekası için hizmet etmiş olurlar, hem de kalemlerdiyle edebî dergimize
nur saçarlar.
Umarız bütün Farsça konuşanlar, dünyanın neresinde olursa olsun,
dileğimizi kabul ederler. Biz de onlara şükran borçlu oluruz.
17 Ramazan 1339
Lâhûtî
İRANÎ IRK-3
Yazan: Filozof Rıza Tevfik
Part devleti şehrin harabeleri üstüne kurulmuş, İranlıların savaşçı-
lık kudretine sahip olmuştur. Ancak onların siyasi üstünlüğüne varis
olamamıştır. Bu yüzden hayatını idame ettirecek gücü bulamamıştır.
Bununla birlikte İran milletinin istiklalini elinden almak için asırlarca
vahşiyane savaşlar gerekmiş, nihayet islamiyetin kabulünden sonra
yavaş yavaş İran dili ve dini ortadan kalkmış veya tam manasıyla de-
ğişmiştir.
İran’ın tarihî yazgısı hakkında yaptığım bu kısa açıklama Pars mizacını
ve seciyesini gösterir. Bu gerçek yalnız onlardan kalan eserlerden
ve heykellerden anlaşılmaz; aynı zamanda eski milletlerin İranlı-
lar hakkında verdiği bilgilerden ve İranlıları övücü sözlerinden de ortaya
çıkar. İranlıların metin ve sağlam yapılarında kırılmaz bir direnç
ve irade vardır. Tehlikelerle dolu bir ülkenin birçok sıkıntısı karşısında
zahmetli dağlarda, kırlarda vakit geçirmişler, sayısız tehlikelerle kar-
şılaşmışlar, daima boğuşarak, yenerek engellere, zorluklara alışmış-
lardı. Bu çalışmayı gerektiren hayat onlara metaneti, demir gibi sağlam
PARS DERGİSİ 
47
olmayı öğretmiştir. Tehlikeler arasında bunca mücadele, hayat zorluklarıyla
savaşma onlara cesaret ve ciddiyet kazandırmıştır.
Lakin zahmetli hayat tecrübeleri İranlının hayal gücünü kederlendirmiştir.
Çünkü İranlının ruhu karanlık olaylardan etkilenir, gevşer.
Hatta bu durum onların âdetlerinde, itikatlarında da tezahür eder.
Bunca olumsuzluklar İranlının ruhunda çaba ve gayret üretmiyorsa,
şer unsuruna karşı muzaffer olmak için nura, kuvvete, teşvike
sevketmiyorsa, bu umutsuzluk da onların manevî tekamülü için bü-
yük bir felaket teşkil ederdi. Oysa hayat felaketleri ve tehlikeleri ne kadar
çok olursa, bir o kadar İranlı ruhuna demirden metanet bağışlamıştır.
İranlı ruhunun belirgin özelliği her şeyi açıkça görmesi ve aklının
verdiği hükme uymasıdır. Her şeyi soğukkanlılıkla karşılayıp muhakemede
bulunur.
Kadim İranlının mizacı hayalperest olmamıştır. Hintlilerin renkli ve
boş hayallerine tamamen yabancıdırlar. Mesela bazı eski kutsal şiirleri
ve ilahileri seçkin bir güzelliğe sahiptir. Ancak güzellikteki mükemmellik
şekle yönelik değildir; üslup zarafetinden kaynaklanmaz. Aksine
temiz ve yüce fikrinin, itikadının mahsulünü metin ve kesin bir
ifadeyle açıklayıp gösterir. İranlının asıl maksadı, temel görüşü hayat
ile hayat meseleleridir.
Hatta ilahiyata ve inançlara ilişkin düşüncelerini de, metafizik tasavvurlar
ve mantıkî tasarruflarla ilgilenmekten ziyade, fıtrî kuvvetlerin
pratik maksatlara tatbik edilmesinde gösterir. Bununla birlikte, eski
İranlılarda hayal genişliği ve fikir gücü yoktur demek istemiyorum.
Bilakis İranlılar büyük işleri hayal etmişlerdir. Bu yüzden, bir taraftan
Tuna nehrine, diğer taraftan Habeş diyarına kadar ilerlediler. Aynı şekilde
çok geniş, kaplayıcı bir bakışla evrene bakmışlardır.
Bugün bile bu durum bizi şaşırtmaktadır. İranlılar insanın ilgi alanına
giren bütün güç ve karmaşık konuları geniş bir bakış açısıyla kavramış,
çelişkili durumları karşılıklı konumlarına göre münasip bir şekilde
telif etmişler, uyumlu ve sağlam bir şekle dönüştürmüşlerdir.
Mesela uluhiyeti insanlıkla, hayrı şerle, dünyayı ahiretle önemseyerek,
ciddiye alarak telakki etmişler, karşılıklı konumlarını dikkatle ve açık-
 PROF. DR. MEHMET KANAR
48
lıkla incelemişlerdir. Bunları gerektiği şekilde tanımlayıp tavsif etmiş-
lerdir. Bütün zıt hükümleri toplumsal akide olarak derleyip toparlamışlardır.
İranlının kadim dininde asıl maksat amelî ahlaktır, insanı bu maksada
ulaştırabilecek en önemli gaye hayırdır. Bu gayenin fiile dönüş-
türülmesinin şartı vicdan temizliğini koruma şartıyla başlar. Bu yüzden
maksada ulaşmak için gayeyi ve şartları daima dikkate almak gerekir.
Elbette dünyada şer de mevcuttur. İranlının itikadı bu çelişkili konunun
varlığını teslim ettikten sonra insanı şerle mücadele eden, hayrın
şerre üstün gelmesi için çaba gösteren bir varlık olarak değerlendirmişlerdir.
Şu halde İranlının ruhunda hayrın şerre üstün olması için sonsuz
bir azim ve teşebbüs olduğu söylenebilir. Bu his en soylu hisleri ilham
etmek için önemli bir kaynak oluşturur. Dinini başkalarından almadığı
zaman, kendi yüce ilhamları ve milli zekâları söz konusu olmuş, itikadî
ve ahlakî hükümleri de karakterlerini yansıtmıştır. Bu gerçeği
inkâr etmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bir millet bütün ruhunu,
bütün seciyelerini kendi manevî tecellileri ile gösterir. Bu bakımdan
İranlı ruhu gösterdiği ahlakî seciyelerle övgüye layıktır.
Hatta bu bakışa çısından İranlı ile Hintli arasında önemli bir fark
ortaya çıkar. Hint dini kötülükle mücadele yasası koyacak yerde, dünyanın
tabiat ve mahiyetini şerre yakın bildiği için varlığın nefyi kaidesini
kabul eder, hayattan soyutlanmayı, yaşarken ölmeyi salık verir.
Hintlilerin dinî kitabı Vedanta şerle mücadele etmeyi aslında kendi
şahsını yok etmek olarak görür. Bu bakımdan yenilmez düşmanla mü-
cadele etmek intihar hükmündedir. Oysa İranî itikad bu konuda hem
mücadeleyi hem galip gelmeyi mertçe ve azimkârca anlamış, bu hayat
şeklini, bu şekilde hayatını sürdürmeyi prensip kabul etmiştir.
İranlıya göre şer ölümdür. Çünkü şerrin sonu oraya varır. Ancak
hayır hayattır ve hayat temizdir. Buna göre hayrın şerre üstünlüğünü
sağlamak için hayatı kutsamak, yüceltmek gerekir. Şu halde İranî dinin
tavsiye ettiği amelî ahlakın faziletlerini şöyle özetlemek mümkündür.
Hayatın feyzini, bereketini kolaylaştırmak, iman şevkiyle, kuvve-
PARS DERGİSİ 
49
tiyle şer aleyhinde sürekli mukaddes cihadda bulunmak, beden ve itikat
temizliğiyle sağlıklı olmak; iffetle, kudretle bütün tehlikeler karşı-
sında cesur ve fedakâr olmak. Kuşkusuz böyle bir itikat, temiz soylu,
iffetli, cesur bir tabiatın eseridir. Şimdilik, çağdaş araştırmacıların eserlerinden
alıntıladığım bu haklı görüşlerle yetiniyorum. Kendi görüşlerimi
de daha sonra ayrıca açıklayacağım.
(Devamı var).
GARAZ EZ RÛZE BUVED BENDEGÎ-Yİ BÂRALLAH
Vezin: Fâilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün (Fa’lün)
Goftemeş: Mâh-i sıyâm âmed; çûnî ey mâh?
Goft: Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Goftem: İn ferroḫ meh, ey meh-i men, mâh-i Ḫodâst
Bâyedet dâşt nigeh hurmet-i in ferroḫ mâh
Goft: İn mâh-i Ḫodâ hest velî kâtil-i mâst
Hurmet-i kâtil-i ḫod behr-i çi dârîm nigâh?
Bedr bûdem; şodem ez gorisnegî hemço hilâl
Kûh bûdem, şodem ez teşnelebî hemçon kâh
Dîdeî kors-i kamer gorsine-yi korse-yi ḫân
Dîdeî serv-i çemen şîfte-yi şâḫ-i giyâh
Dil-i men tefte velî der dehenem âb-i heyât
Leb-i men teşne velî der zeneḫem sîmîn çâh
Çihr-i ḫorşîdveşem bîn ki çisân mânde kebûd
Kadd-i şimşâdveşem bîn ki çisân geşte do tâ
 PROF. DR. MEHMET KANAR
50
Rûz renc-i yerekân dârem u şeb istiskâ
Rûz ez sufret-i safrâ vu şeb ez hırs-i miyâh
Âh kû sâgar u kû sâkî yu kû câm-i nebîd?
Âh kû mutrib u kû berbet u kû lahn-i dogâh?
Sohbet-i pîr-i mugân cûyem, ki el-kalbu ledeyh
Sâgar-i râh-i revân ḫâhem ki er-rûhu fidâh
Vîje k’eyyâm-i behâr âmed u şâhenşeh-i gul
Sûy-i sahrâ şod u ber tarf-i çemen ḫergâh
Movkib-i şâh-i behâr ez reh-i gulzâr âmed
İn meh-i rûze kocâ bud ki bedû şod hemrâh?
Men u vasl-i gul u vakt-i mul u mâh-i remezân
Rûze vu fasl-i behâr! Âh zi hirmân-i men âh!
Kerd kûteh zi men ummîd-i derâz-i dil-i men
Bes ki rûzâneş derâz est u şebâneş kûtâh
Varak-i verd-i men imrûz zi bes kerde ‘arak
Hemço mâhî heme ḫâhem ki der oftem be şinâh
Goftem: Ey mûymiyân, in heme ez rûze memûy
Goftem: ey kûhserîn, in heme ez cû’ mekâh
Remezân zûd reved, dîr beyâyed; hoş bâş
Hemçonan k’âmed nâgeh, bereved hem nâgâh
Bâz ‘eyd âyed u ‘ûd ârî yu sûzî micmer
Bâz dey gerded u mey nûşî yu pûşî dîbâh
PARS DERGİSİ 
51
Bâz baḫt-i men u ḫâl-i to vu an zulf-i perîş
Bâz cân-i men u çeşm-i to vu an tîz nigâh
İn tetâvul ki to bâ ḫalk konî, rûze nekerd
Sitem-i rûze sevâb est u cefâ-yi to gunâh
Şeb u rûz inheme ‘udvân nekonend
Ki koned rûy-i sepîd u an zulf-i siyâh
Ḫalk gûyend ki şeytân râ zencîr konend
Der meh-i rûze ki tâ kes neşeved gomrâh
Ber ḫilâf-i ink şeytân-ı do zulf-i to mudâm
Ḫalk râ dâred der halka-yi zencîr nigâh
Kadr mîdân remezân râ ki ‘azîz est u şerîf
Nek be ‘izz u şerefeş Mushaf-i Dâdâr guvâh
Maksad ez rûze buved mekromet-i pâk-i Ḫodây
Garaz ez rûze buved bendegî-yi bârallah
Verne men nîz ḫod ez rûze begâyet dojemem
Ki heme çîz-i merâ kâst zi men, hatte’l-bâh
Ger kesî mojde beyâred ki meh-i şevvâl est
Baḫşem in cobbe vu destâr bedû bî ikrâh
Kes neyâred ki keşed keyfer ez in mâh-i sıyâm
Hem meger ḫosrov-i ‘âdil dehedeş bâdefrâh
Ḫosrovâ, râdâ, feryâd ki câniman fersûd
İn heme renc-i meh-i rûze be men ber bemeḫâh
 PROF. DR. MEHMET KANAR
52
Kû be dojḫîm ki âred remezân râ be huzûr
Koşedeş zûd be tîg u konedeş rûz tebâh
Bende Şûrîde-yi Mecdu’ş-şu’erâyem k’imrûz
Zin namat nazm-i derî faḫr konem ber eşbâh
Şûrîde-yi Şîrâzî Fasîhu’l-mulk
ORUÇTAN MAKSAT, TANRI’YA KULLUK DEMEK
Dedim: Oruç ayı geldi; nasılsın Ay yüzlüm?
Dedi: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah!
Dedim: Bu kutlu ay, Ay yüzlüm, Tanrı’nın ayı
Bu kutlu ayda saygıyı elden bırakmamalı
Dedi: Bu, Tanrı’nın ayıdır ama katilimizdir bizim
Kendi katilimize niçin hürmet edelim?
Dolunaydım ben, açlıktan hilale döndüm
Dağdım ben, susuzluktan samana döndüm
Ay kursunun sofra başında aç olduğunu gördün mü?
Çimenlikte selvinin ot dalına âşık olduğunu gördün mü?
Yüreğim kavruldu ama ağzımdadır âbıhayat
Dudağım kuru ama çenemdedir gümüş kuyu
Bak güneş yüzüme, nasıl da morarmış!
Bak şimşir boyuma; nasıl iki büklüm olmuş!
Gündüz sarılık, gece siroz derdi çekerim
PARS DERGİSİ 
53
Gündüz safra sarılığından, gece su hırsından
Ah nerede kadeh, nerede saki, nerede üzüm kadehi?
Ah nerede çalgıcı, nerede saz, nerede dügâh makamı?
Meyhanecinin sohbetini isterim; kalbim onunla
Rahatlık veren şarap kadehi isterim; ruh feda ona
Hele şimdi geldi bahar günleri, gülün şehinşahı
Kırlara gitti, çimenliğe kurdu otağı
Bahar şahının alayı gülistan yolundan geldi
Şu oruç ayı ne oldu da onunla yoldaş oldu
Ben, gül vuslatı, şarap vakti ve Ramazan ayı!
Hem oruç hem bahar! Vay benim mahrumluğuma!
Gündüzleri çok uzun, geceleri çok kısa
Gönlümün uzun umutlarını kısalttı!
Gülümün yaprağı bugün çok terledi
Balık gibi isterim hep dalıp yüzmeyi
Dedim: İnce bellim! Sızlanma oruçtan böyle
Dedim: Yüce başlım! Açlıktan zayıflama böyle
Ramazan çabuk gider, geç gelir; mutlu ol
Nasıl ansızın geldiyse, ansızın gider
Yine bayram gelir, öd getirir, buhurdan yakarsın
Yine kış olur, mey içer, ipekler giyersin
 PROF. DR. MEHMET KANAR
54
Yine benim bahtım, senin benin, dağınık saçların
Yine benim canım, senin gözlerin, o sert bakışın
Oruç etmedi senin halka ettiğin zulmü
Orucun cefası sevap, senin cefan günah
Gece gündüz etmez bunca düşmanlığı
Beyaz yüzün ile siyah saçlarının yaptığı
Halk der ki şeytanı vururlar zincire
Oruç ayında kimse yolunu şaşırmasın diye
Oysa iki zülfünün şeytanı sürekli
Zincir halkasında tutar halkı bağlı
Bil Ramazanın kıymetini; azizdir, şereflidir
İzzetine, şerefine Tanrı’nın Mushaf’ı şahittir
Oruçtan maksat Allah’ın temiz ikramıdır
Oruçtan amaç Yüce Tanrı’ya kulluktur
Yoksa ben de oruç yüzünden muzdaribim
Cinsel güç dahil her şeyimi kıstı benim
Şevval ayının girdiğini müjdelese biri
Derhal bağışlarım cübbem ile sarığımı
Oruç ayıyla cedelleşemez kimse
Âdil padişah verir ancak karşılığını ona
Padişahım, cömert Rabbim! Elaman! Pörsüdü canımız
Ramazan ayının bunca sıkıntısını hafiflet bize
Nerede o cellat? Getirsin Ramazanı huzura
PARS DERGİSİ 
55
Öldürsün hemen kılıçla; gününü karartsın başına
Ben Mecdu’ş-Şuerâ Şûrîde’yim; bugün
Derî Farsçasıyla herkese böyle övünürüm
Şûrîde-yi Şîrâzî Fasîhu’l-Mulk
DİL NERESED BE KÛY-İ TO
Vezin: Müfteilün / Mefâilün / Müfteilün / Mefâilün
Men be kafâ-yi dil devem, dil be kefâ-yi rûy-i to
Men neresem be pây-i dil, dil neresed be kûy-i to
Sobh-i kıyâmet er konem şekve zi târ-i mûy-i to
Rûz-i derâz şeb şeved ber ser-i goftugûy-i to
Vakt-i keşâkeş-i ecel kez heme çîz bogzerem
Mîrevem u nemîreved ez dilem ârizû-yi to
Ger to be tîg mîzenî, cân bedehem be cân-i to
Ver to kemend mînihî, ser benihem be mûy-i to
Dest nedârem ez taleb ger heme cân resed be leb
Yâ beresed helâk-i men yâ beresem be kûy-i to
Ger heme muttefik şevend ehl-i cihân be ḫûn-i men
Merd niyem eger be kes rûy konem zi sûy-i to
Bâ to dilem ço rûy-i to sâf şod u behîç rû
Sâf negeşt bâ dilem an dil-i hemço rûy-i to
Çeşm-i to mest u mey be kef; vây be hâl-i dîn u dîn!
 PROF. DR. MEHMET KANAR
56
Zanki şodend muttefik çeşm-i to vu sebû-yi to
Mey be sebû mekon ki men mest zi nergis-i toem
Mestî eger fuzûn şeved, mîşikenem sebû-yi to
Bâde be zîr-i ḫırka-yi Tovhîd mekeş ki nâgehân
Mîkeşemet be bezm-i şeh, mîberem âbirûy-i to
Tovhîd
Peser-i merhûm Vîsâl-i Şîrâzî
GÖNÜL ULAŞMAZ SENİN YANINA
Ben gönlümün ardına düşerim, gönül senin yüzünün ardına
Ulaşamam ben gönlümün yanına, gönül ulaşmaz senin yanına
Kıyamet sabahı şikâyet edersem saçının telinden
Akşam olur gün boyu senin hakkında konuşmaktan
Ecelle didişirken vazgeçerim her şeyden
Ben giderim; senin arzun gitmez gönlümden
Vurursan kılıcını, veririm canımı canın için
Atarsan kemendini, baş koyarım saçın için
Talepten çekmem elimi, gelse de canım ağzıma
Ya helâk vaktim gelir ya ulaşırım yanına
Herkes ittifakla birleşse kanımı dökmeye
Adam değilim, çevirirsem yüzümü başka birine!
Seninle saflaştı gönlüm, yüzün gibi; hiçbir şekilde
Yüzün gibi gönlün de saflaşmadı gönlümle
PARS DERGİSİ 
57
Gözlerin sarhoş, elinde mey; vay dinin, gönlün haline!
Çünkü ittifak etmiştir gözlerin mey dolu testinle
Testiye mey doldurma; sarhoşum nergis gözlerinle
Mey testini kırarım, sarhoşluğum böyle artarsa
Tevhid hırkası altına gizleme badeyi
Götürürüm şahın meclisine, rezil ederim seni
Tevhîd
Merhum Visâl-i Şîrâzî’nin oğlu
DİL ÂRÂM NEDÂRED
Vezin: Mefûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün
Ârâm nedâred ki dilârâm nedâred
Bî rûy-i dilârâm dil ârâm nedâred
Herkes ki ço men sâḫt be bedmihrî-yi ḫûbân
Endîşe zi bedmihrî-yi eyyâm nedâred
Ger gûş konî ez leb-i şîrîn soḫen-i telḫ
Dânî ki şeker lezzet-i doşnâm nedâred
Omr-i men u dovr-i felek u ‘aşk-i nikûyân
İn her se binâ’îst ki encâm nedâred
Coz âhû-yi çeşm-i to ki sayyâd-i dil-i mâst
Âhû-yi diger pençe-yi zergâm nedâred
Ez tal’at-i çon sobh-i to vu torre-yi çon şâm
 PROF. DR. MEHMET KANAR
58
Peydâst ki sobh-i gam-i mâ şâm nedâred
Zîbâ nebuved nisbet-i gul râ be to dâden
Hergiz ki gul in nermî-yi endâm nedâred
Cân sûḫt ço der vasl-i to yek cûş heves zed
An poḫte buved k’in tama’-i ḫâm nedâred
Şimşâd be pîş-i kad u bâlâ-yi to pest est
Kez çeşm u leb in piste vu bâdâm nedâred
Ancâ ki cemâl-i to, kamer nûr nebaḫşed
V’ancâ ki dehân-i to, şeker nâm nedâred
Şûrîde meyendîş zi bedḫâh ki âḫir
Ger ḫod heme Cemşîd buved, câm nedâred
Şûrîde-yi Şîrâzî Fasîhu’l-Mulk
GÖNLÜMÜN HUZURU YOK
Huzurum yok; çünkü gönlümün huzuru yok
Sevgilimin yüzü yoksa gönlümün huzuru yok
Kim katlandıysa güzellerin sevgisizliğine benim gibi
Düşünmez günlerin getirdiği sevgisizliği
Dinlersen tatlı dudaktan acı sözleri
Bilirsin, şekerde olmaz acı sözün lezzeti
Benim ömrüm, feleğin dönüşü, güzellerin aşkı
Bu üçü bir binadır, belli değil encamı
PARS DERGİSİ 
59
Senin ahu gözlerin gönüllerimizin avcısı
Başka ahuda yok aslan pençesi
Sabah gibi aydınlık yüzünden, akşam gibi kakülünden
Besbelli gam sabahımızın yok akşamı
Gülü sana nispet etmek güzel değil
Gülün yok böyle endam yumuşaklığı
Sana kavuşmaya biraz heveslendi, can yandı
Pişmiş olanda böyle ham tamah olur mu?
Şimşir alçakta kalır boyun posun önünde
Bu fıstık yok dudakta, bu göz yok bademde
Ay saçamaz ışığını cemalinin olduğu yerde
Şekerin adı yoktur ağzının olduğu yerde
Şûrîde! Düşünme kötü niyetliyi. Zira
Kadehi yoktur, baştan aşağı Cemşid olsa da
Çİ TEVÂN KERD
Vezin: Mefûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün
Bâ in heme bîmihrî-yi cânân çi tevân kerd?
Cân est u mukedder şode, bâ cân çi tevân kerd?
Ancâ ki buved sahn-i çemen ḫâne-yi sayyâd
Coz girye be morgân-i gulistân çi tevân kerd?
Ez gendom-i ḫâl-i to becoz fitne nedîdîm
Şeytân-i cinân est, be şeytân çi tevân kerd?
 PROF. DR. MEHMET KANAR
60
Bâ hicr u tohîdestî yu bîmârî yu gurbet
Coz rîḫten-i eşk be dâmân çi tevân kerd?
Cem’end mey u mutrib u sâkî heme emmâ
Bâ dûrî ez an zulf-i perîşân çi tevân kerd?
Zûd est ki bunyâd-i merâ ber kened ez bîḫ
Bâ cûşiş-i in dîde-yi giryân çi tevân kerd?
Vîrânter ez Îrân buved imrûz dil-i men
Ey vây be in ḫâne-yi vîrân! Çi tevân kerd?
Dânem ki ḫiyânet be vatan râh-i terakkîst
Emmâ be colovgîrî-yi vicdân çi tevân kerd?
Çeşm-i to buved dozd-i dil u rehzen-i îmân
Bâ dozd-i dil u rehzen-i îmân çi tevân kerd?
Goftî be çi rû şeyḫ-i dagal munkir-i aşk est
Kurbân-i to, bâ merdom-i nâdân çi tevân kerd?
Gîrem ki ecel rahm be rencûrî-yi men kerd
Bâ saḫtî-yi an nâvek-i mojgân çi tevân kerd
Ber kişver-i dil gamze’et imrûz emîr est
Dozd est der in ḫâne nigehbân, çi tevân kerd?
Nâmûs-i Zuleyḫâ-yi vatan her ki nigeh dâşt
Yûsufsifat oftâd be zindân; çi tevân kerd?
Lâhûtî-yi mâ reh be der-i yâr nedâred
PARS DERGİSİ 
61
Çon nîst hevâdâr-i rakîbân, çi tevân kerd?
Lâhûtî, 10 Receb 1339 (20 Mart 1921)
NE YAPILABİLİR?
Cananın bunca sevgisizliğine ne yapılabilir?
Can var, kederlenmiş; canla ne yapılabilir?
Çayır çimenin avcıya ev olduğu yerde
Gülistan kuşlarına ağlanmazsa, ne yapılabilir?
Beninin buğdayından göre göre fitne gördük
Cennetlerin şeytanıdır; şeytana ne yapılabilir?
Ayrılık, züğürtlük, hastalık, gurbetle
Eteğe yaş dökülmezse, ne yapılabilir?
Mey, çalgıcı, saki gelmiş bir araya ama
Dağınık saçlardan uzakta ne yapılabilir?
Yakındır sökecek beni temelimden
Ağlayan gözlerimin coşmasıyla ne yapılabilir?
İran’dan haraptır bugün gönlüm
Eyvah! Bu viran haneye ne yapılabilir?
Bilirim vatana ihanet, terakki yoludur
Amma vicdanı engellemek için ne yapılabilir?
Gözlerin gönül hırsızı, imanın yol keseni olmuş
Gönül hırsızına, iman hayduduna ne yapılabilir?
 PROF. DR. MEHMET KANAR
62
Dedin: Hilekâr şeyh ne yüzle aşkı inkâr eder?
Kurbanın olam; cahil insanlara ne yapılabilir?
Diyelim hastalığıma acımadı ecel
Kirpik oklarının sertliğine ne yapılabilir?
Gamzelerin emir olmuş bugün gönül ülkesine
Hırsız olmuş bu evin bekçisi, ne yapılabilir?
Kim vatan Züleyhasının namusunu koruduysa
Yusuf gibi düşmüş zindana; ne yapılabilir?
Bizim Lâhûtî kabul edilmez yârin kapısında
Rakipleriyle değil aynı kafada; ne yapılabilir?
LÂHÛTÎ
Mirza Ca’fer-i Rezâî, İstanbul’da yaşayan bir İranlı. (1276/1858 Dilmakan
(Azerbaycan) – 11 Receb 1336/ 1 Nisan 1920 İstanbul).
[Vezin: Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün]
Ger nîst baḫt yâr-i men, in nîz bogzered
Ver hest saḫt kâr-i men, in nîz bogzered
Der intizâr-i va’de-yi vasl er sefîd şod
Çeşm-i omîdvâr-i men, in nîz bogzered
Gerdûn be çeşm-i merdom-i bâzârî er şikest
Bâzâr-i i’tibâr-i men, in nîz bogzered
Goftend eger be terk-i men u sohbetd-i kadîm
PARS DERGİSİ 
63
Yârân-i dûstdâr-i men, in nîz bogzered
Ger nîst kes zi hemvatanân-i ‘azîz râ
Pervâ-yi kâr u bâr-i men, in nîz bogzered
Der gurbet erçi pîrî yu der pîrî ihtiyâc
Serbâr şod be bâr-i men, in nîz bogzered
Destem tohî şod er zi zer u sîm, bes merâ
Çeşm-i gohernisâr-i men, in nîz bogzered
Her tîr-i gam ki cest zi şest-i felek, nişest
Ger ber ten-i figâr-i men, in nîz bogzered
Tâ hakk-i nîkî-yi heme yârân konem edâ
Ger nîst iktidâr-i men, in nîz bogzered
Ez kes omîd-i ḫayr Rezâ’î gerem nemând
Kâfîst Kirdigâr-i men, in nîz bogzered
Yâr olmuyorsa talihim, bu da geçer
İşim düştüyse zora, bu da geçer
Feri gitmişse umut dolu gözlerimin
Vuslat vaadini beklerken, bu da geçer
Terkettiler beni, kadim sohbetimi
Sevdiğim dostlar; bu da geçer
Aziz memleketlilerimden biri
Düşünmüyorsa halimi, bu da geçer
 PROF. DR. MEHMET KANAR
64
Gurbet elde yaşlandım, yaşlılıkta muhtaçlık
Olmuşsa üstüme yük, bu da geçer
Elimde kalmadıysa para pul, yeter bana
İnci saçan gözlerim; bu da geçer
Feleğin yayından atılan gam okları
Saplanmışsa yaralı bedenime; bu da geçer
Tüm dostların iyilik hakkını edaya
Olmazsa gücüm; bu da geçer
Rezâî! Kalmadıysa kimseden hayır umudum
Yaratanım yeter bana; bu da geçer
CELAL ŞAH
Dokuz yıl önce aramızdan ayrılan, Kerbela’nın yüce Eymen vadisinde
istirahate çekilen aziz babama takdimdir.
İsfend ayının bir sabah vaktiydi. Güneş doğmak üzereydi. Kürdistan
dağlarından ufuk ağarıyordu. Irak-ı Arab ovası dümdüz, engelsiz,
ışıl ışıldı. Şurada burada uzaklarda hurmalıklar görülüyordu. Uzun
bir kervanla Dicle kıyılarında kıvrıla kıvrıla yol alıyorduk. Dört gün
önce Samera ziyareti için Kazımeyn’den ayrılmıştık. Bugün o kutsal
kubbeye ulaşacaktık. Dicle kıvrıla kıvrıla akıyordu. Güneş göründü-
ğünde eski Abbasi şehri kıvrımlı burçları, sağlam kaleleriyle o kadar
yakındı ki yarım saat sonra varacağımızı sanıyorduk. Ancak iki saatten
fazladır Dicle’nin kıvrımlarında dolanıyorduk. Şehir bazen sağı-
mızda bazen solumuzda kalıyor, sürekli ilerlesek de varamıyorduk.
Yol arkadaşlarımız arasında bulunan yakınlarımız ve Atebat-ı
Âliye’nin eski ziyaretçileri bu topraklara ait anılarını anlatıyordu. Hakikat
vadisinin eski yolcularından olan babam atını eyerlemiş, liderlik
düğmesini bağlamıştı. Tespih elde sabah dualarını bitirmemişti. O ana
kadar kimseyle tek kelime konuşmamıştı. Duası bitip de tespihi cebine
PARS DERGİSİ 
65
koyunca “Yolu kısaltmak için, karşımızdaki şehrin ilginç bir hikayesi
var. Size anlatayım” dedi.
***
Akahan Mahallâtî adıyla tanınan, Fethali Şah’ın damadı Atâ Şah elMûsevî
el-Huseynî İsmailîlerin reisiydi. İran’ın eski ailelerinden birine
mensuptu. Muhammed Şah’ın saltanatının son yıllarında Kirman’a
vali olarak gitti. Orada çok İsmailî vardı. Manevi nüfuzu dolayısıyla,
orada iktidar sahibi biri oldu. Şah yüzünden oradaki merkez kuvvetler
zayıf düşmüştü. Akahan da Kirman’da saltanat sevdasına kapıldı. Sağ-
lam bir kale yaptırdı. Her gece at, silah, erzak topluyor, hiç kimsenin
kaleye girmesine izin vermiyordu. Bir yıl sonra yeterli güce ulaştığını
sanarak isyan bayrağını çekti.
Tahta yeni çıkmış olan Nâsırüddin Şah Kirman gailesini defetmek
için düzenli bir ordu hazırlattı; birkaç araba top gönderdi. Birkaç günlük
çarpışmadan sonra devlet ordusu ağır toplara sahip olduğu için
Akahan’ın milislerine galip geldi. Adı geçen de yakınlarıyla birlikte
Hindistan’a yöneldi; Bombay adasına yerleşti.
O bölgenin hükümeti Akahan’ı iyi karşıladı, yetecek miktarda yıllık
maaş bağladı. Ona, ailesine bazı imtiyazlar verdi; layık olduğu şekilde
ağırladı. Derken her taraftan vefalı müritleri onun çevresinde toplanmaya
başladı. İranlı müritler her yıl hatırı sayılır miktarda para toplayıp
ona gönderiyordu. Oğullarını Bombay okullarına gönderdi. Hepsi
de İngiliz, Urdu, Gucerat, Arap dilini öğrendi.
O günlerde Şah bizim aileye karşı da gazaplanmıştı. Saraydaki hü-
ner yoksulları, asalet düşmanları Şahı öyle öfke ateşine boğdurdular ki
sonunda devlet elimizdeki mal mülk ne varsa el koydu; herbiri bir tarafa
dağıldı. Kader beni de Hindistan’a attı.
Akahan benim Bombay’a geldiğimi öğrenince, ailemle Atâ Şah ailesi
arasındaki sevgi bağları dolayısıyla bütün görkemiyle atlı olarak
evime geldi; beni kucakladı. Babamla birlikte Fethali Şah’ın sarayında
geçirdiği günlerden bahsetti. İran’dan ve dostlarından ayrıldığı için
çok ağladı. Bana da bir at getirildi. Beni de Bengele’ye götürdü. Bir saat
olsun yanımdan ayrılmadı. Ne zaman İran’a dönmekten söz etsem
“Seni İran’a ben götürmeli, düzenini kurmalıyım” diyordu.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
66
O günlerde Mirza Hüseyin Han Sipehsâlâr İstanbul’da büyükel-
çiydi. Oradan İsmailiye liderinin Hindistan’a göç etmesinin kusurlarını
Şaha yazmış, Akahan’ın İran’a çağrılmasını teklif etmişti. Zaten
Şah da kızlarından birini hanzadelerden birine vermek istiyordu. Dolayısıyla
Han’ın dönmesi için zemin hazırlanmalıydı. Sipehsâlâr’ın
teklifi Şah tarafından kabul gördü.
O yıl, yani 1288 hicrî (1871-1872) yılı, Şah Atebat ziyaretine gidecekti.
Damadın Hindistan’dan Bağdat’a gönderilmesi kararlaştırıldı.
Böylece Şahın huzuruna çıkacak, Şahla birlikte düğün için Tahran’a
gelecekti.Sipehsâlâr bir adamını Akahan’a göndererek Şahın selamını
iletti; damadın hareketini bekledi. Akahan da hepsinden çok sevdiği
oğlu Celal Şah’ı, yakışıklı oğlunu şahın damadı olması için uygun
gördü. Celal Şah o sırada yirmi beş yaşındaydı. Boylu boslu, ciddî,
soylu biriydi. Gözleri büyücüleri aldatır, uzun saçları eski İran tarzındaki
külahından sarkardı. Son derece hassas, iyi huylu bir gençti. Edebiyata
büyük ilgisi vardı. Farsça şiiri o kadar severdi ki hazarda ve seferde
İran şairlerinin bir sandık dolusu divanını yanında taşır, ne zaman
yorulsa, canı sıkılsa şiir okur, şiir dinlerdi.
Babamın arzusunu Celal Şah’a ilettiklerinde itaat arzı dışında bir
cümle işitmediler. Ancak bu geri dönüş, bu vuslat onun emellerine o
kadar da uygun değildi. Çünkü gönlünü Hint dilberlerinden birine rehin
etmiş, onunla evlenmişti. Bu yüzden ondan ayrı kalmaya dayanacak
gücü yoktu. Ne var ki babamın emrine itaat etmek için ister istemez
harekete hazırlandı.
Celal Şah’la yaşıt ve hemmeşrep olduğum için Hindistan’a geldi-
ğinden beri yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Bir gün Akahan beni ça-
ğırdı. “Azizim; Celal Şah’la birlikte İran’a gitmeni istiyorum. Gözü-
mün nurunu yalnız bırakma. Burada nasıl onunla birlikte olduysan,
hiçbir yerde ondan ayrılma” dedi. Celal Şah’ın elini tutup benim elime
koydu; ikimizi de öpüp yolcu etti.
Akahan’ın bizimle birlikte İran’a gönderdiği hediyeler arasında sayısız
gümüş, altın, inci, mücevher vardı. Şah için altın, gümüş, işlemeli
bir mahfe, mine kaplar, güzel tasvirler vardı. Kadim dostlarından her
biri için seçkin hediyeler bulunuyordu. Bunun yanı sıra gelini çin de-
ğerli hediyeler, düğün masrafları için ne değerli mallar göndermedi ki!
PARS DERGİSİ 
67
İstanbul’dan Bağdat’a gelen Mirza Hüseyin Han Sipehsâlâr bizi layığıyla
karşılayarak Şah’ın huzuruna çıkardı. Şah da son derece mültefit
davrandı ve Akahan’ın hediyelerini memnunlukla kabul etti.
Ertesi gün Celal Şah’la nişanlanan kızın Ziyâussaltana olduğu anla-
şıldı. Şah’ın çevresindeki kişiler Celal Şah’a gelerek tebrik ettiler. Ertesi
gün Samerra’ya doğru hareket ettik. Şimdi gittiğimiz yoldan Şah’ın ordusuyla
birlikte gidiyorduk.
Nâsırüddin Şah’ın Atabat’a yaptığı bu görkemli ziyaret Beynünnehreyn’de
belki de birkaç yüzyıldır hiç yapılmamıştı. Irak-ı Arab’ın
Osmanlıların eline geçişinden sonra ilk kez İran şehinşahı buralara seyahat
ediyordu. Şahın bir amacı da sınırdaki aşiret reislerine İran’ın
görkemini göstermek, onları kendi tarafına çekmekti. Bütün yollar atlas
Isfahan örtüleri, Yezd işi şemsiyeler, sırmalı Reşt kumaşları, değerli
İran halıları ile donatılmış, döşenmişti. Yollarda incili dekorlar vardı.
Samerra’da bizim için önceden belirlenen ev Sahn-ı Mutahhar civarındaydı.
Akşam namazını kılıp uzun süren ziyaretten sonra sahnın
çevresindeki sofalardan birinde oturuyorduk. Ayın ondördü gecesiydi;
mehtapta bütün ziyaretçiler, gelip geçenler uzaktan tanınabiliyordu.
Birkaç gündür görüşmemiştik. Celal Şah’la bir sofa köşesine
ilişmiş, konuşuyorduk.
Celal Şah “Samerra’nın sahnını Atebat’ın diğer sofalarından daha
çok seviyorum. Öldüğümde buraya gömülmek isterim” diyordu. Konuyu
değiştirip geçmişten, gelecekten söz açtım. Bu yolculukla ilgili
meselelerden bahsettim. Celal Şah “Keşke benim Hafız Divanını getirseler
de şurada bir falımıza baksak” deyince hemen Hafız getirdiler.
Cazibeli gözlerini yumdu, Hace Hafız’ın ruhuna fatiha gönderdikten
sonra sağ işaret parmağıyla fal açtı. Sayfanın başında şu beyit vardı:
Sikender râ nemî baḫşend âbî
Be zûr u zer muyesser nîst in kâr
İskender’e bağışlamazlar bir damla su
Bu iş parayla, güçle müyesser olur mu?
 PROF. DR. MEHMET KANAR
68
Kitabı kapattı; üzgün üzgün sofadan inip eve gittik. O gece yatana
kadar hiç konuşmadı.
Birkaç gün sonra Şahın maiyetinde İran’a hareket ettik. İyi atları-
mız, rağbet gören köpeklerimiz, şahinlerimiz vardı. Genellikle ava çı-
kıyor veya Hindistan hatıralarımızı anıyorduk. Mesela Hintli dostları-
mızla kayık safası yaptığımız mehtaplı gecelerden, Pune tepelerinin
kıvrımlarındaki hoş gezintilerden –bunlardan çok etkilenmiştik-, Kuvalyon
fil gezintilerinden, kaplan avından söz ediyorduk. Yolun uzaklığı
hiç anlaşılmıyor, kendimizi eve varmış buluyorduk.
Bağdat’tan Kom’a yolculuk yirmi beş gün sürdü. Şehre girer girmez
hemen Hazreti Masume’yi ziyaret ettik. Tahran’dan büyük bir kalabalık
Şah’ı karşılamaya gelmişti. Kom’da iki gün kaldık, dört defa Harem-i
Mutahhar’ı ziyaret ettik. Celal Şah her yerde seçkinler ve halk
tarafından parmakla gösteriliyordu. Herkes âşıktı ona. Birbirlerine Şahın
yeni damadını gösteriyorlardı.
İkinci gece eve döndüğümüzde fal açmak için Mevlana’nın Mesnevi’sini
istedi. Engel olarak “Kulların halini Yüce Tanrı’dan başkası
ne bilir ne görür” dedim. Israr etti. Samerra sofasında Hafız Divanına
tuttuğu niyetle Mevlana’nın Mesnevisini açtı. İlk gördüğü şiiri okudu:
Bâr-i dîger bâyedem cesten zi cû
Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu
Sudan atlamalıyım bir kez daha
Her şey helâk olur gider O’ndan başka.
Kitabı yere atıp odadan çıktı, bir süre geri dönmedi. Tedirgin oldum,
onu aramaya gittim. Karanlık bir geceydi. Bir süre aradıktan
sonra Hazreti Masume’nin Şah Abbas sofasında buldum onu. Seki de
iki eliyle yüzünü kapamış ağlıyordu. Yanına oturdum, okşadım, saç-
larını öptüm, sebebini sordum. Hindistan’ı özlediği anlaşıldı. Babasından,
aziz kardeşlerinden, samimi dostlarından, sadık sevenlerinden,
vefalı hizmetkârlarından ayrı kalmak etkilemiş onu. Hele hele Hindistanlı
sevgilisinin yüzünü görmekten mahrum kalması. Arka arkaya aç-
tığı falların etkisiyle, kendini sevdiklerinden uzakta, gurbette, esir gibi
PARS DERGİSİ 
69
görmüş. Ruhundaki âcizlik hissi son dereceye ulaşmış. Şiirlerle,
hikâyelerle onu temelinden yıkan umutsuzluktan çıkardım; birlikte
eve döndük.
Ertesi gün Şahın alayı Tahran’a doğru yola çıktı. Biz de maiyette
hareket ettik. Dördüncü gün Tahran’a girdik. Daha Kom’dayken evimiz
ayarlanmıştı. Şah indikten sonra bizi Senglec mahallesinde Hacı
Ali Han İtimadussaltana’nın evlerine götürdüler. O gece istirahat ettik.
Ertesi gün saraydan Ağabaşı hoşgeldine geldi. Gelin için getirdiğimiz
armağanları onunla saraya gönderdik. Ardından sarayın ileri gelen hanımlarından
birkaçı mübarek olsuna geldi. Bundan sonra iki hafta boyunca
bütün ayan, eşraf, Akahan’ın vefalıları, babamın eski dostları
bizi görmeye geldi. Bir taraftan at, halı, sırmalı, pamuklu, ipekli kumaşlar,
gömlekler, ev eşyaları getiriyor, diğer taraftan Keşmir şalı,
Dehli Minesi, Gücerat sırması, Hint kılıcı, Benares sırmasını yol hediyesi
olarak götürüyorlardı.
İki haftadır Novbî hâcesi, Beluc dedesi, Türkmen ile Gürcü cariyeler
sarayı temizlemek, odaları düzenlemek, perde ölçüleri almak için bizim
eve sürekli gelip gidiyordu. Nihayet işler on beşinci gün tamamlandı.
Nikâhın ertesi sabah, düğünün akşama yapılması kararlaştırıldı.
Her köşeye çilingir sofrası kurulmuştu. Tatlı sofraları, boy aynaları,
renkli fanuslar, şerbet ibrikleri, nazarotu sinisi, murassa mangal, kadifeli
kâşî sandıklar, Türkmen kilimi yaygıları ile bina donatılmıştı. Şehzade
Hanımın aksaçlıları ve dedeleri gecenin bir vaktine kadar eşyaları
yerleştirdi.
Akşam yemeğinden sonra el ayak kesilince birlikte oturduk. Hindistan’dan
yanımızda getirdiğimiz tek kadın, Celal Şah’ı büyüten,
onun annesi yerine geçen Hintli bir dadıydı. Bu kadın yanımızda oturmuş,
sırayla getirilen hediyeleri derleyip topluyor, sevinçten kendi
kendine mırıldanıyordu. Şahın heybetinden, düğün hazırlıklarından,
sarayın şatafatından, Şehzade Hanımın iltifatından, başka şeylerden
söz ediyordu. Celal Şah ağzını açmıyordu; sanki sonsuz bir üzüntü
içindeydi. Dadı eşyaları toplamış, yataklarımızı hazırlamıştı. Ben yata-
ğıma uzanmış, Hafız Divanının sayfalarını çeviriyordum. Celal Şah bir
hareket yapıp bana uzandı, Divan’ı elimden kapmak istedi. “Bırak bir
kere daha fala bakayım. Belki zihnim rahatlar. Çünkü azap içindeyim.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
70
Yarınki düğüne de her şeyden daha az güveniyorum” diye yalvardı.
Kitabı vermek istemedim. Bu davranışı yüzünden ona çıkıştım. Mümkün
olduğu kadar rahatlattım. Işığı söndürüp yattık. Birkaç dakika
geçmeden Celal Şah ışığı yaktı; daima başucuna bırakılan Kur’ân-ı Mecid’i
aldı; elinde olmadan fal açtı. Süphanallah! Sayfanın başını okudu:
“İnneke meyyitun ve innehum meyyitûn”٢ Bu âyeti okuyunca, eli
ayağı çözüldü. Kur’ân’ı kapayamadan başucuna koydu. Göz kenarlarındran
bir damla yaş süzüldü ve ruhu bedeninden uçtu.
Benim iniltime dadı geldi; onun ağıtları üzerine uşaklar toplandı.
Doktor getirdiler; muayene edildi. O anda öldüğü anlaşıldı.
O gece düğün evi matem evine dönüştü. Ertesi akşam sazla sözle
eve gelin getirecek yerde, damadı ağıtlarla evden çıkardık; o mehtaplı
gece birlikte oturduğumuz sofaya götürüp defnettik.
***
Hikâye buraya geldiğinde biz de Samera sofasına varmıştık. Atlardan
indik, uzaktan mübarek eyvanın önünde saygıyla eğildik, sola
döndük. Babamın gözyaşları sakalına süzülüyordu. Celal Şah’ın mezarına
kapandı. Mutsuz kardeşini, yitirdiği aziz dostunu kucakladı.
İstanbul, 1339 Ramazan Bayramı
(Mayıs-Haziran 1921)
Mihr İspend
LÂHÛTÎ’NİN BİR ŞİİRİ:
Pars dergisinin 5. Sayısında yayınlanan bu şiir 15 Ramazan 1339 /
23 Mayıs 1921 tarihli olup, İstanbul’da yazılmıştır.
Be an Tork-i tondḫû
[Vezin: Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün]
Ey kerde âlemî be nigâhî şikâr-i ḫîş

٢ Kuşkusuz, sen öleceksin, onlar da ölecek. (Kur’ân, 39/30)
PARS DERGİSİ 
71
Bârî bepors hâl-i garîb-i diyâr-i ḫîş
Ez yek nazar ki dîdemet ey tork-i tondḫû
Dâdem zi dest tâb u tevân u karâr-i ḫîş
Hûn geşt u cây-i eşk revân şod zi dîde’em
Âḫer gam-i to bâ dil-i men kerd kâr-i ḫîş
Ez cân kenâre kerdenem âsân buved eger
Benşânemet be kâm-i dil ender kenâr-i ḫîş
Ez men salâh-i kâr mecû çon be dest-i ‘aşk
Teslîm kerde’em zi ezel iḫtiyâr-i ḫîş
Pervânesân be raks der âyem be ḫâk eger
Şem’-i kad-i torâ nigerem ber mezâr-i ḫîş
Hakkâ ki zindegânî bîdûst zillet est
‘Omr an buved ki sarf konî bâ nigâr-i ḫîş
Zâhid zi bes ki kısse-yi hûr u kusûr goft
Ber bâd dâd âb-i rû vu i’tibâr-i ḫîş
Merdom be câh u mansib u dovlet konend faḫr
Lâhûtî ez golâmî-yi dergâh-i yâr-i ḫîş
ASABÎ TÜRK GÜZELİNE
Bir bakışınla avlamışsın âlemi
Bir kere sor bari kendi diyarından garibin halini
Bir an gördüm seni asabî Türk güzeli
 PROF. DR. MEHMET KANAR
72
Bıraktım elden huzuru, dur durağı
Kanadı, yaş yerine kan aktı gözlerimden
Sonunda gamın bana yaptı yapacağını
Candan vazgeçmek kolaydır eğer
Gönül muradıyla oturtursam kucağıma seni
Sanma aşk yüzünden işim girer yoluna
İhtiyarımı teslim ettim ben ezelden beri
Mezarımdan seyretsem mum gibi uzun boyunu
Toprakta raksa başlarım pervane gibi
Dostsuz geçen bir hayat zillettir; gerçek bu
Asıl ömür, geçirmektir sevgilinle birlikte ömrü
Zahit ne çok anlattı huriler, kasırlar hikayesini!
Yele verdi yüz suyunu, yitirdi itibarını
İnsanlar övünür makam, mevki, devletle
Yârin kapı kulu olmakla övünür Lâhûtî
İRAN IRKI-4
Filozof Rıza Tevfik
Şurası da unutulmamalıdır: Eski İranlılar sadece bu güzel itikatlarla
yetinmemiş, daima bunların uygulamasına çalışmıştır. Çünkü onlara
göre kalpten gelen iman ve itikat yeterli görülmemiş, bunun uygulamasını
da şart bilmişlerdir. Uygulama yapmadan kimse mümin sayılmamıştır.
Bundan dolayı amel itikadın bir parçası olarak görülmüştür.
Eski İranlıların ahlak ve yaşam tarzı hakkında yabancı tarih kitaplarında
bulunan muhtelif rivayetler bu hususu teyit etmektedir. Her
PARS DERGİSİ 
73
İranlı asker savaşta veya seferde her gün yüzünü yıkamış, süslenmiş,
gözlerine sürme çekmiş, üstünü başını temiz tutmakla mükellef tutulmuştur.
Yalan söylemez, kimseden borç almaz, kumar oynamaz, kadına,
çocuğa musallat olmaz, kimsenin malını mülkünü gaspetmezmiş.
Satın aldığı şeyin parasını verirmiş. Bununla birlikte mağrur durur,
kendi gücüne güvenirmiş. Umutsuzluğa kapıldığı zaman da oturur,
çocuk gibi ağlarmış. Sevinçli olduğu zaman da heyecanlanır, bol
bol gülermiş. Kısacası saf, asil, hassas bir tabiata sahipmiş.
Son yıllarda Amerika’da yayımlanan The history of Nations (Milletler
Tarihi) adlı kitabın ikinci cildi İranlılara ayrılmış ve bu hususlar
yazılmıştır. Araştırmacıların çoğu bu konuda görüş birliğindedir. İranlının
mizaç ve tabiatını beğenmeyen hiçbir önemli tarihçiye veya yazara
rastlamadım. Hatta İranlılarla daima rekabet halinde bulunup savaşan
Yunanlılar bile bu milleti beğenmiş, takdir etmişlerdir.
Hatta rivayetlerin doğruluğuyla ve muhakemelerinin isabetiyle tanınan
Tarihin Babası Herodot bile, onların faziletlerini övdükten sonra
şöyle yazar:
“İranlılar şarap içmeye çok düşkündür. İşret âlemlerini severler.
Hangi millette nasıl bir eğlence görürlerse, taassuba düşmeden onu
alırlar. İşi görüşmelerini yemek yeyip bol bol şarap içtikten sonra yaparlar.
Ancak ev sahibi aynı görüşmeleri kahvaltıdan sonra tekrar yapar;
kesin karar verildikten sonra uygulamaya geçilir.”
Şarap içmeye, eğlenceye, işrete aşırı derecede düşkün olsa da bir
İranlının çarşıda pazarda, herkesin gözü önünde kustuğu, insanların
gelip geçtiği yerlere idrar yaptığı görülmemiştir.
Medeniyeti, protokolü, gelenek göreneği, bugünkü sosyal ve manevî
kurumlarıyla kuşkusuz iyi hal ve edep örneği olur.
Herodot’un sadıkane itiraflarından anlaşıldığına göre, İranlı kendisine
haksızca nispet edilen ahlaksızlıklardan habersizdi. Diğer milletlerden,
özellikle Yunanlılardan hastalıklı eğilimler İranlılara sirayet etmiştir.
Bazı meselelerin tetkiki için mukaddime sayılabilecek bu görüşlerden
açık bir sonuç ve mânâ çıkarmak istiyorum. Bu da İranlı gençlere
bir hizmetimdir.
 PROF. DR. MEHMET KANAR
74
Ömürlerini bu meseleleri incelemeye adayan eski ve yeni âlimlerin
çoğu bu konularda görüş birliğindedir. Bu ittifak önemli tarihî kıymete
sahip, güçlü bir delil hükmündedir. Bir milletin kimliğini, manevî
dünyasını araştırmada bundan kuvvetli bir delil ve muteber bir hü-
küm olmaz.
Bazı eserlerle delillendirilip teyit edilen medeniyet tarihine ilişkin
bu şahitlikler çok kıymetlidir.
İşte bu yüzden, günümüzde İranlılar milli asalet ve şerefleriyle övü-
nebilirler.
(Devamı var).
LÂHÛTÎ’NİN PARS DERGİSİNİN 5. SAYISINDAKİ BİR YAZISI
VE ŞİİRLERİ (SAYFA 29)
Bir yıl çıplak kaldıktan sonra İstanbul’da bir elbise almaya gücüm
yetti. Büyük Valide Han’da bulunan terziden elbisemi almış, giyinmiş-
tim. Derken bağırtılar yükseldi, bir velveledir koptu.
Çamur yığınlarının etrafına kalabalık toplanmış, pislik çukurunda
debelenen, batıp çıkan hasta bir ihtiyarı gösteriyorlardı. Biri “Adam”,
diğeri “boğuldu!” diyordu. Kimileri onun çırpınışlarına gülüyor, kimileri
üstünün başının çamur içinde kalmasından dolayı tiksiniyordu.
Bu durumu görünce, elbisemin yeni olmasına bakmadan batağa dalıverdim.
Çamura saplanan adamı omuzuma alıp dışarı çıkardım.
Seyircilerden hiç birinin alayı, hakareti beni etkilemedi, biri hariç.
Şeytan suratlı herifin biri kaba ses tonuyla bana sert sert baktı. “Şu sefihe
bak hele! Belli ki beynamaz! Temizlik, kirlilik nedir aldırdığı yok!
Nasibi olsa, şu pisliğe dalar mıydı?” dedi.
“Be hey kara kalpli cahil!” dedim, “Etek kiri suda yıkanır, güneşte
kurutulur, tertemiz olur. Ama pislik içinde öleni, üstü başı temiz, sarığı
büyük olsa da, diriltmek mümkün değil.”
Tanrı nasıl merhamet etsin o insanlara
Canlarından kıymetliyse üstlerindeki elbise?
Kişi dostlarının rahatı için girmezse sıkıntıya
PARS DERGİSİ 
75
Hayvandan da aşağılıktır akıllılar katında.
***
Birisi düşmüştü bataklığa
Bahtı onun için yatmıştı pusuya
Çamurun içinde batıp çıkıyordu
Sayılı nefeslerini alıp veriyordu
O haldeyken bağırdı adamın biri:
Kim yardım edecek ona, tutacak elini?
Fıkıhçı ona yardımdan kaçınıyordu
Yenini çamura bulamak istemiyordu
Gafildi oysa; bu çirkin huyuyla
Ne ibadeti ne dini kabul olurdu
Akıllı insan bir gönül kazanırsa
Hint ile Çin mülkünden iyidir katında
Ö karıncanın hayatı, bilgili insanın katında
Değerlidir Cem’in tahtı, tacıyla yüzük kaşından
Lâhûtî
İstanbul, 1339 Ramazan Bayramı (Mayıs 1921)

Konular