DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU, FELSEFESİ: BU GAZELDEKİ AŞK SÖYLEMİ VE GÜZELLİK UNSURLARININ KAYNAĞI OLARAK HADARÎ VE UZRÎ GAZEL
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN
OLUŞUMU, FELSEFESİ: BU GAZELDEKİ
AŞK SÖYLEMİ VE GÜZELLİK
UNSURLARININ KAYNAĞI OLARAK
HADARÎ VE UZRÎ GAZEL
Yrd. Doç. Dr. SADIK ARMUTLU
ÖZET
Gazel, ilk olarak cahiliye kasidelerinde söylendi. Bu duygular birkaç
beyit içerisinde ifade edildi. Daha sonra Emevîler döneminde tür
boyutuna ulaştı. Gazel türü, Emevîler zamanında hadarî ve uzrî gazel
olarak iki koldan gelişti. Hadarî gazelin içeriği zevke bağlı maddi aşktır.
Bundan dolayı yaşamak, zevk almak, mutlu olmak, kadın, sevgili
ve şarap bu gazelin tematiğini oluşturur. Bu duygular aynı zamanda
bir yaşam felsefesini ve dünya görüşünü yansıtır. Bunun için hadarî
gazelin temelinde dünyevileşme felsefesi vardır. Bu felsefe gazellerde
açık bir şekilde görülür. Uzrî aşk, temiz ve yüce aşk duygularını yansıtır.
Bu gazelin felsefesinde bedensel arzulardan uzak aşk vardır. Bu
Yrd. Doç. Dr. Sadık ARMUTLU, İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim üyesi. Email: sarmutlu25
@gmail.com
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
34
gazelde sevgililer idealize edilmiştir. İdealize edilen sevgilinin güzelliği
ve güzellik unsurları ayrıntılı biçimde uzrî gazellerde dile getirilmiştir.
Hadarî ve uzrî gazel Derî Farsçası ile yazılan ilk gazellere de
kaynaklık etmiştir. Bu iki gazelin anlam dünyası Farsça yazılan gazellerin
büyük bir kısmında görülür.
Anahtar kelimeler: Derî Farsçası, gazel, aşk, Emevîler, hadarî gazel,
uzrî gazel.
ABSTRACT
Ghazal was first said in ignarant (Cahilî) eulogy by poets. These
feelings were expressed in several couplets. Then, it reached sort demension
and involved all eulogies. İn the time of Ummayads Ghazal
showing a great improvement was divided into two sections as
Hadharî and Udhrî. Hadharî ghazal’s theme is tangible love. Therefore
live, to enjoy, to be happy, women, lovers and wine from the thematics
of this ghazal. These feelings also reflects a philosophy or life and
worldview. For this on the basis of this ghazal to Hadharî has a philosophy
of secularizm. This philosophy seen clearly in lyrics. Udhrî love,
reflects pure and a love supreme. There is no physical desires in the
philosophy of this ghazal. İn this ghazal lovers are idealized. Lover’s
beauty and elements of beauty are described the most detailed
way.Hadharî and Udhrî ghazals are sources to Derî (the palace) Persian’s
first ghazals. Hadharî and Udhrî ghazals carries to the same
theme with a large part of Persian ghazals.
Key words: The palace Persian, ghazal, love, Ummayads, hadharî
ghazal, udhrî ghazal.
چكیده
غزل نخستین بار در بطن قصاید دوره جاهلیت وارد صحنه شد و احساسات
مختلف را طی چند بیت بر زبان آورد. سپس در دوره امویان شکلی مستقل به خود
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
35
گرفت و در دو شاخه حضری "Hadharî "و عذری “Uzrî ” گسترش یافت.
درونمایه غزل حضری را عشق مادی وابسته به نشئه تشکیل می دهد. بدین جهت
"زندگی، لذت بردن، شاد بودن، زن، عشق و شراب" بنیان و هسته اولیه این شعر
را می سازد. این احساسات در عین حال فلسفه زندگی و جهان بینی معینی را
منعکس می سازد و به همین دلیل بنیان غزل حضری جهانشمولی و فلسفه دنیوی
آن است. در صورتیکه عشق در غزل عذری جنبه ی متعالی و صاف و پاکیزه دارد.
در این نوع غزل عشق دور از آرزو ها و تمایالت جسمانی است و در آن معشوقه ها
شکل آرمانی پیدا می کنند و ویژگی ها و زیبایی معشوق در غزل عذری به زبان
آورده می شود. غزلهای حضری و عذری منبع نخستین غزلهایی است که به فارسی
دَری نوشته شده است. دنیای معنویت در این دو نوع غزل، در بخش عمده ای از
غزلهای فارسی ملموس است.
کلید واژه: فارسی دری، غزل، عشق، امویان، غزل حضری "Hadharî ،"غزل
عذری “Uzrî”
1. Derî Farçasında Gazelin Oluşumu
Fars edebiyatı yazıcıları, IX. yüzyılın başlarından itibaren bağımsızlık
hareketleriyle beraber Farsçanın edebi dil olarak yeniden tarih sahnesine
çıktığını, edebi etkinliklerin bu Farsça ile gerçekleştirildiğini
yazmışlardır. Bu Farsça, fonetik ve kelime hazinesi bakımından Sasani
Pehlevicesi’nden ayrılan “Derî Farsçası”dır. Yine bütün Fars edebiyatı
yazıcıları, edebi bir dil olarak Derî Farsçasının ortaya çıkması, yarı ba-
ğımsız Tahirîler, tam bağımsız Saffarîler ve Samanîler ile X. yüzyıldaki
büyük devletlere bağlı küçük hanedanların kurulmasından itibaren
gerçekleştirildiği konusunda tam bir görüş birliği içerisindedirler. Tahirîlerin
resmi Arap dilini kaldırıp yerine sarayın resmi dili olarak Derî
Farsçasını getirme konusunda elde hiçbir tarihi belirti olmadığı, onların
aksine Saffarîler hanedanının Fars dilinin ciddi savunucuları oldukları
da edebiyatçılar tarafından benimsenmiş bir başka görüştür.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
36
Yakub b. Leys adlı bir bakırcı tarafından kurulan, Âl-i Leys ya da
Leysiyyûn diye de tanınan Saffarîlerin (868-907) Fars edebiyatına olan
ilgisini Zebihullah-i Safâ: “Acem mülkünün tahtına oturmak, eski gelenekleri
yeniden diriltmek, padişahlık sancağının gölgesi altında bü-
tün uluslara efendilik etmek” (Safâ, 1351: I/164-165) ülküsüne bağlamıştır.
Adı geçen yazar “Arap dilini bilmediğinden dolayı Arap dili,
onun devletinde ve sarayında kullanılmamaktaydı. Arap şiiri ve edebiyatına
önem vermediği için Arapça şiir söyleyen şairleri gözetmediği
gibi onları da korumamıştır” diyerek, görüşünü şöyle bitirir: “Aksine
kendisinin bildiği, konuştuğu ve anladığı dili, edebiyat dili yapmak ve
şairlerin yazdıkları şiirleri bu dille duymak istemekteydi. Derî lehçesinin
onun sarayında resmi ve edebi dil olarak kabul edilmesine ve kullanılmasına
yol açan da bu ilgi ve alakadır “ (Safâ 1351: I/164-165). Bu
görüş veya buna benzer görüşler manifesto gibi Fars edebiyatı tarihçileri
tarafından benimsenmiştir. Böylece Arapların ve Arapçanın Sasanî/İran
coğrafyasına girişiyle sönen ve tarihin karanlık sayfaları arasına
çekilen zengin bir edebiyat, Zerrinkûb’un ifadesiyle ‘do karn
sükût/iki asır sessizlik’ten sonra, bakırcı bir hanedanın eliyle kendi küllerinden
doğarak, doğduğu sınırları aşıp başka coğrafyalara yayılacak
ve o coğrafyalarda yaşayan ulusların edebiyatlarını yönlendirici bir rol
oynayacaktır.
Yeni Farsça/Farsî-yi Derî, Pehlevice’den yani Orta Farsçadan önce
sesler bakımından ayrıldı. İslamiyet’in kabulü ve yeni hayat şartları
dolayısıyla birçok kelimeler terk edildiği gibi, aynı sebeplerle yeni
Farsça, gerek doğrudan doğruya halktan, gerekse kitaplar vasıtası ile
Arapçadan sayısı asırlar boyunca artan kelimeler aldı. Böylece yeni
Farsça, kelime hazinesi bakımından da Orta Farsçadan ayrıldı. Nihayet,
sarf ve nahiv kaidelerinin de bu dilde yer almasıyla, Pehlevî yazısı
da yavaş yavaş terk edilerek, yerini Arap harflerinden oluşan yazıya
bıraktı (Safâ 1351: I/161, Raduyânî 1949, 2).
Farsî-yi Derî, başlangıçta Maveraünnehir ve Horasan gibi İranın do-
ğusu ile kuzey doğusunda gelişme gösterdi. Bu gelişme Saffarî, Sa-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
37
manî, Gaznelî ve Selçuklu saraylarında da devam etti. Adı geçen saraylar
tarafından, Derî Farsçası ile şiirler yazmaları için teşvik edilen
ve isimleri, XI. yüzyılın ortalarında yazılmış olan Esedî’nin ünlü eseri
olan Lügat-ı Furs’ta da geçen şairler, genellikle Buhara, Semerkant, Herat,
Belh, Merv, Tus, Serahs, Kayin, Sistan veya daha uzaklarda Horasan’ın
diğer şehirlerine mensup kişilerdi (Şekîbâ 1373: 32-33; Hanlerî
1373: II/105-106).
Yeni Fars diliyle eser vermeye çalışan ve uzun müddet Abbasî edebiyatının
şekil ve içeriğini model alarak Arapça eserler veren şairlerin
halefi olan, bir kısmı da hem Arapça hem Farsça yazan şairler, eski Sasanî
devri şiir tekniğine dönemezlerdi. Özellikle şiirde Arap nazım şekilleri
(kaside, gazel), Arap vezni (aruz) ve Orta Farsça diline kesinlikle
yabancı olan kafiye, güçlü bir şekilde yerleşmişti (Berthels 1977:
II/1402-1403).
Farsça şiir yazmayı ilk deneyenler Arapça yazıp Farsça konuşan şairlerdi.
Yeni Farsça şiir, şekil ve içerik bakımından, hemen en önemli
özelliklerini Abbasî edebiyatından aldı. Orta Farsçanın yerine Arap
aruzu, eski şekiller yerine kaside şekli kullanılmaya başlandı. Farsça
yazan şair ve edipler, yeni Farsçayı, biraz daha Arapçadan kelimeler
alarak, aruza daha kolay uyan bir dil haline getirdikleri gibi, aruzu da,
Farsçanın akıcılığına uymayan bahir ve zihaflarını atarak, Farsçaya uydurdular.
Bunlara Arap edebiyatından aynen alınan kafiye de eklendi.
Böylece Abbasî edebiyatı tesiri altında ilk Fars şiiri meydana geldi.
Yeni İran edebiyatı doğup kemale ererken şiirle ilgili bilgiler, Farsça
yazan şairlerin verdikleri misallere istinaden Arapçadan alınan kaidelere
intibak edilmeye başlandı (Raduyânî 1949: 3-4).
Seâlibî’nin Yetîmetüd-Dehr’inde adlandırılan “zu’l-lisâneyn” (Seâlibî
1375: IV/12 15, 74, 79, 85, 302 vb.) ve yeni Fars diliyle ilk şiirleri yazan
şairler, Arapça şiirleri Farsçaya tercüme etmekle yetinmemişler, Abbasî
dönemi şiirlerinde görülen mazmun, mana ve telmihleri de kendi
şiirlerinde kullanmışlardır. Bu şairler, aşk duygularını dile getirirken,
şiirlerinde Leylâ, Selmâ, Azrâ, Rebâb gibi Arap sevgililerin isimlerini
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
38
kullanmışlardır. Abbasî şiirinde görülen Mecnun, yeni Fars şiirinde ideal
bir aşık tipi olarak görülmüş ve işlenmiştir (Numânî 1336: IV/106).
Cömertlikten bahsederken Hâtem adı, abartılı olarak zikredilmiş;
Mubed gibi Benî Ümeyye sarayının meşhur Arap mugannisi de aynı
şekilde şiirlerde kullanılarak yaşatılmıştır. Tercüme faaliyetleriyle birlikte
Arap dilli şiirlerde görülen Aristo, Eflatun, Sokrat gibi Yunan filozofları,
akıl, tedbir ve hikmet konusunda yazılan şiirlerde söz konusu
edilmiştir (Numânî 1336: IV/99-100). Dini duygu ve düşüncelerin
yanında kavram ve kelimelerin tamamı da Araplardan alınmış, Arap
şiirinde görülen ayet ve hadisler, yeni Fars şiirinde de kullanılmıştır.
Arap şairlerinin övdükleri kişilerin zaferlerini, savaşlarını, avlanmalarını
vb. tasvir etme geleneğini, ilk dönem şairler de devam ettirmişlerdir.
Ayrıca yeni Fars şiirinde görülen kafiye, vezin ve edebî sanatlar da
bütünüyle Abbasî dönemi edebiyatından alınmıştır (Numânî 1336: IV/
83-108, Kedkenî 1370: 327-374).
Görüldüğü gibi yeni Fars şiiri tamamıyla Abbasî şiirinin tesiri altında
ve onu model/örnek alarak başlamış ve ilk ürünlerini o tarzda
vermiştir. Deri Farsçasıyla oluşturulan Fars edebiyatının ilk örneklerini
Abbasî edebiyatının etkisinde vermesi, edebiyat tarihçilerini iki
edebiyatın bu yönlerini araştırmaya yöneltmiştir. Safâ, Browne, Berthels,
Rypka, Arbery vb. İranlı ve Batılı yazarlar, yazmış oldukları Fars
edebiyatı tarihlerinde bu konularla ilgili bilgilere yer vermişlerdir.
Özellikle “Şiblî-yi Numanî 1336, Şi’ru’l-Acem ya Târîh-i Şu’arâ ve Edebiyât-ı
İrân (IV/97-112)” ve “M. Rızâ Şefî’î-yi Kedkeni 1370, Suver-i
Hıyâl der Şi’r-i Farsî, (s. 327-374)” ve de “Umar Muhammed Daud Pota
1382, Te’sîr-i Şi’r-i Arabî ber Tekâmul-i Şi’r-i Fârsî (çev. Sîrûs Şemîsâ)”,
eserlerinde Abbasî edebiyatının yeni Fars edebiyatı üzerindeki etkilerini
örneklerle göstermişlerdir. Ayrıca Arap ve Fars edebiyatları arasındaki
ortak mazmunlarla ilgili bir çalışma da Seyyid Muhammed
Dâmâdî tarafından yapılmıştır: Mezâmin-i Müşterek der Edeb-i Fârsî ve
Arabî, Tahran 1371 hş.
Fars şiirinin Arap edebiyatının etkisinde kalmasını normal karşılayanlar
da olmuştur. Bu hususta Zeynelabidin-i Mutemen şöyle der:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
39
“Belli bir çevrede doğup gelişen her şeyin, o çevrenin koşullarının
özelliklerini taşıyacağı kesindir. İran ve Arap toplumunun maddî, manevî,
sosyal ve siyasal v b. ortak yönlerinin bulunduğu, şairlerin, o
devrede her bakımdan çok gelişmiş olan Arap şiirinin şekil ve içeriğinden
faydalanmaları hatta taklit etmeleri, çok da tuhaf karşılanmamalı-
dır.” (Mutemen 1364: 6).
Böylece Abbasî şiiri model alınarak oluşturulan yeni Fars şiiri; Ebû
Şekûr-i Belhî, Dakîkî-yi Tusî (ö. 977-980), Rûdekî-yi Semerkandî (ö.
940), Şehîd-i Belhî (ö. 936), Unsurî (ö. 1039), Ferruhî (ö. 1037) gibi şairlerin
elinde gelişerek, şekil ve içerik yönüyle büyük ölçüde kaide ve
kuralı belirlenmiş, gerek sonraki dönem Fars şiirine, gerekse ilk dönem
Türk şiirine kaynaklık edecek bir duruma gelmiş idi.
Kaynakların belirttiğine göre Derî Farsçasıyla kaleme alınan ilk şiirler,
kaside nazım şekliyle yazıldı (Safâ 1351: I/168; Mahcûb 1345: 8).
Böylece Cahiliye devri yaratıcı Arap şiirinin tamamen kendine mahsus
bir nazım şekli olan kaside, IX. yüzyıldan itibaren yeni Fars şiirinde de
kullanılmaya başlandı. VII. ve VIII. yüzyıllarda Arapça şiir yazan şairlerin
halefi olanlar, IX. yüzyıldan itibaren Arap edebiyatından aldıkları
ve çöl hayatının akislerini taşıyan kasidenin nesib kısmında sevgiden
ve aşktan bahseden tegazzüller yazarak, ileride Fars edebiyatında,
daha sonra da Türk edebiyatında kullanılacak olan klasik nazım şekli
gazelin temelini atarlar.
Arapçada “kadına kur yapmak, güzel sözler vb. ile sevgisini kazanmak,
kadına güzel duygularını şiir ile ifade etmek” (İbn Manzûr 1388: V/3252-
3253) manasını taşıyan gazel kelimesinden türetilen “tegazzül” tabirinin
gazel yerine kullanılması kasidenin başındaki parçaların sevgili ve
aşk ile ilgili konusu dolayısıyladır. Bundan dolayı nesib ve teşbibe “kasidenin
başında bulunan gazeldir” denilmiştir (Şemîsâ 1375: 38).
Böylece Fars edebiyatında gazel sözüne daha ilk dönemlerden itibaren
rastlanır. Mahmûd Varrâk-i Herevi (ö. 895), Hanzala-yi Badğîsî
(ö. 895) ve Fîrûz-i Maşrıkî (ö. 896)’nin elimizde bulunan dağınık şiir-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
40
lerine baktığımızda, üslupları gazele benzeyen beyitlere rastlanmaktadır
(Fesâî 1372: 34). Adı geçen şahısların şiirleri için bkz: Muhammedi
Avfî 1361, Lubâbu’l-Elbâb, II/2-38; Rızâ Kulî Hân Hidâyet 1336,
Mecma’u’l-Fusahâ, I/ 946, III/184; Esedî-yi Tûsî 1365, Lugat-ı Furs, 34, 72,
74; Gilberd Lazard 1342, Eş’âr-ı Perâkende-yi Kadîmterîn Şu’arâ-yı
Farsîzebân, s. 12, 18, 19, 20; Muhammed-i Debîrsiyâkî 1374, Pîşâhengân-
ı Şi’r-i Fârsî, s. 3, 4; Mahmûd-i Mudebbirî 1370, Şerh-i Ahvâl ve Eş’âr-ı
Şâ’irân-ı Bîdîvân, s. 3, 4, 8, 9; Hamide Demirel 1977, “İrân Edebiyatında
İlk Farsça Şiir Söyleyenler, s. 133-135.
Lubâbu’l-elbâb’da ilk dönemden X. yüzyılın sonuna kadar gazel yazmış
31 şairin ismi geçer. Bu şairler, Tahirîler (810-872), Saffarîler (868-
907) ve Samanîler (874-1005) dönemlerinde yaşamışlardır (Avfî 1361.
II/bâb-ı heştom, 2-38). Ayrıca Avfî (ö1. 1232), adı geçen tezkirede XI.
yüzyılda yani Gazneliler döneminde (963-1186) Unsurî (ö. 1039), Ferruhî
(ö. 1037), Ascedî-yi Mervezi (ö1. 1040), Gazâyirî-yi Râzî (öl 1034),
Minuçehri-yi Damgânî (ö. 1040), Behrâmi-yi Serahsî, Ayyûki vb. şairlerin
de gazel yazdıklarını kaydetmiştir (Avfî 1361: II/bâb-ı nehum. 38-
68).
Eldeki bilgilere göre Fars dili ile yazılmış ilk gazel olarak, önce
Şehîd-i Belhî (ö. 936) sonra da Rûdekî (ö. 940)’nin manzumeleri gösterilmiştir
(Şemîsâ 1375: 55, Rezmcû 1372: 27, Fesâî 1372: 572). Burada
adı geçen gazel kelimesini bugünkü manada müstakil bir nazım şekli
olarak değil de, kasidenin nesibi veya aşk konusunda yazılmış müstakil
bir şiirin ortak adı olan tegazzül olarak düşünmemiz gerekiyor.
Zira tarihi gelişimi ile düşünülecek olursak, İran edebiyatında gazelin
müstakil şekil olarak ortaya çıkışı, kasideden sonradır. İlk gazel olarak
gösterilen Şehîd-i Belhî’nin 8 beyitlik manzumesinin matla beyti şudur:
“Ben senin canın üzerine: “asla senden vazgeçmedim ve senden
başka (bir kimsenin) öğüdünü de dinlemedim” diye zor
bir yemin (ettim).” (Hamîdî 1337: 17; Şemîsâ 1375: 55, Safâ
1357: I/15-17).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
41
Gazelleri beğenilen Şehîd-i Belhî’yi ünlü şair Ferruhî (ö. 1037) de,
Emir Muhammed b. Mahmûd b. Sebüktekin hakkında yazdığı bir kasidenin
tegazzülünde övmüştür:
“Gönlü ve zihni rahatlatmada ve letafette Şehîd’in gazelleri
gibi; gönül çekmede ve güzellikte, Bû Taleb’in teraneleri gibi”
(Ferruhî-yi Sîstânî 1349: 5).
Aşağıdaki gazel de Rûdekî’ye aittir:
“Ziynet ve süs, senin güzelliğini nasıl da arttırmış. Senin saçı-
nın sümbülü, miskin değerini kırmıştır. Granit taşa binlerce
nakış çizen, demir gibi olan o katı gönlüne and içerim ki Senden
asla mürüvvet beklemem. Çünkü taş kalplilerden kimse
anlayış görmemiştir. Binlerce kez Allah’ı şefaatçi getireyim; fakat
ne fayda, sen Allah’ı dinlemiyorsun Eğer Rûdekî’yi köleliğe
kabul edersen, köleliğe binlerce Dara’yı değişmez.”
(Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 8).
2. Derî Farsçasında Hadarîlik
Yukarıda verdiğimiz bazı örneklerde görüldüğü gibi, yeni Fars edebiyatı
ile birlikte gazel türü varlığını ortaya koymuş, en sevilen türlerden
biri olmuştur. Bu gazellerde dünyevî duygular ağır basmış, bu
duygulara paralel olarak hedonist yaşam söylemi dillendirilmiş ve kadın,
eğlence, zevk de bu söylemin tematiğini oluşturmuştur. Bu oluşumun
arka planı, ileride ayrıntılı bir şekilde ifade edileceği gibi
Emevîler dönemine kadar uzanır. Şehirleşmenin arkasından gelen
dünyevîleşme, site şehir görünümünde olan ve şehir dışında kurulmuş
saraylar, Muaviye’den itibaren Emevîler’deki dünyevîleşme göstergesinin
en açık izlerini taşır. Bu saraylarda her türlü eğlence ve eğ-
lendiricilerle birlikte, lüks ve dünyevi bir hayat yaşamaya başlamışlardır.
Saraylarda içkili, müzikli eğlence, rakkaseler, şairler, kadın-erkek
şarkıcılar neredeyse hiç eksik olmamıştır. Eğlencenin başkahramanları
olan güzeller, meclisin süsü olarak vazgeçilmez unsur olarak yer al-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
42
maktaydılar. Dünyevîleşmenin ilk yaşam alanı saraylarda gerçekleştirilmiştir.
Biz, bu yapılanmayı Derî Farsçasının kabul gördüğü ve ilk
örneklerini verdiği saraylarda da görebiliyoruz.
Dünyevîleşme olgusu ilk kez Samanî saraylarında başlamıştır. Nar-
şahî, Târîh-i Buhârâ’da Samanî hükümdar ve yöneticilerinin suyu, havası
ve güzellikleriyle tanınan Cû-yi Mulyan/Muliyan başta olmak
üzere, ülkemin birçok yerlerinde büyük servetler harcayarak yaptırdıkları
saraylar hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş, şairler de bu saraylarda
zevk ve eğlence eksenli yaşamı tasvir etmişlerdir (Narşahî 1363:
36-42). Samanî saraylarının ünlü şairi Rûdekî (ö. 941) ünlü “mâder-i
mey” kasidesinde bu yaşamı şöyle betimlemiştir:
“Renkli güller, yaseminler ve şebboylarla süslü şahane bir
meclis kurmalı, her tarafa cennet nimetlerini dizmeli, öyle bir
meclis ki kimsenin kuramayacağı bir meclis. Altın yıldızlı elbiseler
ve desenli halılar, güzel kokular ve birçok taht. Bir
arada emirler ve Vezir Bel’amî oturmuş, diğer bir sırada mutlu
kimseler ve halk. Padişahlar padişahı, Horasan emiri Nasr Bin
Ahmed baştaki tahta oturmuş. Binlerce güzel ayakta saf bağ-
lamış. Her biri iki haftalık ay gibi inci saçıyorlar. Hepsinin baş-
larında taç, dudakları kırmızı şarap gibidir. Zülüfleri ve kâkülleri
de güzel kokuludur. Bu neşe içindeki mecliste kadehler,
birkaç kere dönünce dünya padişahı neşelenir, mutlu ve güler
yüzlü olur. Selvi boylu, dalgalı saçlı, peri yüzlü, siyah gözlü
güzelin elinden güzel kokulu kadehi alınca Secistan şahını
anar. Kendisi içer, ileri gelenler içer. Şaraptan herkes neşelenir.”
(Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 98; Demirel 1977: 142).
Bu yaşam biçimi Gazne saraylarında da devam eder. Hükümdarlar,
gösterişli saraylar yaptırmışlar, hadarî gazel felsefesini yansıtan en gü-
zel gazeller buralarda söylenmiştir. Menuçehrî-yi Damganî, Gazne
sultanlarının yaptırdığı sarayları kutlu görmüş, onları cennete benzetmiş,
İrem saraylarıyla karşılaştırmış, güzel ve üstün görmüştür. Ahşabının
tümünü sandal ve od ağacından, taşının tamamının da mücevher
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
43
ve değerli yakuttan olduğunu söylemiş, suyunu da Kevser ve ab-ı hayat,
toprağının da amber ve kafurla yoğrulduğunu ifade etmiştir (Menuçehrî-yi
Damganî 1375: 16).
Emevî döneminde fetihlerden elde edilen ganimetler, toplumdaki
refah seviyesini artırdığı gibi, zevk ve eğlenceye dayalı bir hayatın da
yaşanmasına neden olmuştu. Aynı şekilde Samanî ve Gazneli hükümdarların
özellikle de Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerinden elde
ettiği ganimetler de saraylarda zevke dayalı bir yaşamın altyapısını
oluşturmuştu. Özellikle başta şairler olmak üzere rahat hayat yaşayan
bir zümre oluşmuştur. Aşağıdaki duygular bu yaşamı yansıtır:
“Köle ile zenginim, binek ile zenginim, varlıklıyım. Neşeyle,
mutlulukla zenginim. Benim elbisem ilkbaharda keten ve
ipekten, sonbaharda sansar, ipek ve samurdandır” (Ferruhî-yi
Sistanî 1355: 197).
Kaynaklar, Rudekî’nin Samanlı hükümdarı Nasr b. Ahmed zamanında
ve onun sarayında şöhretinin doruğuna ulaştığını ve hiçbir
İranlı şairin elde edemediği kadar servet kazandığını ve bu kazancın
yükünü dört yüz devenin taşıdığını söylemişlerdir. Hakanî’de Unsurî’nin
zenginliği hakkında şöyle demiştir:
“Duydum ki tenceresini bakırdan, sofrasının aletlerini altından
yaptı Unsurî” (Hakanî-yi Şirvanî 1375: 707).
Ferruhî’nin aşağıdaki beyitlerde dile getirdiği ifadeler onun sahip
olduğu maddi zenginliğin çeşitliliğini gösteren örneklerden sadece biridir:
“Sayısız tarlam, güzel evlerim var. Çok sayıda malım ve eş-
yam var. Hem at sürüm hem de koyun sürüm var. Hem Çinli
güzelim hem de Tatar güzelim var” (Ferruhî-yi Sistanî; 1335:
197).
Emevîler döneminde görülen eğlence kültürünün benzeri Samanî
ve Gazneliler döneminde de artarak devam etmiştir. Ferruhî, bu durumu
aşağıda şöyle dile getirmiştir.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
44
“Hükümdarlar, kendilerine dört uğraşı iş olarak seçmişlerdi.
Çevgan, savaş, eğlence meclisi ve av ile eğlenmek” (Ferruhî-yi
Sistanî; 1335: 102).
Yine Ferruhî’nin dile getirdiği duygularda, hükümdarların da eğ-
lenceye düşkün olduğunu gösteren beyitlerden sadece birisidir:
“Adıyla, huyuyla, eğlenceyle, savaşmasıyla övülmüş hükümdar,
güneşin batıdaki dağlardan aşıp batmaya başlayınca şarap
istedi ve avlanmaya yöneldi” (Ferruhî-yi Sistanî; 1335:
206).
Hadarî gazel felsefesinin en temel özelliği olan eğlence, daha çok
saraylarda düzenlenen meclislerde görülmektedir. Meclisler, hükümdarlar
ve sarayın ileri gelenleri tarafından tertip edilirdi. Emevîler dö-
neminde olduğu gibi Samanîler ve Gazneliler döneminde de şairler ve
şarkıcılar meclisin en önemli ritüellerinden, şarap ise eğlencenin vazgeçilmez
unsurlarındandır. Zeynebî-yi Alevî, bu duyguları şöyle yansıtır:
“Ey hükümdar! Siyah giyimli çalgıcıları çağır ve şarap iste de,
o kırmızı renkli şarapla arzularımızın tozunu yıkayalım. Sonra
da timsah ve aslanlarla dolu zengin bir meclis kuralım. Sol tarafa
çalgıcıları, sağ tarafa da destarı güzelce yerleştirelim”
(Safâ 1357: I/142).
Hükümdarların yanında şairler de sazlı-sözlü ve içkili meclisler dü-
zenlemişlerdir. Bu şairlerden biri de Menuçehrî-yi Damganî’dir. O, bu
konuda şöyle der:
“Udla, çenkle, rebabla bir meclis düzenlerim. Turunç, ayva,
nergis, şeker ve kebabın da olduğu bir meclis kuralım. Sabah
kadar kırmızı şarap içerim, onların hepsinde güle benzeyen
yanak ve de gülsuyu kokusu görürüm” (Menuçehrî-yi Damganî
1375: 198).
Derî Farsçası ile gazel söyleyen şairler, hadarî gazelin önemli özelliği
olan dünyayı sevmek, ondan nasibini almak gibi duyguları sıkça
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
45
dile getirmişlerdir. Samanî dönemi şairlerinden Mus’abî (ö. 937), hadarî
felsefenin manifestosu olan bu durumu şöyle dile getirmiştir:
“Zamanın elinden dünyalık hisseni al. Arzularını, oyun ve eğ-
lence ile geçir. Bir gün (de olsa yaşama) imkânı değerlendir”
(Seâlibî 1403: IV/90).
Hayatı elden geldiğince doya doya yaşama, şarabın övgüsü ve kadın/sevgili,
hadarî felsefenin önkoşulu olarak, Derî Farsçasıyla yazılan
gazellerde de yer almıştır. Ferruhî, bu duyguları dile getirirken, bu gazellerin
felsefesini de yansıtmıştır:
“Öncelikle söylemem gerekiyor ki şarabı ve sevgiliyi seven bir
kişiyim. Bunu sen de biliyorsun” (Ferruhî-yi Sistanî 1335: 359).
Aynı felsefeyi Menuçehrî-yi Damganî’de de görürüz:
“Sevgiliyi ve şarap içmeyi severim. Ne sitem etmenin zamanı
ne de kınamanın yeridir” (Mutemen 1355: 217).
“Çeng ve çeleb akort edilmiş, ud ve rebap hazırlanmış; göz
sevgililerde kulak şekertuvin makamının sesinde. Sabah şarabı
vakti ne hoştur. Daha yüz yıkamadan eli şaraba götürüp
içmek ne güzeldir. Önünde kebap şişinin çevrilmesi, solunda
kadeh, sağında sevgilinin olması ne de güzeldir” (Menuçehrî-
yi Damganî 1375: 179)
“Eğlenmek, zevk almak ve şarap içmenin zamanıdır” (Unsurî-yi Belhî
1335: 289) diyerek hadarî gazelin felsefesini yansıtmıştır. Derî Farsçası
gazelinin kurucusu sayılan ve Fars edebiyatının en büyük şairlerinde
biri olarak kabul edilen Rudekî, Derî Farsçasıyla en güzel hadarî gazel
yazan şairlerdendir. Onun gazellerinin büyük bir kısmı hadarî felsefeyi
yansıtır. Aşağıdaki ifadeler ona aittir:
“Siyah gözlerle mutlu yaşa, mutlu. Zira dünya efsane ve rüzgardan
başka (bir şey) değildir. Ne yazık ki bu dünya geçicidir.
Ne olursa olsun şarap getir” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373:
74).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
46
“Rudekî, çengi (eline) aldı ve çalmaya başladı. İçkiyi bırak, at.
Çünkü şarkıya başladı” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 70).
“Bahar gülüsün, Tatar güzelisin. Şarabın var, neden (içmek
için) getirmezsin. Behmen bulutu gibi parlak şarabı niçin gül
bahçesine saçmazsın” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 112).
Rudekî, yaşamının sonlarına doğru yazdığı şekvaiyye kasidesinin
tegazzül kısmında yaşlanmasına rağmen yaşama sevincini, güzele
olan tutkusunu ve eğlenme arzusunu anımsarken, aslında hadarî gazel
felsefesinin öğretisini dile getirmektedir.
“Her zaman mutluydum ve üzüntünün ne olduğunu bilmezdim.
Gönlüm, neşe ve sevincin kaynağı idi. Gözüm daima gü-
zel kokulu zülüflere yönelikti. Kulağım da sözden anlayan bilgili
kimselere dönüktü. Bütün bunlardan gönlüm rahat ve huzurlu
idi. Şarkı söyleyerek cihanda gezdiği zamanı görmedin,
tanımadın. Sanki bülbül idi” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 82-
84).
Hadarî felsefeyi yansıtan güzel örneklerden biri de Dakîkî’ye ait
aşağıdaki duygulardır. Bu duygular, bu felsefenin somut materyalleridir:
Kadın, müzik, eğlence:
“Dakîkî, dünyada var olan güzellik ve çirkinliklerden dört tanesini
seçmiştir. Kırmızı renkli dudak, musikinin sesi, kan kırmızısı
şarap ve Zerdüşt’ün dini” (Lazard 1342: 173).
Benzeri duyguları Ferruhî’nin gazellerinde de görürüz. Yeme-içme,
eğlence, kadın, güzellerle oturma, onlara âşık olma gibi hadarî felsefeyi
en güzel biçimde yansıtır:
“Sevmek, özellikle de gençlik çağında ne güzeldir. Bir ay
yüzlü ile yaşamak ne hoştur. Sevgililerle birlikte oturmak, onlarla
birlikte erguvanî şarap içmek ne hoştur. Gençlik vaktini
yeme-içme, eğlenceyle geçir. Yaşlandığında buna gücün yetmeyebilir.
Gençliği yaşamaktan ve aşktan uzak durma. Aşkı
yaşamayan bir gençlik, ondan/aşktan gençlik günlerini esirgemiştir”
(Ferruhî-yi Sistânî 1335: 392).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
47
3. Derî Farsçasında Uzrî İmaj ve Motifler
Derî Farsçası ile gazel yazan şairler, hadarî gazelin felsefesini ve
söylemini benimsedikleri gibi hadarî felsefenin objelerinden olan sevgiliyi,
onun güzelliğini ve güzellik unsurlarını da benimsediler. Bu unsurlar
Fars şiirinde onlar tarafından kullanıldı. Yeni Fars şiirinin olu-
şumuyla birlikte sevgilinin fiziki portresini çizip onun güzelliğini ve
güzellik unsurlarını yansıtan şairler, ileride de görüleceği gibi uzrî gazellerde
yer alan uzrî imaj ve motiflerden yararlandılar. Başka bir ifadeyle,
hadarî felsefeyi benimseyen yeni Fars şiirinin kurucuları yüceltilen,
arzu edilen sevgiliyi ve fiziksel yönünü tasvir ederken, uzrî şairlerin
geliştirdikleri uzrî imaj ve motiflerden faydalandılar. Kendilerine
bırakılan ortak edebiyat kültür mirasını hadarî gazellerde kullandılar.
Bu duygu ve düşünceleri yansıtan beyitlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
“Onun dağınık zülüfleri, sanevbere benzeyen boyu var. Onun
kıvır kıvır saçları altında amber kokulu ayva tüyleri bulunur.”
(Hidâyet 1359: 111/1179).
“Eğer ay, başında selvi taşıyorsa/varsa sen o selvisin. Eğer ay,
anber kokan misk yağdırıyorsa sen o aysın.” (Ferruhî-yi
Sistânî 1335: 126).
“Senin iki siyah zülfünü her zaman kıvrımlı görürüm. Gönlüm,
onun kıvrımından dolayı sürekli incinir” (Ferruhî-yi
Sistânî 1335: 61).
“Ona iki öpücük verdim. Neresine? Islak dudağına. Dudak
mıydı? Hayır. Ne idi? Nasıl idi? Şeker gibi” (Rûdekî-yi Semerkandî
1373: 120).
“Ey kırmızı gülden renk ve koku almış, yanağın ucundan renk
ve saçın dibinden koku almış! Sen yüzünü yıkayınca bütün ırmak
gül rengine dönüşür. Sen saçını dağıtınca her yer misk
kokusuna bulanır” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 120).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
48
“Kıvrılmış bir çift zülüf ve çam ağacı (gibi) boy. Onun kıvrımlı
iki zülfünün altında güzel kokulu ayva tüyleri (var). İki kırmızı
dudak ve kırmızı dudağın altında iki sıra (dizilmiş) inci.
İki göz nergistir ve nergisin altında da gül. Göz, iki zülüf ve iki
dudak; her üçü de sihirbazdır. Biri diğerini tutmuş hepsi de
sihirli ve gönül alıcıdır” (Gîlânî 1370: 46)
“Onun yüzü, saçı ve dudağı karşısında; gül, servi, misk ve şeker
(onlar kadar güzel olmadıkları için) utandı” (Unsurî-yi
Belhî 1335: 44).
“Onun saçı üzüm salkımı gibi, dudağı da renkte şarap gibi kırmızıdır”
(Ferruhî-yi Sistanî 1335: 143).
“Onun parlak ve beyaz yüzü, kıvırcık saçı içinde nasıl esir ise,
benim gönlüm de öyle tutsaktır” (Unsurî-yi Belhî 1335: 142).
“Senin yanağın güneştir ya da güneş ülkesidir. Dudağın kırmızıdır
veya yakut taşıdır” (Safâ 1357: I/21).
“Yemin ederim ki huri güzelliği senden alır. Güzelliğin apaçık
ortada. Yemine ne gerek var?” (Mudebbirî 1370: 355).
“Ey sevgili! Senin zülfün (yapay) misk değildir. Saf misktir.
Seni parlayan yüzün de gökyüzüne benzer” (Safâ 1357: I/116).
Yukarıda örnek verilen beyitlerin benzerlerini Derî Farsçasıyla şiir
yazan, başka bir ifadeyle yeni Fars edebiyatını kuran şairlerin divanlarında
veya tezkirelerde yahut benzer kaynaklarda bulmak mümkündür.
Tarzlar farklı olsa da ifadeleri beyan etme yeteneklere göre de-
ğişse de muhteva aynı kalmıştır. Sevgiliye ait güzellik unsurları,
Emevî, Abbasî dönemi gazelleriyle paralellik arz eder, benzerlik gösterir.
Derî Farsçası gazelleriyle/tegazzülleriyle ilgili söylediklerimizi,
tespitlerimizi Zebihullah-i Safâ doğrular, teyit eder gibidir. Safâ, üzerinde
söz söylediğimiz zaman dilimindeki gazeller hakkında yorumunu
şöyle yapmıştır:
“Bu dönemdeki gazelin özelliklerinden biri de şairlerin sosyal durumunun
ve yaşantılarının açık bir şekilde yankı bulmasıdır. Bu duru-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
49
mun temel sebebi, şairlerin maddi dünya ve dış çevre ile barışık olmaları
ve gerçeği görmeleri, hayal ve vehim alemine yönelmemeleri, bunları
dikkate almamalarıdır. Bu dönem şairlerinin büyük bir çoğunlu-
ğunun dünyevileşmeye dayalı yaşantıları ve onların hükümdar, vezirler,
zenginlerle olan ilişkileri, coşkulu ve gösterişli zevk ve eğlence
meclislerinde güzel ve hoş vakit geçirmeleri, bu dönem gazellerinde
sürekli yaşama sevincinden, mutluluktan, yeme-içme, eğlenceden
daha çok söz ettikleri için, ümitsizlikten, gam ve kederden, inzivadan
ve halktan kopmaktan vb. konulardan yok denecek kadar az bahsetmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki gazel okuyucuları, bu dönem gazellerini
okumakla hayalci ve üzüntüye yöneltici gazelleri okuma sonucu
içine girdiği karamsarlıktan çok, sevinç ve mutluluk, yaşama bağlılık
bulurlar. Öyle ki şairler, cihanın vefasızlığından söz ettiklerinde bile,
kendi sözlerinden olumlu sonuçlar çıkarmışlar, pozitif enerjiyi almış-
lardır” (Safâ 1351: II/365).
Kadınlar hakkında söylenen âşıkane sözler anlamına gelen gazel,
Derî Farsçasında bu tanıma uygun olarak yazılmıştır. En genel anlamıyla
gazel, aşk ve kadın üzerine kurgulanmıştır yargısı gerçeklikten
uzak değildir. Aşk ve kadın gazelin en özgün ve en yaygın olgusudur.
Aşk ve sevgili bir gazel geleneğinin neredeyse tek öznesidir. Yegâne
özne ve yaygın olgu olan aşk ve kadın, bir taraftan gazeli kuşatır, çevreler,
içine nüfuz eder, onun anlam dünyasına egemen olur, diğer taraftan
bünyesine başka unsurlar da alarak tematik yelpazesini genişletir.
Gazelde yaşama sevincine ilintili olarak hayata bağlanmak öne çı-
karken, bu duygunun arkasından yeme içme, işret etme gelir. Gazelin
de anlam dünyası çeşitlenerek, tematiği belirlenmiş olur. Malzemesi
ve içeriği büyük ölçüde yukarıdaki duygular olan gazel, kendi felsefesini
de ortaya koyar. Yani gazelin tematiği/anlam dünyası gazelin felsefesini
oluşturur. Şairler de bu felsefe doğrultusunda gazellerini yazarlar.
Burada sorulması gereken soru; Derî Farsçası gazel felsefesinin kö-
keni nedir? Hangi kaynaktan beslenmiştir? Bu çalışma, bu soruya açık-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
50
lık getirmek üzere kaleme alındı. Bu gazelin felsefesini ortaya koymağa
çalışırken, İbn Haldun’un geliştirdiği iki kavram üzerinden hareket
edildi: Hadarîlik ve Bedevîlik (İbn Haldûn 1431: 114-122). Bedevîlik,
yerleşik hayata geçmeyen insanların genel hayat tarzı demektir.
Hadarîliğin karşıtıdır. Hadarîlik, yerleşik hayat yaşayan insan toplulukları
olup bedevîliğin karşıtıdır. Bu iki kavramın içeriği toplumun
hayat tarzlarını, ahlak ve kültürel anlayışlarını da kapsar. Sade ve yalın
hayat tarzı bedevîliğe; külfet, gösteriş ve ihtişamlı hayat biçimi de hadarîliğe
aittir. Bedevîliğin köklü törelerine karşı, hadarîlikte dünyevîlik
ağır basar. Her iki kavramın kendine özel dünya görüşü vardır.
Yaşam tarzları ve algılanan hayat biçimi de hadarîliğin ve bedeviliğin
dünya görüşünü yani felsefesini oluşturur.
Hadarî ve uzrî gazel, sosyolojik değişimin ortaya çıkardığı toplumsal
bir olgunun şiire yansımasıdır. Bu yansımanın bir boyutu, hadarîlik
olup, kentleşme ve onun getirdiği dünyevîleşme algısı şeklinde tezahür
eder. Bu yansımanın diğer boyutu da, dünyevîleşme duygusunu
taşımaktan uzak olan bedevîliktir. Bedevîlik, tutucu bir yaşam anlayı-
şını, ulvi ve yüce bir aşk düşüncesini bünyesinde barındırır.
Hadarîlikteki kozmopolit duyguların yerini, bedevîlikte saf ve temiz
duygular yani uzrî duygular almıştır. Hadarîlik ve bedevîlik bir
yaşam biçimi, bir dünya görüşü olduğuna göre; hadarî ve bedevî/uzrî
şair, bu dünya görüşüne uygun bir hayat felsefesine sahiptir demektir.
Bu şairler, bu felsefeye uygun şiirler yazarak, toplumun yaşam tarzını
ortaya koyar ve çağına tanıklık eder. Hayat tarzı ve felsefe, şiirde bir
araya gelerek toplumun sesi olurlar. İşte hadarî ve bedevî/uzrî gazel
bu düşünceler içerisin de ele alındı.
Bu felsefenin Derî Farsçasına yansıması daha çok hadarî yönüyledir.
Yani şairler, daha çok dünyevî zihniyeti içinde barındırdığından,
hadarî felsefeye ve onun anlam dünyasına rağbet etmişler, zevke bağlı
maddî aşkı benimsemiş, ona daha çok yer vermiş, beşeri duyguların
büyülü dünyasına kapılarak, gazeller yazmışlardır. Bu gazellerde dile
getirilen duygular, Fars gazelinin felsefesini oluşturmuştur. Bundan
dolayı Fars gazelinin temelinde, kaynağında büyük oranda hadarîlik
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
51
vardır diyebiliriz. Gazellerde, şairlerin zahidin karşısında ve rindin yanında
yer almaları bundan dolayıdır.
Şehir hayatını ve kültürünü dışlayan bedevî zihniyet ve onu yaşam
biçimine uygun felsefenin taşıdığı değerler de şiirde yer almıştır. Coğ-
rafyanın şiirle ilintisi en çok bu gazelde kendini göstermiştir. Göçebe
kültürün temiz ve saf duyguları bu şiirde basit şekilde dile getirilmiş,
yaşanan aşklar iffet çerçevesi içerisinde anlatılmış, sevgiliye duyulan
aşk duyguları açığa vurulmamıştır. Bedevî felsefesi doğrultusunda ortaya
çıkan uzrî gazel, şehir hayatını, zevk ve safayı, maddi aşk hayatını
işlemekten uzak olması yanında, şairlerin de fazla ilgisini çekmediğinden
dolayı, dar bir alanda kendine yer bulmuştur. Uzrî gazel, her şairin
hayat tarzına ve dünya görüşüne uygun olmadığından, hadarî gazel
gibi fazla rağbet görmemiş, şairlerin ilgisini çekmemiştir. Buna rağ-
men hadarî felsefenin yanında, Fars gazelinin felsefesine kaynaklık etmiştir
diyebiliriz. Kısaca şunu demek istiyoruz: Klasik Fars şiirinde gö-
rülen aşk söylemi ile bu söylemin etrafında oluşan anlam dünyasının
dayanakları, hadarîlik ve uzrîliktir. Fars gazeli, bu felsefe üzerine inşa
edilmiştir.
Bu çalışmada konuyu belirginleştirmek ve daha iyi anlayabilmek
için hadarî ve uzrî gazelin yazıldığı dönemin siyasi, sosyal ve kültürel
yapısı ayrıntılı bir şekilde ele alındı. Gazelin, yaşanılan coğrafya ile iliş-
kisi ve bu bağlamda coğrafyanın sosyal ve kültürel şartlarının nasıl şiire
yansıdığı ortaya konuldu. Yaşadıkları coğrafyadaki devirlerinin
hadiseleriyle iç içe olan şairlerin, bu ortama uygun şiirler yazdıkları
dile getirildi. Konunun daha iyi anlaşılması için de ilk önce gazelin tarihi
gelişimi hakkında bilgi verildi.
4. Kaside
Kaside, “niyet etmek, yönelmek, kastetmek, bir amaca ulaşmak için yapı-
lan gayretler” anlamlarında, Arapça ‘kasada’ kökünden türetilmiştir
(İbn Manzûr 1388: V/3642-3644). Buradaki yönelmek, anlamları çeşitli
şekillerde yorumlanmakla birlikte, bunu klasik kasidenin yapısıyla
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
52
ilişkilendirilerek açıklamak daha makul görünüyor. Çünkü kasidenin
birinci ve ikinci bölümleri, aslında amaca giden bir süreç ve hedefe
doğru bir yöneliş niteliği taşıması dolayısıyla bu tarz şiire kaside denmiş
olması daha uygun görünmektedir (Suzan 2008: 8). Arap şiirinde
kaside, uzun bir şiir olup sadece şekle ait özellikleri değil, aynı zamanda
belirli konuların belli bir düzen içinde işlendiği bir edebî tür
olarak görülmüştür. Arap şiirinin en eski örneklerinde yüksek sanat
eserleri bu tarzda söylenmiştir. Tek kafiyeye dayalı bir nazım şekli
olan kaside, Arap edebiyatında genellikle 30-120 beyitlik bir şiirdir.
Arap şiirinin en mühim tarzı olan klasik kasidenin iç yapısı, muhteva
planı üç aşamalıdır (Çetin 2011: 60):
Nesîb/Teşbîb/Gazel Bölümü: Kasideye çoğunlukla kalıntılar üzerinde
durup izlerle konuşulması, develerin ve göç edilen yerde kalan
ateşin, giden dostlara yetişmek üzere hareket eden develerin, göç
edenlerin ve bilhassa göç edenler arasında bulanan sevgiliye duyulan
aşk ve özlemin tasvir edilmesiyle başlanması bir özellik idi. Kasidenin
ilk bölümü olan bu bölümde sevgiliyle yaşanmış hatıralara yer verilir,
çöl ve vahalardaki terk edilmiş konak yerleriyle oralarda dağınık vaziyette
bulunan isli ocak taşları, küller, su kabı, testi kırığı, çadır ve kazık
izleri gibi kalıntılar/atlâl, aşk ve özlemle yoğrulmuş duygu seli halinde
dile getirilir. Şair bunları hatırlayarak ağlar ve dostlarını da ağlatır, tabiat
tasvirleri arasında sevgiliden ve onun fiziki güzelliklerinden söz
eder (Demirayak 2009: 114, Yıldırım 1998: 23, krş. İbn Kuteybe 1418:
31-32).
Rahîl Bölümü: Kasidenin ikinci bölümü olan bu bölümde şair,
çölde geçirdiği uzun ve yorucu yolculuğu, bu yolculuk esnasında kar-
şılaştığı güçlükleri, bindiği devesini veya atını tasvir eder, betimleme
becerisini ortaya koymaya çalışır ve tasvir ettiği bineği ile yırtıcı hayvanlar
arasında geçen mücadeleyi anlatır. Yolculuk esnasında maruz
kalınan aşırı sıcaklık, kızgın çöl, susuzluk, sıkıntılar, baştan geçen olaylar,
içki alemi, şimşek, yıldırım, fırtına ve sağanaklar gibi tabiat olayları,
hayvan otlakları, vahalar, avcılarla av köpeklerinin yaban hayvanlarıyla
mücadelesi ve bu sırada karşılaşılan tehlikeler kasidenin ikinci
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
53
bölümünde sıklıkla işlenen betimlemelerdir (Demirayak 2009: 115, Suzan
2008: 7).
Maksûd Bölümü: Kasidenin şiir değeri taşıyan zengin kısımları nesib/aşk-kadın
ve rahîl/tasvir bölümleri olmakla birlikte, bu yollardan
geçen şair, kasidesini söylemekteki asıl amacına yani kasidesinin ana
konusuna ulaşır, kasideye asıl hüviyetini veren konuyu işler (Yıldırım
1998: 23, Suzan 2008: 7, Demirayak 2009: 115). Bu bölüm, kasidenin yazılış
amacını gösterir, kasidenin türünü belirler. Buradaki türler: medih/medhiyye,
hicâ/hicviyye, fahr/fahriye, risâ/mersiye, hamâset gibi
kasidenin en temel konularıdır (İbn Kuteybe 1418: 31, Dayf 1326: 195-
218, Bustânî 1989: 41-61).
Bu üç bölüm içerisinde konumuzu ilgilendiren kısım, birinci bölüm
olduğu için bunun üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Kasidenin
birinci bölümünün aşk, kadın ve özlem üzerine örüldüğü görülmektedir
(İbn Kuteybe 1418: 31). Bu bölümün edebî kavram olarak adlandırılması
önce nesîb ve teşbîb olarak benimsenmiş, sonradan bu iki
kavrama gazel de eklenmiştir. Konunun iyi anlaşılması için bu kavramların
iyi bilinmesi gerekmektedir.
Nesîb, Arapça bir kelime olup “n-s-b” kökünden gelir. ”fe’îl” vezninde
mastar olarak, şiirde sevgiden ve sevgiliden bahsetmek anlamında
(Cevherî 1337: I/124; Zebîdî 1307: I/483; İbn Manzûr 1388: I/756)
isim olarak da “kadından bahseden kısım” manasında kullanılmıştır (Ezherî
1384: XIII/149). Ayrıca nesîb kadınlara hitaben, aşırı derecede
duygu yüklü ve nazik bir şeklide şiir söylemek anlamına da gelir (İbn
Mauzûr 1388: VI/4405-4406).
Konuyla ilgili önemli bir kavram da teşbîbdir. Teşbîb, bir kadının
güzelliğini şiirle övmek ve kasideye onun övgüsüyle başlamak demektir
(Ezherî 1384: XI/290). Şairin şiirinde gençlik günlerini, kadınlarla
yaptığı sohbeti ve onlarla oynadığı oyunları yad etmesi de teşbîb olarak
adlandırılmıştır (Mîr Sâdıkî 1376: 209; Müncid 1377: I/515). Ayrıca,
şairin hası halde bulunduğu bir gazele (Şems-i Kays-i Râzî 1338: 413)
de teşbîb denilmiştir. “Şairin eğlence ve gençlik günlerini yad etmesi”,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
54
“Sevgiliyi övüp güzelliklerini anarak onunla ülfet etmek” ve “kadınları zikretmekle
kasideyi süsleyip güzelleştirmek” (Erkan: 2004: II/1436). Çocukluk
çağını geride bırakıp gençlik çağına yükselen, büyüyen ve aşk şiiri söyleyebilecek
bir seviyeye gelmeye de teşbîb denir (İbn Reşîk 1401:
II/127).
Tegazzül, kaside başlangıcında aşığın niyaz ve yalvarmalarından,
onun yanma ve yakınmasından söz eden şiirlerdir (Fesâî 1372: 581).
Kasidenin girişinde söylenmiş ve konusu aşk ve aşıklık ile tabiat veya
maşuğun vefası olan gazele de tegazzül denilmiştir (Şemîsâ 1375: 39).
Genç delikanlıların genç sevgililerle âşıkane sohbet etmek için kendilerini
zorlamaları da tegazzül olarak adlandırılmıştır (İbn Manzûr
1388: XI/ 492).
Gazel kelimesi sözcüklerde hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde
manalandırılmıştır. Bu anlamlardan bazıları şunlardır: Gazel kelimesi
Arapça olup “vezninde sülâsî mücered mastardır ve isim olarak
kullanılır. Sözlük anlamı “kadınlarla âşıkane yarenlik etmek (İbn Manzûr
1388: XI/492; Ezherî 1384: VIII/49; Cevherî 1337: V/1781; Firuzabadî
1371: IV/24). “Genç erkek ve kızların sevgi ve aşk muhtevalı konuşmaları
(Feyyumî 1929: II/46), “kadınlarla eğlenmek veya kadınlarla ilgili ince duyguları
dile getirmek” (Mecdî Vehbe-Kâmil el-Muhendis 1984: 265),
“Mahbubla oynaşmak, gençlik günlerinden kadın aşkı ve sohbetinden bahsetmek”,
“genç kızlar ve erkek çocuklarla sohbet etmek, kadınlarla aşk oyunu oynamak”
(Gıyâsu’l-Lugâ 1363: 624), “kadınlara yarenlik etmek, muaşakada
bulunmak, gençlik üzerine konuşmak ve aşktan bahsetmek” (Humâyî 1373:
124); “genç kızlarla sohbet ve muhabbet, kadınlarla sevişmek” (Şems-i Kaysi
Râzî 1338: 91); “kadınlarla sevgi üzerine konuşmak” (Mîr Sâdıkî 1376:
188); “kadınların vasfında ve onların hakkında konuşulan söz” (Anendrâc
1365: IV/3045); “kadınlarla söyleşide bulunma, yarenlik etme, onlarla düşüp
kalkma” (Müncîd 1377: II/771); “kadınlarla konuşmak, âşıkane latifeleşmek,
gençlik yıllarından veya gençlik üzerine konuşmak, kadınların aşk ve sohbetinden
söz etme ve onların vasfını anlatmak” (Şemîsâ 1375: 11).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
55
Klasik Arapça sözcüklerle nesîb, teşbîb ve gazel aynı manaya geldikleri
için bu üç kelime eşanlamlı/müteradif olarak kabul edilmektedir
(Cevherî 1337: I/151; Fîiruzabadî 1371: I/88; İbn Manzûr 1388: I/481).
Edebiyat araştırmacıları da kasidenin başlangıç kısmı için daha çok
nesîb, sonrada teşbîb kavramını kullanmışlardır. Bu iki kavrama daha
sonra muhtevadan dolayı gazeli de katarak, bu üç Kavram arasında
bir fark olmadığını belirtmişlerdir (İbn Reşik 1401: II/753; Râfi’î 2009:
III/85). Kasidenin başlangıç bölümünde ağırlıklı olarak aşk ve kadından
bahsedilmişse farklılıkları dikkate almadan ortak konu öne çıkarılmış
ve bunun isimlendirilmesinde üç kavram eş anlamlı görülmüş-
tür (Râfi’î 2009: III/84). Buna göre Arap şiiri üzerinde çalışanlar; nesîb,
teşbîb ve gazel kavramının bir birlerinden farklı kavramlar olmadığını,
üçünün de aynı şeyi ifade ettiğini, birbirleriyle müteradif olduklarını,
birbirlerinin yerine kullanıldığını, Arap dilinin zenginliğinden dolayı
araştırmacıların bu kelimelerden her hangi birini, diğerine tercih ederek
kullanabileceklerini ifade etmişlerdir (Dehhân 1981: 12).
Aynı durum Farsça kaynaklar içinde geçerlidir önemli kaynakların
tümü nesîb, teşbîb, gazel ve tegazzülü anlam yönüyle bir görmüşler,
bu kelimeleri müteradif olarak kabul etmişlerdir (Sabûr 1384: s. 142-
145; Şems-i Kays-i Râzî 1338: 414-415; Fesâî 1372: 579-584). Böylece kadından,
aşktan, gençlik yıllarından bahsetmek, genç kız ve çocuklarla
sohbet etmek, aşığın ve mahbubun hallerinden söz etmek, maşukun
güzelliğini ve endamını dillendirmek, maşuka kavuşma ve ondan ayrılmayı
beyan etmek, günlerin verdiği sıkıntı ile ayrılıktan şikayet,
yanma-yakılmanın yanında, sevgiliye duyulan özlem, arzu ve istek,
onunla birlikte olma duygusu gibi konular nesib, teşbîb, tegazzül ve
gazelde ele alınıp işlenmiştir (Sabûr 1384: 133-148; Fesâî 1372: 564-576;
Rastgû 1383 3-21; Mutemen 1355: 250-269; Mîr Sadıkî 1376: 188-209)
Ayrıca âşıkane şiir söylemeye tegazzül, kadınlar hakkında söylenmiş
şiirlere nesîb ve tabiatta bağlantılı söylenmiş her şiire de teşbîb diyerek
(Mutemen 1355: 13; Meymenede 1376/1997: 209) anlam daraltılması;
bunlara şarap ve eğlence meclisleri, mevsim, dağ, deniz, ova,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
56
bahçe, gül tasvirleri, ayın yıldızın, güneşin doğuşu ve batışı vb. konular
(Fesâî 1372: 581) ilave edilerek anlam genişlemesi de yapılmıştır.
5. Gazelin İlk Kullanımı: Câhiliye Dönemi
Edebî kavram olmaktan çok, konu olarak gazelin kullanımı cahiliye
döneminde başlar. Başka bir söyleyişle gazelin çıkış noktası eski Arap
şiirine kadar uzanır. Eski Arap şiiri diye de adlandırılan cahiliye dö-
nemi şiirinde aşk ile ilgili duygular sadece aşk ile sınırlı değil, aynı zamanda
yaşanılan aşkın muhitinden, sevgilinin bulunduğu yerlerden,
şairin onunla macerasından, kadınlarla yapılan yarenliklerden, bahsedilir.
Buna göre cahiliye döneminde müstakil bir bab olmayan aşk şiirlerini,
geleneksel kasidenin başlangıç bölümünde kadınlara düşkünlükten
ve aşktan bahseden manzumeler teşkil ediyordu (Demirayak
2009: 142; Ateş 1977: IV, 730-732).
Cahiliye gazellerinde ana motif; terk edilen diyar, kalıntılar ve sevgilisinin
terk ettiği diyarda durmak, kalıntılara/izlere bakarak hatıra ve
maceraları anmak, üzüntü ve gözyaşı dökerek sevgiliye olan özlemi
dile getirmektir (Ali 1406: 442; İnâd Gazvan 1394: 35 vd; Demirayak
2009: 143; Yanık 2010: 28 vd; Çetin 2011: 75 vd.). Terk edilen diyarda
durup, izlere bakarak ağlama geleneğini başlatan cahiliye döneminin
ünlü şairi İmru’u’l-Kays (ö. 565) olmuştur (Zevzenî 1972: 7-11).
“Durun, sevgilinin ve onun Dahul ile Havmel arasındaki Sıktullivâ’da
bulunan yurdunun hatırasına ağlayalım. Tudih ile
Mikrat’a kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgârlarının dokuması
sayesinde henüz izleri silinmemiş olan hatırasına ağlayalım.
Sevgilinin yurdunun geniş alanlarında ve oradaki su birikintilerinde,
bembeyaz ceylanların karabiber tanesine benzeyen
gübrelerini görürsün. Göçlerini yükledikleri günkü ayrılık
sabahında ben, adeta yörenin deve dikeni ağaçları yanında,
Ebucehil karpuzu oyar gibi (gözyaşı döküyor idim). Arkadaş-
larımsa orada bineklerinin üzerinde çevremi sararak kendini
üzüntüyle helal etme, metin ol! Diyorlardı. Benim şifam bol
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
57
bol gözyaşı dökmektir. Fakat silinip giden izlerin yanında ağ-
lamak neye yarar?” (İmru’l-Kays 1419: 40; Yaltkaya 1943: 18;
Yanık 2004: 31vd. ; Demirayak 2009: 186).
Cahiliye döneminde söylenen gazellerde, şairlerin gönül ilişkisi içerisine
girdikleri birer sevgilileri ve bunların bulunduğu mekânlar da
yer almışlardır. Sevgili isimleri ve uğradıkları coğrafya somut ve
maddi olması bu gazellerin realist, aşkın da gerçek hayatta yaşanmış
bir aşk olduğunu gösterir. İmru’u’l-Kays’ın Uneyza (İmru’u’l-Kays
1419: 50), Tarafa b. Abd’ın (ö. 532) Havle (Eyyûbî 1430: 75), Zuheyr b.
Ebî Sulma’nın (ö. 608) Evfâ (Eyyûbî 1430: 1972: 99), Lebîd b. Râbi’a’nın
(ö. 661) Nevâr (Eyyûbî 1430: 188) adında sevgilisi vardı. Sevgililer, şairlerle
aynı coğrafyayı paylaşmaktadır. Uneyza, Dahûl ile Havmel arasındaki
Sıktullivâ’da (Eyyûbî 1430: 23), Havle, Sehmed toprağında
(Eyyûbî 1430: 75), Evfâ, Havmânetu’d-Derrâc ile Mutesellim arasında
(Eyyûbî 1430: 137), Nevâr, Mîna diyarında (Eyyûbî 1430: 179), Antere
b. Şeddâd’ın Ablesi Civâ’da (Eyyûbî 1430: 243), Haris b. Hillizye’nin
sevgilisi olan Esmâ’, Burkatu’ş-Şammâ’da bazen de Halsâ (Eyyûbî
1430: 340) adlı mekânda yaşamaktadır.
Cahiliye dönemi gazellerinde şairler, sevgililerinin fiziki özelliklerinin
görüntülerini öne çıkarmışlardır: beyaz tenli, ince belli, siyah
saçlı, dolgun ve sık bacaklı olan sevgili, bir ceylandır (Zevzenî 1972:
26-27, 29-30, 64). Dudakları esmer ve incedir. Yüzü oldukça güzel ve
pürüzsüzdür. Parlaklık yönüyle güneşe benzer. Dişleri, papatya çiçeği
gibi beyazdır. Gülümsemesi, kumluk üzerindeki nemli tepeciklerde
açan bir papatyayı andırır (Zevzenî 1972: 64-65). Gözleri yaban sığırı-
nın gözleri gibi iri, güzel ve siyahtır. Bakışları, Vecra’nın yavrularına
şefkatle bakan beyaz ceylanların bakışı gibi ürkektir (Zevzenî 1972:
133). Uzun boylu olan sevgili, kabile fertlerinden olduğu için sosyal
statü olarak hürler tabakasından biridir. Sevgililerin görüntüleri tabii
halleri, onları aranılan, istenilen, kendisine âşık olunan bir obje durumuna
getirir. Gazellerdeki aşk daha çok görüntüye ve fiziki özelliklere
dayalı bir aşktır. Yani, maddi, dünyevi ve somut vasıflara haizdir.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
58
Şair, gazelinde fiziki özelliklerinden bahsedip, görüntüsünün resmini
çizdiği sevgiliyi görür görmez âşık olur. Sevgili, sevilip ikram gö-
ren bir konuk gibi şairin kalbine iner (Zevzenî 1972: 193). İki sevgilin
visali; bulutların beraberinde getirdiği şimşek ve yıldırımların kesildiği,
sel haline dönüşen yağmurların durduğu, rüzgârın şiddetini kaybettiği
yaz mevsiminden biraz önceki zamandır (Vadet 1372: 77). Visal
zamanında aralarında söz verme ve yemin güçlü olduğu için birbirlerinden
kopup ayrılamazlar. Hicran, söz konusu ve istenilen bir durum
değildir. Bu birliktelik ayrılık sabahına kadar devam eder (Dabbî 1419:
77). Cahiliye dönemi gazeli, içerik olarak iki eğilimi bünyesinde barındırır.
6. Ümmü’l-İyâs: Güzelin ve Güzellik Unsurlarının Prototipi
Bir estetik değer olan güzellik, bir nesnenin güzel hükmünü verme
konusunda bulunan öznede haz ve beğeni duygusu oluşturmasına yol
açan temel özelliğine denilmektedir. Nesnenin öznedeki beğeni veya
haz duygularını harekete geçirebilmesi için öznenin duygularını etkilemesi
gerekmektedir. Dolayısıyla güzellik görme, işitme, dokunma
gibi duyu verilerinin biçim, orantı, düzen ahenk, yetkinlik ve ölçülü-
lük yoluyla ruhun derinliklerinde beğenme, hoşa gitme ve hayranlık
duygusu uyandıran duyguya verilen isimdir (Cevizci 2000: 420-421).
Diotima’ya göre güzellikler çeşitlidir ve bir güzeller hiyerarşisi bulunmaktadır.
Aşkın yöneldiği ilk güzel, bedendeki güzelliktir. Aşkın sırrına
ermek için güzel bedenler aramalı, ona doğru yönelmek gerekir
(Platon 2007: 210a)
Cahiliye şiirinde kadının bedeni ve bu bedenin taşıdığı güzellik,
kuşkusuz inkar edilemez. Duygular bu güzel beden üzerinde yoğunlaşır,
kelimeler de güzelliğin derecesini belirtmek ve beden güzelliğini
tarif ve tasvir etmek için kendilerine biçilen rolü oynarlardı. Güzelliğin
ölçütü ne olabilir? Kadın güzelliği ile ilişkili figüratif dil hangi metaforlar
içerir? Bu soruların cevapları, kadın bedenini tarif eden ve İslam
öncesi döneme atfedilen en eski metinlerden birinde yer almaktadır.
Mensur olan bu metinde yer alan kadın bedeni ve bedensel güzellik,
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
59
kadında bulunması gereken güzelliği ve anlayışı göstermesi açısından
önemlidir. Arap şiirinde Afrodite doğmaktadır.
Mensur metin bir kadının bedenini ve güzellik unsurlarını gözlemlemek
ve gözlemlerini sunmak niçin görevlendirilmiş İsâm adlı kadına
atfedilmiştir. Ünlü şair İmru’u’l-Kays’ın büyük babası ve Kinde kabilesinin
lideri olan Amr b. Hucr, bir kabilenin lideri olan Avf b. Muhallem
eş-Şeybânî’nin güzelliği dillere destan olan kızı Ümmü’l-İyâs ile
evlenmek ister. Amr b. Hucr hem söylenilenlerin doğru olup olmadığı
hakkında hem de Ümmü’l-Îyâs’ı gözlemlemek amacıyla Îsâm adlı kadını
görevlendirir. İsâm, kızın kabilesine gider ve annesiyle görüşerek
durumu anlatır. Kadın, kızına “kızım! Bu gelen kadın, senin teyzen,
sana bakmak istiyor, ondan bir şey gizleme, sorduklarına cevap ver”
der. İsâm, kızın yanına gider ve daha önce görmediği bir güzelle kar-
şılaşır. Gözleri, ilk kez böyle bir güzel görür. Fiziksel ve güzelliksel
yönlerden başka akıl bakımından da insanların en mükemmeli idi.
İsâm, kızın yanından çıktığında şöyle der: “Örtüsünü açan hileyi terk
eder. ” Yani o kadar masum ve temiz… Bu söz bir darb-ı mesel olur.
Sonra kızın annesi, “İsâm ne gördün? “ der. O da “Tereyağından çıkmış/süzülmüş
yağ” der. Yani, sanki bir kaymak… Bu söz de darb-ı mesel
olur (İbn Abdirabbih 1404: VII/119). Ümmü’l-İyâs’ı çıplak gözlerle
görüntüleyen İsâm, Amr’ın yanına döner gördüklerini anlatır. Onun
görüp aktardığı, kadın güzelliği için kriter kabul edilir:
“Atın saç örgüsü gibi örgülü siyah saçları, parıldayan ayna gibi alnı
var. Berrak ve güzel olan alnını kapatan/örten saçları, tarandığında
şiddetli yağmurlarda yıkanmış parlayan üzüm tanesi/salkımı görü-
nümündedir. Zincir halkalarına benzer dolgun yay gibi kaşları var.
Onlar, karbon siyahı gibi koyu olup sanki bir kalem tarafından çizilmiş
gibi mükemmel tasarlanmış ve güzel bir kuşun güzel gözlerine
benzeyen, alımlı gözlerinin üstünde kıvrılmıştır. Ne uzun ne de kısa
olan, kaşlar arasında güzel bir kılıç gibi parlayan burun. Hiçbir aslanın
korkutmadığı, avlamadığı yanakları erguvani renktedir. Uzun
ve basık olmayan inciye benzeyen parlak dişlere, tatlı gülüşe ve yü-
zük kadar küçük bir ağza sahiptir. Seher gibi açan beyaz yüz, gül gibi
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
60
kırmızı dudaklar ve bal gibi tatlı, şarap kokan tükürüğü var. O, uzun
boylu ve ince belli olduğu kadar, çok akıllı olup güzel konuşur, hazır
cevaptır. Boynu, gümüşten yapılmış ibrik/sürahiye benzer. Sanki kemik
ve damardan arınmış gibi etli ve yağlı olan güzel kolları vardır.
Göğüsleri iki nar gibi yuvarlaktır. Yumuşak ve çok narin elleri vardır.
Elbise altında görünen katlanmış bez gibi bir karın, karnının ortasında
kat kat yaprağa benzeyen, fildişi gibi beyaz ve parlak bir gö-
beğe sahiptir. Cetvel gibi düzgün bir sırt ve bu sırtın altında yuvarlak
kalçalar bulunmaktadır. Bunlar, küçük bir toprak/kum yığınına
benzer. Hurma ağacı gibi dolgun ve yapılı bacakları vardır. Bütün
bu ağırlıklar iki küçük ayaklar tarafından taşınmakta/yürütülmektedir.
Bunların dışında kalan yerleri söylemiyorum, onu ancak şiir
söyler” (İbn Abdirabbih 1404: VII/119-121).
Ümmü’l-İyâs’ın sahip olduğu güzellik unsurlarının tamamına yakını
cahiliye şairlerinin divanlarında yer almıştır. İsâm, Ümmü’l-
İyâs’ın güzelliğini kadınsı bakış açısından çok, erkeksi gözlerle gözlemlemiş,
onu tıpkı bir erkek gözüyle süzmüştür. İsâm’ın gözlemleri,
dönemindeki Arap güzellik anlayışının estetik ölçütünü yansıtmaktadır
(Zâhî 1999: 75, Harthi 2010: 105).
7.Gazelin Tür Boyutuna Ulaşması: Emevîler Dönemi
Gerek Cahiliye, gerek Sadrul-İslam dönemlerinde kasidenin baş-
langıcında bazen birkaç beyit bazen de 13-14 beyit olarak yer alan gazel,
Emevîler döneminde kasidenin tüm beyitlerini kapsayacak bi-
çimde bir şiir türü olarak ortaya çıkmıştır. Bağımsız bir şiir türü olarak
toplumun her katmanlarında rağbet gören gazelin ortaya çıkışında
sosyal, kültürel ve siyasi nedenlerin olduğu su götürmez bir gerçektir.
Bu oluşuma geçmeden önce, bunu sağlayan ortamı gözden geçirmek,
gazelin tür olarak ortaya çıkışının anlaşılmasına fayda sağlayacaktır.
7.1.Emevî Ortamı
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
61
Hz. Alî’nin şehit edilmesi ve Hz. Hassân’ın hilafeti Muaviye’ye devretmesiyle
Emevîler dönemi (650-750) başlamış olur. Bu zamana kadar
çeşitli usullerle seçilen devlet başkanları, Muaviye’nin oğlu Yezîd’i
kendisinden sonra devlet başkanı olmak üzere veliaht tayin etmesiyle,
hilafet saltanata dönüşmüştür. Artık Emevî soyundan devlet başkanları
iş başına gelmişlerdir. Emevî iktidarıyla birlikte kabilecilik ve siyasi
tutuculuk birinci plana yerleşmeye başlamıştır. Bu yüzden,
Emevîler dönemi, siyasi sosyal ve idari alanda kabileciliğin ve siyasi
tutuculuğun belirleyici olduğu bir devirdir. Devletin kurucusu Muaviye
(ö. 680)’nin takındığı siyasi tavır bunun en açık göstergesidir (Aycan
2003: 16 vd.). Emevîler döneminde baskın bir karakter arz eden
kabilecilik, ırkçılık/Arapçılık şeklinde kendini ortaya koymuştur. Bu
dönemde açıkça fark edilebilecek bir şekilde soy üstünlüğüne göre
muamele söz konusu idi. İnsanlar, neseplerine göre değerlendirilirlerdi
(Aycan 2003: 21).
Yönetimin hilafete dönüşmesinin en belirgin sonuçlarından biri de
toplum yapısında hiyerarşinin kendini göstermesi idi (Aydın 1991:
150). Emevîler döneminde sosyal tabaka genel anlamda Müslüman ve
gayrı Müslim olmak üzere iki kısımdan oluşmakta, Müslümanlar da
kendi aralarında Müslüman olan Araplar ile Müslüman olup Arap olmayan
mevâlî olarak iki farklı gruba ayrılmaktaydı. Müslüman Araplar,
statü bakımından üstün görülüp devlete hakim tabakayı oluştururlarken,
mevali ise sosyal statü ve prestij açısından, Araplardan
aşağı görülmüş ve itibar görmemişlerdir (Aksu 2006: 6 vd.). Zira,
Araplar ‘ben’i, mevâlî ise ‘öteki’ni tanımlayan birer kavram olmuştu
(Aycan 2003: 21).
7.2. Şehirleşme/Dünyevileşme
Emevî döneminin en belirgin özelliklerinden biri de kentleşme ve
onun sonucu olarak dünyevileşme olgusudur. Bunun muhtemelen iki
belirgin sebebi vardır. Birincisi Hz. Peygamber’e karşı en etkili muhalefet
gösteren ve Kureyş içerisinde İslamiyet’i en geç kabul eden
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
62
Ümeyye soyunun İslam dinine, Râşid halifeler kadar bağlı olmayışı,
ikincisi ise, artan zenginlikle birlikte, lüks ve israfın yaygınlaşmasıdır.
Medenileşme/kentleşme ve dünyevileşme, medeni hayatın temsil edildiği
şehirlerde, açık bir şekilde karşımıza çıkmaktadır (Aycan 2003:
25).
Medenileşme, şehirlerin kurulması ve donatılmasıyla başlamıştır.
Emevîlerden önce yönetim binası, camiler, çarşı ve pazarların fiziki gö-
rünümler, son derece sade basit ve ilkel bir durumdayken, Emevî yö-
netimiyle birlikte bu durum değişmeye başladı. Yapılanma, döneminin
şartlarına göre en üst seviyeye çıkarıldı, gösterişli ve sağlam yapı-
larıyla kentler gerçek bir şehir görünümüne büründü, ilk kurulan kentlerden
Basra ve Kufe, Emevî toplumun medenileşmesi ve kentleşme
sürecinde önemli bir rol oynadılar (Nâcî 1986: 344; Huleyf 1968: 7 vd.,
Söylemez 2001: 21 vd.).
Dünyevileşme olgusu ise; yönetim merkezi olan dâru’l-imâraların,
şehrin merkezinde kurulan, İslam şehirlerinin temelini oluşturan ve
her zaman dâru’l-imâralarla bitişik ve yan yana bulunan caminin yanından
ayrılıp, şehrin çeşitli yerlerine özellikle de kentin gürültüsünden
uzak bölgelerde büyük ve gösterişli yapılar haline dönüşmeye
başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Aynı şeyi, şehrin içindeki devlet
başkanı sarayları ile site şehir görünümünde olan ve şehir dışında
kurulmuş saraylar içinde söyleyebiliriz (Can 1995: 103; Aycan; 2003:
26; Altınay 2006: 141). İnşa edilen bu binaların İslam sanat tarihinde
önemli bir yeri ve yöneticilerin camiden uzak bir yerde ikamet etmeye
başlamalarının birtakım sebepleri olduğu gibi, Emevî devlet başkanlarının
günlük yaşamının dünyeviliğini ve Emevîler dönemindeki dünyevileşme
olgusunu ortaya koyması açısından da müstesna bir yeri
vardır (Altınay 2006: 140-141).
Sarayların, şehirdeki dâru’l-imâralara kıyasla daha muhteşem yapıldığını
görmekteyiz. Saraylar, Muaviye’den itibaren Emevîler’deki
dünyevîleşme göstergelerinin en açık izlerini taşımaya başlamıştır. Bu
saraylarda her türlü eğlence ve eğlendiricilerle birlikte, lüks ve dün-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
63
yevî bir hayat yaşanmaya başlamıştır. Saraylarda içkili, müzikli eğ-
lence, rakkaseler, şairler, kadın-erkek şarkıcılar, bazen güldürücüler,
şeytanlar ve dönemin eğlence vasıtalarının hemen hepsi, dini yaşantıya
duyarlı bazı halifelerin dönemleri dışında, nerdeyse hiç eksik olmamıştır.
Muaviye, Harda isimli bir saray yaptırıp, buraya yerleşmesi,
kendinden sonra gelen devlet başkanlarının büyük paralarla muhte-
şem saraylar yaptırarak lüks bir hayat sürmeye başlamalarına da örnek
olmuştur (Atçeken 2001: 217: 221; Koyuncu 1997: 77-161; Hasan
İbrâhîm 1985: II/239; Altınay 2006: 147).
Dünyevîleşmenin birden çok sebepleri vardır. Bunların başında, fetihlerden
elde edilen ganimetler ve bütçeden tahsis edilen paylarla
bölge sakinlerinin zenginleşip zevk ve eğlenceye dayalı bir hayat ya-
şamaya başlamaları (Yalar 2009: 46) ve toplumdaki refah seviyesinin
artması gelmektedir. Arapların İslam’dan önce şahit olmadıkları bu
zenginlik, lüks ve zevke dayalı yaşam, Şam’daki Emevî aristokrasisiyle,
Hicaz sınırları içerisinde Mekke ve Medine’deki Kureyş aristokrasisinin
oluşumuna zemin hazırladı. Küfe de aristokrat tabakanın bulunduğu
yerlerden biriydi. Rahat bir hayat yaşayan bu zümreler, yö-
neticilerin teşvikiyle meclis ve eğlenceler düzenleniyorlardı (Huleyf
1968: 204-206; Dayf, ts.: 6,140). Bu da toplumda var olan dünyevileş-
menin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kureyş aristokrasisinin çocukları; babalarından kalan malları korudukları
kadar, onların dini duygularına fazla rağbet etmemeleri (Şevkî
Day, ts.: 194), Emevî toplumunda alkol bağımlılığının artması, giyim
kuşamda aşırı lüks ve israfa kaçılması ve ipekli elbiselerin giyilmesi
(Altınay 2006: 150, 301 vd.) gibi pek çok sebep dünyevileşmenin sebeplerindendir.
7.3.Eğlence Kültürü
Emevî döneminin oldukça dikkat çeken özelliği şüphesiz ki, ilk dö-
nem İslam toplumunun peşinden gelen bu dönemde eğlence kültürü-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
64
nün oluşması ve gelişmesidir. Araplar, fetihler sonucu eskiden hiç sahip
olmadıkları servete kavuştular. Bu servet onları İslam’ın istediği
sade yaşantıdan uzaklaştırıp, lüks bir hayata yöneltiyordu. İslam toplumunda
servetle gelen bu değişim rüzgarları, onların sadece yaşam
standartlarının yükselmesine değil, hayat anlayışlarının ve zevklerinin
de değişmesine yol açtı (Aycan 1988: 161) ve Emevî toplumunda eğ-
lence kültürü oluşarak, eğlence bir yaşama biçimi haline geldi ve
Emevî şehirlerinde eşitli eğlenceler görülmeye başlandı (Huleyf 1968:
204).
Hicaz’da ve ülke genelinde hem yöneticiler hem de halk arasında
eğlenceye düşkünlük artış göstermiştir. Çünkü Emevî halifeleri başta
olmak üzere, yöneticiler ve aile üyelerinin çoğu eğlenceye yönelik bir
hayat yaşıyorlardı. Daru’l-kıyanlar ve meyhaneler şehirlerdeki eğlence
mekânlarıdır (Altınay 2006; 226-229, 376). Mekke, Medine, Hire, Şam
gibi şehirlerde, Hicaz, Irak ve Horosan gibi bölgelerde içki içildiği gibi,
Beytu’l-Hammâr veya Hânâtu’l-Hammârîn adıyla anılan meyhanelerin
bulunduğu da bilinmektedir (Câhız 1991: II/231). Meyhanelerin yanında
şehirlerde var olan eğlence mekânlarından biri de kadın şarkıcı-
ların şarkı söyledikleri Dâru’l-Kıyânlardır (Huleyf 1968: 213).
Halifeler içerisinde eğlence geleneğini ilk başlatanın ve eğlence kültürünün
oluşmasının baş mimarı Yezîd b. Muaviye (ö. 684) olduğu
söylenir (Altınay 2006: 376; Kılıç 2001: 396 vd.). Yezîd’in yakın adamları
ve yöneticilerinin çoğunun içki ve eğlenceye düşkün olduğu belirtilir.
Emevî saraylarından başka, bazı valilerin konakları ve şehri yö-
nettikleri merkez olan daru’l-imâralarda eğlence, sohbet, müzik ve içki
masası düzenlendiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Saray ve daru’l-imâralarda
başlayan eğlence, şehirlerde meyhaneler, beytü’l-kıyanlar, çarşı
ve pazarlar eğlencenin bir numaralı merkezi olmuştur. Belirli vakitte
panayırlar da eğlence mekânı olarak da fonksiyon görülmüştür (Altı-
nay 2006: 222 vd).
Emevî toplumunun en yaygın eğlence yerlerinden biri de şarkıcıların
evleriydi. Buralar halka açık müzikli eğlencelere ve özel müzikli
toplantılara sahne olur ve ilgiden dolayı adeta izdiham yaşanır, ev de
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
65
eğlenceden sarsılırdı. Ayrıca bazı eşraf konaklarında, aristokrat zümrenin
köşklerinde ve bahçelerinde de büyük çapta eğlenceler düzenlenirdi.
Emevîler dönemi, içki meclislerinin kurulduğu, eğlence çeşitlerinin
çoğaldığı, eğlence mekânlarının fazlalaştığı, içki içenlerin arttığı
ve eğlencenin bir kültür ve sektör olarak öne çıktığı bir dönemdir. Eğ-
lence kültürünün yaygınlaşmasının Emevîlerin politikası ve bir Emevî
siyaseti olduğu söylenmiştir. Bunu haklı kılacak tarihi malzemede bulunmaktadır
(Aycan 1988: 156-192; Altınay 2006: 220 vd. 371-455).
7.4.Gazelin Tür Oluşu
Emevîlerle başlayan değişim, yukarıda da anlatıldığı gibi şiire de
yansımış ve edebi hayatın çehresi değişmeye başlamıştır. Bu değişimin
merkezi Hicaz olmuştur (Vadet 1372: 82 vd). Hicaz’ın sosyal ve kültü-
rel yapısı mevcut şiir türlerinden gazelin bu bölgede yaygınlık kazanmasına
neden oldu. Hicaz, söz konusu dönemin başlarında gazelin
yanı sıra öteki şiir türlerinin hepsini ihtiva ediyordu. Ancak çok geç-
meden diğer türler birer birer kayboldu ve gazel onların yerini aldı.
Şairlerin bu çevrede sadece gazelleriyle ün yapmaları bunun işaretidir.
Artık Hicaz, gazel şiirlerinin merkezidir (Kılıçlı 1993: 99). Diğer yandan
Emevîler döneminde gazelin eski bir medeniyet mıntıkası olan
Irak’ta/Şam’da değil de Hicaz’da ortaya çıkıp gelişmesi ve zirveye
ulaşması ayrıca dikkate değer bir hadisedir.
Emevî hükümdarları, siyasetlerinin bir gereği olarak toplumun her
katmanlarına, Emevî siyasetiyle uğraşmamaları için rahat bir ortam ve
geniş bir serbestlik alanı sağlamışlardır. Hicaz şehirlerinde, kadın ve
erkeklerin karşılıklı aşk maceraları yaşamaları, bunlarla iştigal etmeleri,
özellikle de Mekke ve Medine’nin seçkin ailelerini siyasî gelişmelerin
uzağında tutarak ve kendilerine dönük muhtemel tehditleri bertaraf
etmek için, rahat, hoşgörülü, toleranslı ve dünyevî bir ortam oluş-
turmuşlardır (Dehhan 1981: 36, 40). Dünya zevklerine daha çok rağbet
gösteren şairler, aşk ve kadını konu alan şiirlere yani gazele yöneldiler,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
66
rağbet ettiler (Dayf, ts.: 6). Bu ortamda gazel gelişme alanı buldu, rağ-
bet gördü.
Gazelin Hicâz’da rağbet görmesi, eğlence kültürü, gına, halkın ya-
şadığı hayat tarzı, sahip olduğu refah ve hürriyetle yakından ilgilidir.
Cahiliye ve Sadrul-İslam’da kasidenin bir parçası olan gazel, Emevîler
döneminde müstakil bir hale gelerek, bu asrın insanların yeni hayat
tarzlarına ve duygularına hitabeden bir şiir türü oldu (Kılıçlı 1993: 97).
Başka bir ifade ile cahiliye döneminde aşka ve kadına ait duygular, kasidenin
başlangıç bölümünde ele alınıp işlenirken bu duygular,
Emevîler döneminde kasidenin bütününe yayılmıştır. Böylece kasidenin
bütün beyitlerinde aşk ve kadın konusu işlenen şiir türüne gazel
demişlerdir (Hüseyin 1991: I/478). Artık gazel, tür boyutuna ulaşmış-
tır. Şairlerle mugannî ve muganniyeler arasındaki sıkı ilişkiler, öte
yandan halkın tükenmek bilmeyen istekleri, şairleri gazel konulu şiirler
söylemeye yöneltti. Şairler, bütün ihtimamlarını aşkı hikâye eden
bu yeni şiir türüne hasrederek eski şiirin diğer türlerine önem vermez
oldular. Şairler olup bitenleri dile getirmekten hiçbir şeyin alıkoymadığı
bir serbestliğe sahip oldukları için, gazellerinde hadisleri tekellüfsüz
ve ayrıntılarıyla anlatmaları adetinin yaygınlaşması bu asırdaki
gazele de yansıdı ve gazelin yayılıp gelişmesine neden oldu (Kılıçlı
1993: 98).
Sosyal konumu, ekonomik durumu ne olursa olsun gazel, toplumun
her katmanlarında benimsedi. Cinsiyet farkı gözetilmeksizin hemen
herkes gazele rağbet gösterdiler. Emevî halifelerinin topluma
sunduğu imkânlar, toplum ve fert boyutunda gazeli tutku haline getirdi
(Dehhân 1981: 37-39; Dayf 1979: 99-104). Toplumun bütün katmanlarında
gazele şaşılacak derece de ilgi duyulması, toplumun gözde
ve seçkin, saygı duyulan kesimlerindeki insanların da ilgisini çekmiş,
bu gruplar da gazel söylemekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Bunların
başında dindarlar, abitler, zahitler, kadılar, fakih ve muhaddisler
gelir. Dönemin ünlü İslam hukukçusu Sa’îd el-Museyyib, gazele ilgi
duyanların başında gelmiş, gazelin en güzel örneklerini vermiş ve
bunlardan pek çoğunu da Mescid-i Nebevî’de inşâd etmiştir (Dayf
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
67
1979: 94). Ayrıca Urve b. Uzeyne, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe ve
Mahzumî gibi tanınmış din adamlarının yanında, Medine’nin ilk yedi
fakihi olarak tanınan şahsiyetleri de hem gazel söylemişler, hem de
musikiye rağbet etmişlerdir (İsfahanî 1423: IX/193; Dayf 1979: 100 vd.)
Rum, özellikle de İran asıllı olup ve o kültürle yetişip Hicaz şehirlerine
getirilen yabancı unsurlar içerisindeki çeşitli köleler, özellikle de
cariyeler, kendi lisanlarının yanında, Arap diliyle de şarkı söylemeleri
de gazelin yayılmasının nedenlerindendir. Zira bu şarkıcılar, şairlerle
yüz yüze geldiklerinde onların gazellerini besteleyerek okumaya baş-
ladılar. Bu da gazelin geniş kitlelere ulaşmasına neden oldu. Gazelin
geniş kitlelere ulaşmasında muganni ve muganniyelerin rolü çok bü-
yük olmuştur (Dehhân, ts.: 1981 vd; Dayf, ts.: 139 vd.). Böylece gına ile
şiir, şiir ile şarkıcı arasında daha önce var olan irtibat bu dönemde daha
da güçlenerek devam etti. Fakat, Emevîler döneminde özellikle gına ve
şiir arasındaki rabıta şiirin bir tek türüne inhisar etti ki, o da gazeldi
(Kılıçlı 1993: 96). Bu da gazelin yaygın bir şekilde kullanımını sağladı.
7.5.Sevgi Çağı
Arzuların ve zevklerin yaşandığı Emevî toplumunda öne çıkan
duyguların başında aşk ve sevgi gelmektedir. Bu sevgi hem şehirlerde
hem de göçebe toplum arasında oldukça rağbet gördüğü için büyük
bir gelişme göstererek hızlı bir şekilde yayılmıştır. Aşk ve sevgi teraneleri
hemen hemen Emevî toplumunun büyük bir kesiminde yankı
bulmuştur. Konumları ne olursa olsun evli, bekâr, hür, köle, erkek ve
kadınlar sevgi ve aşklarını dillendirmişler, birer sevgili edinmişler, onlarla
açıktan ve gizliden aşk maceraları yaşamışlar, aşklarını korkusuzca
ilan etmişlerdir. Emevî sosyal ortamı buna müsait idi (Dehhân
1981: 19; Dayf 1979: 39 vd.).
Bu dönemde aşklar, daha çok hac mevsiminde hem yaşanıyor, hem
de ilan ediliyordu. Evli olsun olmasın sosyal statüsüne bakılmadan,
fakir zengin denilmeden toplumun her kesiminden insan sevdiklerine,
beğendiklerine ya aşk ya da evlilik ilanı yapıyorlardı. Hac’da oluşan
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
68
aşk ve sevgi efsaneleri, buradan başta şehirler olmak üzere badiyelere
kadar bütün Arap beldelerine yayılıyordu (Dehhân 1981: 39). Hac
mevsimi aşıkların buluştukları ve güzel duygularla ayrıldıkları bir zaman
dilimi, gazeller de bu sürecin tasvir edildiği canlı ve somut belgeleridir
(Filshtinsky 1985: 214). Aşık ve maşukların dudaklarından dö-
külen aşk sözleri ve sevgi dolu duygular gazellerle terennüm ediliyor,
gazeller vasıtasıyla gerçekleştiriliyordu. Artık şairler, kendisinin ve kabilesinin
savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarının veya beğenilen sı-
fat ve vasıflarının yerine, güzelliğiyle şöhret bulan kadınlara ve genç
kızlara ait duygu ve sıfatlara yer vermişler, kabilesine değil, muaşaka
halinde olduğu veya aşkını ilan ettiği kadın ve kızlara övgü düzmüş-
lerdir (Dehhân 1981: 40).
Kaynaklar, Halife Abdülmelik b. Mervân (685-705)’ın kızı Fatıma’nın
Hacca gittiğinde, etrafında gözlerinin güzelliklerinin bir benzeri
olmayan, yüzlerinin güzellikleri hemen fark edilen cariyelerle yola
koyulup Mekke’ye girinceye kadar kendisine gazelle bir övgü yapılmadığı
için kızıp öfkelendiğini, tavaftan sonra yola koyulmak üzereyken,
ünlü şair Ömer b. Ebî Rabî’a’nın kabilesinden biriyle karşılaştığını
ve Fatıma’nın Ömer’in Hac’dayken kendisine bir gazel söylemediği
için hem Ömer’e hem de kabilesine lanet okuduğunu, adamın da
Ömer’in mutlaka bir gazel yazdığını Fatıma’ya söylediğinde, Fatıma’nın
da o kişiye “öyleyse söylediği bir gazel varsa onu bana getir.
Sana her beyte karşılık on dinar vereyim” dediğini, Ömer’in de aşağıda
ilk beyti yazılı olan gazeli halifenin kızına gönderdiğini yazmışlardır:
“Dostların birbirlerinden ayrılması kalbimi korkuttu, göç
günü kader dolu duygularını coşup da dalgalandı. ” (Bustânî
1989: I/293)
Şiire, şarkıya, eğlenceye meyilli olan Halife Süleyman b. Abdülmelik
(715-717), Ömer b. Ebî Rebî’a’dan kendisi hakkında bir övgü şiiri
inşâd etmesini ister. Ömer: “kadınların dışında kimseyi övmem, bunların
dışında kimseye de methiye söylemem” (İsfahanî 1964: I/61,
Fâhûrî 1361: 197) diyerek hem çarpıcı hem de döneminin gereğini yan-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
69
sıtan bir cevap verir. Hz. Osman’ın torunlarından ve de Emevîler dö-
neminin meşhur şairlerinden biri olan Arcî de tehlikeye atılmak, sonuncuna
katlanmak gerekecekse, bu erkekler için değil, kadınlar için
ve de aşk hususunda olması gerekir (İsfahanî 1964: I/42) diyerek, bu
gerçeği dile getirir.
Emevîler zamanı, açıktan veya gizliden yaşanan, efsaneleşip nesilden
nesillere aktarılan aşkların çıkış noktası olan bir dönem olarak gö-
rülmüş, aşk ve sevgi çağı olarak bilinmiştir (Abdullah 1407: 155 vd.).
Gerçekten de bu dönem, göz kamaştıran, baş döndüren, debdebelerle,
zenginliklerle dolu, pembe hayallerin süslediği bir rüya âlemi dönemi
olmuştur. Bu âlemi süsleyen en önemli motif ise gerçek ve somut anlamda
yaşanan aşk ve kahramanı olan kadın olmuştur (Gündüz 1998:
46).
Halifeler bile aşka düşmekten kendilerini kurtaramamışlar yaşadıkları
büyük aşklarla dillere destan olmuşlardır. Yezîd b. Abdülmelik
(720-724)’in önce Sellâme Kass, sonra da Habbâbe ile yaşadığı aşk bunlardan
biridir. Öyle ki, kaynaklar bunlardan Habbâbe’nin güzel sesiyle
halifeyi kendine bağladığını, Yezid’in Habbâbe ile şiir, musiki ve içki
âlemleriyle meşgul olduğunu, Habbâbe’yi çılgınca sevdiğini, onu devlet
işlerine tercih ettiğini, onunla sık sık halvete çekildiğini, böyle bir
eğlence esnasında da Habbâbe’nin boğazına bir nar tanesinin kaçıp ölmesi
üzerine de cesedinin yanında üç gün süreyle yanından ayrılmadığını,
onun cansız vücudunu üç gün boyunca öpüp kokladığını, onun
cesedini kokmaya başlayıncaya kadar defnettirmediğini, Yezîd’in
üzüntüsünden dolayı on beş gün sonra öldüğünü söylemişlerdir
(Mesûdî 1393: III/195 vd; Zeydan 2004: I/137 vd.)
Tutkulu bir sevgi ile Habbâbe’ye bağlı olan Yezid b. Abdülmelik’in
ölümünü Ali b. Amrûs şöyle nakleder:
“Yezîd, Habbâbe’nin ölümünden sonra yanında Habbâbe’nin
cariyelerinden biriyle saraylarını ve hazinelerini görmeye gider.
Birlikte dolaşırken cariye: “aşkı uğruna gözyaşı döküp aklını
yitirenin sevdiği kişinin evini bomboş ve karanlık görmesi,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
70
üzülmesi için kâfidir” diye bir şiir okuması üzerine Yezîd, bir
çığlık atar ve bayılır. Uzun bir süre uykudan uyanmaz. Uyanınca
da gece boyunca ağlar. Ertesi gün de tek başına kalıp
Habbâbe için ağlar. Odasına girdiklerinde halifeyi ölmüş bulurlar”
(Harâ’itî 1420: 195).
Halifelerin yanında din adamları da sevgi çağında âşık olmuşlar,
hiç kimseden çekinmeden sevdiklerine karşı en içli aşk şiirleri söylemişlerdir.
Daha önce isimlerini belirttiğimiz Medine’nin yedi fakihinden
biri olan Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Huzeyl kabilesinden
sevgilisi Asme hakkında duygularını gazelinde şöyle dile getirmiştir:
“Seni çok seviyorum! Eğer (bu sevginin birazını) bilsen kendini
güçlü görür ve aşamayacağın güçlük kalmazdı. Benzeri
olmayan bir sevgiyle seni seviyorum! Âşıklar için uzak da yakın
sayılır. (Sana olan) benim duygularımı Kâsım b. Muhammed
bilir. Sana duyduğum aşkı Urve de Saîd de bilir (Harâ’itî
1420: 283).
Harâtî, şiirde adları geçen kişilerin Medine fıkıhçıları olduğunu
söylemiştir. Bunlar: Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk, Urve
b. Zubeyr b. Avvâm, Saîd b. el-Museyyep’tir (Harâ’itî 1420: 83).
8. Hadarî Gazelin Doğuşu
Zemin ve kültürel ortamın bu denli uygun bir duruma gelmesi, ilk
olarak Hicaz yöresinde, özellikle Mekke ve Medine’de şehir hayatının
zevke bağlı maddi aşkı ve duygular dünyasını şuh bir ifade ile tasvir
eden, hayatı seven “el-gazelu’l-hadarî” veya “el-gazelu’l-hissî” olarak adlandırılan
aşk şiirleri gelişmeye başladı (Furat 1996: 144-150; Filshtinsnsky
1985: 44-45). Bu gazel türü Hicaz’ın ünlü ve zengin yüksek
tabakası arasında yaygınlaştı. Kent yaşamının gereklerine uygun olarak
lüks ve bolluk içerisinde aristokrat bir yaşam süren hadarî şairler,
yaşamın güzelliklerini betimlemişler ve hayatı seven aşk şiiri geliştirmişlerdir
(Dehhân 1981: 40 vd; Furat 1996: 145 vd.).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
71
Hadarî gazeli doğuran etkenler çok boyutlu görülmesine rağmen
birbirine bağlı halkalarla tek boyuta indirgenebilir. Kentleşme, sosyal
ve ekonomik göstergeler, eğlence sektörünün oluşumu, değişen kadın
imajı, siyasal endişeler, tespih taneleri gibi dünyevileşme üst başlığına
bağlanabilir. Dünyevileşme başlığında toplanan bu tanelerin her biri
hadarî gazelin doğuşunda etkin rol oynamışlardır. Medeniyetin temel
ayağı olan ilk kentleşme, İslam toplumunda iki şekilde gerçekleştirildi.
Birincisi, çadırda yaşayan bedevi Arapların yerleşik hayata geçerek İslam
öncesi kurulmuş olup sonradan İslam egemenliğini kabul eden şehirlere,
ikincisi de Müslümanlar tarafından kurulan yeni şehirlere yerleşmeleriyle
başladı. Bu hareketleri şehir planı, sosyal ve idari düzenleme
ve yapısal düzenleme takip etti. Yaşanan çevre ve fiziki alanlar,
insanların günlük yaşamlarını da etkiledi. Bu gelişmeler, dönemin zihniyet
dünyasını ve dünyaya bakış felsefesini göstermesi açısından
önemlidir (Huleyf 1968: 10, Altınay 2006: 76). Fetihlerle elde edilen her
türlü gelirler, kentsel dönüşümde kullanıldı. Gelişen şehirleşme, halkın
sosyal ve ekonomik düzeyine olumlu yansıdı ve zenginleşme olgusu
kendini gösterdi.
Zenginleşme ve ekonomik büyüme, etkisini hem insanların yaşamlarında
hem de dönemin edebî hayatında kendini gösterdi. Hicaz bölgesinde
ortaya çıkan ve gelişme gösteren hadarî gazelin doğuşunda,
ekonomik hayata paralel olarak yükselen maddî refah vardır (Dayf
1426: 207). Kentleşme ve iktisadî hayatın getirdiği en önemli gelişme,
kendini saray olgusunda gösterdi. İslam dünyası ilk kaz saray fenomeniyle
tanıştı. Zenginleşen Emevî devletinde, başta halife ve valiler olmak
üzere refah seviyesi yüksek olanlar, rahat ve konfor içinde bir hayat
sürmek amacıyla şehir dışında saraylar yaptırarak buralarda ikamet
etmeye başladılar (Altınay 2006: 83). Dünyevileşme ve hedonist
yaşam önce Emevî saraylarında başladı, oradan da şehirlere yayıldı.
Bu olgu, temelinde hedonist yaşam felsefesi bulunan hadarî gazel ekolünün
doğuşunu hazırlayan en önemli etkenlerden biri oldu.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
72
Bunun yanında şehirleşme, çoğu bedevi olan Arapların fetihlerle
birlikte yerleşik hayata geçişi ve büyük şehirlerde diğer etnik unsurlarla
birlikte yaşamaya başlamaları, Arapların ve doğal olarak diğer
unsurların giyiminde, kuşamında, örf adet ve geleneklerinde, inançlarında,
geçim ve kazanç yollarında, kısacası günlük yaşamlarında bü-
yük değişiklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Altınay 2006: 81).
Sosyal yaşam tarzında meydana gelen gelişmeler de hadarî gazelin
doğuşunu hazırlayan faktörlerdendir. Hicaz bölgesi İslami fetihlerden
sonra Araplarla mevâlî (Arap olmayan milletler)in bir arada yaşadığı
kozmopolit bir ortama dönüştü. Bu bölgeye, gerek köle ve cariye olarak
getirilen, gerekse ikamet amacıyla gelen mevâlî arasında şarkı ve
musikî sanatında oldukça usta olan çok sayıda sanatçı yer almaktaydı.
Çoğunluğu Fars ve Rumlardan oluşan bu sanatçılar, yerleştikleri Hicaz
bölgesinde, alışık oldukları sıra geceleri düzenleyerek şiir ve şarkı
meclisleri kurdular. Bu meclisler ekonomik hiçbir sıkıntısı olmayan
Hicaz gençlerinin birer uğrak yeri haline geldi. Zira büyük aşk öykü-
lerinin anlatıldığı, bunların bestelenip şiir ve şarkı tarzında okunduğu
bu meclisler, gençlerin duygularına hitap ediyor ve onları coşturuyordu.
Bunlar sık sık görüştükleri cariye sanatçılarla beraber şarkı ve
şiir meclislerine uğrayan hür kadınlarla da buluşma imkanına sahip
oldular. Böylece maddî aşkın filizlenip boy atması için müsait olan
yeni ortamlarda doğan yeni ilhamlar her geçen gün biraz daha arttı
(Yıldırım 1998: 82, ayrıntı için bkz.: Faysal 1982: 349-353, Dayf 1426:
208-209, Kılıçlı 1993: 61-73, Aycan 2003: 155-192).
8.1.Değişen Kadın İmajı
Hadarî gazelin doğuşunda, bu doğuşa zemin hazırlayan, bu ekol
tematiğinin başkahramanı olan, ileride de şuhane gazel ve şehevi duyguların
içeriğini oluşturan kadının değişen rolü de etkin olmuştur.
Emevî toplumunda kadın, hürler ve cariyeler diye iki sınıftan oluş-
maktaydı. Hür kadınlardan özellikle de asil soydan gelen ve aristokrat
kesimi oluşturanlar lüks bir yaşantı sürmüş, oldukça ön plana çıkmış-
lardır. Kadının dönüşümü, geleneksel hayattan medenî hayata geçiş
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
73
şeklinde kendini göstermiştir. Temelinde kentsel yaşamın rahatlığı ve
zevkine alışma olan bu dönüşüm kendini kadın erkek ilişkilerinde göstermiştir.
Emevîler döneminde kadın erkek ilişkilerinde katı hükümlerin uygulanmadığını,
birbirleriyle çok rahat hareket ettikleri görülmektedir.
Âişe bnt. Talha’nın hac ziyaretinde Medine’nin yedi fakihinden biri
olan Urve b. Zubeyr’in onun yüzüne karşı “Ey altmış katırın sahibi
Âişe! Her yıl böyle hac eder misin?” diye bir gazel okuduğu, onun da
kırk yıllık dost gibi “Evet, ey Urveciğim” dediği ve senli benli konuşma
sonucu Urve’nin Âişe’ye evlenme teklif ettiği (İsfahanî 1423:
XI/126) gibi söylencelerdeki rahat davranış biçimleri o dönemde yadırganacak
eylemler olarak değerlendirilmemiştir.
Hicaz bölgesi Kureyş’in hür ve soylu kadınları evlerinde düzenledikleri
eğlence meclislerinde bazen eşleri, bazen de eşlerinin arkadaş-
larıyla bir arada eğlenmeleri hem dönemin hoşgörü siyasetini, hem de
kadın-erkek ilişkilerini göstermeleri yönüyle oldukça ilginçtir. İbn
Yahyâ, Mus’ab b. Zubeyr’in eşi Âişe bnt. Talha’nın Kureyş’in kadınlarına
sık sık evinde eğlence meclisleri düzenlediğini, misafirleri eğlendirmek
için ünlü muganniye/şarkıcı Azzetu’l-Meylâ’yı davet ettiğini,
herkesin gayet şık elbiseler giydiklerini, süslü takılar taktıklarını, hem
Kureyş kadınlarının hem de eşi ve arkadaşlarının bulunduğu ortamda
Azze’nin şiir okuyup şarkılar söylediğini rivayet etmiştir (İsfahanî
1423: XI/ 127-128).
Kadın erkek ilişkilerine bir örnek olarak, Medineli muganniye
Cemîle’nin Ahvas, İbn Ebî Atîk, Nusayb gibi birçok şair ve elliye yakın
şarkıcıyla birlikte, pek çok kadın erkek amatör şarkıcıların yanı sıra
Medine’nin kadın ve erkek musikişinaslarının yer aldığı haccı,
Emevîler devrindeki önemli ve tarihi hadiselerden biridir (Kılıçlı 1993:
76). Kadın erkek ilişkilerine verilecek en çarpıcı örneklerden biri de dö-
nemin en güzel iki kadını olan Âişe bnt. Talha ve Sukeyne bnt. Hüseyin’in
aralarında çıkan hangimiz daha güzeliz polemiği de, aristokrat
erkeklere danışıp onlardan görüş almalarıdır (Aksu 2001: 176).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
74
Hür kadınlardan bahseden kaynaklar, bunların büyük bir kesiminin
dindarlıkları üzerinde ortak görüş sergilemişlerdir. Dindarlık, bu
kadınlardan bir kesimi için âşık olmaya engel sayışmamıştır. Dünyanın
en büyük duygusal ve bedensel zevklerinden olan aşk ile dindarlığı
birbirine ters düşen iki kavram olarak görmeyen, hem dindar hem
de duygularının farkına varıp bu duygularını açığa vurmaktan çekinmeyen,
gerektiğinde sevgilisine buluşma teklifi yapan, yeri geldiğinde
şair olan sevgilisine haber gönderip kendisi hakkında aşk şiirleri söylemesini
talep eden yeni bir kadın tipi ortaya çıkmıştır (Yıldırım 1998:
82, ayrıntı için bkz. Hâdî 1407: 364-366).
Bu yeni kadın tipi, büyük bir kesimi anne veya baba tarafından Peygamber’in
ashabından olmalarına rağmen, anne ve büyük annelerinin
titiz davrandığı örtünmede, onlara uyma yerine normalin dışına çıkma
eyleminde bulunmuşlar ve cesaretle uygulama yolunu seçmişlerdir.
Bundan dolayı kadın erkek ilişkilerinde erkeklerle oturmayı, eğlence
meclislerinde bir araya gelmeyi, onlarla edebî tartışmalar da bulunmayı
normal karşılamış, bir sakınca görmemişlerdir (Hâdî 1407: 352).
8.2.Cariyeler
Hadarî aşkın doğuşunu sağlayan kadın faktörlerinin başında hür
kadınlardan sonra cariyeler gelir. Hadarî aşkın yayılmasına işlevsel
olarak farklı amaçlarla kullanıldığı için hür kadınlardan daha fazla etken
olmuşlardır. Onlar hakkında hem kitaplar yazılmış, hem de binlerce
anlatı kaleme alınmıştır. Bunların ortak noktası; eğlence hayatında,
aşk oyunu ve gönül eğlendirmede öne çıkıp başrolde olmaları-
dır. Saraydan çarşı pazara, meyhanelerden beytu’l-kıyân ve otellere,
meclislerden özel evlere kadar yaşamın her alanında işlevsel olarak cariyeler
yer almışlardır. Bundan dolayı onlar, hür kadınlara göre erkeklerle
daha çok iç içe girmiş, senli benli olmuşlardır. Kendileri âşık olduğu
gibi kendilerine de tutkuyla bağlananlar, uğrunda aşk acısı ya-
şayanlar, yollarında ölümü göze alanlar olmuşlar, bu aşka rehberlik
etmişler, en güzel gazeller onlar için yazılmıştır.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
75
Hadarî gazelin doğuşunda etkin olan cariyeler, ya güzellikleriyle ya
da şarkı söylemedeki yetenekleriyle öne çıkmışlardır. Asma’î’nin “tavaf
ederken beyaz kum gibi parlayan birini gördüm, bakmaya doyamadığım
güzellikleri gözümü dolduruyordu” (Harâ’itî 1420: 138) demesi,
ibadet ehlinden bir genç çok güzel bir cariye sevdi. (Harâ’itî 1420:
44) gibi anlatı, güzellikleriyle öne çıkan cariyelere toplumun çeşitli sosyal
tabakaya mensup pek çok kişinin âşık olup onların etkisinde kaldığını
nakleden ilginç söylenceler kaynaklarda oldukça fazla yer almıştır
(Zeydân ts.: I/ 283-285).
Halife Yezîd b. Abdülmelik’in Habbâbe isimli cariyeye meyli ve
onunla yaşadığı dillere destan aşkı, ibadete düşkünlüğünden dolayı
el-Kas lakabı verilen meşhur Mekke abitlerinden Abdurahman elCuşemî’nin
cariye Sellâme ile karşılıklı yaşadıkları aşk, cariye sevgilisine
yazdığı gazeller, aşkı uğruna dindarlığı terk etmesi (İsfahanî 1423:
VII/64; Dayf 1979: 67) ve “Kûfe’de yakışıklı bir delikanlı vardı. Zahitlerden
biriydi. Nehâ kabilesine yakın bir yere yerleşti. Köylerinden bir
cariye gördü ve ona aşık oldu. Onun uğruna aklını kaybetti… (Harâ’itî
1420: 58-59) ve de Abdullah b. Kureyb’in: “Bir cariye su almaya gelmişti.
Daha önce böyle güzel yüzlü ve mükemmel yaratılmış bir kimseyi
görmedim… (Harâitî 1420: 154) dediği gibi anlatılar bunlara sadece
birer örnektir.
Güzellikleri yanında şarkı söylemede gösterdikleri eşsiz başarıları
nedeniyle ön plana çıkan muganniye cariyeler, daha çok rağbet görmüşlerdir.
Yeteneği olmayıp güzel olan cariyeler “avâm”ın aşkını
oluştururken, muganniye/şarkıcı cariyeler “havâs” aşkının sembolü
idiler. Daha önce de bahsedilen Habbâbe (ö. 724), sesi ve fiziki güzelli-
ğiyle ünlendiği kadar halife Yezîd b. Abdülmelik ile yaşadığı aşkla ün
yapmış bir cariye idi. Yezîd’in ona sevgisi ve tutkusu kara sevda derecesindeydi.
Bir söylenceye göre Yezîd’in Habbâbe’nin mezarını açtırıp
çürüyen yüzünü gördüğünde “Onu bundan daha güzel hiç görmemiş-
tim” dediği rivayet edilir (İbn Abdirabbih 1404: VII/67).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
76
“Kırıta kırıta, salınarak yürüyen/meylâ” ve “ceylan/azze” lakaplı
Azze el-Meylâ’ (ö. 728) da Medineli seçkin pek çok insanın hayran olduğu,
sevdiği bir muganniye cariye idi (Dayf 1979: 133-134, Kılıçlı
1993: 137). Hem şaire, hem de muganniye olan, barındırdığı göz kamaştırıcı
güzelliğiyle seçkinlerin gönlünde taht kuran Sellâme el-Kas
(ö. 748) da bir cariye idi. Adında zikredilen el-Kas, aslında ona âşık
Abdurrahmân b. Ebî Âmmâr el-Cuşemî’nin lakabıdır. Abdurrahmân,
son derece ibadete düşkün tâbiînden ve Mekkeli seçkin bir kurrâdan
biriydi. Onu şarkı söylerken dinleyip âşık olduğu ve halk arasında bu
aşkıyla ün kazandığı için Sellâme’ye “rahibin/dindarın Sellâmesi” anlamında
Sellâme el-Kas denilmişti (İsfahanî 1423: VIII/248-249, IX/100-
101, Dayf 1979: 67, Kılıçlı 1993: 137).
Kûfeli cariye tüccarı İbn Râmin’in eşsiz güzellikteki cariyelerinden
biri olan ve adı “ela gözlü Zerkâ” anlamına gelen Sellâme ez-Zerkâ (ö.
745) tanınmış şarkıcı cariyelerden biriydi. Birçok genci ve şairi kendisine
âşık etti. Halife el-Mensûr’un ordu komutanlarından ve bu cariye
hakkında gazeller de söyleyen Muhammed b. el-Eş’as bunlardan biriydi
(İsfahanî 1423: II/245, XV/39, İbn Abdirabbih 1404: IV/202, V/193,
VII/18-19, Dayf 1979: 68-69, Kılıçlı 1993: 140).
Cariyelerin söylediği şarkıların içeriği bütünüyle yaşamaya, sevgiye
dönük olduğundan başta Hicaz bölgesi şairlerinden Ömer b. Ebî
Rebîa olmak üzere onun yolundan giden şairler, dünyevî aşkı dillendirdiler,
beşerî aşkın motiflerini kapsayan gazeller yazdılar. Gına ile
gazel, şarkıcı cariyeler ile şairlerin ilişkileri ve teganni edilecek şiir par-
çaları da hadarî gazelin doğuşunda ve gelişmesinde etkili oldu (Kılıçlı
1993: 96-103 135-142).
8.3.Siyasal Endişe
Emevî hilafetinin yasallığıyla ilgili siyasal endişeler de hadarî gazelin
doğuşundaki bir diğer etkendir. Emevî devletinin kurulması,
Emevî hilafetinin yasallık sorununu da beraberinde getirdi. İktidarla-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
77
rını pekiştirmek isteyen yöneticiler, bir taraftan kendi iktidarlarına yö-
nelebilecek siyasî olaylarla ilgilendiler, diğer taraftan muhaliflerini
olayların dışında tutup onları potansiyel tehlike olmaktan çıkarmanın
yollarını aradılar ve ellerindeki bütün olanakları kullanmadan çekinmediler.
İslam toplumunun görmediği ilkler Emevîler tarafından ger-
çekleştirildi.
İlk Emevî halifesi Muaviye b. Ebî Sufyân, rakiplerini razı etmek, onları
saltanat ve hilafet istemekten alıkoymak için paraya başvurdu.
Kendisine gelen kişilere ihsanlarda bulunurdu. Özellikle Haşimîler,
Şam’da cömertçe karşılanan ailelerin başında gelirdi. Bu konuda oğlu
Yezîd de aynı yolu takip etmişti (Kılıçlı 1993: 62-63). Muaviye ile baş-
layan bu gelenek Mervânî kolundan gelen Emevî halifeleri tarafından
da devam ettirildi. Onlar, Hicaz bölgesinin seçkin kişilerinin ağızlarını
kapatmak ve muhalefet etmelerini engellemek için para ve mal bağış-
lama yoluna gitmişler, Emevî halife ve yöneticileri hac veya kutsal yerleri
ziyaret etme maksadıyla Hicaz bölgesine gittiklerinde onlarla gö-
rüşmüş, onlara bol miktarda para, mal ve hediyeler vermişlerdir (Dayf
1979: 28).
Sonuçta Hicaz bölgesi, hem fetihlerle elde edilen ganimetlerle, hem
de Emevî yöneticilerinin kendi hazinelerinden maaş ve bağış yoluyla
çıkardıkları mal, mülk ve parayla aşırı derecede zenginleşti. Bu zenginlik
hiç şüphesiz günlük hayatı büyük ölçüde etkiledi. Lüks bir ya-
şam tarzı insanları değişik işlerle uğraşmaya ve vakit geçirmeye sevk
etti (Kılıçlı 1993: 63). Kendilerine ekonomik olanakların her türlüsü sunulan
Kureyş ve ensar gençleri, sahabî çocuklarının büyük bir kısmı
zenginliğe, mallara, köşklere sahip oldukları için çok lüks bir hayatın
ve konforun içinde yaşamaya başladılar. Siyasî bir taktik olarak bu
gençler için özel şarkı ve eğlence meclisleri kurulmuş ve onların bu
yerlere gidip gelmeleri bizzat devlet eliyle teşvik edilmiştir. Her türlü
aşk nağmelerinin seslendirildiği bu tür meclislere giden gençler, artık
boş zamanlarında Emevî hilafetinin yasallığını ve ona karşı mücadele
etmenin gereğine değil, cariye bazı hür kadınlarla yaşadıkları aşk hayatlarını
görüşüp konuşuyorlardı. Zaten doğal olarak aşk tutkuları da
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
78
hep bu gençler arasından çıkıp hadarî aşk ekolünün öncülüğünü yapmışlardır
(Yıldırım 1998: 84, ayrıntı için bkz. Hâdî 1407: 59-61)
Hadarî gazeller, Hicaz kent toplumunun sosyal refah ve zenginli-
ğini en çarpıcı biçimde yansıtan ayna konumundadır. Kent yaşamının
gereklerine uygun olarak lüks ve bolluk içerisinde aristokrat bir yaşam
süren hadarî şairler, Emevî halifelerinin yasallıkları ile uğraşmak yerine,
gazellerinde yaşama sevincini öne çıkarmışlar, hayatı güzel yönleriyle
görmüşler ve hayatın güzelliklerini tasvir etmişler ve yaşamayı
seven bir aşk felsefesini dile getirmişlerdir (Gibb 1963: 44 200-201,
Filshtinsky 1985: 200, Dehhân 1981: 40-62).
Devletin eliyle oluşturulan ve siyasetlerinin bir gereği olarak dü-
zenlenen ve düzenlenmesine göz yumulan gına ve eğlence meclislerinin
malzemesi olan şiire, özellikle de tematiğinden dolayı hadarî gazele
rağbet arttı. Cariye şarkıcıların gına ve eğlence meclislerinde gazel
parçalarının teganni edilmesi, hadarî gazelin doğuşunu etkiledi.
Bu türde şairler, hissettiklerini ve sevgililerini çok açık- seçik bi-
çimde tasvir ettikleri için bu gazel el-gazelu’s-sarîh, duygularını rahat
ve serbest bir şekilde ifade ettiklerinden el-gazelu’l-ibâhî, eğlence ve
zevke dayalı duygular içerdiği için de mezhebu’l-lezze olarak isimlendirilmiştir
(Bustânî 1989: I/284; Dayf, ts.: 347; Faysal 1982: 281). Bu gazelin
en önde gelen ve en tanınmış temsilcisi Ömer b. Ebî Rebî’a olduğu
için (Hüseyin ts.: II/127) bu gazel türüne el-gazelu’l-Umerî de denilmiştir
(Bustânî 1989: I/284; Faysal 1982: 281).
Hadarî şairlerin gazellerinin konusu ise genellikle kendileri ve de-
ğişik kadınlar arasında geçen aşk maceralarıdır. Bu gazellerde sevgilinin
fiziki görünüşü yanında, onun duygu, düşünce ve davranışları da
tasvir edilir. Çok sevgili edinme ve bunlardan bahsetme, onlarla yarenlik
erme, gizli ilişkilerde bulunma, kaçmaklar vb. motif ve imajlar,
hadarî şiirin özelliklerindendir.
Hadarî şairler, tek bir kadınla aşk yaşamamışlar, oldukça farklı ve
çeşitli aşk duygularının hazzını, heyecanlarını hissetmişlerdir. Hadarî
gazel, kadın merkezli olduğundan, her tabakadan güzel kadınlar bu
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
79
gazelin kahramanları olmuş ve gazelin içeriğini oluşturmuşlardır
(Zeydan, ts.: I/283 vd.). Kadınlara ait bütün özellikler, maddî ve manevî
yönler bu gazelde yer almıştır (Ferruh 1985: I/367; Hüseyin ts.:
II/16). İsmail Veddah el-Yemenî, kalbinin kadınlar için attığını, bu yüzden
de kalbinin kadınlara bağlı olduğunu (İsfahanî 1964: VI/31) söylerken,
Ömer b. Rebî’a da kadınların dışında kimseyi övmem (İsfahanî
1964: I/124) diyerek, gazellerinin konusu olarak, kadını öne çıkarmış-
lardır.
Hadarî gazel şairleri evli ve orta yaşta asil, zengin, şerefli ve elit kadınlara
gazellerinde yer vermişler ve onları en çıplak biçimleriyle tasvir
etmekten çekinmemişlerdir. Hadarî gazel şairleri sevgililerinin fiziki
özellikleri yanında onların duygusal ve davranış biçimlerine de
gazellerinde yer vermişler, psikolojik yönlerine eğilmişlerdir. Şairler,
kendilerinin kalplerini fetheden güzelleri aynı ifadelerle tarif ve tasvir
etmişlerdir. Hadarî şairler, Cahiliye dönemi gazellerinde olduğu gibi
sevgililerinin isimlerini zikretmeden çekinmemişler, onlarla yaşadıkları
aşk maceralarını ve bu maceranın başkahramanı olan sevgililerin
ismini veya isimlerini de belirtmeden geçememişlerdir (Gündüz 1998:
63 vd.). Bu kadınlar, aynı zamanda şairlerin gazel yazmalarında onlara
esin kaynağı yanında, gazellerin içini dolduran motifler, güneş ve yıldızların
arasında parlayan ay gibi benzetme figürleri de olmuşlardır.
9.Hadarî Gazelin Özellikleri
1. Gerek cahiliye, gerekse Sadru’l-İslam döneminde kasidenin bir
bölümünü oluşturan gazel, Emevîler dönemiyle birlikte müstakil bir
tür olur ve Arap şiiri tarihindeki yerini alır. Böylece geleneksel kasidenin
içerisinde yer alan hiciv ve methiye türleri de yerini gazel türüne
bırakır. Artık gazel, kasidenin tümünü kapsayan ve kadınları ve onların
duygu dünyalarında var olan arzu ve isteklerini, karşılıklı veya tek
taraflı yaşanan aşkları anlatan bir tür olarak kaşımıza çıkar. Hicaz bölgesinde
ilk kez görülen, ortaya çıkan gazeller, kaside nazım şekliyle
yazılmıştır (Ferruh 1985: I/367; Hüseyin, ts.: II/16; Faysal 1982: 440)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
80
2. Hadarî gazelin konusu, kadın merkezli bir aşktır. Bu aşk, tutku
ve hayranlık boyutundadır. Toplumun bütün katmanlarında yer alan
güzel kadınlar, hadarî gazelin kapsama alanına girmiştir. Bu gazeldeki
yegâne amaç, kadının güzelliğini sarhoşluk derecesinde hissedip ona
duyulan sevgi ve hayranlığı şiir diliyle dışa vurmaktır (Zeydan, ts.:
I/283-285; Ferrûh 1985: I/367: Hüseyin, ts.: II/16; Yalar 2009: 47).
3. Hadarî gazel, kent kültürünün bütün özelliklerini bünyesinde barındırmış
olması, onun önemli özelliklerindendir. Bu kültüre uygun
olarak da gazellerde görülen üslup oldukça kibar ve narindir. Üslubun
bu özelliği, onun bestelenmesine neden olmuştur. Lafızları melodik olduğundan
gınaya da uygunluk arz etmiştir. Gazellerin narinlik ve melodik
vasfıyla ahenk sağlaması, çok kere musiki eşliğinde söylenmesine
neden olmuştur. Bundan dolayı tavil ve basit gibi uzun ve ağır,
aynı zamanda kahramanlık duygularının ifadesinde kullanılan vezinler,
gazellerde terk edilerek, daha kısa ve hafif olan vafir, remel, hafif,
seri, hezec, müterakib gibi hareketli ve ahenkli vezinler kullanılmıştır
(Filshinsky 1985: 200; Atîk 1422: 128 vd., Atîk 1406: 109 vd., Behrûz
1377: 128).
4. Gazellerde yer alan aşklar, gerçek anlamda yaşandığı gibi, platonik
aşklar da gazellerde yer almıştır. Gazellerdeki dil, oldukça sade ve
anlaşılır bir özellik arz eder. Sert ve haşin, garip ve anlaşılmayan ifadeler
gazellerde yer almazken, müstehcen ifade, beyan ve kelimeler
muhteva gereği az da olsa kullanılmıştır. Kadın merkezli olan hadarî
gazelde duygular, az da olsa ahlaki ölçülerin dışına çıkmasına rağmen,
müstehcenlik boyutuna ulaşmamıştır. Genellikle bu gazeldeki kadın
kahramanların seçkin ve ahlaken tutucu olan kesimlerden olması, gazellerin
müstehcenlik boyutuna varmasına engel olmuştur (Bustânî
1989: I/293; Atîk 1422: 128 vd., Taha Hüseyin, ts.: II/16).
5. Hadarî gazelin önemli hususlarından biri de terk edilen diyarın
kalıntıları (atlal) önünde durarak, sevgiliye karşı duyulan özlemi dile
getirmek, bu gazel türüyle ortadan kalmış, sevgiliyle buluşma, gö-
rüşme ve kaçamaklar, başka bir ifadeyle yüz yüze ve yan yana gelme,
birlikte olma gerçekleşmiştir (İsfahanî 1423: I/44). Sevgilinin göçerken
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
81
geride bıraktığı çadırın izleri değil de, bizzat çadırın içindeki sevgili ve
bu sevgiliyle çadırda, gecenin karanlığından, sabahın ışığına kadar devam
eden vuslat ve bu vuslattan doğan mutluluğun ortaya koyduğu
arzu dolu iki vücudun sükûn bulması gazelin beyitleri arsında yankı
bulmuştur (Ömer b. Ebî Rebî’a, ts.: 193-207; Nikola 1979: 197-213). Böylece,
hadarî gazelle birlikte, geleneksel üslup olarak kabul edilen ve
kaside başlangıcında yer alan “sevgilinin yurdunda durup ağlama ve
gözyaşı dökme” de ortadan kalkar.
6. Arap şiirinde ilk defa kadının duygusal ve psikolojik yönleri, hadarî
gazelde ele alınıp işlenmiştir. Gerek cahiliye, gerekse Sadrul-İslam’da
görülmeyen soyut duygular, gazellerde yer almaya başladı. Somut
objeler, soyut olarak tasvir edilince, buna paralel olarak hayal mefhumuyla
gazel tanıştı. Böylece, objeler, motifler somutun yanında,
hem soyut hem de hayali bir biçimde tasvir edildi (Faysal 1982: 534-
541).
7. Bu gazel şairlerinin büyük bir kısmı zengin, kültürlü, saygın ve
elit bir tabakanın içinde doğmuş, büyümüş ve aristokrat sınıf şairleri
olarak şöhret bulmuşlardır. Bu şairlerin ortak özellikleri, günlük dü-
şünceye sahip olmaları, çapkınlığı meslek haline getirmeleri, eğlenceli
ve aşkla dolu bir hayat yaşamaları ve sevgililerin çokluğuyla övünmeleri
yanında, kadınlara olan ilgilerinden dolayı bazen maceralı, bazen
tehlikeli, bazen de heyecanlı bir hayat sürmüşleridir (Gündüz 1998:
65). Öyle ki Ömer b. Ebî Rebî’a, sevgilisi Nu’m’a ulaşmak için tehlikeli
uzun yolculukları göze almasını, kendisine kin besleyen ve çekemeyen
arabalarının varlığını bilmesine rağmen, ölümü göze alarak bir yılan
gibi sürünerek Nu’m’un çadırına girmesini ve Nu’m’un kız kardeşlerinden
birinin elbisesini giyerek kadın kılığına bürünerek oradan maceralı
bir şekilde ayrılışını ünlü raiyyesinde anlatır (Ömer b. Ebî Rebî’a,
ts.: 193-207, Faysal 1982: 384 vd., Zübeydî 2007: 13-16). Hadarî gazelin
ünlü temsilcilerinden biri olan İsmail Yemenî el-Veddah da Ummu’lBenin
ile yaşadığı maceralı bir aşk nedeniyle diri diri toprağa gömülerek
öldürülmüştür (Filshtinsky 1985: 216).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
82
8. Bu gazelin bir diğer önemli özelliği de hadarî şairlerin yazdıkları
gazeller, Emevî toplumundaki, özellikle de Hicaz ve Irak gibi bölgelerde
büyük oranda yaşanılan hayatın ve zihniyetin resmi belgeleri niteliğinde
olmasıdır. Bu şairler, sadece yaşadıklarını, hissettiklerini,
gördüklerini çağlarının şahidi olarak dillendirmiş ve yaşadıkları dö-
nemlerini bize duyurmuşlardır. Bu açıdan hadarî şairlerin gazelleri,
yaşadıkları zevk ve eğlence çağının belgeleri olmuştur. Şairler de devrini
anlatan şairler olarak değil, devrini yaşatan şairler olarak öne çıkmışlardır
(Dehhân 1981: 39-40; Filshtinsky 1985: 199 vd. , Gibb 1963: 44
200-201).
10.Hadarî Felsefe
Aktörleri kadın ve erkek olduğu için hadarî gazel, karşıtlar arası
uyum olarak karşımıza çıkar. Bu da bizi antik Yunan aşk felsefesindeki
aşkın “karşıtların birleşmesi” tezine götürür. Aşkın ve cinselliğin felsefe
yorumunun ilk izleri, Pythagoras’ta karşımıza çıkar. Onda önemli
bir unsur olan karşıtlar arası uyum, erkek ve dişi olarak karşımıza çı-
kar (Aydın 2013: 77). Platon, bunun gerçekleşmesini arzu ve istek ile
ilişkilendirerek; aşkın, karşıt cinslerin uyumundan, bir araya gelmesinden
doğduğunu ileri sürer (Platon 2007: 187b).
Empedokles’e göre de aşk; haz/hedone, arzu ve bir araya gelme isteğinde
aşırılık ve karşılıklı gereksinimlerin giderilmesi olarak belirir
(Capelle 1995: 178). Ona göre bu haliyle aşk, insanların organlarında
yer alan gizil bir güçtür ve bu güç, âşıkların köklü haz duygusunu ve
arzularının karşı konulamaz birleştirici etkisi ile etkin hale gelir. Buradaki
tensel haz vurgusu oldukça anlamlıdır; cinsel aşkla tensel haz arasında
köklü bir bağ kurulduğu anlaşılmaktadır (Aydın 2013: 82). O
şöyle demektedir: “Bilindiği gibi aşktır, doğuştan yer alan insanın organlarında;
çünkü aşk denen duyguyu insanlar onun sayesinde öğrenirler
ve sevişme edimini yerine getirirler; sonra da ona sonsuz haz ya
da Aphrodite derler (Capelle 1995: 172, Aydın 2013: 82) Empedokles’in
görüşlerine benzer duyguları Demokristos da ifade eder. O aşkı, gü-
zele yönelik istek, arzu ve güzelden alınan haz olarak gördüğü için
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
83
aşkı, karşıt cinsler arasındaki bir ilişki olarak görür (Capelle 1995: 193,
197). Onun düşüncelerinde kadın, aşk nesnesi konumundadır. Demokristos
şöyle der: “Arzu hiç eksik olmaz ve arzulanan şey elde edildikten
sonra istek çabucak söner. Geriye kısa süreli hazdan başka bir
şey kalmaz ve sonra tekrar aynı isteği duyarlar” (Capelle 1995: 197-
198).
Yukarıdaki söylemlerin şiirlerdeki hadarî gazel ile bire bir örtüştü-
ğünü söyleyebiliriz. Öyle ki bu gazelin “mezhebu’l-lezze/zevk ekolü”
veya “gazelu’l-ibâhî/şehevi gazel” olarak adlandırılması bile bu görüş-
leri doğrulamaktadır. Ömer b. Ebî Rebîa’nın sevgilisine “beni mahvettin”
sözüne karşılık olarak “sen de beni mahvettin” (Ömer b. Ebî Rebîa,
ts.: 626) demesi “karşıtların birleşmesi” tezinin şiirde ispatıdır. Yine o
güneş gibi parıldayan, beyaz bir tene sahip olan kadının evine girdi-
ğini anlattığı bir şiirinde (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 21-23) “son derece rahatladım
ve istediklerimi aldım” ifadesi Empodokles ve Demokristos’un
görüşlerinin tekrarı gibidir: istek, arzu ve bir araya gelme, sonsuz
haz/hedone ve karşılıklı gereksinimlerin giderilmesi. Ömer b. Ebî
Rebîa’da hazzın/hedonenin bir yaşam biçimi olarak benimsendiğini
onun: “Ben arzuları peşinde koşan bir genç idim. Şarap içer, lezzet kadehinden
sarhoş olurdum” (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 322) ifadesinden anlıyoruz.
Ömer’in aşkı, düz bir çizgiye benzer. Bir ucunda kendisi, diğer
ucunda kadınlar veya sevgilileri yer alırdı. Ömer, arzulanan nesne olduğunda,
arzulayan özne de kadınlar/sevgililer olurdu. Böyle durumda
özneler, sürekli nesneyi arzular ve de arzunun doğası ortaya
çıkar, Ömer de sevilen, haz alınan konuma ulaşırdı. O bir şiirinde duygularını
ifade ederken, bu gerçeği dile getirir:
“Kadınlar benim hakkımda konuştukları zaman, onların bakışları
benim üzerime düşerdi. Daha kısa mesafe içerisinde
göz alabildiğince beyaz alımlı bir at üzerinde dörtnala gidiyordum.
Daha büyük olan kız, diğerine bu adamı tanıyor musun
dedi? Ortanca kız: evet, o Ömer’dir diye cevap verdi. O kız
hepsinden daha genç idi. Ben o kızın gönlünü (bir zamanlar)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
84
çalmış idim. Evet onu tanıyorum (gökyüzündeki) ayı bilmeyen,
onu isteyip de arzulamayan var mı?” (İsfahanî 1423: I/95,
Ömer b. Ebî Rabî’a ts.: 280).
Bir gün Ömer’in yüzüne karşı” sen kendi vasfında mı? Yoksa ma-
şuk vasfında mı? Şiirler söylüyorsun” diye sorulduğunda, şöyle cevap
verir:
“Ben yüzümü (onlara) yaklaştırdım, onlar büyük bir arzu ile
yanaklarıma öpücükler kondurdular. ” (İsfahanî 1423: I/95:
Vadet 1372: 191).
Ömer b. Ebî Rebîa’nın gazellerinde aşk subjesi olduğunu gösteren
beyitler oldukça çoktur. O beyitlerde kadınlar tarafından arzulanan bir
obje olduğu açık bir şekilde ortaya konulmaktadır: “Bana âşık oluyorlardı.
Ben ise âşık olmuyordum” ifadesi onun nasıl bir süje olduğunu
göstermeye yeterlidir.
Bazen de arzulayan Ömer, arzulanan nesne de kadınlar veya sevgililer
olurdu. Obje olan Ömer, süjeye yönelir, onu ister ve onu arzulardı.
Ömer; seven, haz alan konuma yükselerek aşk objesi olurken, karşıtlar/kadınlar
da aşk sujesi konumunda kalırdı. Demokristos ve Hesiodas,
kadının erkekten daha arzulu olduğunu benimsediklerinden kadını
aşk süjesi olarak konumlandırmışlardır. (Kranz 1984: 172). Ömer
b. Ebî Rebîa sevgilisi Nu’m ile geçirdiği geceyi anlattığı meşhur 75 beyitlik
“râiyye”sinde Nu’m’un “Ey Ömer, çadırımda kaldığın sürece ben
senin emrindeyim” sözü ve Ömer’in “ihtiyacım yerine getirilmiş bir şekilde
geceyi mutlu geçirdim” (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 197) sözü, Demokristos’un
kadını aşk süjesi olarak konumlandırmasına uygun düşer.
Ömer de obje konumundadır. Aşağıdaki duygular bu durumu açıklar:
“Sevgilime; seni görmek için senin yanına gelmek istiyorum,
dedim. Emin ol, hiç tereddüt etme, diye karşılık verdi. Bu bir
arzudur. Keşke onu hak ettiği değer ile satın alabilseydim” de
dedi (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 631).
11.Uzrî Gazelin Doğuşu
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
85
Uzrî gazelin ne zaman ortaya çıktığını belirlemek ve sınır koymak
oldukça zordur. Uzrî gazel, o zaman ki içtimai yapının ortaya çıkardığı
ve sosyal hadiselerin bir neticesi olarak vücuda geldiği için, şu zamanda
başlamıştır şeklinde bir sınırlandırmaya gitmek oldukça zor
görünmektedir. Uzrî gazel, başka bir edebî fenomen gibi karmaşık
olup ve bütünlük taşımayan birbiriyle ilişkili dinî, siyasî, psikolojik,
sosyal ve ekonomik yapı gibi birçok faktörün bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır Uzrî gazel, o günkü şartlar altında, o zamanki hayat tarzı içerisinde
buna ihtiyaç hisseden bir toplum içerisinde meydana gelmiştir.
Câhiliye döneminde az da olsa görülen ve İmru’u’l-Kays’ın şiirlerine
nispeten daha iffetli ve çok kere platonik aşkı ifade eden ve de şairlerin
sevgililerine tutkuyla bağlandıkları afif gazelin sonraki dönemlere
yansıması yanında bu gazeldeki aşkın iffet boyutunu dikkate aldığı-
mızda; nefis ıslahına ve ruhların ulviliğine büyük önem veren, olgun
bir ahlakı öne çıkaran İslam’ın tesiri de bu oluşum da yadsınamaz bir
gerçektir. Öyleyse cahiliye gazelinin afif duyguları, yaşanılan hayat
tarzı, dini duygular, sosyal hadiseler ve içtimai unsurlar uzrî gazeli
meydana getirdi ve daha sonra uzrî gazel bir ekol hâline geldi diyebiliriz.
Hicaz çöllerinde bedevî bir hayat yaşayan bir grup insan, Emevî
devletinin bolluk ve rahatlığından yararlanamadıklarından yoksul bir
hayat yaşamaya maruz kalmışlardı. Ruhlarının saf, temiz, iffetli, ağır
başlı oluşları ve doğal yaşamaları onları maddeden uzak, saf ve temiz
bir hayat yaşamaya sürüklemiştir. Bunlar, yaşadıkları konum gereği
eğlence ve zevki tatmadıklarından dolayı, dünyevileşmemiş ve hedonist
yaşamla yüzleşmemişlerdir. İşte böyle bir ortamda uzrî gazel ortaya
çıkmış, bu duygu ve hayat tarzı uzrî gazelin oluşmasını sağlamış-
tır. Kısaca, bu gazel türünün doğuşu Emevîler döneminde gerçekleş-
miştir (Tâhir Lebîb 1987: 170 vd.) Bu nedenle sosyo-ekonomik faktörler
nedeniyle kentsel alanlarda zengin şairler, kadını merkeze alan şuhâne
aşk şiirleri yazma yolunu takip ederken bedevi kabilelerinin fakir şairleri
umutsuzca uzrî aşk gazelleri yazma yolunu tutmuştur (Hüseyin
ts.: I/187).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
86
Hicaz bölgesinde şehir hayatının zevke bağlı aşk duyguları kent şairleri
tarafından terennüm edilirken, Arap yarımadasındaki göçebe kabileler
arasında da temiz ve ulvi aşk duyguları dile getiriliyordu. Nisbesini
Benû Uzrâ kabilesinden alan ve el-gazelu’l-uzrî diye adlandırı-
lan bir şiir türü gelişir (Faysal 1982: 280 vd., Dehhân 1981: 61 vd.,
Fâhûrî 1383: 187; Ebû Rihâb 1366: 167). Rivayete göre Vâdi’l-kurâ’dan
kuzeye doğru göç ederek Necd ile Hicaz bölgeleri arasındaki kırsallarda
göçebe hayatı yaşayan Uzrâ kabilesi fertleri, şiir söylemede oldukça
yetenekliymişler. Her ne kadar Arabistan’ın diğer kabileleri uzrî
aşk şiirine benzer şiirler meydana getirmişlerse de onlar bu kabile ile
yarışabilecek şairler yetiştirememişlerdir (Ferrûh 1385: I/367; Filshtinsky
1985: 219; Furat 1996: 148)11
11.1.Uzrî Sevgi
Emevîler döneminde özellikle hicaz bölgesinde gazelin büyük bir
gelişme göstermesi; bir taraftan kentli bir aşk anlayışı ve bu anlayışın
doğal sonucu olarak, sevginin açığa vurulmasını, diğer taraftan da badiyenin/kırsalın
şartlarına uygun bir sevgi anlayışı ve bu sevginin gizli
tutulmasını beraberinde getirmiştir. Kentli şairler, aşklarını dillendirmekten
çekinmemişler, sevgilileriyle buluşmalarını açıklamada bir sakınca
görmemişlerdir. Badiyede göçebe tarzı bir hayat süren şairler de
değişik bir aşk anlayışını terennüm etmişlerdir. Bu anlayışta sevgiliye
karşı duyulan aşk iffetle saklanıyordu. Bu aşk telakkisi, Hicaz’ın kuzeyinde
Vâdi’l-kurâ’da yerleşmiş Kuzâa kabilesinden sayılan Uzrâ ile
Âmir kabileleri arasında bilhassa yaygındı. Bolluk ve refahın şımarttığı
topluluklardan uzakta tabiat içinde yaşayan kabilelerde bu tür aşk
uygun bir ortam bulmuştu (Furat 1996: 148).
Vâdi’l-kurâ’daki şairlerin şiirlerinde yer alan sevgi, Uzrâ kabilesinden
dolayı uzrî sevgi olarak bilinmiştir (Faysal 1982: 286; Ebû Rihâb
1366: 176; Fâhûrî 1383: 187; Behrûz 1377: 127). Bu sevgide şehevi duygulara
yer verilmeyip, sevgi açığa vurulmadığı için bu sevginin en bariz
alâmeti ve ilk vasfı iffet olmuştur. Sevgi insanlarda iki şekilde tecelli
eder. Birinci ani sevgidir ki ona bir şey bina edilmez; kar gibi erir, ışık
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
87
gibi bir anda kaybolur. Diğeri de sonsuza kadar devam eden daimi
sevgidir. Aşkta herhangi bir bıkkınlık ve olumsuz bir şey meydana getirmez.
Sürekliliğini devam ettirir. Âşık, bulduğu her fırsatta ona yö-
nelir ve sevgisini izhar eder. İşte uzrî sevgi böyle bir sevgidir. Bu sevgi
sahibini zorlu ve pürüzsüz vadilere çekip götürür, her zaman sahibini
yükseklere çıkartıp, dağ tepe dolaştırır. Ayrıca onu, önce kızartır, ateş
hâline getirir. Sonra da yakar ve her tarafı ateşle çevrili bir sevgi kalesinin
içerisine alır. Bu ayrıcalıktır ve bu ayrıcalık uzrî sevgiyi, diğer
sevgilerden ayıran bir özelliktir.
Uzrî sevgi, her şeye hâkim olan bir duygu değil, aksine hayatın ta
kendisi olarak tanımlanmaktadır. Bu sevgide üzüntü ve ıstırap yer almasına
rağmen, bu üzüntülere sitem etmek yerine, onu daima göğüslemekten
memnun bir tavır sergilemek vardır. Çoğu kez uzrî sevgide
çekilen ıstıraplar sonucu birer mecnun olma durumu söz konusudur.
İsfahanî bu konuda şöyle der: “Uzrâ kabilesi fertlerinin aşka ne zaman
müptela olacakları bilinmez. Umulmadık bir zamanda aşka tutulurlar.
Bu beklenmedik aşk, hayatlarının bütün evrelerini kapsadığı için ya-
şadıkları süre içinde aşkın çeşitli sıkıntı ve kederleriyle yüz yüze gelirler.
Bu üzüntü bazen onları cünunluğa kadar götürürdü” (İsfahanî
1964: 8/234; Dehhân 1981: 37-38).
Seven kişi, hevasıyla değil, kalbinde hiçbir kötülük ve art niyet ta-
şımadan, kalbinin temizliğiyle sevip, sevdiğine bağlı kalmalıdır. Seven
kişinin cihadı, nefsinin hevası iledir. Ta ki her şeyden uzak ve halis
olsun. Yine o, aşkının bütün cefa ve sıkıntılarıyla mücadele ederek,
sevgilisine ulaşmayı, birbirleriyle buluşmayı çabalar. O güvenilir, vefalı,
sevgisine ve sevgilisine ihanet etmeyi, bütün insanlar içinde sadece
onu seven, tüm zaman ve mekânlarda sadece sevgilisini anan ve
onun kendisi eziyet ve işkence görse bile sevgilisiyle övünendir. Yine
o, aşkın ve hicranın hatta sevgiliden yüz bulamamanın verdiği acıya
katlanan kişidir. İşte bu uzrî sevgidir (Tâhir Lebîb 1987: 172 vd.).
Aşağıdaki anekdotlar uzrî sevginin anlam dünyası hakkında bilgi
vermektedir: Saîd b. Esed rivayet ediyor: Uzrâ’dan bir bedeviye: “aşktan
geriye sende ne kaldı?” diye sordum. O âşık: “Hasret nöbetleri, ateş
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
88
çıtırtıları, dökülen gözyaşı, parçalanan ciğer, mide sancıları” diye cevap
verdikten sonra sözlerini: “Bütün bunlardan sonra vücudun yaşamasının
ne anlamı var?” diyerek bitirdi (Harâ’itî 1420: 384).
Sufyân b. Ziyâd, tutkulu bir aşk yaşadığı ve ölmesinden korktuğum
Uzrâ kabilesinden bir kadına: Ey Benî Uzrâ! Size ne oluyor? Arap kabileleri
içerisinde sizden başka aşkı uğruna ölen yok” diye sorar. Kadın,
Sufyân’a şöyle cevap verir: “ Bizde hem güzellik hem iffetli olma
var. Güzellik, iffetli olmamıza sebep olurken iffet ise kalbî bir incelik
verip duygusal olmamızı sağlıyor. Aşk da hayatımızı yıpratıyor, ömrümüzü
bitiriyor ve sizin görmediğiniz güzellikleri görmemizi sağlı-
yor (Harâ’itî 1420: 220, İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 218).
Uzrî sevgi tek bir sevgili üzerine kurulan sevgi olduğundan uzrî
âşık, tek bir kadını sever, onu ölene kadar terk etmez yaşadığı sürece
ona bağlı kalır, sevgide vefa örneği gösterir. Uzrî şairler, kendi sevgilileri
dışında başka bir sevgili istemezler. Onlar, başka herhangi bir
kimseyi tercih etmezler. Tutkuları diğer tüm âşıkların tutkularını aşar
ve onların sevgilileri diğer tüm sevgililere üstün gelir. Âşık, sevgilisinin
kendisine verdiği çok az şeyle bile mutlu olur ve sevgilisi aynı zamanda
şairin acı çekmesinin de tek sebebi ve tek çaresidir (Harthi 2010:
11). Cahiliye şairleri gibi Kendilerini eğlendiren her kadını sevmedikleri
için onlar, uğruna ölmek istedikleri tek kadın üzerinde odaklanmışlardır.
Bunun içindir ki ömürlerini adadıkları kadının onunla ya da
başkasıyla evlenip evlenmediğine aldırmaksızın kendini sevdiği kadına
adarlar (Harthi 2010: 44). Çöllerde perişan olmanın, kendini ayaklar
altında kurban etmenin altında yatan tek gerçek, bu uzrî sevgidir.
Uzrî sevgi, badiyede oturanlar için en ideal sevgidir. Dünyaya gelişleri
bundan dolayıdır (Vadet 1372: 474). Vefalı olma, bağlılık uzrî sevginin
ölünceye kadar taşıyacağı bir özelliktir. Dolayısıyla uzrî sevgi çoğu
kez, ölümle neticelendiği için mezarda nihayetlenir.
11.2.Uzrî Gazel
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
89
Benî Uzrâ kabilesi şairlerinin söylediği şiirlere el-gazelu’l-uzrî denir.
Arabistan çöllerinde kabilesine bakılmaksızın kendilerini aşk için
kurban eden şairlerin gazeli olarak görüldüğü için bedevi gazel, temiz
duyguları içeren gazel olduğu için de afif gazel olarak da adlandırılmıştır
(Faysal 1982: 286; Ebû Rihâb 1366: 176; Fâhûrî 1383: 187; Behrûz
1377: 127). Kelime olarak uzrî, iffetli manasına da gelir (Erkan 2004:
II/1638). Bu bakımdan kimi yazarlar, bu aşk ekolünün ifade edildiği
gazel için iffetli gazel adını kullanmışlardır (Yıldırım 1998: 70). Bir bedeviye
Uzrâ kabilesinin aşka tutulunca ölüme razı olmalarının nedeni
sorulunca Uzrâlı: “Kadınlarımız oldukça güzel, erkeklerimiz ise
(aşkta) oldukça iffetlidirler de ondan” (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye
1431: 218). İbnu’l- Ulase der ki: Bedevilerden bir adamın çadırına uğ-
rayınca, inlediğini gördüm. Hayrola! deyince dedi ki: “Ben âşığım. ”
Bu adam kimlerden olur? deyince, “ Ben o kimseyim ki, aşka yakalanınca,
iffetlerini korumak için ölümü dahi göze alırlar” Ben o zaman
kendisini vazgeçirmeye çalıştımsa da nafile (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye
1431: 218).
Uzrî gazelde şairler, aşk ve sevgilerini içten ve samimi duygularla
ifade etmişlerdir. Öyle ki, bu şairler şairlikten öte âşıktırlar ve aşk onların
kalplerine kadar işlemiştir. Kendilerini gözü kapalı olarak bu aş-
kın içerisine atmışlardır. Kurtulmaları da pek mümkün değildir. Bundan
dolayı bu tarzın en büyük temsilcisi olan Cemîl b. Ma’mer,
“İmâmu’l-muhibbîn: sevenlerin önderi” lakabını almıştır (İsfahanî
1964: VII/140 vd. , Kays b. al-Mulavvah 1967: 22-26). Bu özelliklerinden
dolayı bu gazel şairleri “eş-şuarâu’l-uzrîyyun” diye adlandırmışlardır
(Bûstânî 1989: I/284).
Uzrî gazelin kökenlerinin cahiliye dönemine kadar uzandığı söylenmektedir.
Cahiliye dönemi az da olsa iffet ve ahlakî boyutlara sahip
birçok şairin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı. Sevgilileriyle şöhret
bulmuş el-Murakkaş el-Ekber, el-Murakkaş el-Asgar, Urve b. Hizam,
Abdullah b. Aclân, Amr b. Ka’b, cahiliye dönemi afîf gazelin temsilcileri
olarak tanınmışlardır (Bekkâr 1981: 49). İslam öncesi bu guruplar
“muteyyemûn/aşırı âşıklar” olarak şöhret bulmuşlardır (Bekkâr 1981:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
90
57, Harthi 2010: 40). Bu şairler de aşk yüzünden zorluklarla karşılaş-
mışlar, elem ve kedere boğulmuşlar, çektikleri sıkıntıdan dolayı bedenleri
zayıflamış, kalpleri çarpmıştır (Bekkâr 1981: 51). Bu ve buna
benzer duygular, uzrî gazelle paralellik arz ettiği için aşkın bu yakla-
şımı İslam öncesi döneme kadar izlenebilmektedir. Bu yüzden İslamiyet’in
ortaya çıkmasından önce Arap yarım adasının çöl merkezli gö-
çebe toplumlarında aşkın iffete dayalı ifadesi bulunmaktaydı
(Harthi2010: 40). İslam öncesi âşıkların varlığı uzrî şairlerin kendileri
tarafından doğrulanmıştır: Kays b. Zerîh, aşkı için öldürülen Abdullah
b. Aclân’dan, sevgilisi Hind’den, aşkının kurbanı olan Murakkaş’tan
şiirlerinde bahseder (Harthi 2010: 40).
Bu gazel türü, diğer gazel türlerinden farklıdır. Uzrî gazel, sevgi
ateşiyle dağlanan bir aşktan bahseder. Çünkü onun kaynağı; karşılıksız
sevgi, samimiyet ve vefadır. Bu gazelde, sevgilinin aşkıyla yanıp
kavrulan ve bundan lezzet alan, bu sıkıntıdan hoşlana, şikâyetçi olmayan
şairin yanık bağrından kopup gelen duyguların sesi duyulur (Ebû
Rihâb 1366: 167). Uzrî gazel şairi kendi sevgilisinden bahseder. Sevgilisi
onun her şeyidir. Gecesinde, gündüzünde, mukîm ve yolculukta,
uykusunda ve uyanıklığında, iyi ve kötü gününde sadece onu hatırlar.
Varlığının onunla bir anlam kazandığını söyler. Çünkü uzrî şairin sevgisinin
kaynağı, kalbinin derinliklerinde saklıdır. Kalpten gelen sevgiyse
gerçek sevgidir (Tâhir Lebîb 1987: 168). Buseyne’ye: “ Senin sevdiğin
Cemîl’in hasretini dindirecek bir mecalin var mı?” diye sorarlar.
Buseyne: “Benim tek tesellim ağlayıp kıyamette karşılaşıncaya dek bu
acıya katlanmaktır veya onun toprak altındaki ölüsünü ziyaret etmektir”
diye cevap verir (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 223).
Uzrî gazeldeki aşk, hayatı kuşatan yaşamaya anlam katan, yaşamayı
biçimlendiren bir duygudur. Kısaca hayatın kendisidir. Bu hayatın
vazgeçilmezleri de sevgilileridir. Sevgililer, uzrî aşka anlam kattıkları
için, uzrî gazelin başkahramanlarıdır. Uzrî şairler, sevgililerini sü-
rekli saf, temiz, masum ve ulaşılmaz bir karakter olarak vasfetmişler-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
91
dir (Dehhân 1981: 37; Vadet 1372: 40 vd.). Bundan dolayı sevgiliye bağ-
lılık ahde vefa göstermek, bu gazelin önde gelen vasıflarıdır (Vadet
1372: 474).
Nakledildiğine göre Cemîl b. Ma’mer, Vâdi’l-kurâ’dan kaçtıktan
sonra, kızları olan yaşlı bir adama sığınır. Yaşlı adam, kızlarından birinin
Cemîl’le evlenmesini istediği için, kızlarına güzel giyinmelerini,
süslenmelerini ve onun karşısına çıkmalarını ister. Kızlar, Cemîl’e gö-
rünür. Fakat Cemîl, kızların hiçbirisine dönüp bakmaz. Çünkü Buseyne’ye
âşıktır. Kızların duyacağı bir şekilde onlara seslenir: “Buseyne’yi
bir gün görüp, onunla konuşmak, bana göre daha hoş, daha
güzeldir. Sizden biriyle olursam, arzu yüklü sevdalı bir kalbe düşman
kesilirim. ”Yaşlı adamın kızları, babalarına Cemîl’in sözlerini aktardıklarında,
babaları kızlarına: “hallîne an hezâ, fe innehu lâ-yuflıhu ebeden:
ondan uzak durun, kesinlikle iflah olmaz” demiştir (İbnu’l-Cevzî 1420:
136; Antâkî 1986: 62).
Bu gazel şairleri, aşkları uğruna ölmeyi bir kader olarak gördükleri
için, kadere teslim olmuşlar ve kaderlerinin bu olduğuna inanmışlardır.
Bundan dolayı kadere boyun eğmiş bir inanç içerisinde sonlarını,
Tanrı tarafından takdir edilen ve ölümle sonuçlanan bir yazgı olarak
görmüşlerdir. Pek çok uzrî şair de aşkları sonucu ölmüşlerdir. Kaynakların
bildirdiğine göre Uzrâ kabilesinden birine, hangi kabiledensin
diye sormuşlar. Bu kişi: “Ben, âşık olanları ömür boyunca bir kez âşık
olur ve de severler, bu minval üzere de ölürler. İşte böyle bir kabiledenim”
dediğinde, bu konuşmayı işitenlerden biri: “Kabe’nin sahibi olan
Tanrıya yemin ederim ki sen Benî Uzrâ kabilesindensin” diye karşılık
verir (İbn Kuteybe 1418: I/30 vd., Dehhân 1981: 38 vd.). Saîd b. Ukbe,
bir bedeviye der ki: “Kimlerdensin?” O da: “Aşka yakalanınca ölüme
razı olan kimselerdenim, Benî uzrî kabilesine mensup biriyim” der
(İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 218)
Fatalistik argümanlar, uzrî şiirde çok kullanılmış ve onlar aşkın
kendilerinin kaderi olduğunu iddia ettikleri için bu argümanlar, bütün
uzrî şairler tarafından benimsenmiştir. Bu şu anlama da gelir: sevdik-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
92
lerimizi sevmeden edemeyiz, onlardan vazgeçemeyiz. Bu aynı zamanda
kaderce benimsenen bir sevgiliden başka bir sevgiliyi sevmenin
mümkün olmadığını bildiren bir ilan, bir duyurudur. Uzrî âşıkların,
bir kadın uğruna hayatlarının acı içinde geçmesini, karşı tarafın
veya başkalarının anlayamaması, âşıkların fatalistik inancını benimsediklerini
kavramadıklarından dolayıdır. Cemîl’in çevresi, Buseyne için
çıldıracaksın, vazgeç bu sevdadan dediklerinde Cemîl’in verdiği cevap
tam anlamıyla fatalizmdir:
“Sizler, Allah’ın bana böyle bir hüküm verdiğini görüyorsunuz!
Tanrının verdiği kadere karşı gelinir mi?” (Cemîl b.
Ma’mer 1980: 30).
Kur’ân’daki ahiret, kaza ve kadere inanma, nefsiyle mücadele gibi
unsurlar da uzrî şairlerin manevi hayatlarını tesiri altına almıştı. Bunların
tesiri altında bedbin ve mistik bir ruh hâleti içinde bulunuyorlardı.
Uzrî şairler, fıtrî bir şiir söyleme kabiliyetine sahiptiler. Sevgililerine
ulaşamadıkları zaman, bunu kaza ve kadere bağlıyorlardı. Bundan
dolayı kadercilikten oldukça etkilenmişlerdir. Bunlar, aşka düş-
künlüklerini ve bu aşkın çoğu kez ölümle sonuçlanmasını Tanrı tarafından
takdir edilen bir kader olarak gördüklerinden, bunlar adeta kadere
teslim olmuş bir karakteri sergilemişlerdir (Gündüz 1998: 73;
Kays b. al-Mulavvah 1967: 2). Uzrî bir bedevi, uzrî aşkı, “ Allah’ın kulu
için taktir ettiği bir kaderdir” (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 123)
diye tarif eder ve uzrî sevgiyi şöyle anlatır: “ Bilmiş olun ki, uzrî aşk,
sanıldığı gibi basit bir şey değildir. Şöyle denilebilir ki, o, Allah’ın kulu
için takdir ettiği bir kaderdir ve o, ya ölüm gibi bir şey veya ondan
beterdir. Başlangıcı hastalıktır, sonu korkunçluk, ortası öyle bir duygusallık
ki, hasta düşürür mahveder. O, korkunçtur; uykuyu kaçırtan
dert ve hasrettir. Peş peşe gelen kaygıdır, gün geçtikçe artıp katlanmaktadır”
(İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 123).
Uzrî şairler, aşk yolunda çektikleri ıstıraplara sabır ve nefisle mücadele
ederek katlanmaya çalışıyorlardı. Sevgiliye bu dünyada olmasa
bile bir gün ahrette kavuşmak ümidiyle teselli buluyorlar, bunları içten
gelen, tasannudan uzak ince bir ifade ile anlatıyorlardı. Hatta bu uzrî
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
93
şairler aşkları yüzünden çektikleri ıstıraptan kurtulmayı arzu etmiyorlar,
artması için tanrıya dua ediyorlardı.
“Ya Rab! Bizi sonsuza kadar sevgi ve aşkın ıstıraplarından
ayırma. Kullarına acı ve merhamet et!” (Kays b. al-Mulavvah
1967: 3)
Aşkını, Allah’ın takdir ettiği kaderi olarak ilan eden Mecnûn, kaderi
gereği ıstırabın her gece artmasını ister:
“Ey Leylâ’ya olan aşkım! Her gece kederimi ikiye katla! Ey
aşkımın tesellisi! kıyamette bulaşacağız” (Kays b. el-Mulevvah
1420: 85).
Uzrî gazelde ölüm, yazgının yanında ortak işlenen konulardan biridir.
Uzrî şairin sevgilisi, kendinden önce ölürse, şair yaşamayı istemez:
“Sevgilimin mezar taşının dikildiğini söyledikleri zaman ben
hayatımın uzamasını arzu etmem.” (Fâhûrî 1411: 476).
Uzrî âşık öldükten sonra uzrî sevgili de ölür. Ahmed b. Muaviye b.
Bekr el-Bâhilî, Uzrâ kabilesinden birinden şöyle denildiğini nakleder:
“Aramızda ince ruhlu, zarif şair bir çocuk vardı. Kabileden bir kıza
âşık oldu ve ona gazel söylemeye başladı. Kız da onun aşkına karşılık
verdi. Bu şair çocuk, bir müddet sonra hastalanınca aşkı duyuldu, ortaya
çıktı. Sevdiği kızı onu görmeye gitmesi için ikna ettiler. Çocuk onu
görünce: ikimiz arasında ölüm gölgesi olduğu bir zamanda geldi. Vuslatın
işe yaramadığında vuslatı kabul etti diyerek ağlamaya başlar, şiddetli
hıçkırıkların ardından da ölür. Sevdiği kız, sevgilisinin üstüne kapanır,
ağlar. Birkaç gün geçtikten sonra o da ölür” (Antâkî 1986: 208).
Uzrî gazel şairleri arasında iki kişi çok ünlüdür. Zira bunların aşk
ilişkileri sadece Arap şiiri için değil aynı zamanda Klasik Fars ve Türk
edebiyatında bu konuda yazılan şiirler için de model olmuştur. Bu iki
şairden biri, sevgisinin saflığı ve içtenliği ile şöhret bulmuş Uzrâ kabilesine
mensup olan Cemîl b. Ma’mer, diğeri de Amir kabilesinden
Mecnun lakabıyla bilinen Kays b. Mulevvah’tır.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
94
12.Uzri İmaj ve Motifler
Uzri şairler, gazellerinde sevgilinin güzelliğini betimleyip onları
sergilerken cahiliye dönemi kaside nesiplerinde yer alan imaj sistemini
benimsediler. Bu nedenle Leyla, Buseyne ve Azze’nin fiziksel tasvirleri,
muallaka nesiplerindeki tasvirler ile hemen hemen örtüşür
(Harthi 2010: 107). Önce şişman sevgili tipolojisi ve onunla ilintili olarak
görüntüsel güzellik imajları benimsendi. Bu görüntü arzulanan bir
beden ve yüceltilen bir güzellik idi. Arzulanan bedenin tipolojisi; dolgun,
iri, şişman olarak çizildi. Şişman bedene ince bel yerleştirilerek
ince belli, şişman bedenli bir sevgili imajı benimsendi. Benimsenen ve
arzulanan beden, çevresel ve yaşamsal objelerle ilintilenerek kendi
dünyalarında, yaşadıkları mekanlarda yer almaya başladı. Sonra bü-
tünsel güzellik zaman içerisinde parçalara ayrıldı, bölündü ve bedenin
her tarafına yayıldı, güzellik alanı da genişledi. Ortaya hem bütünsel,
hem de parçasal güzellik çıktı. Bazen biri, bazen diğeri öne çıktı, kendini
gösterdi. Daha çok da parçasal güzellikler, bütünsel güzellikler ile
birleştirilerek sevgilinin güzelliği bir bütün olarak ele alındı, ortaya konuldu.
Gerçek olan şu ki, güzellik hiçbir zaman o bedenin dışına çıkmadı,
hep orada onunla kaldı. Bu imajı görüntülemeyi de şairler üstlendi.
12.1. Yüz-Parlaklık
Uzrî şairler, parça güzellikler içerisinde en çok yüze yönelmişler,
sevgilinin yüzüne odaklanmışlardır. Onu ayrıntılı olarak ele almış ve
betimlemişlerdir. Sevgilinin yüzü güzelliğin merkezi olarak benimsenmiş,
bütün güzelliklerin toplandığı yer olarak algılanmış, ona özel bir
statü verilmiştir. Güzelliğin ortaya çıktığı yer olan yüz, tek bir unsur
olarak görülmemiş, diğer unsurlarıyla mürekkep düşünülmüştür. Yüz
birçok elementlerin bir arada bulunduğu genel bir yerdir Yüzün en belirgin
görünümü, açık olarak belirtilen yönü parlak olmasıdır. Sevgili
dolunay gibi beyaz ve lekesiz yüzlü bir güzel olunca, parlaklık da be-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
95
liren ilk imaj olacaktır. Bu imajın kaynağı şairin yaşadığı doğal çevresidir.
Doğada gördüğü parlaklıklar, ışıltılar, parıltılar imajın oluşmasında
şairlerin esin kaynağı olmuştur. Bu imajın süjeleri daha çok bir
lamba, bir güneş, bir ay olarak şiire yansır. Yüzün parlak imajı ve bu
parlaklığın kaynağı olan ay, güneş motifi cahiliye gazellerinde de sıkça
yer almıştır. Öyle ki İmru’u’l-Kays:
“Yüzünün parlaklığı akşam karanlığını, inzivaya çekilen bir
rahibin lambası misali aydınlatır (Zevzenî 1972: 32, Yanık
2004: 34)
diyerek lamba motifine yer vermiştir. Tarafa b. Abd de:
“Sevgilimin öyle güzel ve pürüzsüz bir yüzü var ki sanki gü-
neş, güzelliğini ona vermiştir (Zevzenî 1972: 65, Yanık 2004:
44)
derken güneş motifinden yararlanmıştır.
Uzrî şairler, sevgiliyi aya, güneşe benzetmenin yanında, sevgililerinin
yüzü ile ay ve güneşi karşılaştırarak, üstünlüğü yüze vererek bir
ilki gerçekleştirdiler. Bundan böyle sevgilinin yüzünün ışığı ve parıltısı,
ayın ve güneşin parıltı ve ışığından daha üstün olma tasavvuru bir
gelenek olarak gazellerde yer alacaktır. Mecnun, Leyla ile güneşi ve ayı
karşılaştırır, Leyla’nın güzelliği üstün gelir.
“Ay battığında ayın yerine dünyayı aydınlatıyor. Şafağın geciktiği
zamanlarda güneşin rolünü oynuyor. Çünkü (Leyla)
sen güneşin parlaklığına sahipsin ve güneş senin güzel yü-
züne ve sevimli gülüşüne sahip değil. Sen parlaklığına sahipsin.
Fakat ay senin muhteşem göğüslerinin parlaklığına, çekici
göğsüne sahip değil” (Kays b.al-Mulavvah 1967: 69).
Uzrî şairler, sevgililerini aya ve güneşe benzetirken, bu iki unsurun
ulaşılmaz ve yücelik yönünü dikkate alarak, sevgililerini ulaşılmaz bir
varlık olarak algılamışlardır. Böyle bir algı ilk kez gazellerde yer alır.
Artık gazellerde sevgililerin erişilmez varlık olarak dillendirilmesi, şiirlerde
yer alması bir gelenek olacaktır. Bu ulaşılmazlık düşüncesi, sosyal
yapı ile ilgili, kabile gelenekleriyle ilintilidir. Kadına âşık olmak,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
96
ona izinsiz şiirler yazmak töre gereği yasak olduğundan, bu durum
ortaya çıkınca kadın, erkekten uzaklaştırılır, görüşmeleri yasaklanır.
Artık sevgili görülmeyen ve ulaşılmayan varlık konumuna ulaşır.
Mecnun’un;
“Dediler ki: o nerede yaşıyor? O kimdir? ki: O güneştir, onun
evi gökyüzüdür” (Mecnûn Leylâ ts.: 36).
demesi sevgilinin ulaşılmaz konumunun göstergesidir. Yine Mecnun’un:
“Yoldaşlarım diyor ki: O güneştir, onun ışığı yakındır. Fakat
o, dokunmak için çok uzaktır” (Mecnûn Leylâ ts.: 79).
İfadesi de aynı duyguları yansıtır.
Sevgilinin yüzünün ışık saçıcı oluşu, uzrî aşığın iç dünyasındaki sü-
kuneti, huzuru da yansıtır. Cemîl b. Ma’mer, etrafını aydınlatan ışık ile
Buseyne’nin parlaklığını karşılaştırır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 111) Buseyne’nin
parlayan nurlu yüzü, Cemîl’in iç dünyasını aydınlatır, ona
huzur verir. Bu durumda güzellik, ruhsal bir boyut kazanır; daha hoş,
daha iç açıcı bir hale gelir.
12.2. Saç
Uzrî şairler, sevgilinin yüzünden sonra güzellik unsuru olarak en
çok saçı öne çıkarmışlardır. Onlar saçın şekli ve rengini cahiliye gazellerinden
aldılar, kokusunu da bir ilk olarak gazellere taşıdılar. Böylece
saçın üç ana yönüyle ele alınıp işlenmesi gelenek olarak yerleşmiş olur.
Saç, uzrî gazellerde özellikle fesleğen ve amber kokulu, siyah renkli,
genellikle dalgalı, bazen de kıvrım kıvrım olarak tasvir edilmiştir
(Harthi 2010: 115). Kuseyr, Azze’nin saçlarını sırtına kümelenmiş
üzüm salkımları biçiminde betimlemiştir (Kuseyr Azze 2004: 197).
12.3. Yanak
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
97
Sevgilinin yüzünün barındırdığı güzellik unsurlardan biri de yanaktır.
Uzrî gazellerde yanağın dile getirilmesi yanağın parlaklığı yö-
nüyledir. Bunun yanında en çok hassas, yumuşak ve narin oluşuyla da
ele alınmıştır (Harthi 2010: 115). Hassaslık vurgusu uzrî gazellerde sü-
rekli işlenir. En başta sevgili hassas bir kadın olarak görülmektedir.
Onun bedeni, bir sineğin kanatlarından bile etkilenip kanayacak kadar
hassas ve narindir. Banyo yaptığı zaman Buseyne’nin cildi sudan yaralanacak
kadar narindir (Cemîl b. Ma’mer 1980: 112). Leyla’nın parmaklarının
narinliği saf bir ipek olarak tarif edilmiştir (Harthi 2010:
116). Afra’nın parmakları da kuş tüyü hafifliğindedir (Urve b. Hizâm
1995: 25. 46). Bedeninin üzerinde yürüyen karıncanın bile sevgilinin
vücudunu kanattığı gibi betimlemeler abartılı olsa da sıkça tasvir edilmiştir
(Harthi 2010: 115-116).
12.4. Dudak
Sevgilinin bu güzellik unsuru, uzrî gazelde sıkça ele alınmıştır. Şairler
sevgilinin dudağını içeren seri benzetmeler yaparlar. Gazellerde
dudağın önemli oluşu; ilkin görünüş güzelliği ile yani rengiyle, ikinci
dokunma ve tatma duygusuna hitap etmesinden dolayı cinsi açıdan
ele alınıp öpme ve hoşa giden temas yeri olması itibariyledir. Burada
öpmek, buse almak, vermek, ağza almak gibi ifadeler onun cinsiyet
yönünü ortaya koyar. Üçüncüsü vücudun konuşma organı olması, gü-
zel konuşmanın kaynağı olarak algılanması yönüyledir (Harthi 2010:
116). Bunların yanı sıra gülümsemenin dudak aracılığıyla, ağzı ve diş-
leri barındırması da onun diğer önemli özelliklerini teşkil eder.
Uzrî gazelde bir güzellik unsuru olarak dudağı tavsif eden sıfatlar,
dudağın aromatik kokusunu yanında, tadına bakma ve lezzetini betimleme
üzerine yoğunlaşmıştır. Koku, misk olarak algılanırken (Kuseyr
Azze 2004: 70, Cemîl b. Ma’mer 1980: 115, 120) , tat ve lezzet olarak
da şarap unsurundan yararlanılmıştır. Şarap ile sevgilinin dudağı arasında
kurulan bağlantı şairlerin devirlerinin şarap hakkındaki müşahedeler
ve telakkilere dayandırılır. Cemîl b. Ma’mer:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
98
“Buseyne, güzel dudağı ile beni büyüledi. O gülümsediğinde,
onun düzgün dişleri görülür. Onun dudağının soğuk tükü-
rüğü ve büyüleyici bir kokusu var. Temiz yağmur damlaları-
nın bal ile karışması gibi sanki şarap onun tükürüğüyle karış-
tırılmıştır” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 106-107 120).
diyerek sevgilinin şaraba benzeyen dudağından bahsederken,
Mecnûn şarabın detaylarına girer, onunla sevgilisinin dudağı arasında
farklı bir ilgi kurar. Mecnûn’un şarap ile sevgilisinin dudağı arasında
kurduğu bağlantı bekleme ve sabır imgesine dayanır. Şarabın üretim
süreci, şişelerin içinde belli bir süre saklanması, mayalanması, depolanıp
korunması bir süreç işi olduğu için, güzel bir şaraba ulaşmanın
beklemekten geçtiğini gösterir. Bu imge, sevgiliye ulaşmak ve dudaklarının
tadına varmak veya onu kucaklayıp sarmalamak için zamana
gereksinim duyulduğu kadar, zorlukların da varlığına bir göndermedir.
Bu gönderme Suriye’de şarapları ile ün salmış bir şehir olan Havran
şaraplarının nasıl yapıldığının betimlenmesine dayanır. Mükemmel
bir şarabın hangi şartlarda elde edildiğini anlattığı şiirinin sonunda
bir taraftan sevgiliye kavuşmanın zorluklarını ve bunun bir sü-
reç işi olduğunu söylemeye çalışır, diğer taraftan da Havran şarapları
ile Leyla’nın dudağını karşılaştırır ve Leyla’nın dudağının üstün oldu-
ğunu söyler (Mecnûn Leylâ ts.: 111-112).
Uzrî şairler, cahiliye gazellerinin aksine, şiirlerinde sevgililerinin
şaraba benzeyen dudaklarından öpmek veya tadına bakmaktan bahsetmemişlerdir.
Sadece Kuseyyir, gazellerinin birinde yatak arkadaşı
olarak sevgilisi Azze’nin dudağının balından tattığını söylemiştir (Kuseyyir
Azze 2004: 70-71).
12.5. Ceylan
Sevgili ile ceylan arasındaki bağlantı göz ile ilişkilidir. Ceylanın
gözlerinin gayet siyah ve büyük oluşu bu bağlantının temel sebebidir.
Uzrî şairler, sevgililerinin gözlerini ahu/ceylanın gözleri gibi parlak,
büyük ve siyah olarak tarif etmişlerdir. Mecnûn, Leyla’nın gözlerini
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
99
bir ceylanın kara, sevimli gözlerinden çok daha güzel olduğunu ifade
eder. Mecnûn’un şiirlerinde Leyla, bir ceylan gibi tasvir edilir, hatta
Mecnûn, neredeyse Leyla’yı boynuzları olmayan bir ceylan olarak gö-
rür (Harthi 2010: 111-112). Cemîl b. Ma’mer de gazellerinde bu imajı
kullanmıştır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 59, 81, 111). Yine o, Buseyne’nin
ceylanın gözlerine benzeyen gözlerini anlatır (Cemîl b. Ma’mer 1980:
59, 85).
Uzrî gazellerdeki sevgililerin ceylan ile karşılaştırılması Cahiliye’deki
gazellerden alınmıştır. Ceylan imajı uzrî şairlere geçmişin/geleneğin
mirasıdır. İmru’u’l-Kays, sevgilisi Fatıma’nın güzelliğini uzun
uzun anlatırken, onun ürkek ve korku dolu bakışlarını Vecre’nin
yavru ceylanlarının boyunlarına benzetmiştir (İmru’u’l-Kays 1419: 64).
Ceylanın gözlerinden başka, boyun da uzrî sevgili için de benzetme
unsuru olmuştur. Mecnûn, Leyla’nın boynunun ceylanın boynuna sık
sık benzetir (Harthi 2010: 112). Kuseyyir de Azze’nin hem gözlerini,
hem de boğazını ceylana benzetenlerdendir (Kuseyyir Azze 2004: 150).
Öyle ki Kuseyyir, Azze’ye olan aşkını: “Azze, beni ceylana benzeyen gözleri
ile tutsak etti” ifadesiyle dile getirmiştir (Harthi 2010: 113). Sevgilinin
yabani davranış biçimleriyle ceylanın ürkekliği arasında bir ilişki
kurulduğunda, şiirin pastoral bir havaya büründüğü görülür.
Klasik Arap şiirinde ceylan imajına oldukça fazla yer verilmiştir.
Araplardan ceylanın mitsel kökenlerinde ve inanç sistemlerinde yer
alması, bu imajın doğmasının sebeplerindendir. Antik Arap düşüncesinde
ceylan, kutsal bir varlık olarak tezahür ettiğinden Araplar, ceylan
öldürmezlermiş, yakaladıkları ceylanları öldürmek yerine serbest
bırakırlarmış (Han 1997: 95). Bu düşünce şiirlerde de yer bulmuştur.
Anlatılanlara göre: Mecnûn bir ceylanı öldüren kurdu, öldürmüş ve
ceylanı toprağa gömmüş, kurdu da yakmıştır. Ayrıca Mecnûn’un çöllere
düştüğü zaman ceylanlarla dostluk kurması, tuzağa düşürülen
ceylanı kurtarma sahnesi, ceylana antik çağda biçilen bir düşüncenin
paylaşılmasıdır. Analık aracılığıyla kutsanmış bir kadın imajı, ceylan
ve yavrusuyla ilintilendirildiği için ceylanın bir anne olarak tasavvuru
onun kutsallığının bir başka boyutudur. Güzelliğinin yanında beyaz
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
100
ve parlaklığı, harika gözlere sahip oluşu, bu gözlerin iri ve siyahlığı,
özellikle ürkekliği şiirde bir ceylan imajının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Cahiliye şiirleri ile başlayan imaj, uzrî şairler tarafından geliştirilmiş,
sevgililer ceylan gibi resmedilmiştir. Öyle ki bu imaj, Leyla ve
Mecnûn mesnevilerinde de yer alarak, ayrıntılı bir şekilde ve değişik
bakış açıları ile işlenmiştir.
Ceylan, Mecnûn’un gazellerinde özel bir yere sahip gibidir. Gazellerinde
ceylan imajı fazlasıyla yer aldığı için zamanla Leyla, ceylana
dönüşür veya ceylan, Leyla olur. Mecnûn’un ceylan ile olan ilişkisi, rivayetlere
göre Mecnûn’un kabilesinden koparılıp üç aşamalı çöl ya-
şantısıyla başlar. İlk aşamada çöle sürülür, ikinci aşamada Mecnûn delirir,
üçüncü aşamada ceylanlarla birlikte çölde yaşar. Emevî halifesi
Abdülmelik b. Mervan kendisine şiir okuyan Kuseyyir’e kendisinden
daha âşık birini bilip bilmediğini sorar. O da Mecnûn’un aşkının bü-
yüklüğünden bahseder ve onun çölde ceylanları yakaladığını, onların
gözlerine bakarak şiirler söyledikten sonra salıverdiğini anlatır ve
Mecnûn’un ceylanlara söylediği şiirleri kendisine okur (Kays b. al-Mulavvah
1967: 11-12). Artık Mecnûn-ceylan özdeşleşmiş veya ceylan,
Mecnûn ile entegre olmuştur. Bu konu ile ilgili bir anekdot şöyledir:
“Mecnûn, bir ceylanı avlayan iki adam görür. Bu iki adam, avladıkları
ceylanı bir ipe bağlayıp sürüklüyorlarmış. Ceylanın
acı çektiğini ve inlediğini gören Mecnûn, adamlara şöyle der:
Ceylanı bana verin develerimden genç ve dişi deveyi size vereyim.
Adamlar teklifi kabul ederek deveyi alırlar, ceylanı serbest
bırakırlar. Ceylan oradan kaçarak uzaklaşır. Mecnûn,
korku içinde kaçan, hızlı bir şekilde uzaklaşan ceylana şöyle
seslenir:
“Ey Leyla’ya benzeyen, benden korkma! Ben bugün vahşi dişi
bir hayvanın arkadaşıyım. Ey Leyla’ya benzeyen, sen bir bilsen
Leyla için serbest kaldığını” (İsfahanî 1423: II/ 53, Mecnûn
Leylâ ts.: 162).
12.6. Beden/Vücud
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
101
Uzrî şairin beden algısı ve onun görüntüsü, kendisine varis bırakı-
lan şişman sevgili imajına dayanır. Bu imajda sevgili tıknaz ve dolgundur.
Cemîl (Cemîl b. Ma’mer 1980: 117) ve Kuseyyir’e (Kuseyyir Azze
2004: 197) göre sevgili yumuşakça dolgun ayak bileklerine sahiptir.
Ayağının uzantısı/huld dolgundur (Cemîl b. Ma’mer 1980: 71). Baldırlar,
pürüzsüz ve yumuşaktır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 122) Bedende öne
çıkan vücut unsuru dolgun kalçalardır. Uzrî şairin överek betimlediği
kalçalar ağırdır. Ağır kalçalar için çeşitli benzetmeler yapılmıştır. En
çok yapılan ve beğenilen benzetme ıslatılmış kum ve kumun sağrı-eğ-
risidir. Urve, “İkizlerden gelen yağmur damlacıkları tarafından vurulmuş
olan iki meme altında bitişik iki kum tepesi vardır” (Urve Afra 1995: 47)
diyerek, Afrâ’nın kalçalarını ıslanmış kumula benzetmiştir. Aynı şekilde
Cemîl ve Kuseyyir de sevgililerinin kumul gibi yumuşak olan
kalçalarını tasvir eden gazeller yazmışlardır (Cemîl b. Ma’mer 1980:
112; Kuseyyir Azze 2004: 106).
Uzrî gazeldeki sevgililer dolgun vücutları ve iri kalçaları olmasına
rağmen belleri oldukça incedir. Bu ince bel, ince belli olan ban ağacının
dallarına benzer. Kays b. Zerîh, Lübnâ’yı “ağır yürüyüşlü ve ban ağacı-
nın dalları gibi zayıf ve ince belli” (Kays Lubnâ 1998: 52) olarak tasvir
eder. Cemîl , “O, sabriyye gibi ince bellidir” diyerek, Buseyne’nin belinin
ince oluşunu ifade eder (Cemîl b. Ma’mer 1980: 59).
Uzrî gazelde kadın sık olan bedeni ile gurur duyulan biri olarak tasvir
edilir. Sık bedenli sevgililerin göğsü, beden ve kalçalarıyla orantılı
olarak dolgundur. Bu irilik, giyilen iç çamaşırlarından taşacak kadar
büyüktür. Cemîl, “iç çamaşırının önüne geçti” diyerek Buseyne’nin gö-
ğüslerinin iriliğini vurgulamıştır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 51). Göğüs,
gazellerde renk itibariyle beyaz ve parlak olarak tasvir edilir.
Uzrî şairler sevgilinin bedenini aşağıda ağır kalçalar, yukarıda dolgun
göğüsler, ortada ince bel olmak üzere üç parça olarak görmüşler
ve bunlar arasında güzel bağlantı kurmuşlardır. Bu üçlüyü güzelliğin
toplandığı yüz ve çevresindeki güzellik unsurları ile tamamlamışlardır.
Gazellerde sık sık sevgilinin iyi yürüyemediği vurgusuna yer verilmesi
benimsenen sevgili imajıyla ilintili olup sevgilinin tipolojisiyle
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
102
bağlantılıdır. Cahiliye dönemindeki sevgilinin görüntüsüyle uzrî gazeldeki
sevgilinin görüntüsü arasında büyük bir benzerlik olduğu,
hatta ibarelerin değişmeksizin kullanıldığı görülmektedir.
12.7. Harap ve Yıkılmış Beden
Uzrî gazellerde âşığın beden görüntüsü son derece olumsuzdur.
Tutkulu bir aşk, bu olumsuzluğun en büyük nedenidir. Yıkık bir beden,
yaşam boyunca âşık tarafından kanıksanarak taşınan bir olgudur.
Beden bozukluğu hem fiziksel hem de ussaldır. Başka bir ifadeyle vü-
cud ve akıl melekesinin bozulması, uzrî âşıkın görüntüsel ve kavramsal
en belirgin imajıdır. Onların bedenleri örtük olsa bile örtünün altında
maddî ve manevî yıkılmış beden gizlenmektedir. Büyük uzrî şair
Urve b. Hizâm, giydiği gömlek ve Yemenî hırkanın altında Afrâ’nın
aşkından dolayı harap olmuş bir bedenin varlığını gözler önüne şöyle
serer: Sakın ha! Sizleri giydiğim yeni bir gömlek ile (sırtıma geçirdi-
ğim) parlak iki Yemenî hırka yanıltmasın. Ey gençler! Ne zaman (giydiğim)
yeni gömleğimi (üzerimden) çıkarırsanız, Afrâ’nın aşkından
neler çektiğimi görürsünüz. Afrâ’nın aşkından (dolayı) ciğerlerimde
yaralar oluşmuş, gözlerim körelmiş, kapanmıştır (Hâdî 1407: 470).
Mecnûn da Leylâ’ya karşı duyduğu özlemin yıpratıcı olduğunu, bir
bedenin bunu kaldırmasının çok güç olduğunu dağların bile kaldıramayacağı
bu özlem sonucu bedenin bir deri ve bir kemik kaldığını,
kalbinin de aşktan dolayı darmadağın olduğunu, artık kalbinin acılara
dayanamayacağını duygusal bir şekilde söylerken bedensel ve zihinsel
çöküntünün güzel örneklerinden birini vermiş, Mecnûn imajına uygun
söylem sergilemiştir:
“Bırakın beni, çok uzattınız azabımı, olgunlaştırdınız cildimi
kızgın demirlerin sıcaklığıyla, bırakın öleyim gam, keder ve
üzüntüden. Vah zavallı kalbim! Kimin kalbi benim kalbimin
çektiği acıları çekmiştir? Üzüntümle baş başa bırakın beni, Allah’a
emanet edin beni, baki olmadığımı bende iyi biliyorum.
Arkanızı dönüp gidin, ben aşk yüzünden delikanlılığımı ve
gençliğimi tüketen sıkıntılarla karşılaştım. Aşk özlemi yıprattı
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
103
beni, eğer bu özlem Radvâ dağında olsaydı darmadağın
ederdi dağı, ya da Sebîr dağında olsaydı onu mezar ve toprağa
çevirirdi. Peki, benim kalbime ne oluyor ki aşk ve sevda onu
darmadağın etti ve ayrılığın ateşi gönlümü dağladı? Ey bana
acı çektiren Leylâ! Özlemim dayanılmaz oldu ve senin aşkın
beni bir deri bir kemik bıraktı” (Kays b. el-Mulevvah 1420: 42-
42, Demir ayak 2012: 105).
Kuseyyir, sevgilisi Azze’ye ettiği sitemlerin başında da yıkılmış bir
bedenin varlığı vardır. Azze’nin sağlam bir vücuda, kendisinin de hastalıklı
bedene sahip olmasına rağmen bu durumdan şikayetçi olmamıştır:
“Şüphe yok ki (Azze) kalbin sapa sağlam ve zinde. Benimse
aşkından (dolayı) hasta, bunun dinde yeri var mı? Hayatım
üzerine yemin ederim ki, bana sevginde insaflı değilsin! Ama
ey Azze! Ben yine de ettiklerinde hoşgörülüyüm” (Kuseyr
Azze 1391: 12)
12.8. Şikâyet ve Ağlama
Uzrî âşıkların sevgililerinden şikâyeti daha çok onları görememek,
karşılıklı olan sevgilerini hissederek yaşayamamaktan kaynaklanır.
Aşktan kaynaklanan şikâyetler, tüm uzrî şairlerin gazellerinde ortak
işlenen konulardandır Sevgiliden duygusal bir şikâyetin en güzel örneklerinden
birini Mecnûn’un aşağıdaki gazelinde görürüz:
“Dedim ki: Ey meltem rüzgârı! Leylâ’ya selamımı götür ve ona
benim başıma gelenleri, çektiğim sıkıntıları anlat. Ey bana acı
çektiren Leylâ! Sen olmasaydın ben gözleri ağlamaktan kızarmış
bir halde gecesini geçiren, nereye gideceğini bilmeden ba-
şıboş dolaşan biri olmazdım. Ey bana acı çektiren Leylâ! Beni
ölümün eşiğine getirdin, senin hakkındaki hüsn-i zannımı
boşa çıkardın, benimle olan ilişkini de kestin” (Kays b. el-Mulevvah
1420: 42-43, Demirayak 2012: 104)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
104
Hemen hemen tüm uzrî âşıklar, bu durumdan asla şikayetçi olmamışlardır.
Bu konuda çalışanlar, iki âşığın gönüllerince birbirlerini gö-
rememelerini iki nedene bağlamışlardır: Birincisi yapısal bir durum
olup sosyal hayat ve gelenekle ilgilidir. İkincisi kısmın ahlakî, kısmen
de dinî yapıyla ilgilidir. Selahaddin el-Hâdî, önemli bir çalışma olan
İtticâhâtü’ş-Şi’r’de bu konu ile ilgili yorumu önemlidir: “Bu âşıkların farkında
olmadıkları iki husus vardır: Birincisi sevgililerinin yaşadıkları muhitin
badiye/çöl kesimi oluşudur ki, bedevi Araplarda yerleşmiş olan sosyal prensipleri
çiğneyip erkek sevgilileriyle buluşup görüşmek bir kadın için gerçekleşmesi
çok zor olan bir durumdur. Medenileşme hareketinin hızla geliştiği
şehirlerde yaşayan kadınların sahip oldukları nispî hürriyet, bedevi kadınlar
için söz konusu değildi. İkinci ve en önemli husus ise meselenin dini boyutudur.
Toplumun esenliği, Müslüman kadının kendi iffetini muhafaza etme gereği
fitne ve fesada yol açacak yollara tevessül etmeme gereği gibi dinî prensipler
bu kadınların sevgililerinin isteklerine cevap vermelerine birer engeldi.
Zaten iffet yanı ağır basan uzrî aşkı, şehvet ve bedensel yönü ağır basan hadarî
aşktan ayıran en önemli husus da meselenin bu boyutudur” (Hâdî 1407: 473,
Yıldırım 1998: 79).
Şikâyet edilen sevgiliden kopma, ayrılma gibi duygular az da olsa
uzrî şairler tarafından zihinde canlandırılmıştır. Çektiği aşk acısı yü-
zünden beden ve akıl dengesi bozulan, karşılık görmediği sevgilisini
insafsızlığı karşısında onu unutarak teselli aramaya çalışan uzrî âşık,
bunu da başaramaz ve çaresiz kalıp bu umutsuz aşkı sürdürmekten
başka bir yol bulamaz. Unutmayı ve terk etmeyi denediği halde bunda
başarılı olamayan uzrî âşıklardan biri olan Ebû Sahr el-Huzelî bir şiirinde
şunları söyler:
“Benliğimde ondan ayrılma ve dünyanın sonuna kadar da onu
bir daha hiç görmemek (düşüncesiyle) ona giderdim; birde ne
olsun, daha onu görür görmez sağımı solumu tanımaz olur,
şaşırıp kalırdım” (Yıldırım 1998: 80).
Tevbe b. el-Humeyyir de sevgilisi Leylâ’yı neden bir türlü bırakıp
unutmuyor diye arkadaşları tarafından sürekli tenkit edilir. Tevbe ise
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
105
kendisine bu yönde telkin ve nasihatte bulunan dostlarına şöyle cevap
verir:
“Keşke beni tenkit edip nasihat edenler benim yerime bu aşkın
cenderesine düşselerdi. O zaman beni daha iyi anlamış olurlardı.
Leylâ’yı terk edip unutmayı ben de çok istedim ve bunu
defalarca denedim. Fakat her seferinde ne kalbime söz geçirebildim
ne de nefsime. Sonunda bu aşkı sürdürmekten başka
bir çıkar yol bulamadım” (Hâdî 1407: 350, Yıldırım 1998: 80)
Cemîl b. Ma’mer de Buseyne’den atılıp uzaklara gittiğini fakat bu
uzaklaşmanın çözüm olmadığını ve kendisine teselli vermediğini gazellerinde
dile getirmiştir (Ferrûh 1385: I/482). Sevgiliden uzak kalmayı
deneyip başaramayan şairlerden biri de Abdullah b. edDumeyne’dir.
O, sevgilisinin yurduna yakın olmayı benimsemiş, ondan
uzak kalmayı uygun görmemiştir:
“Seven kişinin sevdiğine yakın olduğu zaman bıktığını, sevgiliden
uzak kalmanın ise aşk özlemini iyileştirdiğini iddia etmişler;
hepsini deneyip aşk hastalığından şifa bulmaya çalış-
tık, fakat iyileşmedi bizdeki hastalık, o zaman sevgilinin yurduna
yakın olmak, uzak olmaktan daha iyidir” (Demirayak
2012: 110).
12.9. Ağlama/Gözyaşı
Uzrî gazelin karakteristik özelliklerinden biri de ağlama motifidir.
Bu motif klasik şiirin en eski temalarından biridir. İlk kez cahiliye kasidelerinin
başlangıç kısmında görülmüştür. İmru’u’l-Kays’ın meşhur
Muallaka’sının ilk beyti ağlama motifiyle başlar (İmru’u’l-Kays 1419:
40). Birinci beyitte şair, sevgilisi Uneyza’nın yurdunun hatırasına ağ-
lar, ikinci beyitte de sevgilisinden geride kalan silinmemiş izlerin hatı-
rasına gözyaşı döker. İmru’u’l-Kays ağladığı gibi dostlarının da ağlamasını
istemiştir:
“Durun, sevgilinin ve onun Dahûl ile Havmel arasındaki Sıktul
Livâ’da bulunan yurdunun hatırasına ağlayalım. Tûdih ve
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
106
Mikrata kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgarlarının dokuması
sayesinde henüz izleri silinmemiş olan hatırasına gözyaşı
dökelim” (Eyyûbî 1430: 23, Yanık 2004: 31).
Uzrî gazelde çok sayıda ağlama, gözyaşı dökme motifi görülür.
Gözyaşı, bedenin duygu yükünün hazin bir şekilde dışa vuruşunun
karşılığıdır. Ağlama, uzrî şairin duygularını açığa çıkaran, kalbinde
neler taşıdığını bildiren bir ilandır, duyurudur. Ağlama, gizli bir aşkı
gözyaşı şeklinde açığa çıkarır. Gözyaşı aşkın en canlı izleri ve göstergesidir.
Cemîl b. Ma’mer şöyle der:
“Dostlar! Benim (Buseyne’nin) aşkına dair sakladıklarımı, çok
geçmeden gözyaşı gösterecektir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 25).
Ağlama, şairin samimi duygularının ispatı, bir tür kanıtıdır. Mecnun,
taşıdığı aşkının samimiyetine delil olarak gözyaşlarını adil bir şahit
olarak gösterir (Mecnûn Leylâ ts.: 87). Kuseyyir, aşkı için döktüğü
gözyaşlarından haz aldığı için, hem aşkını hem de gizlenmiş arzularını
kanıtlasın diye gözlerini gözyaşı dökmeye davet eder:
“Gözyaşımın devam etmesini istedim; gizlenmiş duygularıma
şahit olur umuduyla…” (Kuseyyir Azze 2004: 78).
Kays, âşık olma seviyesini dökülen gözyaşları ile belirler. Aşkı uğ-
runa döktüğü gözyaşlarını akan bir dereye benzeterek, aşkının seviyesini
gösterir (Kays Lübnâ 1998: 43). Ayrıca ağlama, bir çare, bir rahatlamadır.
Dayanılmaz aşk ağrılarının, aşka ait ıstırapların tedavisidir.
Kuseyyir şöyle der:
“Bana Azze’yi terk etmem , ya da sabır ile ağlama arasında bir
seçim yapmam söylendi. Ben ıstıraplarımı hemen dindirmesinden
dolayı ağlamayı seçtim” (Kuseyyir Azze 2004: 180).
Uzrî gazelde ağlama, bazen rahatlamak amacı ile yapılan bir eylem
görüntüsü verir, aşığın toplumsal baskılardan kurtulmak için kullandığı
silahı haline gelir. Bu ağlama gazellerde psikolojik bir boyut kazanır:
“Gözlerimden aşağı süzülen gözyaşı değil, o eriyen ve damlayan
bir ruhtur” (Mecnûn Leylâ ts.: 105)
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
107
Uzrî gazellerde gözyaşı, aşığın kaçınılmaz kaderi olarak görüldü-
ğünden, sürekli ağlama ve gözyaşı dökme bu zihniyetin doğal sonucu
olarak görülür. Gözyaşının sürekliliği durmadan akan bir dere ve kurumak
nedir bilmeyen bir kuyu ve benzer düşüncelerle ifade edilir
(Harthi 2010: 222). Şair kozmik unsurlardan da yararlanarak gözyaşı-
nın devamlılığını yansıtır. Gece bitip gündüzün başlaması, gözyaşının
bir zaman diliminde bitip diğer zaman diliminde devam etmesinin
göstergesi olur. Kays, gözyaşlarının geceleyin kuruduğunda gündüzle
birlikte yeniden başlayacağını şöyle dile getirir:
“Eğer akşamları gözyaşından kaçarsak, yeni bir gözyaşı dalgası
ile ilk şafakla birlikte gelecektir” (Kays Lübnâ 1998: 66).
Gözyaşı motifi sevgiliyle ilintilidir. İster hatırasından beslensin: “Ey
Leylâ! Yalnızken seni düşündüğümde gözyaşımın akışı kendiliğinden gelir”
(Mecnûn Leylâ ts.: 151), ister sevgilinin olmayışına doğal bir tepki olsun:
“Ağladım ben de ağladım, sevdiğini yitiren tüm diğer âşıklar gibi…”
(Kays Lübnâ 1998: 112). Gözyaşı uzrî gazelde önemli bir motif olarak
yer almıştır. Öyle ki sadece sevgilinin yokluğu değil, aynı zamanda
varlığı da gözyaşını besleyen etkenlerdir. Aşağıda olduğu gibi:
“Gözler, hem onu görür görmez, hem de ona bakarken bile
hala gözyaşı dökerler” (Kuseyyir Azze 2004: 64).
12.10. Bakma/Bakışma
Uzrî gazellerde beden dili hareketler de karşımıza çıkar. Bunlar
âşıklar arasındaki iletişim kanalları olarak tasvir edilir. Bunların ba-
şında bakma, bakışma gelir. Bakma, sevginin artmasına neden olur ve
aşkın başlamasının ilk nedeni olur. Bakışlar, göz aracılığı ile gerçekleş-
tiği için, bakma eyleminde göz öne çıkar. Uzrî âşık sevgilisinin gözlerini
arar, onun bakış şeklinden pozitif ve negatif manalar çıkarmaya
çalışır. Sevgililerin gözleri, birbirlerine gönderdikleri bakışlar, duyguların
ifadesi olarak yansır. Mecnûn, kalbinin sıkıntısının giderilmesi,
karşılıklı gözlerin buluşmasına bağlar:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
108
“Gözlerimiz/bakışlarımız karşılaştıktan sonra her şey daha iyi
olacak, böylece sıkıntılar kalbimden uçup gidecek” (Mecnûn
Leylâ ts.: 228).
Âşıkların gözleri karşılaştığında acı çeken ve kırılan kalpleri tedavi
eder. Bir tür visal gerçekleşmiş olur. Bu nedenle onların değerli bakış-
ları, başka şeylerden hatta kırmızı ve siyah develerden daha kıymetli
görünmektedir. Leylâ’nın Mecnûn’a: “ Yeryüzünde develerden daha kıymetli
olan değiştirmeyeceğim bir bakış verdim” (Mecnûn Leylâ ts.: 85) demesi,
bakışın hem kıymetini hem de anlamını dile getirir. Baskıcı bedevi
toplumunda uzrî âşıklar arasındaki uygun iletişim kanallarından
biri olarak bakışların önemi oldukça çoktur. Onlar fiziki olarak konu-
şamadıkları zamanlarda, baden dili bakışlarla harekete geçer, kendileri
sessiz kalsa da bakışları konuşur:
“Leylâ bana baktığında onun gözleri benimle konuşur. Gözlerim
de ona cevap verir, biz sessiz dururken” (Mecnûn Leylâ
ts.: 68).
Bakışların işlevsel yönü oldukça çoktur. Umut verdiği gibi umutsuz
da kılabilir. Mecnûn, Leylâ’dan ayrıldığında “gözyaşı içinde (Leylâ’nın)
kalbine veda etmeye hazırlanan bir âşık gördüm” (Mecnûn Leylâ ts.: 148)
diyerek umutsuzluğunun yanında psikolojik pozisyonunu da yansıtmış
olur. Yıkık bir bedenin altında kalmış gibi, Leylâ’ya cevap verebilecek
gücü bile kendinde bulamadığını “ona verebilecek gücü bulamadım”
diyerek ruhsal durumunu yansıtmış olur.
Bakışlar kalpte saklı, gizli olanları açığa çıkarma işlevini de gerçekleştirir.
Cemîl b. Ma’mer, Buseyne’ye “Fakat bir haberci olarak karşılıklı
alıp verdiğimiz bakışlar, kalbimizde gizlediğimiz şeyleri iletmekte” (Cemîl b.
Ma’mer 1980: 47) diyerek, kalplerde gizlenen aşkın bakışlar aracılığı ile
açığa çıktığını bu şekilde belirtmiştir.
İşlevsel olarak ani bakışlar/lahza âşık üzerinde büyük bir etkiye neden
olabilir. Urve, sevgilisinin bir anlık bakışı karşısında duygularını
şöyle dile getirir:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
109
“Sadece, beklenmedik bir şekilde onun (bakışını) görür görmez,
hayretten dona kaldım. Öyle ki zorlukla cevap verebildim”
(Urve Afrâ 1995: 22).
Uzrî bakışla ilgili söylenecek sözlerden biri de bakışların kalp üzerindeki
müsbet ve menfi yönüdür. Beyitlerde sevgilinin gözleri dolayısıyla
aşığa gönderdiği bakışlar ya muhabbet, sevgi, aşk ya da cevr
oku içerir. Uzrî gazellerde bakışın kalp ile ilişkisi hep müsbet olup muhabbet
oklarıyla dolmuştur. Cevr oku, gazellerde hiç yer almaz. Başka
bir ifade ile sevgilinin gözü aşığa ulaşıp, bakış yoluyla kalbine girdi-
ğinde kalbin bakış okları ile yaralanması ve aşığın ölümüne sebep olması
söz konusu değildir. Uzrî gazellerde öldürücü bakıştan, sitem ve
cevr oklarından bahsedilmez. Bir diğer ifade ile bakış ve ölüm metaforu
Uzrî gazellerde yer almamıştır. Bakışlar, çağrışımını yansıtmamıştır.
Uzrî gazelde görülmeyen kalbin bakış oklarıyla yaralanması
veya öldürülmesi, cahiliye şiirinde başta olmak üzere, uzrî şairlerin
çağdaşları tarafından bolca kullanılmıştır. Gözlerin yaralayıcı ve öldü-
rücü oluşu İmru’u’l-Kays tarafından dile getirildiğinde bakışların/gözlerin;
parçalamak, mücadele etmek ve iki mızrakla kalbi mahvetmek
gibi özelliklere sahip olduğu görülmektedir (Eyyûbî 1430/2009: 33).
Uzrî şairlerin çağdaşı ve Emevîler dönemi şairlerin en meşhuru olan
Cerîr’in bu konuda “bizi köşeye sıkıştırıp öldürecek ola n gözler beyazdır”
(Kuraşî 1998: 1/140) derken, Mütenebbî’nin de “bana ölümü hatırlatan
bu bakışlar da kimin” (Mütenebbî 1997: 3/264, Harthi 2010: 153) demiştir.
12.11.Sevgili
Uzrî şairler, daha önce de dediğimiz gibi sevgili imajında cahiliye
gazellerinde yer alan kadın tasvirlerinden yararlandılar. Onlar önceki
klişe mefhumları kullanıp eski şişeye yeni şarabı koyarken (Kinani
1951: 285, Harthi 2010: 134) onu tüm kadınlara değil, idealize etme
eğilimi taşıdıkları sevgililerine sundular. Başka bir ifade ile genele ait
güzellik özele taşınarak sevdikleri kadınları tasvir ettiler. Böylece gü-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
110
zelliğin betimlenmesi sadece sevgiliye tahsis edildi. Uzrî sevgi, tek kadın
üzerine yoğunlaştığı için, uzrî şair ihtiraslı gözlerinin içinde sevgilisinden
başka kimseyi görmemiştir. O, kültürel ve estetik mirastan
devraldıklarıyla sevgilisini tasvir etmiştir (Harthi 2010: 133). Uzrî âşık,
cahiliye şairleri gibi hayatta bir kez görüp sonra gözden kaybolan yaratılmışlara
değil (Akkâd 1967: 17), süreklilik arz eden, mezara kadar
devam eden bir aşk oyununun baş kahramanı olan sevgiliye, muhabbet
dolu gözlerle bakmışlar, ona yönelmişler, onu tepeden tırnağa kadar
tasvir etmişlerdir. Buseyne’ye atfedilen şu söz, bu durumu güzel
bir şekilde açıklar: “Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Buseyne’ye
“Cemîl, sende ne ne gördü ki bu kadar güzel şiirler yazdı” diye sorar.
Buseyne, ona “Cemîl, kafasının içinde değil, gözlerinin içinde beni gö-
rür” diye karşılık verir” (Harthi 2010: 135).
Uzrî şairler, sevgilisini idealize etme eğilimini taşır. Onu mükemmelleştirmek
için uğraşır. Uzrî âşık, sevgilisinin kadın güzelliğinin en
mükemmel örneği olmasını ister. Uzrî âşık, sevgilisinin diğer kadınların
güzelliğinden türemiş ve onlarla karşılaştırılmış olan güzelliği istemez.
Zira onun sevgilisi en güzel varlık olarak, doğadaki hiçbir element
ile kıyaslanamaz, onun üstün güzelliği asla hiç bir güzellikle kar-
şılaştırılamaz (Harthi 2010: 135). Cemîl b. Ma’mer, “Buseyne’nin gözü ve
boynu, bütün canlılar içinde en güzelidir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 85) derken,
Kays da Lübnâ’nın ihsanlar içerisinde baştan ayağa kadar en gü-
zel ve en mükemmel bir insan olduğunu söyler:
“Ey tepeden tırnağa en mükemmel insan; Ey giyinik ve çıplak
insanların en güzeli (olan)” (Kays Lübnâ 1998: 109).
Uzrî şair, sevgilisini doğa ve kozmik unsurlardan birine benzetme
yerine, onlarla karşılaştırma yönüne gider. Dolayısıyla uzrî gazellerde
karşılaştırmalı ifadeler, cümleler yaygın bir şekilde kullanılır. Bu kar-
şılaştırma, sevgilinin mükemmel bir güzelliğe sahip olduğunu göstermek
içindir. Cemîl, bütün kadınları küçük yıldızlar olarak görürken,
Buseyne’yi ay olarak tasvir eder:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
111
“Diğer kadınlar sadece küçük bir yıldızken o, dolunaydır. Yıldızlar
nerede? Ay nerede? Ay ve yıldızlar arasındaki uzaklık
ne kadar da büyük! O, diğer insanlara göre güzellikte olağanüstüdür.
Tıpkı, kadir gecesinin tercih edilmesi gibi (Buseyne)
bin ayın üstündedir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 37)
Uzrî şair, tabiat ve kozmik unsurların üstünde gördüğü sevgiliyi
öyle yüceltir ki, bu yüceltme sevgililerin doğaüstü bir özelliğe sahip
olduğu izlemini verir. O öyle bir konumdadır ki, ölenlerin kemiklerine
dokunduğunda, ölüler yeniden dirilir ve onu gördüklerinde ölümsüz
olurlar (Kuseyyir Azze 2004: 76). Uzrî söylemin, din dili söylemine yakınlaşması
ve sevgililere verilen olağanüstü özellikler; onları doğaüstü
özelliklere sahip güç ve güçler seviyesine çıkartır. Mecnûn, açık bir şekilde
şunları söyler:
“Ben yüzümü onun mahalline doğru dönüp dua ettiğimde her
ne kadar doğru yönün karşıtı olsa da ben şirk yoluna girmem”
(Mecnûn Leylâ ts.: 228).
Mecnûn, aşk söylemini dini söylemle ifade etmeye devam eder:
“Acı, Leylâ’nın yüzünden dolayı gelir ve yağmur Leylâ’nın
yüzünden dolayı yere düşer. Leylâ’nın tükürüğü ölmüş insanlar
için çaredir ve onların mezarlarından yükselmesine/dirilmesine
sebep olur. Eğer onun tükürüğüne zehir karışsa, kişinin
harareti gidecek ve şifa bulacaktır” (Harthi 2010: 138).
Böylece uzrî sevgililer, ölmüş insanları yani âşıkları diriltme, ya-
şama döndürme gibi özelliklere sahip olması; kendisinde bir hayat vericilik
ve canlandırıcılık hassası olan yeni bir sevgili imajının doğmasına
neden olur. Bu durum, uzrî gazelin ilklerinden olup sonraki dö-
nemlerdeki gazellerde sevgilinin en önemli özelliği olacaktır.
Uzrî gazelde aşığa mutluluk verme yeteneğine sahip tek kişi olarak
sevgili görülmektedir. Mecnûn, Leylâsına şöyle seslenir: “Sen eşsiz birisin,
beni mutlu ya da sefil/düşkün yapabilirsin” (Mecnûn Leylâ ts.: 228).
Saygılı ve kutsal olan bir kişi olarak tasvir edilen sevgilisiyle konuşa-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
112
mayan şairin kapsamına, yakarma/yalvarma dili girer ve uzrî söylevine
egemen olur (Harthi 2010: 139) Uzrî gazelde sevgilini fiziksel gü-
zelliği zaman kavramından arınmıştır. Onun güzelliği değişken değil,
sabittir. Yaş itibariyle sevgili, her dem geç ve tazedir. Zaman, onun gü-
zelliğini soldurmadığı için, uzrî sevgili hem sonsuz bir güzelliğe hem
de sonsuz bir gençliğe sahiptir. Cemîl b. Ma’mer ile Buseyne arasında
geçen bir diyalog bu durumu açıklar:
“Buseyne dedi ki: Ya Cemîl, sen yaşlanmışsın, gençliğin de gitmiş.
Dedim ki, ey Buseyne! Bunu durdur. Livâ ve Ecfer’de birlikte
geçirdiğimiz zamanları unuttun mu? Benim saçlarım,
tıpkı bir karganın kanatları gibi (simsiyahtı). Misk ve amber
sürülmüş! Senin gençliğin asla solmayacak, değerli bir inci gibisin.
Oysa biz, aynı zamanın içindeyiz; sen yaşlanmazken,
ben nasıl bu kadar yaşlanabilirim?” (Cemîl b. Ma’mer 1980:
44.)
Görüldüğü gibi Buseyne’nin zamanı, sabit ve hiç değişmez bir gö-
rünüm arz eder. Zira, zaman geçse bile Buseyne’nin güzelliği her zaman
ter ü tazedir, onun güzelliği dün, bugün, yarın aynı kalır Oysa ki
zaman geçtikçe Cemîl, yaş ve olaylardan etkilenmiş, onda gençlik, tazelik
kalmamıştır (Harthi 2010: 140). Kuseyyir de “geldi kara bulutlar,
gitti yıldızlar” diyerek biten gençliğinden bahsetmiştir. Uzrî maşuk
ebedi gençlik imajına sahipken, uzrî âşık gazellerde ak saçlı bir görüntüye
sahiptir.
Sevgilinin güzelliği ve vücudu zamana direnip onun karşısında
mükemmelliğini koruyorsa, bu ölümsüzlük anlamına gelir ve onun
bedeni, kendisine ibadet edilen heykel/put seviyesine yükselir. Tapını-
lan putlar ile sevgilinin vücudu, genellikle de güzelliği arasında bir
bağ kurulur. Bu ilişkinin başında hem putların hem de put kadar güzel
olan sevgilinin karşılık veya tepki vermemesidir (Harthi 2010: 140).
Kuseyyir:
“O beni terk ettiğinde ben onu çağırdım; isteksiz ve bir kaya
gibi sessiz idi” (Kuseyyir 2004: 55).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
113
derken, Cemîl b. Ma’mer de Buseyne’den bir karşılık, konuşma, hareket
bekler ve duygularını şöyle dile getirir:
“Ben, bana umut vereni bekliyorum. Yoksulun zengin olmayı
beklemesi gibi. Buseyne’nin borçlarını hesaplıyorum yoksul
olmamasına rağmen, bize verdiği sözü yerine getirmiyor. Sen
ve verdiğin sözler değersizdir. Tıpkı yağmur getirmeyen fırtına
bulutu gibi” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 40).
Böylece isteksiz ve cevap vermeyen bir taşa benzeyen bir heykel
gibi tepkisiz olan bir sevgili imajı doğar. İlgisiz, soğuk ve ruhsuz sevgili
portresi gazellerde yer alır (Harthi 2010: 141). Buna rağmen uzrî
âşık, aşkından karşılık görme umudunu asla kaybetmez: “Bana ne iyilik
yaptı, ne de kötülük. Nefret ettiğinde bile senden nefret etmeyeceğim” (Kuseyyir
Azze 2004: 57) demesine rağmen, yine de onun vereceği umutları
bekleyeceğini sık sık ifade eder. Uzrî âşık, ulaşılmaz suyun peşinden
giden susuz bir adama gibidir. Suya kavuşma umudunu, beklentisini
hep sürdürür.
Aşk, uzrî şairin bütün hayatını kapsayıp kuşattığı için o, kendini
aşkına adamıştır. Çift kişilik bir aşkta sevgili başaktördür. Kendini bir
hiç gören uzrî şair, aşk sahnesinden çekilip ikinci plana düşünce sahne
sevgilisine kalır ve olaylar başkahramanın etrafında şekillenir. Uzrî şaire
düşen de bu kahramanı yüceltmektir. O, kendine verilen görevi
mükemmel bir şekilde yerine getirir. Uzrî şaire düşen de bu kahramanı
yüceltmektir. O, kendine verilen görevi mükemmel bir şekilde yerine
getirir. Uzrî şair, önceki şairlerin estetik değerlerinden hareket ederek,
sevgiliyi ve onun güzellik unsurlarını bir resim sanatçısının fırça ve
kaleminden çıkmış gibi tablolaştırdı.
Bunu yapmasındaki amaç, ideal kadın modelini/imajını ortaya koymak
istemesidir. Çünkü o, sevgilisini idealize etme eğilimindedir ve
bu yüzden ideal kadın imajını ortaya koymak ister. Önce ideal kadının,
ideal güzelliğini ortaya koyarak sergiler. Onun sergilediği de eşsiz ideal
güzelliğin çekici renkleri ile resimlendirilmiş arketip olur. Bu mo-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
114
deli ortaya koyan uzrî şair, kendisine miras bırakılan eski klişeleri, terimleri
yeniden yorumladı ve onlara hayat vererek yeniden canlandırdı,
zengin ve çeşitli duygularla süsledi, kolektif bilinç içine ve edebi
geleneğe kazıdı. Uzrî şairler, öncekilerin sunamadıklarını, gösteremediklerini
gerçekleştirerek, daha fazlasını sundular, bireysel yeteneklerini
ortaya koydular. Uzrî gazel, uzrî sevgilinin ve uzrî güzelliğin yü-
celtilmesine ve onun en güzel, en mükemmel bir şekilde aksettirilmesine
matuftur. Uzrî gazellerdeki ana gaye, asıl amaç budur.
SONUÇ
Derî Farsçasında gazelin rağbet görmesi dönemin sosyal hayatı ve
yaşam felsefesiyle yakından ilişkilidir. Gösterişli sarayların yapılması,
bu mekânlarda eğlence meclislerinin düzenlenmesi maddi hayatın benimsenmesinde
önemli rol oynamıştır. Zenginliğin neden olduğu dünyevileşme
düşüncesi Derî Farsçası gazellerine felsefik boyutta yansıdı
ve bir dünya görüşü olarak gazellerde işlendi. Böylece İbn Haldun’un
sosyolojik olarak ifade ettiği hadarîlik, yeni Fars edebiyatında yazılan
gazellerin içeriğini oluşturdu.
Hadarî felsefeye paralel olarak güzellik, sevgili ve sevgilinin güzellik
unsurları da hadarî gazeldeki yerini aldı. Bütün bunlar Emevî dö-
nemi uzrî gazellerinden alındı. Emevî dönemi Uzrî şairlerinin kullandıkları
teşbih ve mecazlar Derî Farsçası gazellerinde de kullanıldı.
Arap kaside nesiplerinde görülen bedevi sevgili tipi Derî Farsçasına
intikal edince yerini yerleşik hayat biçimine bağlı yeni bir sevgili imajına
bıraktı. Bunun neticesinde de aşiretiyle göçüp giden sevgilinin pe-
şinde seyahat eden âşık tipi de ortadan kalktı.
KAYNAKÇA
Abdullah, Muhammed Hasan 1407, Sûretu’l-Mer’e fî’ş-Şi’ri’l-Umevî, Zâtu’s-
’Selâsil, Kuveyt.
Akkâd, Abbâs Mahmûd 1967, Cemîl Buseyne, Dâru’l-Ma’ârif, Kahire.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
115
Aksu, Ali 2001, “Emeviler Döneminde Kadının Durumu, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. V, sy. 1, Sivas.
Aksu, Ali 2006, “Emeviler Döneminde Sosyal Tabakalar”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Y. 14, sy. 8, Sivas.
Alî, Muhammed Osman 1406, Fi Edebî Mâ Kable’l-İslâm, Trablus.
Altınay, Ramazan 2006, Emevilerde Günlük Yaşam, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara.
Anendrâc, 1365 hş., Ferheng-i Câmi’-i Fârsî (yay. Muhammed-i Debîrsiyâkî),
İntişârât-ı Kitab-ı Furûşî-yî Hayyâm, Tahran.
Antâkî, Davûd 1986, Tezyînu’l-Esvâk fî Ahbâri’l-Uşşâk, Dâru’l-Hilal, Beyrut.
Atçeken, İsmail Hakkı 2001, Hişâm b. Abdilmelik, Ankara.
Ateş, Ahmet 1977, “Gazel”, İA., MEB Yayınları, İstanbul.
Atîk, Abdulazîz 1406, Târîhu’n-Nakdi’l-Edebi İnde’l-Arab, Beyrut
Atîk, Abdulazîz 1422, Fî’l- Edebi’l-İslâmî ve’l-Emevî, Beyrut.
Avfî, Muhammed 1361 hş., Lubâbu’l-elbâb (çev. Muhammed-i Abbâsî), Tahran.
Aycan, İrfan 1998, “İslâm Toplumunda Eğlence Sektörünün Ortaya Çıkışı”,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl 1998, sy. 38, Ankara.
Aycan, İrfan 2003, “Emeviler Döneminde İlmi Hayat”, Emeviler Dönemi Bilim
Kültür ve Sanat Hayatı, İlahiyat Yayınları, Ankara.
Aydın, Hasan 2013, Mitos’tan Logos’a Eski Yunan Felsefesinde Aşk, Bilim ve Ger-
çek Kitaplığı, İstanbul.
Bekkâr, Yûsuf Hüseyin 1981, İtticâhâtu’l-Gazel Fi’l-Karni’s-Sânî el-Hicrî, Dâru’lEndelüsi,
Beyrut.
Berthels, E. 1977, “Yeni İran Edebiyatı, İA, MEB YAYINLARI, İSTANBUL:
II/1402-1403
Bustânî, Butros 1989, Udebâ’u’l-Arab fî’l-Cahiliyye ve Sadri’l-İslâm, Dâru’l-Cîl,
Beyrut.
Câhız, Ebû Osmân Amir b. Bahr 1411, “Kitâbu’l-Biğâl” Resâ’ilu’l-Câhız (yay.
Abdusselâm Hârûn), Beyrut.
Cân, Yılmaz 1995, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı (H. I-III/ M. VII-IX.), Ankara.
Capelle, Wilhelm 1995, Sokrates’ten Önce Felsefe “Fragmanlar-Doksograflar”
(çev. Oğuz Özügül), Kabalcı Yayınları, İstanbul
Cemil b. Ma’mer 1980, Dîvân (yay. Fevzî Atevî), Dâr Şa’b, Beyrut.
Cevherî, İsmâ’îl Hammâd 1337, Tâcu’l- Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye (yay. Ahmed
Abdulgafûr Attâr), Kahire.
Cevizci, Ahmet 2000, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Çetin, Nihad 2011, Eski Arap Şiiri, Kapı Yayınları, İstanbul.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
116
Dabbî, Mufaddal b. Muhammed 1419, el-Mufadalliyât (yay. Ömer Farûk etTabbâ),
Darû’l-Erkâm, Beyrut.
Dâmâdî, Seyyîd Muhammed, 1371 hş., Mezâmîn-i Müşterek der Edeb-i Fârsî ve
Arabî, Tahran.
Daud Pota, Umer Muhammed, 1382 hş., Te’sîr-i Şi’r-i Arabî ber Tekâmul-ı Şi’r-i
Fârsî, Sadâ-yı Muâsır, Tahran.
Dayf, Şevkî 1326, Asru’l-Câhilî, Zevi’l-Kurbâ, Kahire.
Dayf, Şevki 1426, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî el-Asru’l-İslâmî, Menşûrâtu Zeviyyi’lKurbâ,
Kahire.
Dayf, Şevkî 1979, Şi’r ve’l-Gınâ fi Medîne ve Mekke li-Asri’l-Benî Umeyye, Kahire.
Dayf, Şevkî 1999, Hubbu’l-Uzrî İnde’l-Arab, Dâru’l-Mısriyyeti’l-Lubâniyye, Kahire.
Dayf, Şevkî ts, el-Fen ve Mezâhibu fî’ş-Şi’ri’l-Arabî, Kahire.
Debîrsiyâkî, Muhammed 1374 hş., Pîşâhengân-ı Şi’r-i Fârsî, Tahran.
Dehhân, Muhammed Sâmî, 1981, el-Gazel, Dâru’l-Ma’ârif, Beyrut.
Demirayak, Kenan 2009, Arap Edebiyatı Tarihi-I (Cahiliye Dönemi) Fenomen
Yayınları, Erzurum.
Demirayak, Kenan 2012, Arap Edebiyat Tarihi-3 Emeviler Dönemi, Erzurum
Demirel, Hamide 1977, “İran Edebiyatında İlk Farsça Şiir Söyleyenler”, Ankara
Üniversitesi DTCF Doğu Dilleri Dergisi, sa.II/3, Ankara
Ebû Rihâb, Hasan 1366, el-Gazel İnde’l-Arab, Matbaatu Mısriyye, Kahire.
Elmalı, Hüseyin 1998, “Kaside” DİA, İstanbul
Erkan, Arîf 2004, el-Beyan: Büyük Arapça Türkçe Sözlük, Yasin Yayınları, İstanbul
Esedî-yi Tûsî, 1365 hş., Lugat-ı Furs (yay. Fethullah-ı Muctabâî-Alî Eşref-i
Sâdıkî), Tahran.
Eyyûbî, Yasîn-Selahuddîn Hevvârî 1430, Şerhü’l-Mu’allakati’l-Aşere, et-Tıvâl
ve’l-Muzhebbât, Alemü’l-Kütüb, Beyrut.
Ezherî, Muhammed b. Ahmed 1384, Tezhîbu’l-Luğa (yay. A. Abdulalîm elBerdûnî,
Kahire.
Fâhûrî, Hannâ 1411, el-Mu’cez fî’l-Edebi’l-Arabî ve Târîhî, Beyrut.
Fâhûrî, Havvâ 1383 hş., Târîh-i Edebiyât-ı Zebân-ı Arabî ez-Asr-ı Câhili tâ karn-ı
Mu’âsır (ter. Abdulmuhammed Âyetî), İntişârât-ı Tûs, Tahran.
Faysal, Şükrî 1982, Tatavvuru’l-Gazel beyne’l-Cahiliyye ve’l-İslâm min İmri’l-Kays
ilâ İbn Ebî Rebî’a, Dâru’l-İlm, Beyrut.
Ferrûh, Ömer 1385, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî, Dâru’l-İlm, Kahire.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
117
Ferruhî-yî Sistânî 1349 hş., Dîvân (yay. Muhammed-i Debîrsiyâkî), İntişârât-ı
Zevvâr, Tahran.
Fesâ’î, Restigâr 1372 hş. Envâ’-ı Şi’ri-i Fârsî, İntişârât-ı Nevîd, Şîrâz.
Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed b. Alî 1929, Misbâhu’l-Munîr fî Garîbi’ş-
Şerhi’l-Kebîr, (yay. M. Muhyîddîn Abdulhamîd, Kahire.
Filshtinsky, M. 1985, History of Arabic Literature, Moskova.
Fîrûzâbâdî, Muhammed b. Ya’kûb 1371, Kâmûsu’l-Muhît, Kahire.
Furat, Ahmed Suphi 1996, Arap Edebiyatı Tarihi (Başlangıçtan XVI. Asra Kadar),
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
Gıyâsu’l-Luğa, 1363 hş., İntişârât-ı Emîr Kebîr
Gibb, H.A.R. 1963, Arabie Literature, Newyork
Gündüz, Metin 1998, Emeviler Döneminde Gazel Şiiri, Atatürk Üniversitesi SBE
Yayımlanmamış YLT, Erzurum
Hâdî, Selahaddîn 1407, İtticâhâtu’ş-Şi’r fî Asri’l- Emevi, Kahire.
Hakanî-yi Şirvânî, 1371 hş., Divan (nşr. Bediüzzamân Furûzânfer), Tahran.
Hamîdî, Mehdî 1337 hş., Behişt-i Sohen, İntişârât-ı Pîrûz, Tahran.
Han, Rukiyye Yasmine, 1997, Sexuality and Secrecy in the Medieval Arabic Romance
of Majnun Layla, Pennsylvania
Hânlerî, Pervîz Nâtıl 1373 hş., Târîh-i Zebân-ı Fârsî.
Harâ’itî, Muhammed b. Cafer es- Sâmirî 1420, İ’tilâlu’l- Kulûb (yay. Hamdî edDimirudâş)
Mektebetü’l-Arabiyyeti’s-Su’diyye, Mekke.
Harthi, Jokha Mohamed 2010, The Body in al-Ghazal al-Hudhrî, Edinburgh
Hasan İbrahim, Hasan 1985, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi (ter. İsmail
Yiğit- Sadreddin Gümüş), Kayıhan Yayınları, İstanbul.
Hidayet, Rızâ Kulihân 1336 hş., Mecma’u’l-Fusahâ (yay. Muzâhir-i Musaffâ),
Tahran
Huleyf, Yûsuf 1968, Hayâtu’ş-Şi’r fî’l-Kûfe ilâ Nihâyeti’l- Karni’s-Sânî li’l- Hicre,
Kahire.
Hümâyî, 1373 hş., Funûn-i Belâgat ve Sanâ’ât-ı Edebî, Mü’essese-yi Neşr-i
Humâ, Tahran.
Hüseyin, Taha 1991, Min Târîhî’l-Edebi’l-Arabi, Beyrut.
Hüseyin, Taha ts, Hadîsu’l-Erba’â, Dâru’l-Maârif, Kahire.
Inâd Gazvân, İsmâ’îl 1394, Edebu’l-Arabî, Bağdâd.
Isfahânî, Ebû’l-Ferec Alî b. el-Hüseynî, 1964, el-Eğânî (yay. Abdussettâr Ahmed
Ferrâc), Dâru’s-Sakâfe, Beyrut.
Isfahânî, Ebü’l-Ferec Alî b. el Hüseyin 1423, el-Eğânî (yay. İhsân Abbas-İbrahîm
es-Se’âfîn Beki Abbâs), Dâr Sâdır, Beyrut
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
118
İbn Abdirabbih, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed 1404, İkdu’l-Ferîd (nşr.
Müfîd Muhammed Kumeyha), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut.
İbn Haldun, Abdurrahmân b. Muhammed 1431, el-Mukaddime (yay. Dervîş elCuveydî),
Mektebetu’l- Asriyye, Beyrut.
İbn Kuteybe, Abdullah b . Muslîm 1418, eş-Şiir ve’ş-Şu’arâ (yay. Ömer etTabbâ),
Darû’l-Erkâm, Beyrut.
İbn Reşîk, Ebû Alî el-Hasan el-Kayrevânî 1401, el-Umde fî Mehâsini’ş-Şi’ri ve
adabihi ve nakdîhi (yay. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Dâru’l-Cîl,
Beyrut
İbnu’l-Cezvi, Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali 1420, Kitâb Zemmi’l-Hevâ (nşr
Îmâm Fâris el-Hurstânî-Muhammed İbrâhim ez- Zeğlî ?), Dâru’l-Cedîd,
Beyrut.
İbnu’l-Kayyum el-Cevziyye, Muhammed b. Ebî Bekr 1431, Ravdatu’l-Muhibbîn
ve Nushetu’l-Muştâkîn (nşr. Semîr Mustafa Rebâb) Mektebetü’l-Asriyye,
Beyrut.
İbu Manzûr, Celâleddîn Ebû’l-Fazl 1388, Lisânu’l-Arab (yay. Abdullah Alî elKebîr),
Dâru’l-Ma’ârif, Kahire.
İmru’u’l-Kays 1419, Dîvân (yay. Yasîn el-Eyyubî), Mektebetü’i-İslâmiyye,
Beyrut
Kays b. al-Mulavvah (el-Mecnun) 1967, Dîvân (yay. Şevkiye İnalcık), Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara
Kays b. el-Mulevvah 1420, Dîvân (yay. Yûsrî Abdilgânî), Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut.
Kays b. Lubnâ 1998, Dîvân (yay. Afîf Nâyif Hâtûm), Dâr Sâdır, Beyrut.
Kays b. Zerîh 1425, Dîvân (yay. Abdurrahman el- Mustâvî), Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut.
Kedkenî, Rızâ Şefî’î 1370 hş., Suver-i Hayâl der-Şi’r-i Fârsî, İntişârât-ı Âgâh,
Tahran.
Kılıç,Ünal 2001,Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd b. Muaviye, Kayhan Yayınları
Kılıçlı, Mustafa 1993, Sadru’l-İslam ve Emeviler Döneminde Gınâ, Atatürk Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum.
Kinanî, Ahmed Haldun 1951, The Development of Gazal İn Arabic Literature (Pre
Islamic and Early Islamic Periods), Suriye Üniversitesi Yayınları, Şam
Koyuncu, Mevlüt 1997, Emeviler Döneminde Saray Hayatı, Beyan Yayınları, İstanbul.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
119
Kranz, Walter 1984, Antik Felsefe: Metinler ve Açıklamalar (çev. S.Y. Bayındır)
Sosyal Yayınları, İstanbul
Kuraşî, Ebû Zeyd Muhammed b. Alî Hattâb 1998, Cemheretu Eş’âri’l-Arab, Dâr
Sâdır, Beyrut.
Kuseyr Azze 2004, Dîvân (nşr. Macîd Tarâd) Dâru’l-Kitabi’l-Arâbî, Beyrut.
Kuşeyyir Azze 1391, Dîvân (yay. Abbâs İhsân), Dâru’l-Sakâfe, Beyrut.
Lazard, Gilberd 1342 hş., Eş’âr-ı Parâkende-yi Kadîmterin Şu’arâ-yı Fârsî-zebân.
Mahcûb, Muhammed 1345 hş., Sebk-i Horâsânî, Tahran.
Mecnun Leylâ, Divân, ts (yay. Abdussettâr Ahmed Ferrâc), Mektebetü Mısr,
Kahire.
Mes’ûdî, Ebû’l-Hasan Alî 1393, Murûcu’z-Zeheb (yay.Yûsuf Es’ad Dagır), Beyrut.
Mîrsâdikî, Meymenet 1376 hş., Vâjenâme-yi Hüner-i Şâ’irî, Neşr-i Kitâb-ı Nehvâz,
Tahran.
Mu’temen, Zeynelâbidîn 1355 hş., Tahavvu’l-ı Şi’r-i Fârsî, Kitâbhâne-i Tuhûrî,
Tahran.
Mu’temen, Zeynelâbidîn 1364 hş., Şi’r ve Edeb-i Farsî, Tahran.
Mudebbirî, Mahmûd 1370 hş., Şerh-i Ahval ve Eş’âr-ı Şâ’irân-ı Bî-Dîvân, Tahran
Müncîd, 1377 hş., İntişârât-ı Sabâ, Tahran.
Mütenebbî, Ebu’l-Tayyîb Ahmed b. el-Hüseyin 1997, Dîvân (yay. Kemâl
Tâlib), Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut
Nâcî, Abdulcebbâr 1986, Dırâsât fî Târîhi’l-Muduni’l-Arabiyyeti’l-İslâmiyye,
Basra.
Nikola, Wilyem 1979, el-Arcî ve Şi’ru’l-Gazel fi’l-Asrı’l-Emevî, Beyrut
Nu’mânî, Şiblî 1336, Şi’ru’l- Acem (ter. Seyyîd Muhammed Takî Fahr-i Dâ’î-yî
Gîlânî), Dünyâ-yı kitâb, Tahran.
Ömer b. Ebî Rebî’a, ts, Dîvân (yay. Yûsuf Şükrî Ferahhât), Dâru’l-Cîl, Beyrut.
Platon 2007, Symposion (çev. Eyüp Çoraklı), Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Radûyânî, Muhammed b. Ömer 1949, Kîtâb Tercümânü’l-Belâğa (yay. Ahmet
Ateş), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
Râfî’î, Mustafâ Sadık 2009, Târîhu Edebi’l-Arab, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut.
Râstgû, Seyyîd Muhammed 1383 hş., İrfân der Gazel-i Fârsî, İntişârât-ı İlmî,
Tahran.
Rezmcû, Hüseyni 1372, Envâ’-ı Edebî, Meşhed
Rûdekî-yi Semerkandî 1373 hş., Dîvân (yay. Sa’îd-i Nefîsî- Y. Braginsky), Tahran
Sabûr, Dârîyûş 1384 hş., Âfâk-ı Gazal-i Fârsî, İntişârât-ı Zevvâr, Tahran.
Safâ, Zebihullah 1357 hş., Genc-i Sohen, İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, Tahran
Safâ, Zebilullah 1351 hş., Târîh-i Edebiyât der-İran, İntişârât-ı Emîr Kebîr.
Seâlibî, Ebu Mansûr Abdulmelik b. Muhammed b. İsmâil 1375, Kahire
Söylemez, Mahfûz 2001, Bedevilikten Hadariliğe Kûfe, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara.
Suzan, Yahya 2008, Arap Şiirinde Muhammes ve Tahmis, Ankara Üniversitesi
SBE Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
Şekîba, Pervîn 1373, Şi’r-i Fârîsî ez-Ağâz tâ-İmrûz, Tahran.
Şemîsâ, Sîrûs 1375 hş., Seyr-i Gazel der Şi’r-i Fârsî, İntişârât-ı Nevîd, Şîrâz.
Şems-i Kays-i Râzî, 1384 h ş./ 1959, el- Mu’cem fî Me’âyîr-i Eş’âri’l-Acem (yay.
Müderris-i Razavî, İntisârât-ı Dânişgâh, Tahran.
Tâhîr Lebib, 1987, Sosyolociya’l-Gazeli’l-Arabî “eş-Şi’ru’l-Uzrî Nemûzecen”
(çev. Mustafa el-Misnâvî), Dâru’l-Beydâ.
Urve Afrâ 1995 Dîvân (nşr. Antvan Muhsin Kavvâl), Dâr Sâdır, Beyrut
Vated, Jean-Claude 1372, Hadîs-i Işk der-Şark “ ez-Sedde-i Evvel tâ Sedde-i
Pencum Hicri”(çev. Cevâd Hadîdî), Neşr-i Dânişgâhî, Tahran.
Vehbe, Mecdî- Kâmil el- Mühendis 1984, Mu’cemu’l-Mustalahâti’l-Arabiyye fî’lLuğa
ve’l-Edeb, Beyrut.
Yalar, Mehmet 2009, “Emeviler Döneminde Gazel ve Ömer bin Ebî Rebî’a”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.18, sy. 2, Bursa.
Yaltkaya, M. Şerafeddin 1943, Yedi Askı, MEB Yayınları, İstanbul.
Yanık, Nevzat 2010, Arap Şiirinde Tasvir, Fenomen Yayınevi, Erzurum.
Yanık, Nevzat ve diğerleri 2004, Yedi Askı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.
Yıldırım, Kadri 1998, Cahiliyye ve İslamî Dönem Şiir Mevzularının Mukayesesi,
Harran Üniversitesi SBE Yayımlanmamış Doktora Tezi, Şanlı Urfa.
Zâhî, Ferîd 1990, el-Cesed ve’l-Sûrah ve’l-Mukaddes fi’l-İslam, Beyrut.
Zebîdî, Muhammed b. Muhammed el- Hüseyin 1307, Tâcu’l-Arûs.
Zevzenî, Hasan b. Ahmed 1972, Şerhu’l-Mu’allakati’s- Seb’, Beyrut.
Zeydân, Corcî 2004; İslâm Uygarlıkları Tarihi (çev. Nejdet Gök), İletişim Yayınları,
İstanbul
Zeydân, Corci ts; Târihu Edebi’l-Lugati’l-Arabiyye, Kahire
Zubeydî, Abdulhakîm 2007, Hasâ’isu Şi’ri’l-Gazel İnde Ömer b Ebî Rabî’a (erRâ’iyye
Nemûzecen www.nashiri.net)
OLUŞUMU, FELSEFESİ: BU GAZELDEKİ
AŞK SÖYLEMİ VE GÜZELLİK
UNSURLARININ KAYNAĞI OLARAK
HADARÎ VE UZRÎ GAZEL
Yrd. Doç. Dr. SADIK ARMUTLU
ÖZET
Gazel, ilk olarak cahiliye kasidelerinde söylendi. Bu duygular birkaç
beyit içerisinde ifade edildi. Daha sonra Emevîler döneminde tür
boyutuna ulaştı. Gazel türü, Emevîler zamanında hadarî ve uzrî gazel
olarak iki koldan gelişti. Hadarî gazelin içeriği zevke bağlı maddi aşktır.
Bundan dolayı yaşamak, zevk almak, mutlu olmak, kadın, sevgili
ve şarap bu gazelin tematiğini oluşturur. Bu duygular aynı zamanda
bir yaşam felsefesini ve dünya görüşünü yansıtır. Bunun için hadarî
gazelin temelinde dünyevileşme felsefesi vardır. Bu felsefe gazellerde
açık bir şekilde görülür. Uzrî aşk, temiz ve yüce aşk duygularını yansıtır.
Bu gazelin felsefesinde bedensel arzulardan uzak aşk vardır. Bu
Yrd. Doç. Dr. Sadık ARMUTLU, İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim üyesi. Email: sarmutlu25
@gmail.com
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
34
gazelde sevgililer idealize edilmiştir. İdealize edilen sevgilinin güzelliği
ve güzellik unsurları ayrıntılı biçimde uzrî gazellerde dile getirilmiştir.
Hadarî ve uzrî gazel Derî Farsçası ile yazılan ilk gazellere de
kaynaklık etmiştir. Bu iki gazelin anlam dünyası Farsça yazılan gazellerin
büyük bir kısmında görülür.
Anahtar kelimeler: Derî Farsçası, gazel, aşk, Emevîler, hadarî gazel,
uzrî gazel.
ABSTRACT
Ghazal was first said in ignarant (Cahilî) eulogy by poets. These
feelings were expressed in several couplets. Then, it reached sort demension
and involved all eulogies. İn the time of Ummayads Ghazal
showing a great improvement was divided into two sections as
Hadharî and Udhrî. Hadharî ghazal’s theme is tangible love. Therefore
live, to enjoy, to be happy, women, lovers and wine from the thematics
of this ghazal. These feelings also reflects a philosophy or life and
worldview. For this on the basis of this ghazal to Hadharî has a philosophy
of secularizm. This philosophy seen clearly in lyrics. Udhrî love,
reflects pure and a love supreme. There is no physical desires in the
philosophy of this ghazal. İn this ghazal lovers are idealized. Lover’s
beauty and elements of beauty are described the most detailed
way.Hadharî and Udhrî ghazals are sources to Derî (the palace) Persian’s
first ghazals. Hadharî and Udhrî ghazals carries to the same
theme with a large part of Persian ghazals.
Key words: The palace Persian, ghazal, love, Ummayads, hadharî
ghazal, udhrî ghazal.
چكیده
غزل نخستین بار در بطن قصاید دوره جاهلیت وارد صحنه شد و احساسات
مختلف را طی چند بیت بر زبان آورد. سپس در دوره امویان شکلی مستقل به خود
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
35
گرفت و در دو شاخه حضری "Hadharî "و عذری “Uzrî ” گسترش یافت.
درونمایه غزل حضری را عشق مادی وابسته به نشئه تشکیل می دهد. بدین جهت
"زندگی، لذت بردن، شاد بودن، زن، عشق و شراب" بنیان و هسته اولیه این شعر
را می سازد. این احساسات در عین حال فلسفه زندگی و جهان بینی معینی را
منعکس می سازد و به همین دلیل بنیان غزل حضری جهانشمولی و فلسفه دنیوی
آن است. در صورتیکه عشق در غزل عذری جنبه ی متعالی و صاف و پاکیزه دارد.
در این نوع غزل عشق دور از آرزو ها و تمایالت جسمانی است و در آن معشوقه ها
شکل آرمانی پیدا می کنند و ویژگی ها و زیبایی معشوق در غزل عذری به زبان
آورده می شود. غزلهای حضری و عذری منبع نخستین غزلهایی است که به فارسی
دَری نوشته شده است. دنیای معنویت در این دو نوع غزل، در بخش عمده ای از
غزلهای فارسی ملموس است.
کلید واژه: فارسی دری، غزل، عشق، امویان، غزل حضری "Hadharî ،"غزل
عذری “Uzrî”
1. Derî Farçasında Gazelin Oluşumu
Fars edebiyatı yazıcıları, IX. yüzyılın başlarından itibaren bağımsızlık
hareketleriyle beraber Farsçanın edebi dil olarak yeniden tarih sahnesine
çıktığını, edebi etkinliklerin bu Farsça ile gerçekleştirildiğini
yazmışlardır. Bu Farsça, fonetik ve kelime hazinesi bakımından Sasani
Pehlevicesi’nden ayrılan “Derî Farsçası”dır. Yine bütün Fars edebiyatı
yazıcıları, edebi bir dil olarak Derî Farsçasının ortaya çıkması, yarı ba-
ğımsız Tahirîler, tam bağımsız Saffarîler ve Samanîler ile X. yüzyıldaki
büyük devletlere bağlı küçük hanedanların kurulmasından itibaren
gerçekleştirildiği konusunda tam bir görüş birliği içerisindedirler. Tahirîlerin
resmi Arap dilini kaldırıp yerine sarayın resmi dili olarak Derî
Farsçasını getirme konusunda elde hiçbir tarihi belirti olmadığı, onların
aksine Saffarîler hanedanının Fars dilinin ciddi savunucuları oldukları
da edebiyatçılar tarafından benimsenmiş bir başka görüştür.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
36
Yakub b. Leys adlı bir bakırcı tarafından kurulan, Âl-i Leys ya da
Leysiyyûn diye de tanınan Saffarîlerin (868-907) Fars edebiyatına olan
ilgisini Zebihullah-i Safâ: “Acem mülkünün tahtına oturmak, eski gelenekleri
yeniden diriltmek, padişahlık sancağının gölgesi altında bü-
tün uluslara efendilik etmek” (Safâ, 1351: I/164-165) ülküsüne bağlamıştır.
Adı geçen yazar “Arap dilini bilmediğinden dolayı Arap dili,
onun devletinde ve sarayında kullanılmamaktaydı. Arap şiiri ve edebiyatına
önem vermediği için Arapça şiir söyleyen şairleri gözetmediği
gibi onları da korumamıştır” diyerek, görüşünü şöyle bitirir: “Aksine
kendisinin bildiği, konuştuğu ve anladığı dili, edebiyat dili yapmak ve
şairlerin yazdıkları şiirleri bu dille duymak istemekteydi. Derî lehçesinin
onun sarayında resmi ve edebi dil olarak kabul edilmesine ve kullanılmasına
yol açan da bu ilgi ve alakadır “ (Safâ 1351: I/164-165). Bu
görüş veya buna benzer görüşler manifesto gibi Fars edebiyatı tarihçileri
tarafından benimsenmiştir. Böylece Arapların ve Arapçanın Sasanî/İran
coğrafyasına girişiyle sönen ve tarihin karanlık sayfaları arasına
çekilen zengin bir edebiyat, Zerrinkûb’un ifadesiyle ‘do karn
sükût/iki asır sessizlik’ten sonra, bakırcı bir hanedanın eliyle kendi küllerinden
doğarak, doğduğu sınırları aşıp başka coğrafyalara yayılacak
ve o coğrafyalarda yaşayan ulusların edebiyatlarını yönlendirici bir rol
oynayacaktır.
Yeni Farsça/Farsî-yi Derî, Pehlevice’den yani Orta Farsçadan önce
sesler bakımından ayrıldı. İslamiyet’in kabulü ve yeni hayat şartları
dolayısıyla birçok kelimeler terk edildiği gibi, aynı sebeplerle yeni
Farsça, gerek doğrudan doğruya halktan, gerekse kitaplar vasıtası ile
Arapçadan sayısı asırlar boyunca artan kelimeler aldı. Böylece yeni
Farsça, kelime hazinesi bakımından da Orta Farsçadan ayrıldı. Nihayet,
sarf ve nahiv kaidelerinin de bu dilde yer almasıyla, Pehlevî yazısı
da yavaş yavaş terk edilerek, yerini Arap harflerinden oluşan yazıya
bıraktı (Safâ 1351: I/161, Raduyânî 1949, 2).
Farsî-yi Derî, başlangıçta Maveraünnehir ve Horasan gibi İranın do-
ğusu ile kuzey doğusunda gelişme gösterdi. Bu gelişme Saffarî, Sa-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
37
manî, Gaznelî ve Selçuklu saraylarında da devam etti. Adı geçen saraylar
tarafından, Derî Farsçası ile şiirler yazmaları için teşvik edilen
ve isimleri, XI. yüzyılın ortalarında yazılmış olan Esedî’nin ünlü eseri
olan Lügat-ı Furs’ta da geçen şairler, genellikle Buhara, Semerkant, Herat,
Belh, Merv, Tus, Serahs, Kayin, Sistan veya daha uzaklarda Horasan’ın
diğer şehirlerine mensup kişilerdi (Şekîbâ 1373: 32-33; Hanlerî
1373: II/105-106).
Yeni Fars diliyle eser vermeye çalışan ve uzun müddet Abbasî edebiyatının
şekil ve içeriğini model alarak Arapça eserler veren şairlerin
halefi olan, bir kısmı da hem Arapça hem Farsça yazan şairler, eski Sasanî
devri şiir tekniğine dönemezlerdi. Özellikle şiirde Arap nazım şekilleri
(kaside, gazel), Arap vezni (aruz) ve Orta Farsça diline kesinlikle
yabancı olan kafiye, güçlü bir şekilde yerleşmişti (Berthels 1977:
II/1402-1403).
Farsça şiir yazmayı ilk deneyenler Arapça yazıp Farsça konuşan şairlerdi.
Yeni Farsça şiir, şekil ve içerik bakımından, hemen en önemli
özelliklerini Abbasî edebiyatından aldı. Orta Farsçanın yerine Arap
aruzu, eski şekiller yerine kaside şekli kullanılmaya başlandı. Farsça
yazan şair ve edipler, yeni Farsçayı, biraz daha Arapçadan kelimeler
alarak, aruza daha kolay uyan bir dil haline getirdikleri gibi, aruzu da,
Farsçanın akıcılığına uymayan bahir ve zihaflarını atarak, Farsçaya uydurdular.
Bunlara Arap edebiyatından aynen alınan kafiye de eklendi.
Böylece Abbasî edebiyatı tesiri altında ilk Fars şiiri meydana geldi.
Yeni İran edebiyatı doğup kemale ererken şiirle ilgili bilgiler, Farsça
yazan şairlerin verdikleri misallere istinaden Arapçadan alınan kaidelere
intibak edilmeye başlandı (Raduyânî 1949: 3-4).
Seâlibî’nin Yetîmetüd-Dehr’inde adlandırılan “zu’l-lisâneyn” (Seâlibî
1375: IV/12 15, 74, 79, 85, 302 vb.) ve yeni Fars diliyle ilk şiirleri yazan
şairler, Arapça şiirleri Farsçaya tercüme etmekle yetinmemişler, Abbasî
dönemi şiirlerinde görülen mazmun, mana ve telmihleri de kendi
şiirlerinde kullanmışlardır. Bu şairler, aşk duygularını dile getirirken,
şiirlerinde Leylâ, Selmâ, Azrâ, Rebâb gibi Arap sevgililerin isimlerini
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
38
kullanmışlardır. Abbasî şiirinde görülen Mecnun, yeni Fars şiirinde ideal
bir aşık tipi olarak görülmüş ve işlenmiştir (Numânî 1336: IV/106).
Cömertlikten bahsederken Hâtem adı, abartılı olarak zikredilmiş;
Mubed gibi Benî Ümeyye sarayının meşhur Arap mugannisi de aynı
şekilde şiirlerde kullanılarak yaşatılmıştır. Tercüme faaliyetleriyle birlikte
Arap dilli şiirlerde görülen Aristo, Eflatun, Sokrat gibi Yunan filozofları,
akıl, tedbir ve hikmet konusunda yazılan şiirlerde söz konusu
edilmiştir (Numânî 1336: IV/99-100). Dini duygu ve düşüncelerin
yanında kavram ve kelimelerin tamamı da Araplardan alınmış, Arap
şiirinde görülen ayet ve hadisler, yeni Fars şiirinde de kullanılmıştır.
Arap şairlerinin övdükleri kişilerin zaferlerini, savaşlarını, avlanmalarını
vb. tasvir etme geleneğini, ilk dönem şairler de devam ettirmişlerdir.
Ayrıca yeni Fars şiirinde görülen kafiye, vezin ve edebî sanatlar da
bütünüyle Abbasî dönemi edebiyatından alınmıştır (Numânî 1336: IV/
83-108, Kedkenî 1370: 327-374).
Görüldüğü gibi yeni Fars şiiri tamamıyla Abbasî şiirinin tesiri altında
ve onu model/örnek alarak başlamış ve ilk ürünlerini o tarzda
vermiştir. Deri Farsçasıyla oluşturulan Fars edebiyatının ilk örneklerini
Abbasî edebiyatının etkisinde vermesi, edebiyat tarihçilerini iki
edebiyatın bu yönlerini araştırmaya yöneltmiştir. Safâ, Browne, Berthels,
Rypka, Arbery vb. İranlı ve Batılı yazarlar, yazmış oldukları Fars
edebiyatı tarihlerinde bu konularla ilgili bilgilere yer vermişlerdir.
Özellikle “Şiblî-yi Numanî 1336, Şi’ru’l-Acem ya Târîh-i Şu’arâ ve Edebiyât-ı
İrân (IV/97-112)” ve “M. Rızâ Şefî’î-yi Kedkeni 1370, Suver-i
Hıyâl der Şi’r-i Farsî, (s. 327-374)” ve de “Umar Muhammed Daud Pota
1382, Te’sîr-i Şi’r-i Arabî ber Tekâmul-i Şi’r-i Fârsî (çev. Sîrûs Şemîsâ)”,
eserlerinde Abbasî edebiyatının yeni Fars edebiyatı üzerindeki etkilerini
örneklerle göstermişlerdir. Ayrıca Arap ve Fars edebiyatları arasındaki
ortak mazmunlarla ilgili bir çalışma da Seyyid Muhammed
Dâmâdî tarafından yapılmıştır: Mezâmin-i Müşterek der Edeb-i Fârsî ve
Arabî, Tahran 1371 hş.
Fars şiirinin Arap edebiyatının etkisinde kalmasını normal karşılayanlar
da olmuştur. Bu hususta Zeynelabidin-i Mutemen şöyle der:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
39
“Belli bir çevrede doğup gelişen her şeyin, o çevrenin koşullarının
özelliklerini taşıyacağı kesindir. İran ve Arap toplumunun maddî, manevî,
sosyal ve siyasal v b. ortak yönlerinin bulunduğu, şairlerin, o
devrede her bakımdan çok gelişmiş olan Arap şiirinin şekil ve içeriğinden
faydalanmaları hatta taklit etmeleri, çok da tuhaf karşılanmamalı-
dır.” (Mutemen 1364: 6).
Böylece Abbasî şiiri model alınarak oluşturulan yeni Fars şiiri; Ebû
Şekûr-i Belhî, Dakîkî-yi Tusî (ö. 977-980), Rûdekî-yi Semerkandî (ö.
940), Şehîd-i Belhî (ö. 936), Unsurî (ö. 1039), Ferruhî (ö. 1037) gibi şairlerin
elinde gelişerek, şekil ve içerik yönüyle büyük ölçüde kaide ve
kuralı belirlenmiş, gerek sonraki dönem Fars şiirine, gerekse ilk dönem
Türk şiirine kaynaklık edecek bir duruma gelmiş idi.
Kaynakların belirttiğine göre Derî Farsçasıyla kaleme alınan ilk şiirler,
kaside nazım şekliyle yazıldı (Safâ 1351: I/168; Mahcûb 1345: 8).
Böylece Cahiliye devri yaratıcı Arap şiirinin tamamen kendine mahsus
bir nazım şekli olan kaside, IX. yüzyıldan itibaren yeni Fars şiirinde de
kullanılmaya başlandı. VII. ve VIII. yüzyıllarda Arapça şiir yazan şairlerin
halefi olanlar, IX. yüzyıldan itibaren Arap edebiyatından aldıkları
ve çöl hayatının akislerini taşıyan kasidenin nesib kısmında sevgiden
ve aşktan bahseden tegazzüller yazarak, ileride Fars edebiyatında,
daha sonra da Türk edebiyatında kullanılacak olan klasik nazım şekli
gazelin temelini atarlar.
Arapçada “kadına kur yapmak, güzel sözler vb. ile sevgisini kazanmak,
kadına güzel duygularını şiir ile ifade etmek” (İbn Manzûr 1388: V/3252-
3253) manasını taşıyan gazel kelimesinden türetilen “tegazzül” tabirinin
gazel yerine kullanılması kasidenin başındaki parçaların sevgili ve
aşk ile ilgili konusu dolayısıyladır. Bundan dolayı nesib ve teşbibe “kasidenin
başında bulunan gazeldir” denilmiştir (Şemîsâ 1375: 38).
Böylece Fars edebiyatında gazel sözüne daha ilk dönemlerden itibaren
rastlanır. Mahmûd Varrâk-i Herevi (ö. 895), Hanzala-yi Badğîsî
(ö. 895) ve Fîrûz-i Maşrıkî (ö. 896)’nin elimizde bulunan dağınık şiir-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
40
lerine baktığımızda, üslupları gazele benzeyen beyitlere rastlanmaktadır
(Fesâî 1372: 34). Adı geçen şahısların şiirleri için bkz: Muhammedi
Avfî 1361, Lubâbu’l-Elbâb, II/2-38; Rızâ Kulî Hân Hidâyet 1336,
Mecma’u’l-Fusahâ, I/ 946, III/184; Esedî-yi Tûsî 1365, Lugat-ı Furs, 34, 72,
74; Gilberd Lazard 1342, Eş’âr-ı Perâkende-yi Kadîmterîn Şu’arâ-yı
Farsîzebân, s. 12, 18, 19, 20; Muhammed-i Debîrsiyâkî 1374, Pîşâhengân-
ı Şi’r-i Fârsî, s. 3, 4; Mahmûd-i Mudebbirî 1370, Şerh-i Ahvâl ve Eş’âr-ı
Şâ’irân-ı Bîdîvân, s. 3, 4, 8, 9; Hamide Demirel 1977, “İrân Edebiyatında
İlk Farsça Şiir Söyleyenler, s. 133-135.
Lubâbu’l-elbâb’da ilk dönemden X. yüzyılın sonuna kadar gazel yazmış
31 şairin ismi geçer. Bu şairler, Tahirîler (810-872), Saffarîler (868-
907) ve Samanîler (874-1005) dönemlerinde yaşamışlardır (Avfî 1361.
II/bâb-ı heştom, 2-38). Ayrıca Avfî (ö1. 1232), adı geçen tezkirede XI.
yüzyılda yani Gazneliler döneminde (963-1186) Unsurî (ö. 1039), Ferruhî
(ö. 1037), Ascedî-yi Mervezi (ö1. 1040), Gazâyirî-yi Râzî (öl 1034),
Minuçehri-yi Damgânî (ö. 1040), Behrâmi-yi Serahsî, Ayyûki vb. şairlerin
de gazel yazdıklarını kaydetmiştir (Avfî 1361: II/bâb-ı nehum. 38-
68).
Eldeki bilgilere göre Fars dili ile yazılmış ilk gazel olarak, önce
Şehîd-i Belhî (ö. 936) sonra da Rûdekî (ö. 940)’nin manzumeleri gösterilmiştir
(Şemîsâ 1375: 55, Rezmcû 1372: 27, Fesâî 1372: 572). Burada
adı geçen gazel kelimesini bugünkü manada müstakil bir nazım şekli
olarak değil de, kasidenin nesibi veya aşk konusunda yazılmış müstakil
bir şiirin ortak adı olan tegazzül olarak düşünmemiz gerekiyor.
Zira tarihi gelişimi ile düşünülecek olursak, İran edebiyatında gazelin
müstakil şekil olarak ortaya çıkışı, kasideden sonradır. İlk gazel olarak
gösterilen Şehîd-i Belhî’nin 8 beyitlik manzumesinin matla beyti şudur:
“Ben senin canın üzerine: “asla senden vazgeçmedim ve senden
başka (bir kimsenin) öğüdünü de dinlemedim” diye zor
bir yemin (ettim).” (Hamîdî 1337: 17; Şemîsâ 1375: 55, Safâ
1357: I/15-17).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
41
Gazelleri beğenilen Şehîd-i Belhî’yi ünlü şair Ferruhî (ö. 1037) de,
Emir Muhammed b. Mahmûd b. Sebüktekin hakkında yazdığı bir kasidenin
tegazzülünde övmüştür:
“Gönlü ve zihni rahatlatmada ve letafette Şehîd’in gazelleri
gibi; gönül çekmede ve güzellikte, Bû Taleb’in teraneleri gibi”
(Ferruhî-yi Sîstânî 1349: 5).
Aşağıdaki gazel de Rûdekî’ye aittir:
“Ziynet ve süs, senin güzelliğini nasıl da arttırmış. Senin saçı-
nın sümbülü, miskin değerini kırmıştır. Granit taşa binlerce
nakış çizen, demir gibi olan o katı gönlüne and içerim ki Senden
asla mürüvvet beklemem. Çünkü taş kalplilerden kimse
anlayış görmemiştir. Binlerce kez Allah’ı şefaatçi getireyim; fakat
ne fayda, sen Allah’ı dinlemiyorsun Eğer Rûdekî’yi köleliğe
kabul edersen, köleliğe binlerce Dara’yı değişmez.”
(Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 8).
2. Derî Farsçasında Hadarîlik
Yukarıda verdiğimiz bazı örneklerde görüldüğü gibi, yeni Fars edebiyatı
ile birlikte gazel türü varlığını ortaya koymuş, en sevilen türlerden
biri olmuştur. Bu gazellerde dünyevî duygular ağır basmış, bu
duygulara paralel olarak hedonist yaşam söylemi dillendirilmiş ve kadın,
eğlence, zevk de bu söylemin tematiğini oluşturmuştur. Bu oluşumun
arka planı, ileride ayrıntılı bir şekilde ifade edileceği gibi
Emevîler dönemine kadar uzanır. Şehirleşmenin arkasından gelen
dünyevîleşme, site şehir görünümünde olan ve şehir dışında kurulmuş
saraylar, Muaviye’den itibaren Emevîler’deki dünyevîleşme göstergesinin
en açık izlerini taşır. Bu saraylarda her türlü eğlence ve eğ-
lendiricilerle birlikte, lüks ve dünyevi bir hayat yaşamaya başlamışlardır.
Saraylarda içkili, müzikli eğlence, rakkaseler, şairler, kadın-erkek
şarkıcılar neredeyse hiç eksik olmamıştır. Eğlencenin başkahramanları
olan güzeller, meclisin süsü olarak vazgeçilmez unsur olarak yer al-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
42
maktaydılar. Dünyevîleşmenin ilk yaşam alanı saraylarda gerçekleştirilmiştir.
Biz, bu yapılanmayı Derî Farsçasının kabul gördüğü ve ilk
örneklerini verdiği saraylarda da görebiliyoruz.
Dünyevîleşme olgusu ilk kez Samanî saraylarında başlamıştır. Nar-
şahî, Târîh-i Buhârâ’da Samanî hükümdar ve yöneticilerinin suyu, havası
ve güzellikleriyle tanınan Cû-yi Mulyan/Muliyan başta olmak
üzere, ülkemin birçok yerlerinde büyük servetler harcayarak yaptırdıkları
saraylar hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş, şairler de bu saraylarda
zevk ve eğlence eksenli yaşamı tasvir etmişlerdir (Narşahî 1363:
36-42). Samanî saraylarının ünlü şairi Rûdekî (ö. 941) ünlü “mâder-i
mey” kasidesinde bu yaşamı şöyle betimlemiştir:
“Renkli güller, yaseminler ve şebboylarla süslü şahane bir
meclis kurmalı, her tarafa cennet nimetlerini dizmeli, öyle bir
meclis ki kimsenin kuramayacağı bir meclis. Altın yıldızlı elbiseler
ve desenli halılar, güzel kokular ve birçok taht. Bir
arada emirler ve Vezir Bel’amî oturmuş, diğer bir sırada mutlu
kimseler ve halk. Padişahlar padişahı, Horasan emiri Nasr Bin
Ahmed baştaki tahta oturmuş. Binlerce güzel ayakta saf bağ-
lamış. Her biri iki haftalık ay gibi inci saçıyorlar. Hepsinin baş-
larında taç, dudakları kırmızı şarap gibidir. Zülüfleri ve kâkülleri
de güzel kokuludur. Bu neşe içindeki mecliste kadehler,
birkaç kere dönünce dünya padişahı neşelenir, mutlu ve güler
yüzlü olur. Selvi boylu, dalgalı saçlı, peri yüzlü, siyah gözlü
güzelin elinden güzel kokulu kadehi alınca Secistan şahını
anar. Kendisi içer, ileri gelenler içer. Şaraptan herkes neşelenir.”
(Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 98; Demirel 1977: 142).
Bu yaşam biçimi Gazne saraylarında da devam eder. Hükümdarlar,
gösterişli saraylar yaptırmışlar, hadarî gazel felsefesini yansıtan en gü-
zel gazeller buralarda söylenmiştir. Menuçehrî-yi Damganî, Gazne
sultanlarının yaptırdığı sarayları kutlu görmüş, onları cennete benzetmiş,
İrem saraylarıyla karşılaştırmış, güzel ve üstün görmüştür. Ahşabının
tümünü sandal ve od ağacından, taşının tamamının da mücevher
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
43
ve değerli yakuttan olduğunu söylemiş, suyunu da Kevser ve ab-ı hayat,
toprağının da amber ve kafurla yoğrulduğunu ifade etmiştir (Menuçehrî-yi
Damganî 1375: 16).
Emevî döneminde fetihlerden elde edilen ganimetler, toplumdaki
refah seviyesini artırdığı gibi, zevk ve eğlenceye dayalı bir hayatın da
yaşanmasına neden olmuştu. Aynı şekilde Samanî ve Gazneli hükümdarların
özellikle de Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerinden elde
ettiği ganimetler de saraylarda zevke dayalı bir yaşamın altyapısını
oluşturmuştu. Özellikle başta şairler olmak üzere rahat hayat yaşayan
bir zümre oluşmuştur. Aşağıdaki duygular bu yaşamı yansıtır:
“Köle ile zenginim, binek ile zenginim, varlıklıyım. Neşeyle,
mutlulukla zenginim. Benim elbisem ilkbaharda keten ve
ipekten, sonbaharda sansar, ipek ve samurdandır” (Ferruhî-yi
Sistanî 1355: 197).
Kaynaklar, Rudekî’nin Samanlı hükümdarı Nasr b. Ahmed zamanında
ve onun sarayında şöhretinin doruğuna ulaştığını ve hiçbir
İranlı şairin elde edemediği kadar servet kazandığını ve bu kazancın
yükünü dört yüz devenin taşıdığını söylemişlerdir. Hakanî’de Unsurî’nin
zenginliği hakkında şöyle demiştir:
“Duydum ki tenceresini bakırdan, sofrasının aletlerini altından
yaptı Unsurî” (Hakanî-yi Şirvanî 1375: 707).
Ferruhî’nin aşağıdaki beyitlerde dile getirdiği ifadeler onun sahip
olduğu maddi zenginliğin çeşitliliğini gösteren örneklerden sadece biridir:
“Sayısız tarlam, güzel evlerim var. Çok sayıda malım ve eş-
yam var. Hem at sürüm hem de koyun sürüm var. Hem Çinli
güzelim hem de Tatar güzelim var” (Ferruhî-yi Sistanî; 1335:
197).
Emevîler döneminde görülen eğlence kültürünün benzeri Samanî
ve Gazneliler döneminde de artarak devam etmiştir. Ferruhî, bu durumu
aşağıda şöyle dile getirmiştir.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
44
“Hükümdarlar, kendilerine dört uğraşı iş olarak seçmişlerdi.
Çevgan, savaş, eğlence meclisi ve av ile eğlenmek” (Ferruhî-yi
Sistanî; 1335: 102).
Yine Ferruhî’nin dile getirdiği duygularda, hükümdarların da eğ-
lenceye düşkün olduğunu gösteren beyitlerden sadece birisidir:
“Adıyla, huyuyla, eğlenceyle, savaşmasıyla övülmüş hükümdar,
güneşin batıdaki dağlardan aşıp batmaya başlayınca şarap
istedi ve avlanmaya yöneldi” (Ferruhî-yi Sistanî; 1335:
206).
Hadarî gazel felsefesinin en temel özelliği olan eğlence, daha çok
saraylarda düzenlenen meclislerde görülmektedir. Meclisler, hükümdarlar
ve sarayın ileri gelenleri tarafından tertip edilirdi. Emevîler dö-
neminde olduğu gibi Samanîler ve Gazneliler döneminde de şairler ve
şarkıcılar meclisin en önemli ritüellerinden, şarap ise eğlencenin vazgeçilmez
unsurlarındandır. Zeynebî-yi Alevî, bu duyguları şöyle yansıtır:
“Ey hükümdar! Siyah giyimli çalgıcıları çağır ve şarap iste de,
o kırmızı renkli şarapla arzularımızın tozunu yıkayalım. Sonra
da timsah ve aslanlarla dolu zengin bir meclis kuralım. Sol tarafa
çalgıcıları, sağ tarafa da destarı güzelce yerleştirelim”
(Safâ 1357: I/142).
Hükümdarların yanında şairler de sazlı-sözlü ve içkili meclisler dü-
zenlemişlerdir. Bu şairlerden biri de Menuçehrî-yi Damganî’dir. O, bu
konuda şöyle der:
“Udla, çenkle, rebabla bir meclis düzenlerim. Turunç, ayva,
nergis, şeker ve kebabın da olduğu bir meclis kuralım. Sabah
kadar kırmızı şarap içerim, onların hepsinde güle benzeyen
yanak ve de gülsuyu kokusu görürüm” (Menuçehrî-yi Damganî
1375: 198).
Derî Farsçası ile gazel söyleyen şairler, hadarî gazelin önemli özelliği
olan dünyayı sevmek, ondan nasibini almak gibi duyguları sıkça
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
45
dile getirmişlerdir. Samanî dönemi şairlerinden Mus’abî (ö. 937), hadarî
felsefenin manifestosu olan bu durumu şöyle dile getirmiştir:
“Zamanın elinden dünyalık hisseni al. Arzularını, oyun ve eğ-
lence ile geçir. Bir gün (de olsa yaşama) imkânı değerlendir”
(Seâlibî 1403: IV/90).
Hayatı elden geldiğince doya doya yaşama, şarabın övgüsü ve kadın/sevgili,
hadarî felsefenin önkoşulu olarak, Derî Farsçasıyla yazılan
gazellerde de yer almıştır. Ferruhî, bu duyguları dile getirirken, bu gazellerin
felsefesini de yansıtmıştır:
“Öncelikle söylemem gerekiyor ki şarabı ve sevgiliyi seven bir
kişiyim. Bunu sen de biliyorsun” (Ferruhî-yi Sistanî 1335: 359).
Aynı felsefeyi Menuçehrî-yi Damganî’de de görürüz:
“Sevgiliyi ve şarap içmeyi severim. Ne sitem etmenin zamanı
ne de kınamanın yeridir” (Mutemen 1355: 217).
“Çeng ve çeleb akort edilmiş, ud ve rebap hazırlanmış; göz
sevgililerde kulak şekertuvin makamının sesinde. Sabah şarabı
vakti ne hoştur. Daha yüz yıkamadan eli şaraba götürüp
içmek ne güzeldir. Önünde kebap şişinin çevrilmesi, solunda
kadeh, sağında sevgilinin olması ne de güzeldir” (Menuçehrî-
yi Damganî 1375: 179)
“Eğlenmek, zevk almak ve şarap içmenin zamanıdır” (Unsurî-yi Belhî
1335: 289) diyerek hadarî gazelin felsefesini yansıtmıştır. Derî Farsçası
gazelinin kurucusu sayılan ve Fars edebiyatının en büyük şairlerinde
biri olarak kabul edilen Rudekî, Derî Farsçasıyla en güzel hadarî gazel
yazan şairlerdendir. Onun gazellerinin büyük bir kısmı hadarî felsefeyi
yansıtır. Aşağıdaki ifadeler ona aittir:
“Siyah gözlerle mutlu yaşa, mutlu. Zira dünya efsane ve rüzgardan
başka (bir şey) değildir. Ne yazık ki bu dünya geçicidir.
Ne olursa olsun şarap getir” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373:
74).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
46
“Rudekî, çengi (eline) aldı ve çalmaya başladı. İçkiyi bırak, at.
Çünkü şarkıya başladı” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 70).
“Bahar gülüsün, Tatar güzelisin. Şarabın var, neden (içmek
için) getirmezsin. Behmen bulutu gibi parlak şarabı niçin gül
bahçesine saçmazsın” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 112).
Rudekî, yaşamının sonlarına doğru yazdığı şekvaiyye kasidesinin
tegazzül kısmında yaşlanmasına rağmen yaşama sevincini, güzele
olan tutkusunu ve eğlenme arzusunu anımsarken, aslında hadarî gazel
felsefesinin öğretisini dile getirmektedir.
“Her zaman mutluydum ve üzüntünün ne olduğunu bilmezdim.
Gönlüm, neşe ve sevincin kaynağı idi. Gözüm daima gü-
zel kokulu zülüflere yönelikti. Kulağım da sözden anlayan bilgili
kimselere dönüktü. Bütün bunlardan gönlüm rahat ve huzurlu
idi. Şarkı söyleyerek cihanda gezdiği zamanı görmedin,
tanımadın. Sanki bülbül idi” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 82-
84).
Hadarî felsefeyi yansıtan güzel örneklerden biri de Dakîkî’ye ait
aşağıdaki duygulardır. Bu duygular, bu felsefenin somut materyalleridir:
Kadın, müzik, eğlence:
“Dakîkî, dünyada var olan güzellik ve çirkinliklerden dört tanesini
seçmiştir. Kırmızı renkli dudak, musikinin sesi, kan kırmızısı
şarap ve Zerdüşt’ün dini” (Lazard 1342: 173).
Benzeri duyguları Ferruhî’nin gazellerinde de görürüz. Yeme-içme,
eğlence, kadın, güzellerle oturma, onlara âşık olma gibi hadarî felsefeyi
en güzel biçimde yansıtır:
“Sevmek, özellikle de gençlik çağında ne güzeldir. Bir ay
yüzlü ile yaşamak ne hoştur. Sevgililerle birlikte oturmak, onlarla
birlikte erguvanî şarap içmek ne hoştur. Gençlik vaktini
yeme-içme, eğlenceyle geçir. Yaşlandığında buna gücün yetmeyebilir.
Gençliği yaşamaktan ve aşktan uzak durma. Aşkı
yaşamayan bir gençlik, ondan/aşktan gençlik günlerini esirgemiştir”
(Ferruhî-yi Sistânî 1335: 392).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
47
3. Derî Farsçasında Uzrî İmaj ve Motifler
Derî Farsçası ile gazel yazan şairler, hadarî gazelin felsefesini ve
söylemini benimsedikleri gibi hadarî felsefenin objelerinden olan sevgiliyi,
onun güzelliğini ve güzellik unsurlarını da benimsediler. Bu unsurlar
Fars şiirinde onlar tarafından kullanıldı. Yeni Fars şiirinin olu-
şumuyla birlikte sevgilinin fiziki portresini çizip onun güzelliğini ve
güzellik unsurlarını yansıtan şairler, ileride de görüleceği gibi uzrî gazellerde
yer alan uzrî imaj ve motiflerden yararlandılar. Başka bir ifadeyle,
hadarî felsefeyi benimseyen yeni Fars şiirinin kurucuları yüceltilen,
arzu edilen sevgiliyi ve fiziksel yönünü tasvir ederken, uzrî şairlerin
geliştirdikleri uzrî imaj ve motiflerden faydalandılar. Kendilerine
bırakılan ortak edebiyat kültür mirasını hadarî gazellerde kullandılar.
Bu duygu ve düşünceleri yansıtan beyitlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
“Onun dağınık zülüfleri, sanevbere benzeyen boyu var. Onun
kıvır kıvır saçları altında amber kokulu ayva tüyleri bulunur.”
(Hidâyet 1359: 111/1179).
“Eğer ay, başında selvi taşıyorsa/varsa sen o selvisin. Eğer ay,
anber kokan misk yağdırıyorsa sen o aysın.” (Ferruhî-yi
Sistânî 1335: 126).
“Senin iki siyah zülfünü her zaman kıvrımlı görürüm. Gönlüm,
onun kıvrımından dolayı sürekli incinir” (Ferruhî-yi
Sistânî 1335: 61).
“Ona iki öpücük verdim. Neresine? Islak dudağına. Dudak
mıydı? Hayır. Ne idi? Nasıl idi? Şeker gibi” (Rûdekî-yi Semerkandî
1373: 120).
“Ey kırmızı gülden renk ve koku almış, yanağın ucundan renk
ve saçın dibinden koku almış! Sen yüzünü yıkayınca bütün ırmak
gül rengine dönüşür. Sen saçını dağıtınca her yer misk
kokusuna bulanır” (Rûdekî-yi Semerkandî 1373: 120).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
48
“Kıvrılmış bir çift zülüf ve çam ağacı (gibi) boy. Onun kıvrımlı
iki zülfünün altında güzel kokulu ayva tüyleri (var). İki kırmızı
dudak ve kırmızı dudağın altında iki sıra (dizilmiş) inci.
İki göz nergistir ve nergisin altında da gül. Göz, iki zülüf ve iki
dudak; her üçü de sihirbazdır. Biri diğerini tutmuş hepsi de
sihirli ve gönül alıcıdır” (Gîlânî 1370: 46)
“Onun yüzü, saçı ve dudağı karşısında; gül, servi, misk ve şeker
(onlar kadar güzel olmadıkları için) utandı” (Unsurî-yi
Belhî 1335: 44).
“Onun saçı üzüm salkımı gibi, dudağı da renkte şarap gibi kırmızıdır”
(Ferruhî-yi Sistanî 1335: 143).
“Onun parlak ve beyaz yüzü, kıvırcık saçı içinde nasıl esir ise,
benim gönlüm de öyle tutsaktır” (Unsurî-yi Belhî 1335: 142).
“Senin yanağın güneştir ya da güneş ülkesidir. Dudağın kırmızıdır
veya yakut taşıdır” (Safâ 1357: I/21).
“Yemin ederim ki huri güzelliği senden alır. Güzelliğin apaçık
ortada. Yemine ne gerek var?” (Mudebbirî 1370: 355).
“Ey sevgili! Senin zülfün (yapay) misk değildir. Saf misktir.
Seni parlayan yüzün de gökyüzüne benzer” (Safâ 1357: I/116).
Yukarıda örnek verilen beyitlerin benzerlerini Derî Farsçasıyla şiir
yazan, başka bir ifadeyle yeni Fars edebiyatını kuran şairlerin divanlarında
veya tezkirelerde yahut benzer kaynaklarda bulmak mümkündür.
Tarzlar farklı olsa da ifadeleri beyan etme yeteneklere göre de-
ğişse de muhteva aynı kalmıştır. Sevgiliye ait güzellik unsurları,
Emevî, Abbasî dönemi gazelleriyle paralellik arz eder, benzerlik gösterir.
Derî Farsçası gazelleriyle/tegazzülleriyle ilgili söylediklerimizi,
tespitlerimizi Zebihullah-i Safâ doğrular, teyit eder gibidir. Safâ, üzerinde
söz söylediğimiz zaman dilimindeki gazeller hakkında yorumunu
şöyle yapmıştır:
“Bu dönemdeki gazelin özelliklerinden biri de şairlerin sosyal durumunun
ve yaşantılarının açık bir şekilde yankı bulmasıdır. Bu duru-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
49
mun temel sebebi, şairlerin maddi dünya ve dış çevre ile barışık olmaları
ve gerçeği görmeleri, hayal ve vehim alemine yönelmemeleri, bunları
dikkate almamalarıdır. Bu dönem şairlerinin büyük bir çoğunlu-
ğunun dünyevileşmeye dayalı yaşantıları ve onların hükümdar, vezirler,
zenginlerle olan ilişkileri, coşkulu ve gösterişli zevk ve eğlence
meclislerinde güzel ve hoş vakit geçirmeleri, bu dönem gazellerinde
sürekli yaşama sevincinden, mutluluktan, yeme-içme, eğlenceden
daha çok söz ettikleri için, ümitsizlikten, gam ve kederden, inzivadan
ve halktan kopmaktan vb. konulardan yok denecek kadar az bahsetmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki gazel okuyucuları, bu dönem gazellerini
okumakla hayalci ve üzüntüye yöneltici gazelleri okuma sonucu
içine girdiği karamsarlıktan çok, sevinç ve mutluluk, yaşama bağlılık
bulurlar. Öyle ki şairler, cihanın vefasızlığından söz ettiklerinde bile,
kendi sözlerinden olumlu sonuçlar çıkarmışlar, pozitif enerjiyi almış-
lardır” (Safâ 1351: II/365).
Kadınlar hakkında söylenen âşıkane sözler anlamına gelen gazel,
Derî Farsçasında bu tanıma uygun olarak yazılmıştır. En genel anlamıyla
gazel, aşk ve kadın üzerine kurgulanmıştır yargısı gerçeklikten
uzak değildir. Aşk ve kadın gazelin en özgün ve en yaygın olgusudur.
Aşk ve sevgili bir gazel geleneğinin neredeyse tek öznesidir. Yegâne
özne ve yaygın olgu olan aşk ve kadın, bir taraftan gazeli kuşatır, çevreler,
içine nüfuz eder, onun anlam dünyasına egemen olur, diğer taraftan
bünyesine başka unsurlar da alarak tematik yelpazesini genişletir.
Gazelde yaşama sevincine ilintili olarak hayata bağlanmak öne çı-
karken, bu duygunun arkasından yeme içme, işret etme gelir. Gazelin
de anlam dünyası çeşitlenerek, tematiği belirlenmiş olur. Malzemesi
ve içeriği büyük ölçüde yukarıdaki duygular olan gazel, kendi felsefesini
de ortaya koyar. Yani gazelin tematiği/anlam dünyası gazelin felsefesini
oluşturur. Şairler de bu felsefe doğrultusunda gazellerini yazarlar.
Burada sorulması gereken soru; Derî Farsçası gazel felsefesinin kö-
keni nedir? Hangi kaynaktan beslenmiştir? Bu çalışma, bu soruya açık-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
50
lık getirmek üzere kaleme alındı. Bu gazelin felsefesini ortaya koymağa
çalışırken, İbn Haldun’un geliştirdiği iki kavram üzerinden hareket
edildi: Hadarîlik ve Bedevîlik (İbn Haldûn 1431: 114-122). Bedevîlik,
yerleşik hayata geçmeyen insanların genel hayat tarzı demektir.
Hadarîliğin karşıtıdır. Hadarîlik, yerleşik hayat yaşayan insan toplulukları
olup bedevîliğin karşıtıdır. Bu iki kavramın içeriği toplumun
hayat tarzlarını, ahlak ve kültürel anlayışlarını da kapsar. Sade ve yalın
hayat tarzı bedevîliğe; külfet, gösteriş ve ihtişamlı hayat biçimi de hadarîliğe
aittir. Bedevîliğin köklü törelerine karşı, hadarîlikte dünyevîlik
ağır basar. Her iki kavramın kendine özel dünya görüşü vardır.
Yaşam tarzları ve algılanan hayat biçimi de hadarîliğin ve bedeviliğin
dünya görüşünü yani felsefesini oluşturur.
Hadarî ve uzrî gazel, sosyolojik değişimin ortaya çıkardığı toplumsal
bir olgunun şiire yansımasıdır. Bu yansımanın bir boyutu, hadarîlik
olup, kentleşme ve onun getirdiği dünyevîleşme algısı şeklinde tezahür
eder. Bu yansımanın diğer boyutu da, dünyevîleşme duygusunu
taşımaktan uzak olan bedevîliktir. Bedevîlik, tutucu bir yaşam anlayı-
şını, ulvi ve yüce bir aşk düşüncesini bünyesinde barındırır.
Hadarîlikteki kozmopolit duyguların yerini, bedevîlikte saf ve temiz
duygular yani uzrî duygular almıştır. Hadarîlik ve bedevîlik bir
yaşam biçimi, bir dünya görüşü olduğuna göre; hadarî ve bedevî/uzrî
şair, bu dünya görüşüne uygun bir hayat felsefesine sahiptir demektir.
Bu şairler, bu felsefeye uygun şiirler yazarak, toplumun yaşam tarzını
ortaya koyar ve çağına tanıklık eder. Hayat tarzı ve felsefe, şiirde bir
araya gelerek toplumun sesi olurlar. İşte hadarî ve bedevî/uzrî gazel
bu düşünceler içerisin de ele alındı.
Bu felsefenin Derî Farsçasına yansıması daha çok hadarî yönüyledir.
Yani şairler, daha çok dünyevî zihniyeti içinde barındırdığından,
hadarî felsefeye ve onun anlam dünyasına rağbet etmişler, zevke bağlı
maddî aşkı benimsemiş, ona daha çok yer vermiş, beşeri duyguların
büyülü dünyasına kapılarak, gazeller yazmışlardır. Bu gazellerde dile
getirilen duygular, Fars gazelinin felsefesini oluşturmuştur. Bundan
dolayı Fars gazelinin temelinde, kaynağında büyük oranda hadarîlik
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
51
vardır diyebiliriz. Gazellerde, şairlerin zahidin karşısında ve rindin yanında
yer almaları bundan dolayıdır.
Şehir hayatını ve kültürünü dışlayan bedevî zihniyet ve onu yaşam
biçimine uygun felsefenin taşıdığı değerler de şiirde yer almıştır. Coğ-
rafyanın şiirle ilintisi en çok bu gazelde kendini göstermiştir. Göçebe
kültürün temiz ve saf duyguları bu şiirde basit şekilde dile getirilmiş,
yaşanan aşklar iffet çerçevesi içerisinde anlatılmış, sevgiliye duyulan
aşk duyguları açığa vurulmamıştır. Bedevî felsefesi doğrultusunda ortaya
çıkan uzrî gazel, şehir hayatını, zevk ve safayı, maddi aşk hayatını
işlemekten uzak olması yanında, şairlerin de fazla ilgisini çekmediğinden
dolayı, dar bir alanda kendine yer bulmuştur. Uzrî gazel, her şairin
hayat tarzına ve dünya görüşüne uygun olmadığından, hadarî gazel
gibi fazla rağbet görmemiş, şairlerin ilgisini çekmemiştir. Buna rağ-
men hadarî felsefenin yanında, Fars gazelinin felsefesine kaynaklık etmiştir
diyebiliriz. Kısaca şunu demek istiyoruz: Klasik Fars şiirinde gö-
rülen aşk söylemi ile bu söylemin etrafında oluşan anlam dünyasının
dayanakları, hadarîlik ve uzrîliktir. Fars gazeli, bu felsefe üzerine inşa
edilmiştir.
Bu çalışmada konuyu belirginleştirmek ve daha iyi anlayabilmek
için hadarî ve uzrî gazelin yazıldığı dönemin siyasi, sosyal ve kültürel
yapısı ayrıntılı bir şekilde ele alındı. Gazelin, yaşanılan coğrafya ile iliş-
kisi ve bu bağlamda coğrafyanın sosyal ve kültürel şartlarının nasıl şiire
yansıdığı ortaya konuldu. Yaşadıkları coğrafyadaki devirlerinin
hadiseleriyle iç içe olan şairlerin, bu ortama uygun şiirler yazdıkları
dile getirildi. Konunun daha iyi anlaşılması için de ilk önce gazelin tarihi
gelişimi hakkında bilgi verildi.
4. Kaside
Kaside, “niyet etmek, yönelmek, kastetmek, bir amaca ulaşmak için yapı-
lan gayretler” anlamlarında, Arapça ‘kasada’ kökünden türetilmiştir
(İbn Manzûr 1388: V/3642-3644). Buradaki yönelmek, anlamları çeşitli
şekillerde yorumlanmakla birlikte, bunu klasik kasidenin yapısıyla
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
52
ilişkilendirilerek açıklamak daha makul görünüyor. Çünkü kasidenin
birinci ve ikinci bölümleri, aslında amaca giden bir süreç ve hedefe
doğru bir yöneliş niteliği taşıması dolayısıyla bu tarz şiire kaside denmiş
olması daha uygun görünmektedir (Suzan 2008: 8). Arap şiirinde
kaside, uzun bir şiir olup sadece şekle ait özellikleri değil, aynı zamanda
belirli konuların belli bir düzen içinde işlendiği bir edebî tür
olarak görülmüştür. Arap şiirinin en eski örneklerinde yüksek sanat
eserleri bu tarzda söylenmiştir. Tek kafiyeye dayalı bir nazım şekli
olan kaside, Arap edebiyatında genellikle 30-120 beyitlik bir şiirdir.
Arap şiirinin en mühim tarzı olan klasik kasidenin iç yapısı, muhteva
planı üç aşamalıdır (Çetin 2011: 60):
Nesîb/Teşbîb/Gazel Bölümü: Kasideye çoğunlukla kalıntılar üzerinde
durup izlerle konuşulması, develerin ve göç edilen yerde kalan
ateşin, giden dostlara yetişmek üzere hareket eden develerin, göç
edenlerin ve bilhassa göç edenler arasında bulanan sevgiliye duyulan
aşk ve özlemin tasvir edilmesiyle başlanması bir özellik idi. Kasidenin
ilk bölümü olan bu bölümde sevgiliyle yaşanmış hatıralara yer verilir,
çöl ve vahalardaki terk edilmiş konak yerleriyle oralarda dağınık vaziyette
bulunan isli ocak taşları, küller, su kabı, testi kırığı, çadır ve kazık
izleri gibi kalıntılar/atlâl, aşk ve özlemle yoğrulmuş duygu seli halinde
dile getirilir. Şair bunları hatırlayarak ağlar ve dostlarını da ağlatır, tabiat
tasvirleri arasında sevgiliden ve onun fiziki güzelliklerinden söz
eder (Demirayak 2009: 114, Yıldırım 1998: 23, krş. İbn Kuteybe 1418:
31-32).
Rahîl Bölümü: Kasidenin ikinci bölümü olan bu bölümde şair,
çölde geçirdiği uzun ve yorucu yolculuğu, bu yolculuk esnasında kar-
şılaştığı güçlükleri, bindiği devesini veya atını tasvir eder, betimleme
becerisini ortaya koymaya çalışır ve tasvir ettiği bineği ile yırtıcı hayvanlar
arasında geçen mücadeleyi anlatır. Yolculuk esnasında maruz
kalınan aşırı sıcaklık, kızgın çöl, susuzluk, sıkıntılar, baştan geçen olaylar,
içki alemi, şimşek, yıldırım, fırtına ve sağanaklar gibi tabiat olayları,
hayvan otlakları, vahalar, avcılarla av köpeklerinin yaban hayvanlarıyla
mücadelesi ve bu sırada karşılaşılan tehlikeler kasidenin ikinci
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
53
bölümünde sıklıkla işlenen betimlemelerdir (Demirayak 2009: 115, Suzan
2008: 7).
Maksûd Bölümü: Kasidenin şiir değeri taşıyan zengin kısımları nesib/aşk-kadın
ve rahîl/tasvir bölümleri olmakla birlikte, bu yollardan
geçen şair, kasidesini söylemekteki asıl amacına yani kasidesinin ana
konusuna ulaşır, kasideye asıl hüviyetini veren konuyu işler (Yıldırım
1998: 23, Suzan 2008: 7, Demirayak 2009: 115). Bu bölüm, kasidenin yazılış
amacını gösterir, kasidenin türünü belirler. Buradaki türler: medih/medhiyye,
hicâ/hicviyye, fahr/fahriye, risâ/mersiye, hamâset gibi
kasidenin en temel konularıdır (İbn Kuteybe 1418: 31, Dayf 1326: 195-
218, Bustânî 1989: 41-61).
Bu üç bölüm içerisinde konumuzu ilgilendiren kısım, birinci bölüm
olduğu için bunun üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Kasidenin
birinci bölümünün aşk, kadın ve özlem üzerine örüldüğü görülmektedir
(İbn Kuteybe 1418: 31). Bu bölümün edebî kavram olarak adlandırılması
önce nesîb ve teşbîb olarak benimsenmiş, sonradan bu iki
kavrama gazel de eklenmiştir. Konunun iyi anlaşılması için bu kavramların
iyi bilinmesi gerekmektedir.
Nesîb, Arapça bir kelime olup “n-s-b” kökünden gelir. ”fe’îl” vezninde
mastar olarak, şiirde sevgiden ve sevgiliden bahsetmek anlamında
(Cevherî 1337: I/124; Zebîdî 1307: I/483; İbn Manzûr 1388: I/756)
isim olarak da “kadından bahseden kısım” manasında kullanılmıştır (Ezherî
1384: XIII/149). Ayrıca nesîb kadınlara hitaben, aşırı derecede
duygu yüklü ve nazik bir şeklide şiir söylemek anlamına da gelir (İbn
Mauzûr 1388: VI/4405-4406).
Konuyla ilgili önemli bir kavram da teşbîbdir. Teşbîb, bir kadının
güzelliğini şiirle övmek ve kasideye onun övgüsüyle başlamak demektir
(Ezherî 1384: XI/290). Şairin şiirinde gençlik günlerini, kadınlarla
yaptığı sohbeti ve onlarla oynadığı oyunları yad etmesi de teşbîb olarak
adlandırılmıştır (Mîr Sâdıkî 1376: 209; Müncid 1377: I/515). Ayrıca,
şairin hası halde bulunduğu bir gazele (Şems-i Kays-i Râzî 1338: 413)
de teşbîb denilmiştir. “Şairin eğlence ve gençlik günlerini yad etmesi”,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
54
“Sevgiliyi övüp güzelliklerini anarak onunla ülfet etmek” ve “kadınları zikretmekle
kasideyi süsleyip güzelleştirmek” (Erkan: 2004: II/1436). Çocukluk
çağını geride bırakıp gençlik çağına yükselen, büyüyen ve aşk şiiri söyleyebilecek
bir seviyeye gelmeye de teşbîb denir (İbn Reşîk 1401:
II/127).
Tegazzül, kaside başlangıcında aşığın niyaz ve yalvarmalarından,
onun yanma ve yakınmasından söz eden şiirlerdir (Fesâî 1372: 581).
Kasidenin girişinde söylenmiş ve konusu aşk ve aşıklık ile tabiat veya
maşuğun vefası olan gazele de tegazzül denilmiştir (Şemîsâ 1375: 39).
Genç delikanlıların genç sevgililerle âşıkane sohbet etmek için kendilerini
zorlamaları da tegazzül olarak adlandırılmıştır (İbn Manzûr
1388: XI/ 492).
Gazel kelimesi sözcüklerde hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde
manalandırılmıştır. Bu anlamlardan bazıları şunlardır: Gazel kelimesi
Arapça olup “vezninde sülâsî mücered mastardır ve isim olarak
kullanılır. Sözlük anlamı “kadınlarla âşıkane yarenlik etmek (İbn Manzûr
1388: XI/492; Ezherî 1384: VIII/49; Cevherî 1337: V/1781; Firuzabadî
1371: IV/24). “Genç erkek ve kızların sevgi ve aşk muhtevalı konuşmaları
(Feyyumî 1929: II/46), “kadınlarla eğlenmek veya kadınlarla ilgili ince duyguları
dile getirmek” (Mecdî Vehbe-Kâmil el-Muhendis 1984: 265),
“Mahbubla oynaşmak, gençlik günlerinden kadın aşkı ve sohbetinden bahsetmek”,
“genç kızlar ve erkek çocuklarla sohbet etmek, kadınlarla aşk oyunu oynamak”
(Gıyâsu’l-Lugâ 1363: 624), “kadınlara yarenlik etmek, muaşakada
bulunmak, gençlik üzerine konuşmak ve aşktan bahsetmek” (Humâyî 1373:
124); “genç kızlarla sohbet ve muhabbet, kadınlarla sevişmek” (Şems-i Kaysi
Râzî 1338: 91); “kadınlarla sevgi üzerine konuşmak” (Mîr Sâdıkî 1376:
188); “kadınların vasfında ve onların hakkında konuşulan söz” (Anendrâc
1365: IV/3045); “kadınlarla söyleşide bulunma, yarenlik etme, onlarla düşüp
kalkma” (Müncîd 1377: II/771); “kadınlarla konuşmak, âşıkane latifeleşmek,
gençlik yıllarından veya gençlik üzerine konuşmak, kadınların aşk ve sohbetinden
söz etme ve onların vasfını anlatmak” (Şemîsâ 1375: 11).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
55
Klasik Arapça sözcüklerle nesîb, teşbîb ve gazel aynı manaya geldikleri
için bu üç kelime eşanlamlı/müteradif olarak kabul edilmektedir
(Cevherî 1337: I/151; Fîiruzabadî 1371: I/88; İbn Manzûr 1388: I/481).
Edebiyat araştırmacıları da kasidenin başlangıç kısmı için daha çok
nesîb, sonrada teşbîb kavramını kullanmışlardır. Bu iki kavrama daha
sonra muhtevadan dolayı gazeli de katarak, bu üç Kavram arasında
bir fark olmadığını belirtmişlerdir (İbn Reşik 1401: II/753; Râfi’î 2009:
III/85). Kasidenin başlangıç bölümünde ağırlıklı olarak aşk ve kadından
bahsedilmişse farklılıkları dikkate almadan ortak konu öne çıkarılmış
ve bunun isimlendirilmesinde üç kavram eş anlamlı görülmüş-
tür (Râfi’î 2009: III/84). Buna göre Arap şiiri üzerinde çalışanlar; nesîb,
teşbîb ve gazel kavramının bir birlerinden farklı kavramlar olmadığını,
üçünün de aynı şeyi ifade ettiğini, birbirleriyle müteradif olduklarını,
birbirlerinin yerine kullanıldığını, Arap dilinin zenginliğinden dolayı
araştırmacıların bu kelimelerden her hangi birini, diğerine tercih ederek
kullanabileceklerini ifade etmişlerdir (Dehhân 1981: 12).
Aynı durum Farsça kaynaklar içinde geçerlidir önemli kaynakların
tümü nesîb, teşbîb, gazel ve tegazzülü anlam yönüyle bir görmüşler,
bu kelimeleri müteradif olarak kabul etmişlerdir (Sabûr 1384: s. 142-
145; Şems-i Kays-i Râzî 1338: 414-415; Fesâî 1372: 579-584). Böylece kadından,
aşktan, gençlik yıllarından bahsetmek, genç kız ve çocuklarla
sohbet etmek, aşığın ve mahbubun hallerinden söz etmek, maşukun
güzelliğini ve endamını dillendirmek, maşuka kavuşma ve ondan ayrılmayı
beyan etmek, günlerin verdiği sıkıntı ile ayrılıktan şikayet,
yanma-yakılmanın yanında, sevgiliye duyulan özlem, arzu ve istek,
onunla birlikte olma duygusu gibi konular nesib, teşbîb, tegazzül ve
gazelde ele alınıp işlenmiştir (Sabûr 1384: 133-148; Fesâî 1372: 564-576;
Rastgû 1383 3-21; Mutemen 1355: 250-269; Mîr Sadıkî 1376: 188-209)
Ayrıca âşıkane şiir söylemeye tegazzül, kadınlar hakkında söylenmiş
şiirlere nesîb ve tabiatta bağlantılı söylenmiş her şiire de teşbîb diyerek
(Mutemen 1355: 13; Meymenede 1376/1997: 209) anlam daraltılması;
bunlara şarap ve eğlence meclisleri, mevsim, dağ, deniz, ova,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
56
bahçe, gül tasvirleri, ayın yıldızın, güneşin doğuşu ve batışı vb. konular
(Fesâî 1372: 581) ilave edilerek anlam genişlemesi de yapılmıştır.
5. Gazelin İlk Kullanımı: Câhiliye Dönemi
Edebî kavram olmaktan çok, konu olarak gazelin kullanımı cahiliye
döneminde başlar. Başka bir söyleyişle gazelin çıkış noktası eski Arap
şiirine kadar uzanır. Eski Arap şiiri diye de adlandırılan cahiliye dö-
nemi şiirinde aşk ile ilgili duygular sadece aşk ile sınırlı değil, aynı zamanda
yaşanılan aşkın muhitinden, sevgilinin bulunduğu yerlerden,
şairin onunla macerasından, kadınlarla yapılan yarenliklerden, bahsedilir.
Buna göre cahiliye döneminde müstakil bir bab olmayan aşk şiirlerini,
geleneksel kasidenin başlangıç bölümünde kadınlara düşkünlükten
ve aşktan bahseden manzumeler teşkil ediyordu (Demirayak
2009: 142; Ateş 1977: IV, 730-732).
Cahiliye gazellerinde ana motif; terk edilen diyar, kalıntılar ve sevgilisinin
terk ettiği diyarda durmak, kalıntılara/izlere bakarak hatıra ve
maceraları anmak, üzüntü ve gözyaşı dökerek sevgiliye olan özlemi
dile getirmektir (Ali 1406: 442; İnâd Gazvan 1394: 35 vd; Demirayak
2009: 143; Yanık 2010: 28 vd; Çetin 2011: 75 vd.). Terk edilen diyarda
durup, izlere bakarak ağlama geleneğini başlatan cahiliye döneminin
ünlü şairi İmru’u’l-Kays (ö. 565) olmuştur (Zevzenî 1972: 7-11).
“Durun, sevgilinin ve onun Dahul ile Havmel arasındaki Sıktullivâ’da
bulunan yurdunun hatırasına ağlayalım. Tudih ile
Mikrat’a kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgârlarının dokuması
sayesinde henüz izleri silinmemiş olan hatırasına ağlayalım.
Sevgilinin yurdunun geniş alanlarında ve oradaki su birikintilerinde,
bembeyaz ceylanların karabiber tanesine benzeyen
gübrelerini görürsün. Göçlerini yükledikleri günkü ayrılık
sabahında ben, adeta yörenin deve dikeni ağaçları yanında,
Ebucehil karpuzu oyar gibi (gözyaşı döküyor idim). Arkadaş-
larımsa orada bineklerinin üzerinde çevremi sararak kendini
üzüntüyle helal etme, metin ol! Diyorlardı. Benim şifam bol
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
57
bol gözyaşı dökmektir. Fakat silinip giden izlerin yanında ağ-
lamak neye yarar?” (İmru’l-Kays 1419: 40; Yaltkaya 1943: 18;
Yanık 2004: 31vd. ; Demirayak 2009: 186).
Cahiliye döneminde söylenen gazellerde, şairlerin gönül ilişkisi içerisine
girdikleri birer sevgilileri ve bunların bulunduğu mekânlar da
yer almışlardır. Sevgili isimleri ve uğradıkları coğrafya somut ve
maddi olması bu gazellerin realist, aşkın da gerçek hayatta yaşanmış
bir aşk olduğunu gösterir. İmru’u’l-Kays’ın Uneyza (İmru’u’l-Kays
1419: 50), Tarafa b. Abd’ın (ö. 532) Havle (Eyyûbî 1430: 75), Zuheyr b.
Ebî Sulma’nın (ö. 608) Evfâ (Eyyûbî 1430: 1972: 99), Lebîd b. Râbi’a’nın
(ö. 661) Nevâr (Eyyûbî 1430: 188) adında sevgilisi vardı. Sevgililer, şairlerle
aynı coğrafyayı paylaşmaktadır. Uneyza, Dahûl ile Havmel arasındaki
Sıktullivâ’da (Eyyûbî 1430: 23), Havle, Sehmed toprağında
(Eyyûbî 1430: 75), Evfâ, Havmânetu’d-Derrâc ile Mutesellim arasında
(Eyyûbî 1430: 137), Nevâr, Mîna diyarında (Eyyûbî 1430: 179), Antere
b. Şeddâd’ın Ablesi Civâ’da (Eyyûbî 1430: 243), Haris b. Hillizye’nin
sevgilisi olan Esmâ’, Burkatu’ş-Şammâ’da bazen de Halsâ (Eyyûbî
1430: 340) adlı mekânda yaşamaktadır.
Cahiliye dönemi gazellerinde şairler, sevgililerinin fiziki özelliklerinin
görüntülerini öne çıkarmışlardır: beyaz tenli, ince belli, siyah
saçlı, dolgun ve sık bacaklı olan sevgili, bir ceylandır (Zevzenî 1972:
26-27, 29-30, 64). Dudakları esmer ve incedir. Yüzü oldukça güzel ve
pürüzsüzdür. Parlaklık yönüyle güneşe benzer. Dişleri, papatya çiçeği
gibi beyazdır. Gülümsemesi, kumluk üzerindeki nemli tepeciklerde
açan bir papatyayı andırır (Zevzenî 1972: 64-65). Gözleri yaban sığırı-
nın gözleri gibi iri, güzel ve siyahtır. Bakışları, Vecra’nın yavrularına
şefkatle bakan beyaz ceylanların bakışı gibi ürkektir (Zevzenî 1972:
133). Uzun boylu olan sevgili, kabile fertlerinden olduğu için sosyal
statü olarak hürler tabakasından biridir. Sevgililerin görüntüleri tabii
halleri, onları aranılan, istenilen, kendisine âşık olunan bir obje durumuna
getirir. Gazellerdeki aşk daha çok görüntüye ve fiziki özelliklere
dayalı bir aşktır. Yani, maddi, dünyevi ve somut vasıflara haizdir.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
58
Şair, gazelinde fiziki özelliklerinden bahsedip, görüntüsünün resmini
çizdiği sevgiliyi görür görmez âşık olur. Sevgili, sevilip ikram gö-
ren bir konuk gibi şairin kalbine iner (Zevzenî 1972: 193). İki sevgilin
visali; bulutların beraberinde getirdiği şimşek ve yıldırımların kesildiği,
sel haline dönüşen yağmurların durduğu, rüzgârın şiddetini kaybettiği
yaz mevsiminden biraz önceki zamandır (Vadet 1372: 77). Visal
zamanında aralarında söz verme ve yemin güçlü olduğu için birbirlerinden
kopup ayrılamazlar. Hicran, söz konusu ve istenilen bir durum
değildir. Bu birliktelik ayrılık sabahına kadar devam eder (Dabbî 1419:
77). Cahiliye dönemi gazeli, içerik olarak iki eğilimi bünyesinde barındırır.
6. Ümmü’l-İyâs: Güzelin ve Güzellik Unsurlarının Prototipi
Bir estetik değer olan güzellik, bir nesnenin güzel hükmünü verme
konusunda bulunan öznede haz ve beğeni duygusu oluşturmasına yol
açan temel özelliğine denilmektedir. Nesnenin öznedeki beğeni veya
haz duygularını harekete geçirebilmesi için öznenin duygularını etkilemesi
gerekmektedir. Dolayısıyla güzellik görme, işitme, dokunma
gibi duyu verilerinin biçim, orantı, düzen ahenk, yetkinlik ve ölçülü-
lük yoluyla ruhun derinliklerinde beğenme, hoşa gitme ve hayranlık
duygusu uyandıran duyguya verilen isimdir (Cevizci 2000: 420-421).
Diotima’ya göre güzellikler çeşitlidir ve bir güzeller hiyerarşisi bulunmaktadır.
Aşkın yöneldiği ilk güzel, bedendeki güzelliktir. Aşkın sırrına
ermek için güzel bedenler aramalı, ona doğru yönelmek gerekir
(Platon 2007: 210a)
Cahiliye şiirinde kadının bedeni ve bu bedenin taşıdığı güzellik,
kuşkusuz inkar edilemez. Duygular bu güzel beden üzerinde yoğunlaşır,
kelimeler de güzelliğin derecesini belirtmek ve beden güzelliğini
tarif ve tasvir etmek için kendilerine biçilen rolü oynarlardı. Güzelliğin
ölçütü ne olabilir? Kadın güzelliği ile ilişkili figüratif dil hangi metaforlar
içerir? Bu soruların cevapları, kadın bedenini tarif eden ve İslam
öncesi döneme atfedilen en eski metinlerden birinde yer almaktadır.
Mensur olan bu metinde yer alan kadın bedeni ve bedensel güzellik,
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
59
kadında bulunması gereken güzelliği ve anlayışı göstermesi açısından
önemlidir. Arap şiirinde Afrodite doğmaktadır.
Mensur metin bir kadının bedenini ve güzellik unsurlarını gözlemlemek
ve gözlemlerini sunmak niçin görevlendirilmiş İsâm adlı kadına
atfedilmiştir. Ünlü şair İmru’u’l-Kays’ın büyük babası ve Kinde kabilesinin
lideri olan Amr b. Hucr, bir kabilenin lideri olan Avf b. Muhallem
eş-Şeybânî’nin güzelliği dillere destan olan kızı Ümmü’l-İyâs ile
evlenmek ister. Amr b. Hucr hem söylenilenlerin doğru olup olmadığı
hakkında hem de Ümmü’l-Îyâs’ı gözlemlemek amacıyla Îsâm adlı kadını
görevlendirir. İsâm, kızın kabilesine gider ve annesiyle görüşerek
durumu anlatır. Kadın, kızına “kızım! Bu gelen kadın, senin teyzen,
sana bakmak istiyor, ondan bir şey gizleme, sorduklarına cevap ver”
der. İsâm, kızın yanına gider ve daha önce görmediği bir güzelle kar-
şılaşır. Gözleri, ilk kez böyle bir güzel görür. Fiziksel ve güzelliksel
yönlerden başka akıl bakımından da insanların en mükemmeli idi.
İsâm, kızın yanından çıktığında şöyle der: “Örtüsünü açan hileyi terk
eder. ” Yani o kadar masum ve temiz… Bu söz bir darb-ı mesel olur.
Sonra kızın annesi, “İsâm ne gördün? “ der. O da “Tereyağından çıkmış/süzülmüş
yağ” der. Yani, sanki bir kaymak… Bu söz de darb-ı mesel
olur (İbn Abdirabbih 1404: VII/119). Ümmü’l-İyâs’ı çıplak gözlerle
görüntüleyen İsâm, Amr’ın yanına döner gördüklerini anlatır. Onun
görüp aktardığı, kadın güzelliği için kriter kabul edilir:
“Atın saç örgüsü gibi örgülü siyah saçları, parıldayan ayna gibi alnı
var. Berrak ve güzel olan alnını kapatan/örten saçları, tarandığında
şiddetli yağmurlarda yıkanmış parlayan üzüm tanesi/salkımı görü-
nümündedir. Zincir halkalarına benzer dolgun yay gibi kaşları var.
Onlar, karbon siyahı gibi koyu olup sanki bir kalem tarafından çizilmiş
gibi mükemmel tasarlanmış ve güzel bir kuşun güzel gözlerine
benzeyen, alımlı gözlerinin üstünde kıvrılmıştır. Ne uzun ne de kısa
olan, kaşlar arasında güzel bir kılıç gibi parlayan burun. Hiçbir aslanın
korkutmadığı, avlamadığı yanakları erguvani renktedir. Uzun
ve basık olmayan inciye benzeyen parlak dişlere, tatlı gülüşe ve yü-
zük kadar küçük bir ağza sahiptir. Seher gibi açan beyaz yüz, gül gibi
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
60
kırmızı dudaklar ve bal gibi tatlı, şarap kokan tükürüğü var. O, uzun
boylu ve ince belli olduğu kadar, çok akıllı olup güzel konuşur, hazır
cevaptır. Boynu, gümüşten yapılmış ibrik/sürahiye benzer. Sanki kemik
ve damardan arınmış gibi etli ve yağlı olan güzel kolları vardır.
Göğüsleri iki nar gibi yuvarlaktır. Yumuşak ve çok narin elleri vardır.
Elbise altında görünen katlanmış bez gibi bir karın, karnının ortasında
kat kat yaprağa benzeyen, fildişi gibi beyaz ve parlak bir gö-
beğe sahiptir. Cetvel gibi düzgün bir sırt ve bu sırtın altında yuvarlak
kalçalar bulunmaktadır. Bunlar, küçük bir toprak/kum yığınına
benzer. Hurma ağacı gibi dolgun ve yapılı bacakları vardır. Bütün
bu ağırlıklar iki küçük ayaklar tarafından taşınmakta/yürütülmektedir.
Bunların dışında kalan yerleri söylemiyorum, onu ancak şiir
söyler” (İbn Abdirabbih 1404: VII/119-121).
Ümmü’l-İyâs’ın sahip olduğu güzellik unsurlarının tamamına yakını
cahiliye şairlerinin divanlarında yer almıştır. İsâm, Ümmü’l-
İyâs’ın güzelliğini kadınsı bakış açısından çok, erkeksi gözlerle gözlemlemiş,
onu tıpkı bir erkek gözüyle süzmüştür. İsâm’ın gözlemleri,
dönemindeki Arap güzellik anlayışının estetik ölçütünü yansıtmaktadır
(Zâhî 1999: 75, Harthi 2010: 105).
7.Gazelin Tür Boyutuna Ulaşması: Emevîler Dönemi
Gerek Cahiliye, gerek Sadrul-İslam dönemlerinde kasidenin baş-
langıcında bazen birkaç beyit bazen de 13-14 beyit olarak yer alan gazel,
Emevîler döneminde kasidenin tüm beyitlerini kapsayacak bi-
çimde bir şiir türü olarak ortaya çıkmıştır. Bağımsız bir şiir türü olarak
toplumun her katmanlarında rağbet gören gazelin ortaya çıkışında
sosyal, kültürel ve siyasi nedenlerin olduğu su götürmez bir gerçektir.
Bu oluşuma geçmeden önce, bunu sağlayan ortamı gözden geçirmek,
gazelin tür olarak ortaya çıkışının anlaşılmasına fayda sağlayacaktır.
7.1.Emevî Ortamı
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
61
Hz. Alî’nin şehit edilmesi ve Hz. Hassân’ın hilafeti Muaviye’ye devretmesiyle
Emevîler dönemi (650-750) başlamış olur. Bu zamana kadar
çeşitli usullerle seçilen devlet başkanları, Muaviye’nin oğlu Yezîd’i
kendisinden sonra devlet başkanı olmak üzere veliaht tayin etmesiyle,
hilafet saltanata dönüşmüştür. Artık Emevî soyundan devlet başkanları
iş başına gelmişlerdir. Emevî iktidarıyla birlikte kabilecilik ve siyasi
tutuculuk birinci plana yerleşmeye başlamıştır. Bu yüzden,
Emevîler dönemi, siyasi sosyal ve idari alanda kabileciliğin ve siyasi
tutuculuğun belirleyici olduğu bir devirdir. Devletin kurucusu Muaviye
(ö. 680)’nin takındığı siyasi tavır bunun en açık göstergesidir (Aycan
2003: 16 vd.). Emevîler döneminde baskın bir karakter arz eden
kabilecilik, ırkçılık/Arapçılık şeklinde kendini ortaya koymuştur. Bu
dönemde açıkça fark edilebilecek bir şekilde soy üstünlüğüne göre
muamele söz konusu idi. İnsanlar, neseplerine göre değerlendirilirlerdi
(Aycan 2003: 21).
Yönetimin hilafete dönüşmesinin en belirgin sonuçlarından biri de
toplum yapısında hiyerarşinin kendini göstermesi idi (Aydın 1991:
150). Emevîler döneminde sosyal tabaka genel anlamda Müslüman ve
gayrı Müslim olmak üzere iki kısımdan oluşmakta, Müslümanlar da
kendi aralarında Müslüman olan Araplar ile Müslüman olup Arap olmayan
mevâlî olarak iki farklı gruba ayrılmaktaydı. Müslüman Araplar,
statü bakımından üstün görülüp devlete hakim tabakayı oluştururlarken,
mevali ise sosyal statü ve prestij açısından, Araplardan
aşağı görülmüş ve itibar görmemişlerdir (Aksu 2006: 6 vd.). Zira,
Araplar ‘ben’i, mevâlî ise ‘öteki’ni tanımlayan birer kavram olmuştu
(Aycan 2003: 21).
7.2. Şehirleşme/Dünyevileşme
Emevî döneminin en belirgin özelliklerinden biri de kentleşme ve
onun sonucu olarak dünyevileşme olgusudur. Bunun muhtemelen iki
belirgin sebebi vardır. Birincisi Hz. Peygamber’e karşı en etkili muhalefet
gösteren ve Kureyş içerisinde İslamiyet’i en geç kabul eden
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
62
Ümeyye soyunun İslam dinine, Râşid halifeler kadar bağlı olmayışı,
ikincisi ise, artan zenginlikle birlikte, lüks ve israfın yaygınlaşmasıdır.
Medenileşme/kentleşme ve dünyevileşme, medeni hayatın temsil edildiği
şehirlerde, açık bir şekilde karşımıza çıkmaktadır (Aycan 2003:
25).
Medenileşme, şehirlerin kurulması ve donatılmasıyla başlamıştır.
Emevîlerden önce yönetim binası, camiler, çarşı ve pazarların fiziki gö-
rünümler, son derece sade basit ve ilkel bir durumdayken, Emevî yö-
netimiyle birlikte bu durum değişmeye başladı. Yapılanma, döneminin
şartlarına göre en üst seviyeye çıkarıldı, gösterişli ve sağlam yapı-
larıyla kentler gerçek bir şehir görünümüne büründü, ilk kurulan kentlerden
Basra ve Kufe, Emevî toplumun medenileşmesi ve kentleşme
sürecinde önemli bir rol oynadılar (Nâcî 1986: 344; Huleyf 1968: 7 vd.,
Söylemez 2001: 21 vd.).
Dünyevileşme olgusu ise; yönetim merkezi olan dâru’l-imâraların,
şehrin merkezinde kurulan, İslam şehirlerinin temelini oluşturan ve
her zaman dâru’l-imâralarla bitişik ve yan yana bulunan caminin yanından
ayrılıp, şehrin çeşitli yerlerine özellikle de kentin gürültüsünden
uzak bölgelerde büyük ve gösterişli yapılar haline dönüşmeye
başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Aynı şeyi, şehrin içindeki devlet
başkanı sarayları ile site şehir görünümünde olan ve şehir dışında
kurulmuş saraylar içinde söyleyebiliriz (Can 1995: 103; Aycan; 2003:
26; Altınay 2006: 141). İnşa edilen bu binaların İslam sanat tarihinde
önemli bir yeri ve yöneticilerin camiden uzak bir yerde ikamet etmeye
başlamalarının birtakım sebepleri olduğu gibi, Emevî devlet başkanlarının
günlük yaşamının dünyeviliğini ve Emevîler dönemindeki dünyevileşme
olgusunu ortaya koyması açısından da müstesna bir yeri
vardır (Altınay 2006: 140-141).
Sarayların, şehirdeki dâru’l-imâralara kıyasla daha muhteşem yapıldığını
görmekteyiz. Saraylar, Muaviye’den itibaren Emevîler’deki
dünyevîleşme göstergelerinin en açık izlerini taşımaya başlamıştır. Bu
saraylarda her türlü eğlence ve eğlendiricilerle birlikte, lüks ve dün-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
63
yevî bir hayat yaşanmaya başlamıştır. Saraylarda içkili, müzikli eğ-
lence, rakkaseler, şairler, kadın-erkek şarkıcılar, bazen güldürücüler,
şeytanlar ve dönemin eğlence vasıtalarının hemen hepsi, dini yaşantıya
duyarlı bazı halifelerin dönemleri dışında, nerdeyse hiç eksik olmamıştır.
Muaviye, Harda isimli bir saray yaptırıp, buraya yerleşmesi,
kendinden sonra gelen devlet başkanlarının büyük paralarla muhte-
şem saraylar yaptırarak lüks bir hayat sürmeye başlamalarına da örnek
olmuştur (Atçeken 2001: 217: 221; Koyuncu 1997: 77-161; Hasan
İbrâhîm 1985: II/239; Altınay 2006: 147).
Dünyevîleşmenin birden çok sebepleri vardır. Bunların başında, fetihlerden
elde edilen ganimetler ve bütçeden tahsis edilen paylarla
bölge sakinlerinin zenginleşip zevk ve eğlenceye dayalı bir hayat ya-
şamaya başlamaları (Yalar 2009: 46) ve toplumdaki refah seviyesinin
artması gelmektedir. Arapların İslam’dan önce şahit olmadıkları bu
zenginlik, lüks ve zevke dayalı yaşam, Şam’daki Emevî aristokrasisiyle,
Hicaz sınırları içerisinde Mekke ve Medine’deki Kureyş aristokrasisinin
oluşumuna zemin hazırladı. Küfe de aristokrat tabakanın bulunduğu
yerlerden biriydi. Rahat bir hayat yaşayan bu zümreler, yö-
neticilerin teşvikiyle meclis ve eğlenceler düzenleniyorlardı (Huleyf
1968: 204-206; Dayf, ts.: 6,140). Bu da toplumda var olan dünyevileş-
menin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kureyş aristokrasisinin çocukları; babalarından kalan malları korudukları
kadar, onların dini duygularına fazla rağbet etmemeleri (Şevkî
Day, ts.: 194), Emevî toplumunda alkol bağımlılığının artması, giyim
kuşamda aşırı lüks ve israfa kaçılması ve ipekli elbiselerin giyilmesi
(Altınay 2006: 150, 301 vd.) gibi pek çok sebep dünyevileşmenin sebeplerindendir.
7.3.Eğlence Kültürü
Emevî döneminin oldukça dikkat çeken özelliği şüphesiz ki, ilk dö-
nem İslam toplumunun peşinden gelen bu dönemde eğlence kültürü-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
64
nün oluşması ve gelişmesidir. Araplar, fetihler sonucu eskiden hiç sahip
olmadıkları servete kavuştular. Bu servet onları İslam’ın istediği
sade yaşantıdan uzaklaştırıp, lüks bir hayata yöneltiyordu. İslam toplumunda
servetle gelen bu değişim rüzgarları, onların sadece yaşam
standartlarının yükselmesine değil, hayat anlayışlarının ve zevklerinin
de değişmesine yol açtı (Aycan 1988: 161) ve Emevî toplumunda eğ-
lence kültürü oluşarak, eğlence bir yaşama biçimi haline geldi ve
Emevî şehirlerinde eşitli eğlenceler görülmeye başlandı (Huleyf 1968:
204).
Hicaz’da ve ülke genelinde hem yöneticiler hem de halk arasında
eğlenceye düşkünlük artış göstermiştir. Çünkü Emevî halifeleri başta
olmak üzere, yöneticiler ve aile üyelerinin çoğu eğlenceye yönelik bir
hayat yaşıyorlardı. Daru’l-kıyanlar ve meyhaneler şehirlerdeki eğlence
mekânlarıdır (Altınay 2006; 226-229, 376). Mekke, Medine, Hire, Şam
gibi şehirlerde, Hicaz, Irak ve Horosan gibi bölgelerde içki içildiği gibi,
Beytu’l-Hammâr veya Hânâtu’l-Hammârîn adıyla anılan meyhanelerin
bulunduğu da bilinmektedir (Câhız 1991: II/231). Meyhanelerin yanında
şehirlerde var olan eğlence mekânlarından biri de kadın şarkıcı-
ların şarkı söyledikleri Dâru’l-Kıyânlardır (Huleyf 1968: 213).
Halifeler içerisinde eğlence geleneğini ilk başlatanın ve eğlence kültürünün
oluşmasının baş mimarı Yezîd b. Muaviye (ö. 684) olduğu
söylenir (Altınay 2006: 376; Kılıç 2001: 396 vd.). Yezîd’in yakın adamları
ve yöneticilerinin çoğunun içki ve eğlenceye düşkün olduğu belirtilir.
Emevî saraylarından başka, bazı valilerin konakları ve şehri yö-
nettikleri merkez olan daru’l-imâralarda eğlence, sohbet, müzik ve içki
masası düzenlendiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Saray ve daru’l-imâralarda
başlayan eğlence, şehirlerde meyhaneler, beytü’l-kıyanlar, çarşı
ve pazarlar eğlencenin bir numaralı merkezi olmuştur. Belirli vakitte
panayırlar da eğlence mekânı olarak da fonksiyon görülmüştür (Altı-
nay 2006: 222 vd).
Emevî toplumunun en yaygın eğlence yerlerinden biri de şarkıcıların
evleriydi. Buralar halka açık müzikli eğlencelere ve özel müzikli
toplantılara sahne olur ve ilgiden dolayı adeta izdiham yaşanır, ev de
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
65
eğlenceden sarsılırdı. Ayrıca bazı eşraf konaklarında, aristokrat zümrenin
köşklerinde ve bahçelerinde de büyük çapta eğlenceler düzenlenirdi.
Emevîler dönemi, içki meclislerinin kurulduğu, eğlence çeşitlerinin
çoğaldığı, eğlence mekânlarının fazlalaştığı, içki içenlerin arttığı
ve eğlencenin bir kültür ve sektör olarak öne çıktığı bir dönemdir. Eğ-
lence kültürünün yaygınlaşmasının Emevîlerin politikası ve bir Emevî
siyaseti olduğu söylenmiştir. Bunu haklı kılacak tarihi malzemede bulunmaktadır
(Aycan 1988: 156-192; Altınay 2006: 220 vd. 371-455).
7.4.Gazelin Tür Oluşu
Emevîlerle başlayan değişim, yukarıda da anlatıldığı gibi şiire de
yansımış ve edebi hayatın çehresi değişmeye başlamıştır. Bu değişimin
merkezi Hicaz olmuştur (Vadet 1372: 82 vd). Hicaz’ın sosyal ve kültü-
rel yapısı mevcut şiir türlerinden gazelin bu bölgede yaygınlık kazanmasına
neden oldu. Hicaz, söz konusu dönemin başlarında gazelin
yanı sıra öteki şiir türlerinin hepsini ihtiva ediyordu. Ancak çok geç-
meden diğer türler birer birer kayboldu ve gazel onların yerini aldı.
Şairlerin bu çevrede sadece gazelleriyle ün yapmaları bunun işaretidir.
Artık Hicaz, gazel şiirlerinin merkezidir (Kılıçlı 1993: 99). Diğer yandan
Emevîler döneminde gazelin eski bir medeniyet mıntıkası olan
Irak’ta/Şam’da değil de Hicaz’da ortaya çıkıp gelişmesi ve zirveye
ulaşması ayrıca dikkate değer bir hadisedir.
Emevî hükümdarları, siyasetlerinin bir gereği olarak toplumun her
katmanlarına, Emevî siyasetiyle uğraşmamaları için rahat bir ortam ve
geniş bir serbestlik alanı sağlamışlardır. Hicaz şehirlerinde, kadın ve
erkeklerin karşılıklı aşk maceraları yaşamaları, bunlarla iştigal etmeleri,
özellikle de Mekke ve Medine’nin seçkin ailelerini siyasî gelişmelerin
uzağında tutarak ve kendilerine dönük muhtemel tehditleri bertaraf
etmek için, rahat, hoşgörülü, toleranslı ve dünyevî bir ortam oluş-
turmuşlardır (Dehhan 1981: 36, 40). Dünya zevklerine daha çok rağbet
gösteren şairler, aşk ve kadını konu alan şiirlere yani gazele yöneldiler,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
66
rağbet ettiler (Dayf, ts.: 6). Bu ortamda gazel gelişme alanı buldu, rağ-
bet gördü.
Gazelin Hicâz’da rağbet görmesi, eğlence kültürü, gına, halkın ya-
şadığı hayat tarzı, sahip olduğu refah ve hürriyetle yakından ilgilidir.
Cahiliye ve Sadrul-İslam’da kasidenin bir parçası olan gazel, Emevîler
döneminde müstakil bir hale gelerek, bu asrın insanların yeni hayat
tarzlarına ve duygularına hitabeden bir şiir türü oldu (Kılıçlı 1993: 97).
Başka bir ifade ile cahiliye döneminde aşka ve kadına ait duygular, kasidenin
başlangıç bölümünde ele alınıp işlenirken bu duygular,
Emevîler döneminde kasidenin bütününe yayılmıştır. Böylece kasidenin
bütün beyitlerinde aşk ve kadın konusu işlenen şiir türüne gazel
demişlerdir (Hüseyin 1991: I/478). Artık gazel, tür boyutuna ulaşmış-
tır. Şairlerle mugannî ve muganniyeler arasındaki sıkı ilişkiler, öte
yandan halkın tükenmek bilmeyen istekleri, şairleri gazel konulu şiirler
söylemeye yöneltti. Şairler, bütün ihtimamlarını aşkı hikâye eden
bu yeni şiir türüne hasrederek eski şiirin diğer türlerine önem vermez
oldular. Şairler olup bitenleri dile getirmekten hiçbir şeyin alıkoymadığı
bir serbestliğe sahip oldukları için, gazellerinde hadisleri tekellüfsüz
ve ayrıntılarıyla anlatmaları adetinin yaygınlaşması bu asırdaki
gazele de yansıdı ve gazelin yayılıp gelişmesine neden oldu (Kılıçlı
1993: 98).
Sosyal konumu, ekonomik durumu ne olursa olsun gazel, toplumun
her katmanlarında benimsedi. Cinsiyet farkı gözetilmeksizin hemen
herkes gazele rağbet gösterdiler. Emevî halifelerinin topluma
sunduğu imkânlar, toplum ve fert boyutunda gazeli tutku haline getirdi
(Dehhân 1981: 37-39; Dayf 1979: 99-104). Toplumun bütün katmanlarında
gazele şaşılacak derece de ilgi duyulması, toplumun gözde
ve seçkin, saygı duyulan kesimlerindeki insanların da ilgisini çekmiş,
bu gruplar da gazel söylemekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Bunların
başında dindarlar, abitler, zahitler, kadılar, fakih ve muhaddisler
gelir. Dönemin ünlü İslam hukukçusu Sa’îd el-Museyyib, gazele ilgi
duyanların başında gelmiş, gazelin en güzel örneklerini vermiş ve
bunlardan pek çoğunu da Mescid-i Nebevî’de inşâd etmiştir (Dayf
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
67
1979: 94). Ayrıca Urve b. Uzeyne, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe ve
Mahzumî gibi tanınmış din adamlarının yanında, Medine’nin ilk yedi
fakihi olarak tanınan şahsiyetleri de hem gazel söylemişler, hem de
musikiye rağbet etmişlerdir (İsfahanî 1423: IX/193; Dayf 1979: 100 vd.)
Rum, özellikle de İran asıllı olup ve o kültürle yetişip Hicaz şehirlerine
getirilen yabancı unsurlar içerisindeki çeşitli köleler, özellikle de
cariyeler, kendi lisanlarının yanında, Arap diliyle de şarkı söylemeleri
de gazelin yayılmasının nedenlerindendir. Zira bu şarkıcılar, şairlerle
yüz yüze geldiklerinde onların gazellerini besteleyerek okumaya baş-
ladılar. Bu da gazelin geniş kitlelere ulaşmasına neden oldu. Gazelin
geniş kitlelere ulaşmasında muganni ve muganniyelerin rolü çok bü-
yük olmuştur (Dehhân, ts.: 1981 vd; Dayf, ts.: 139 vd.). Böylece gına ile
şiir, şiir ile şarkıcı arasında daha önce var olan irtibat bu dönemde daha
da güçlenerek devam etti. Fakat, Emevîler döneminde özellikle gına ve
şiir arasındaki rabıta şiirin bir tek türüne inhisar etti ki, o da gazeldi
(Kılıçlı 1993: 96). Bu da gazelin yaygın bir şekilde kullanımını sağladı.
7.5.Sevgi Çağı
Arzuların ve zevklerin yaşandığı Emevî toplumunda öne çıkan
duyguların başında aşk ve sevgi gelmektedir. Bu sevgi hem şehirlerde
hem de göçebe toplum arasında oldukça rağbet gördüğü için büyük
bir gelişme göstererek hızlı bir şekilde yayılmıştır. Aşk ve sevgi teraneleri
hemen hemen Emevî toplumunun büyük bir kesiminde yankı
bulmuştur. Konumları ne olursa olsun evli, bekâr, hür, köle, erkek ve
kadınlar sevgi ve aşklarını dillendirmişler, birer sevgili edinmişler, onlarla
açıktan ve gizliden aşk maceraları yaşamışlar, aşklarını korkusuzca
ilan etmişlerdir. Emevî sosyal ortamı buna müsait idi (Dehhân
1981: 19; Dayf 1979: 39 vd.).
Bu dönemde aşklar, daha çok hac mevsiminde hem yaşanıyor, hem
de ilan ediliyordu. Evli olsun olmasın sosyal statüsüne bakılmadan,
fakir zengin denilmeden toplumun her kesiminden insan sevdiklerine,
beğendiklerine ya aşk ya da evlilik ilanı yapıyorlardı. Hac’da oluşan
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
68
aşk ve sevgi efsaneleri, buradan başta şehirler olmak üzere badiyelere
kadar bütün Arap beldelerine yayılıyordu (Dehhân 1981: 39). Hac
mevsimi aşıkların buluştukları ve güzel duygularla ayrıldıkları bir zaman
dilimi, gazeller de bu sürecin tasvir edildiği canlı ve somut belgeleridir
(Filshtinsky 1985: 214). Aşık ve maşukların dudaklarından dö-
külen aşk sözleri ve sevgi dolu duygular gazellerle terennüm ediliyor,
gazeller vasıtasıyla gerçekleştiriliyordu. Artık şairler, kendisinin ve kabilesinin
savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarının veya beğenilen sı-
fat ve vasıflarının yerine, güzelliğiyle şöhret bulan kadınlara ve genç
kızlara ait duygu ve sıfatlara yer vermişler, kabilesine değil, muaşaka
halinde olduğu veya aşkını ilan ettiği kadın ve kızlara övgü düzmüş-
lerdir (Dehhân 1981: 40).
Kaynaklar, Halife Abdülmelik b. Mervân (685-705)’ın kızı Fatıma’nın
Hacca gittiğinde, etrafında gözlerinin güzelliklerinin bir benzeri
olmayan, yüzlerinin güzellikleri hemen fark edilen cariyelerle yola
koyulup Mekke’ye girinceye kadar kendisine gazelle bir övgü yapılmadığı
için kızıp öfkelendiğini, tavaftan sonra yola koyulmak üzereyken,
ünlü şair Ömer b. Ebî Rabî’a’nın kabilesinden biriyle karşılaştığını
ve Fatıma’nın Ömer’in Hac’dayken kendisine bir gazel söylemediği
için hem Ömer’e hem de kabilesine lanet okuduğunu, adamın da
Ömer’in mutlaka bir gazel yazdığını Fatıma’ya söylediğinde, Fatıma’nın
da o kişiye “öyleyse söylediği bir gazel varsa onu bana getir.
Sana her beyte karşılık on dinar vereyim” dediğini, Ömer’in de aşağıda
ilk beyti yazılı olan gazeli halifenin kızına gönderdiğini yazmışlardır:
“Dostların birbirlerinden ayrılması kalbimi korkuttu, göç
günü kader dolu duygularını coşup da dalgalandı. ” (Bustânî
1989: I/293)
Şiire, şarkıya, eğlenceye meyilli olan Halife Süleyman b. Abdülmelik
(715-717), Ömer b. Ebî Rebî’a’dan kendisi hakkında bir övgü şiiri
inşâd etmesini ister. Ömer: “kadınların dışında kimseyi övmem, bunların
dışında kimseye de methiye söylemem” (İsfahanî 1964: I/61,
Fâhûrî 1361: 197) diyerek hem çarpıcı hem de döneminin gereğini yan-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
69
sıtan bir cevap verir. Hz. Osman’ın torunlarından ve de Emevîler dö-
neminin meşhur şairlerinden biri olan Arcî de tehlikeye atılmak, sonuncuna
katlanmak gerekecekse, bu erkekler için değil, kadınlar için
ve de aşk hususunda olması gerekir (İsfahanî 1964: I/42) diyerek, bu
gerçeği dile getirir.
Emevîler zamanı, açıktan veya gizliden yaşanan, efsaneleşip nesilden
nesillere aktarılan aşkların çıkış noktası olan bir dönem olarak gö-
rülmüş, aşk ve sevgi çağı olarak bilinmiştir (Abdullah 1407: 155 vd.).
Gerçekten de bu dönem, göz kamaştıran, baş döndüren, debdebelerle,
zenginliklerle dolu, pembe hayallerin süslediği bir rüya âlemi dönemi
olmuştur. Bu âlemi süsleyen en önemli motif ise gerçek ve somut anlamda
yaşanan aşk ve kahramanı olan kadın olmuştur (Gündüz 1998:
46).
Halifeler bile aşka düşmekten kendilerini kurtaramamışlar yaşadıkları
büyük aşklarla dillere destan olmuşlardır. Yezîd b. Abdülmelik
(720-724)’in önce Sellâme Kass, sonra da Habbâbe ile yaşadığı aşk bunlardan
biridir. Öyle ki, kaynaklar bunlardan Habbâbe’nin güzel sesiyle
halifeyi kendine bağladığını, Yezid’in Habbâbe ile şiir, musiki ve içki
âlemleriyle meşgul olduğunu, Habbâbe’yi çılgınca sevdiğini, onu devlet
işlerine tercih ettiğini, onunla sık sık halvete çekildiğini, böyle bir
eğlence esnasında da Habbâbe’nin boğazına bir nar tanesinin kaçıp ölmesi
üzerine de cesedinin yanında üç gün süreyle yanından ayrılmadığını,
onun cansız vücudunu üç gün boyunca öpüp kokladığını, onun
cesedini kokmaya başlayıncaya kadar defnettirmediğini, Yezîd’in
üzüntüsünden dolayı on beş gün sonra öldüğünü söylemişlerdir
(Mesûdî 1393: III/195 vd; Zeydan 2004: I/137 vd.)
Tutkulu bir sevgi ile Habbâbe’ye bağlı olan Yezid b. Abdülmelik’in
ölümünü Ali b. Amrûs şöyle nakleder:
“Yezîd, Habbâbe’nin ölümünden sonra yanında Habbâbe’nin
cariyelerinden biriyle saraylarını ve hazinelerini görmeye gider.
Birlikte dolaşırken cariye: “aşkı uğruna gözyaşı döküp aklını
yitirenin sevdiği kişinin evini bomboş ve karanlık görmesi,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
70
üzülmesi için kâfidir” diye bir şiir okuması üzerine Yezîd, bir
çığlık atar ve bayılır. Uzun bir süre uykudan uyanmaz. Uyanınca
da gece boyunca ağlar. Ertesi gün de tek başına kalıp
Habbâbe için ağlar. Odasına girdiklerinde halifeyi ölmüş bulurlar”
(Harâ’itî 1420: 195).
Halifelerin yanında din adamları da sevgi çağında âşık olmuşlar,
hiç kimseden çekinmeden sevdiklerine karşı en içli aşk şiirleri söylemişlerdir.
Daha önce isimlerini belirttiğimiz Medine’nin yedi fakihinden
biri olan Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Huzeyl kabilesinden
sevgilisi Asme hakkında duygularını gazelinde şöyle dile getirmiştir:
“Seni çok seviyorum! Eğer (bu sevginin birazını) bilsen kendini
güçlü görür ve aşamayacağın güçlük kalmazdı. Benzeri
olmayan bir sevgiyle seni seviyorum! Âşıklar için uzak da yakın
sayılır. (Sana olan) benim duygularımı Kâsım b. Muhammed
bilir. Sana duyduğum aşkı Urve de Saîd de bilir (Harâ’itî
1420: 283).
Harâtî, şiirde adları geçen kişilerin Medine fıkıhçıları olduğunu
söylemiştir. Bunlar: Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk, Urve
b. Zubeyr b. Avvâm, Saîd b. el-Museyyep’tir (Harâ’itî 1420: 83).
8. Hadarî Gazelin Doğuşu
Zemin ve kültürel ortamın bu denli uygun bir duruma gelmesi, ilk
olarak Hicaz yöresinde, özellikle Mekke ve Medine’de şehir hayatının
zevke bağlı maddi aşkı ve duygular dünyasını şuh bir ifade ile tasvir
eden, hayatı seven “el-gazelu’l-hadarî” veya “el-gazelu’l-hissî” olarak adlandırılan
aşk şiirleri gelişmeye başladı (Furat 1996: 144-150; Filshtinsnsky
1985: 44-45). Bu gazel türü Hicaz’ın ünlü ve zengin yüksek
tabakası arasında yaygınlaştı. Kent yaşamının gereklerine uygun olarak
lüks ve bolluk içerisinde aristokrat bir yaşam süren hadarî şairler,
yaşamın güzelliklerini betimlemişler ve hayatı seven aşk şiiri geliştirmişlerdir
(Dehhân 1981: 40 vd; Furat 1996: 145 vd.).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
71
Hadarî gazeli doğuran etkenler çok boyutlu görülmesine rağmen
birbirine bağlı halkalarla tek boyuta indirgenebilir. Kentleşme, sosyal
ve ekonomik göstergeler, eğlence sektörünün oluşumu, değişen kadın
imajı, siyasal endişeler, tespih taneleri gibi dünyevileşme üst başlığına
bağlanabilir. Dünyevileşme başlığında toplanan bu tanelerin her biri
hadarî gazelin doğuşunda etkin rol oynamışlardır. Medeniyetin temel
ayağı olan ilk kentleşme, İslam toplumunda iki şekilde gerçekleştirildi.
Birincisi, çadırda yaşayan bedevi Arapların yerleşik hayata geçerek İslam
öncesi kurulmuş olup sonradan İslam egemenliğini kabul eden şehirlere,
ikincisi de Müslümanlar tarafından kurulan yeni şehirlere yerleşmeleriyle
başladı. Bu hareketleri şehir planı, sosyal ve idari düzenleme
ve yapısal düzenleme takip etti. Yaşanan çevre ve fiziki alanlar,
insanların günlük yaşamlarını da etkiledi. Bu gelişmeler, dönemin zihniyet
dünyasını ve dünyaya bakış felsefesini göstermesi açısından
önemlidir (Huleyf 1968: 10, Altınay 2006: 76). Fetihlerle elde edilen her
türlü gelirler, kentsel dönüşümde kullanıldı. Gelişen şehirleşme, halkın
sosyal ve ekonomik düzeyine olumlu yansıdı ve zenginleşme olgusu
kendini gösterdi.
Zenginleşme ve ekonomik büyüme, etkisini hem insanların yaşamlarında
hem de dönemin edebî hayatında kendini gösterdi. Hicaz bölgesinde
ortaya çıkan ve gelişme gösteren hadarî gazelin doğuşunda,
ekonomik hayata paralel olarak yükselen maddî refah vardır (Dayf
1426: 207). Kentleşme ve iktisadî hayatın getirdiği en önemli gelişme,
kendini saray olgusunda gösterdi. İslam dünyası ilk kaz saray fenomeniyle
tanıştı. Zenginleşen Emevî devletinde, başta halife ve valiler olmak
üzere refah seviyesi yüksek olanlar, rahat ve konfor içinde bir hayat
sürmek amacıyla şehir dışında saraylar yaptırarak buralarda ikamet
etmeye başladılar (Altınay 2006: 83). Dünyevileşme ve hedonist
yaşam önce Emevî saraylarında başladı, oradan da şehirlere yayıldı.
Bu olgu, temelinde hedonist yaşam felsefesi bulunan hadarî gazel ekolünün
doğuşunu hazırlayan en önemli etkenlerden biri oldu.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
72
Bunun yanında şehirleşme, çoğu bedevi olan Arapların fetihlerle
birlikte yerleşik hayata geçişi ve büyük şehirlerde diğer etnik unsurlarla
birlikte yaşamaya başlamaları, Arapların ve doğal olarak diğer
unsurların giyiminde, kuşamında, örf adet ve geleneklerinde, inançlarında,
geçim ve kazanç yollarında, kısacası günlük yaşamlarında bü-
yük değişiklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Altınay 2006: 81).
Sosyal yaşam tarzında meydana gelen gelişmeler de hadarî gazelin
doğuşunu hazırlayan faktörlerdendir. Hicaz bölgesi İslami fetihlerden
sonra Araplarla mevâlî (Arap olmayan milletler)in bir arada yaşadığı
kozmopolit bir ortama dönüştü. Bu bölgeye, gerek köle ve cariye olarak
getirilen, gerekse ikamet amacıyla gelen mevâlî arasında şarkı ve
musikî sanatında oldukça usta olan çok sayıda sanatçı yer almaktaydı.
Çoğunluğu Fars ve Rumlardan oluşan bu sanatçılar, yerleştikleri Hicaz
bölgesinde, alışık oldukları sıra geceleri düzenleyerek şiir ve şarkı
meclisleri kurdular. Bu meclisler ekonomik hiçbir sıkıntısı olmayan
Hicaz gençlerinin birer uğrak yeri haline geldi. Zira büyük aşk öykü-
lerinin anlatıldığı, bunların bestelenip şiir ve şarkı tarzında okunduğu
bu meclisler, gençlerin duygularına hitap ediyor ve onları coşturuyordu.
Bunlar sık sık görüştükleri cariye sanatçılarla beraber şarkı ve
şiir meclislerine uğrayan hür kadınlarla da buluşma imkanına sahip
oldular. Böylece maddî aşkın filizlenip boy atması için müsait olan
yeni ortamlarda doğan yeni ilhamlar her geçen gün biraz daha arttı
(Yıldırım 1998: 82, ayrıntı için bkz.: Faysal 1982: 349-353, Dayf 1426:
208-209, Kılıçlı 1993: 61-73, Aycan 2003: 155-192).
8.1.Değişen Kadın İmajı
Hadarî gazelin doğuşunda, bu doğuşa zemin hazırlayan, bu ekol
tematiğinin başkahramanı olan, ileride de şuhane gazel ve şehevi duyguların
içeriğini oluşturan kadının değişen rolü de etkin olmuştur.
Emevî toplumunda kadın, hürler ve cariyeler diye iki sınıftan oluş-
maktaydı. Hür kadınlardan özellikle de asil soydan gelen ve aristokrat
kesimi oluşturanlar lüks bir yaşantı sürmüş, oldukça ön plana çıkmış-
lardır. Kadının dönüşümü, geleneksel hayattan medenî hayata geçiş
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
73
şeklinde kendini göstermiştir. Temelinde kentsel yaşamın rahatlığı ve
zevkine alışma olan bu dönüşüm kendini kadın erkek ilişkilerinde göstermiştir.
Emevîler döneminde kadın erkek ilişkilerinde katı hükümlerin uygulanmadığını,
birbirleriyle çok rahat hareket ettikleri görülmektedir.
Âişe bnt. Talha’nın hac ziyaretinde Medine’nin yedi fakihinden biri
olan Urve b. Zubeyr’in onun yüzüne karşı “Ey altmış katırın sahibi
Âişe! Her yıl böyle hac eder misin?” diye bir gazel okuduğu, onun da
kırk yıllık dost gibi “Evet, ey Urveciğim” dediği ve senli benli konuşma
sonucu Urve’nin Âişe’ye evlenme teklif ettiği (İsfahanî 1423:
XI/126) gibi söylencelerdeki rahat davranış biçimleri o dönemde yadırganacak
eylemler olarak değerlendirilmemiştir.
Hicaz bölgesi Kureyş’in hür ve soylu kadınları evlerinde düzenledikleri
eğlence meclislerinde bazen eşleri, bazen de eşlerinin arkadaş-
larıyla bir arada eğlenmeleri hem dönemin hoşgörü siyasetini, hem de
kadın-erkek ilişkilerini göstermeleri yönüyle oldukça ilginçtir. İbn
Yahyâ, Mus’ab b. Zubeyr’in eşi Âişe bnt. Talha’nın Kureyş’in kadınlarına
sık sık evinde eğlence meclisleri düzenlediğini, misafirleri eğlendirmek
için ünlü muganniye/şarkıcı Azzetu’l-Meylâ’yı davet ettiğini,
herkesin gayet şık elbiseler giydiklerini, süslü takılar taktıklarını, hem
Kureyş kadınlarının hem de eşi ve arkadaşlarının bulunduğu ortamda
Azze’nin şiir okuyup şarkılar söylediğini rivayet etmiştir (İsfahanî
1423: XI/ 127-128).
Kadın erkek ilişkilerine bir örnek olarak, Medineli muganniye
Cemîle’nin Ahvas, İbn Ebî Atîk, Nusayb gibi birçok şair ve elliye yakın
şarkıcıyla birlikte, pek çok kadın erkek amatör şarkıcıların yanı sıra
Medine’nin kadın ve erkek musikişinaslarının yer aldığı haccı,
Emevîler devrindeki önemli ve tarihi hadiselerden biridir (Kılıçlı 1993:
76). Kadın erkek ilişkilerine verilecek en çarpıcı örneklerden biri de dö-
nemin en güzel iki kadını olan Âişe bnt. Talha ve Sukeyne bnt. Hüseyin’in
aralarında çıkan hangimiz daha güzeliz polemiği de, aristokrat
erkeklere danışıp onlardan görüş almalarıdır (Aksu 2001: 176).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
74
Hür kadınlardan bahseden kaynaklar, bunların büyük bir kesiminin
dindarlıkları üzerinde ortak görüş sergilemişlerdir. Dindarlık, bu
kadınlardan bir kesimi için âşık olmaya engel sayışmamıştır. Dünyanın
en büyük duygusal ve bedensel zevklerinden olan aşk ile dindarlığı
birbirine ters düşen iki kavram olarak görmeyen, hem dindar hem
de duygularının farkına varıp bu duygularını açığa vurmaktan çekinmeyen,
gerektiğinde sevgilisine buluşma teklifi yapan, yeri geldiğinde
şair olan sevgilisine haber gönderip kendisi hakkında aşk şiirleri söylemesini
talep eden yeni bir kadın tipi ortaya çıkmıştır (Yıldırım 1998:
82, ayrıntı için bkz. Hâdî 1407: 364-366).
Bu yeni kadın tipi, büyük bir kesimi anne veya baba tarafından Peygamber’in
ashabından olmalarına rağmen, anne ve büyük annelerinin
titiz davrandığı örtünmede, onlara uyma yerine normalin dışına çıkma
eyleminde bulunmuşlar ve cesaretle uygulama yolunu seçmişlerdir.
Bundan dolayı kadın erkek ilişkilerinde erkeklerle oturmayı, eğlence
meclislerinde bir araya gelmeyi, onlarla edebî tartışmalar da bulunmayı
normal karşılamış, bir sakınca görmemişlerdir (Hâdî 1407: 352).
8.2.Cariyeler
Hadarî aşkın doğuşunu sağlayan kadın faktörlerinin başında hür
kadınlardan sonra cariyeler gelir. Hadarî aşkın yayılmasına işlevsel
olarak farklı amaçlarla kullanıldığı için hür kadınlardan daha fazla etken
olmuşlardır. Onlar hakkında hem kitaplar yazılmış, hem de binlerce
anlatı kaleme alınmıştır. Bunların ortak noktası; eğlence hayatında,
aşk oyunu ve gönül eğlendirmede öne çıkıp başrolde olmaları-
dır. Saraydan çarşı pazara, meyhanelerden beytu’l-kıyân ve otellere,
meclislerden özel evlere kadar yaşamın her alanında işlevsel olarak cariyeler
yer almışlardır. Bundan dolayı onlar, hür kadınlara göre erkeklerle
daha çok iç içe girmiş, senli benli olmuşlardır. Kendileri âşık olduğu
gibi kendilerine de tutkuyla bağlananlar, uğrunda aşk acısı ya-
şayanlar, yollarında ölümü göze alanlar olmuşlar, bu aşka rehberlik
etmişler, en güzel gazeller onlar için yazılmıştır.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
75
Hadarî gazelin doğuşunda etkin olan cariyeler, ya güzellikleriyle ya
da şarkı söylemedeki yetenekleriyle öne çıkmışlardır. Asma’î’nin “tavaf
ederken beyaz kum gibi parlayan birini gördüm, bakmaya doyamadığım
güzellikleri gözümü dolduruyordu” (Harâ’itî 1420: 138) demesi,
ibadet ehlinden bir genç çok güzel bir cariye sevdi. (Harâ’itî 1420:
44) gibi anlatı, güzellikleriyle öne çıkan cariyelere toplumun çeşitli sosyal
tabakaya mensup pek çok kişinin âşık olup onların etkisinde kaldığını
nakleden ilginç söylenceler kaynaklarda oldukça fazla yer almıştır
(Zeydân ts.: I/ 283-285).
Halife Yezîd b. Abdülmelik’in Habbâbe isimli cariyeye meyli ve
onunla yaşadığı dillere destan aşkı, ibadete düşkünlüğünden dolayı
el-Kas lakabı verilen meşhur Mekke abitlerinden Abdurahman elCuşemî’nin
cariye Sellâme ile karşılıklı yaşadıkları aşk, cariye sevgilisine
yazdığı gazeller, aşkı uğruna dindarlığı terk etmesi (İsfahanî 1423:
VII/64; Dayf 1979: 67) ve “Kûfe’de yakışıklı bir delikanlı vardı. Zahitlerden
biriydi. Nehâ kabilesine yakın bir yere yerleşti. Köylerinden bir
cariye gördü ve ona aşık oldu. Onun uğruna aklını kaybetti… (Harâ’itî
1420: 58-59) ve de Abdullah b. Kureyb’in: “Bir cariye su almaya gelmişti.
Daha önce böyle güzel yüzlü ve mükemmel yaratılmış bir kimseyi
görmedim… (Harâitî 1420: 154) dediği gibi anlatılar bunlara sadece
birer örnektir.
Güzellikleri yanında şarkı söylemede gösterdikleri eşsiz başarıları
nedeniyle ön plana çıkan muganniye cariyeler, daha çok rağbet görmüşlerdir.
Yeteneği olmayıp güzel olan cariyeler “avâm”ın aşkını
oluştururken, muganniye/şarkıcı cariyeler “havâs” aşkının sembolü
idiler. Daha önce de bahsedilen Habbâbe (ö. 724), sesi ve fiziki güzelli-
ğiyle ünlendiği kadar halife Yezîd b. Abdülmelik ile yaşadığı aşkla ün
yapmış bir cariye idi. Yezîd’in ona sevgisi ve tutkusu kara sevda derecesindeydi.
Bir söylenceye göre Yezîd’in Habbâbe’nin mezarını açtırıp
çürüyen yüzünü gördüğünde “Onu bundan daha güzel hiç görmemiş-
tim” dediği rivayet edilir (İbn Abdirabbih 1404: VII/67).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
76
“Kırıta kırıta, salınarak yürüyen/meylâ” ve “ceylan/azze” lakaplı
Azze el-Meylâ’ (ö. 728) da Medineli seçkin pek çok insanın hayran olduğu,
sevdiği bir muganniye cariye idi (Dayf 1979: 133-134, Kılıçlı
1993: 137). Hem şaire, hem de muganniye olan, barındırdığı göz kamaştırıcı
güzelliğiyle seçkinlerin gönlünde taht kuran Sellâme el-Kas
(ö. 748) da bir cariye idi. Adında zikredilen el-Kas, aslında ona âşık
Abdurrahmân b. Ebî Âmmâr el-Cuşemî’nin lakabıdır. Abdurrahmân,
son derece ibadete düşkün tâbiînden ve Mekkeli seçkin bir kurrâdan
biriydi. Onu şarkı söylerken dinleyip âşık olduğu ve halk arasında bu
aşkıyla ün kazandığı için Sellâme’ye “rahibin/dindarın Sellâmesi” anlamında
Sellâme el-Kas denilmişti (İsfahanî 1423: VIII/248-249, IX/100-
101, Dayf 1979: 67, Kılıçlı 1993: 137).
Kûfeli cariye tüccarı İbn Râmin’in eşsiz güzellikteki cariyelerinden
biri olan ve adı “ela gözlü Zerkâ” anlamına gelen Sellâme ez-Zerkâ (ö.
745) tanınmış şarkıcı cariyelerden biriydi. Birçok genci ve şairi kendisine
âşık etti. Halife el-Mensûr’un ordu komutanlarından ve bu cariye
hakkında gazeller de söyleyen Muhammed b. el-Eş’as bunlardan biriydi
(İsfahanî 1423: II/245, XV/39, İbn Abdirabbih 1404: IV/202, V/193,
VII/18-19, Dayf 1979: 68-69, Kılıçlı 1993: 140).
Cariyelerin söylediği şarkıların içeriği bütünüyle yaşamaya, sevgiye
dönük olduğundan başta Hicaz bölgesi şairlerinden Ömer b. Ebî
Rebîa olmak üzere onun yolundan giden şairler, dünyevî aşkı dillendirdiler,
beşerî aşkın motiflerini kapsayan gazeller yazdılar. Gına ile
gazel, şarkıcı cariyeler ile şairlerin ilişkileri ve teganni edilecek şiir par-
çaları da hadarî gazelin doğuşunda ve gelişmesinde etkili oldu (Kılıçlı
1993: 96-103 135-142).
8.3.Siyasal Endişe
Emevî hilafetinin yasallığıyla ilgili siyasal endişeler de hadarî gazelin
doğuşundaki bir diğer etkendir. Emevî devletinin kurulması,
Emevî hilafetinin yasallık sorununu da beraberinde getirdi. İktidarla-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
77
rını pekiştirmek isteyen yöneticiler, bir taraftan kendi iktidarlarına yö-
nelebilecek siyasî olaylarla ilgilendiler, diğer taraftan muhaliflerini
olayların dışında tutup onları potansiyel tehlike olmaktan çıkarmanın
yollarını aradılar ve ellerindeki bütün olanakları kullanmadan çekinmediler.
İslam toplumunun görmediği ilkler Emevîler tarafından ger-
çekleştirildi.
İlk Emevî halifesi Muaviye b. Ebî Sufyân, rakiplerini razı etmek, onları
saltanat ve hilafet istemekten alıkoymak için paraya başvurdu.
Kendisine gelen kişilere ihsanlarda bulunurdu. Özellikle Haşimîler,
Şam’da cömertçe karşılanan ailelerin başında gelirdi. Bu konuda oğlu
Yezîd de aynı yolu takip etmişti (Kılıçlı 1993: 62-63). Muaviye ile baş-
layan bu gelenek Mervânî kolundan gelen Emevî halifeleri tarafından
da devam ettirildi. Onlar, Hicaz bölgesinin seçkin kişilerinin ağızlarını
kapatmak ve muhalefet etmelerini engellemek için para ve mal bağış-
lama yoluna gitmişler, Emevî halife ve yöneticileri hac veya kutsal yerleri
ziyaret etme maksadıyla Hicaz bölgesine gittiklerinde onlarla gö-
rüşmüş, onlara bol miktarda para, mal ve hediyeler vermişlerdir (Dayf
1979: 28).
Sonuçta Hicaz bölgesi, hem fetihlerle elde edilen ganimetlerle, hem
de Emevî yöneticilerinin kendi hazinelerinden maaş ve bağış yoluyla
çıkardıkları mal, mülk ve parayla aşırı derecede zenginleşti. Bu zenginlik
hiç şüphesiz günlük hayatı büyük ölçüde etkiledi. Lüks bir ya-
şam tarzı insanları değişik işlerle uğraşmaya ve vakit geçirmeye sevk
etti (Kılıçlı 1993: 63). Kendilerine ekonomik olanakların her türlüsü sunulan
Kureyş ve ensar gençleri, sahabî çocuklarının büyük bir kısmı
zenginliğe, mallara, köşklere sahip oldukları için çok lüks bir hayatın
ve konforun içinde yaşamaya başladılar. Siyasî bir taktik olarak bu
gençler için özel şarkı ve eğlence meclisleri kurulmuş ve onların bu
yerlere gidip gelmeleri bizzat devlet eliyle teşvik edilmiştir. Her türlü
aşk nağmelerinin seslendirildiği bu tür meclislere giden gençler, artık
boş zamanlarında Emevî hilafetinin yasallığını ve ona karşı mücadele
etmenin gereğine değil, cariye bazı hür kadınlarla yaşadıkları aşk hayatlarını
görüşüp konuşuyorlardı. Zaten doğal olarak aşk tutkuları da
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
78
hep bu gençler arasından çıkıp hadarî aşk ekolünün öncülüğünü yapmışlardır
(Yıldırım 1998: 84, ayrıntı için bkz. Hâdî 1407: 59-61)
Hadarî gazeller, Hicaz kent toplumunun sosyal refah ve zenginli-
ğini en çarpıcı biçimde yansıtan ayna konumundadır. Kent yaşamının
gereklerine uygun olarak lüks ve bolluk içerisinde aristokrat bir yaşam
süren hadarî şairler, Emevî halifelerinin yasallıkları ile uğraşmak yerine,
gazellerinde yaşama sevincini öne çıkarmışlar, hayatı güzel yönleriyle
görmüşler ve hayatın güzelliklerini tasvir etmişler ve yaşamayı
seven bir aşk felsefesini dile getirmişlerdir (Gibb 1963: 44 200-201,
Filshtinsky 1985: 200, Dehhân 1981: 40-62).
Devletin eliyle oluşturulan ve siyasetlerinin bir gereği olarak dü-
zenlenen ve düzenlenmesine göz yumulan gına ve eğlence meclislerinin
malzemesi olan şiire, özellikle de tematiğinden dolayı hadarî gazele
rağbet arttı. Cariye şarkıcıların gına ve eğlence meclislerinde gazel
parçalarının teganni edilmesi, hadarî gazelin doğuşunu etkiledi.
Bu türde şairler, hissettiklerini ve sevgililerini çok açık- seçik bi-
çimde tasvir ettikleri için bu gazel el-gazelu’s-sarîh, duygularını rahat
ve serbest bir şekilde ifade ettiklerinden el-gazelu’l-ibâhî, eğlence ve
zevke dayalı duygular içerdiği için de mezhebu’l-lezze olarak isimlendirilmiştir
(Bustânî 1989: I/284; Dayf, ts.: 347; Faysal 1982: 281). Bu gazelin
en önde gelen ve en tanınmış temsilcisi Ömer b. Ebî Rebî’a olduğu
için (Hüseyin ts.: II/127) bu gazel türüne el-gazelu’l-Umerî de denilmiştir
(Bustânî 1989: I/284; Faysal 1982: 281).
Hadarî şairlerin gazellerinin konusu ise genellikle kendileri ve de-
ğişik kadınlar arasında geçen aşk maceralarıdır. Bu gazellerde sevgilinin
fiziki görünüşü yanında, onun duygu, düşünce ve davranışları da
tasvir edilir. Çok sevgili edinme ve bunlardan bahsetme, onlarla yarenlik
erme, gizli ilişkilerde bulunma, kaçmaklar vb. motif ve imajlar,
hadarî şiirin özelliklerindendir.
Hadarî şairler, tek bir kadınla aşk yaşamamışlar, oldukça farklı ve
çeşitli aşk duygularının hazzını, heyecanlarını hissetmişlerdir. Hadarî
gazel, kadın merkezli olduğundan, her tabakadan güzel kadınlar bu
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
79
gazelin kahramanları olmuş ve gazelin içeriğini oluşturmuşlardır
(Zeydan, ts.: I/283 vd.). Kadınlara ait bütün özellikler, maddî ve manevî
yönler bu gazelde yer almıştır (Ferruh 1985: I/367; Hüseyin ts.:
II/16). İsmail Veddah el-Yemenî, kalbinin kadınlar için attığını, bu yüzden
de kalbinin kadınlara bağlı olduğunu (İsfahanî 1964: VI/31) söylerken,
Ömer b. Rebî’a da kadınların dışında kimseyi övmem (İsfahanî
1964: I/124) diyerek, gazellerinin konusu olarak, kadını öne çıkarmış-
lardır.
Hadarî gazel şairleri evli ve orta yaşta asil, zengin, şerefli ve elit kadınlara
gazellerinde yer vermişler ve onları en çıplak biçimleriyle tasvir
etmekten çekinmemişlerdir. Hadarî gazel şairleri sevgililerinin fiziki
özellikleri yanında onların duygusal ve davranış biçimlerine de
gazellerinde yer vermişler, psikolojik yönlerine eğilmişlerdir. Şairler,
kendilerinin kalplerini fetheden güzelleri aynı ifadelerle tarif ve tasvir
etmişlerdir. Hadarî şairler, Cahiliye dönemi gazellerinde olduğu gibi
sevgililerinin isimlerini zikretmeden çekinmemişler, onlarla yaşadıkları
aşk maceralarını ve bu maceranın başkahramanı olan sevgililerin
ismini veya isimlerini de belirtmeden geçememişlerdir (Gündüz 1998:
63 vd.). Bu kadınlar, aynı zamanda şairlerin gazel yazmalarında onlara
esin kaynağı yanında, gazellerin içini dolduran motifler, güneş ve yıldızların
arasında parlayan ay gibi benzetme figürleri de olmuşlardır.
9.Hadarî Gazelin Özellikleri
1. Gerek cahiliye, gerekse Sadru’l-İslam döneminde kasidenin bir
bölümünü oluşturan gazel, Emevîler dönemiyle birlikte müstakil bir
tür olur ve Arap şiiri tarihindeki yerini alır. Böylece geleneksel kasidenin
içerisinde yer alan hiciv ve methiye türleri de yerini gazel türüne
bırakır. Artık gazel, kasidenin tümünü kapsayan ve kadınları ve onların
duygu dünyalarında var olan arzu ve isteklerini, karşılıklı veya tek
taraflı yaşanan aşkları anlatan bir tür olarak kaşımıza çıkar. Hicaz bölgesinde
ilk kez görülen, ortaya çıkan gazeller, kaside nazım şekliyle
yazılmıştır (Ferruh 1985: I/367; Hüseyin, ts.: II/16; Faysal 1982: 440)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
80
2. Hadarî gazelin konusu, kadın merkezli bir aşktır. Bu aşk, tutku
ve hayranlık boyutundadır. Toplumun bütün katmanlarında yer alan
güzel kadınlar, hadarî gazelin kapsama alanına girmiştir. Bu gazeldeki
yegâne amaç, kadının güzelliğini sarhoşluk derecesinde hissedip ona
duyulan sevgi ve hayranlığı şiir diliyle dışa vurmaktır (Zeydan, ts.:
I/283-285; Ferrûh 1985: I/367: Hüseyin, ts.: II/16; Yalar 2009: 47).
3. Hadarî gazel, kent kültürünün bütün özelliklerini bünyesinde barındırmış
olması, onun önemli özelliklerindendir. Bu kültüre uygun
olarak da gazellerde görülen üslup oldukça kibar ve narindir. Üslubun
bu özelliği, onun bestelenmesine neden olmuştur. Lafızları melodik olduğundan
gınaya da uygunluk arz etmiştir. Gazellerin narinlik ve melodik
vasfıyla ahenk sağlaması, çok kere musiki eşliğinde söylenmesine
neden olmuştur. Bundan dolayı tavil ve basit gibi uzun ve ağır,
aynı zamanda kahramanlık duygularının ifadesinde kullanılan vezinler,
gazellerde terk edilerek, daha kısa ve hafif olan vafir, remel, hafif,
seri, hezec, müterakib gibi hareketli ve ahenkli vezinler kullanılmıştır
(Filshinsky 1985: 200; Atîk 1422: 128 vd., Atîk 1406: 109 vd., Behrûz
1377: 128).
4. Gazellerde yer alan aşklar, gerçek anlamda yaşandığı gibi, platonik
aşklar da gazellerde yer almıştır. Gazellerdeki dil, oldukça sade ve
anlaşılır bir özellik arz eder. Sert ve haşin, garip ve anlaşılmayan ifadeler
gazellerde yer almazken, müstehcen ifade, beyan ve kelimeler
muhteva gereği az da olsa kullanılmıştır. Kadın merkezli olan hadarî
gazelde duygular, az da olsa ahlaki ölçülerin dışına çıkmasına rağmen,
müstehcenlik boyutuna ulaşmamıştır. Genellikle bu gazeldeki kadın
kahramanların seçkin ve ahlaken tutucu olan kesimlerden olması, gazellerin
müstehcenlik boyutuna varmasına engel olmuştur (Bustânî
1989: I/293; Atîk 1422: 128 vd., Taha Hüseyin, ts.: II/16).
5. Hadarî gazelin önemli hususlarından biri de terk edilen diyarın
kalıntıları (atlal) önünde durarak, sevgiliye karşı duyulan özlemi dile
getirmek, bu gazel türüyle ortadan kalmış, sevgiliyle buluşma, gö-
rüşme ve kaçamaklar, başka bir ifadeyle yüz yüze ve yan yana gelme,
birlikte olma gerçekleşmiştir (İsfahanî 1423: I/44). Sevgilinin göçerken
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
81
geride bıraktığı çadırın izleri değil de, bizzat çadırın içindeki sevgili ve
bu sevgiliyle çadırda, gecenin karanlığından, sabahın ışığına kadar devam
eden vuslat ve bu vuslattan doğan mutluluğun ortaya koyduğu
arzu dolu iki vücudun sükûn bulması gazelin beyitleri arsında yankı
bulmuştur (Ömer b. Ebî Rebî’a, ts.: 193-207; Nikola 1979: 197-213). Böylece,
hadarî gazelle birlikte, geleneksel üslup olarak kabul edilen ve
kaside başlangıcında yer alan “sevgilinin yurdunda durup ağlama ve
gözyaşı dökme” de ortadan kalkar.
6. Arap şiirinde ilk defa kadının duygusal ve psikolojik yönleri, hadarî
gazelde ele alınıp işlenmiştir. Gerek cahiliye, gerekse Sadrul-İslam’da
görülmeyen soyut duygular, gazellerde yer almaya başladı. Somut
objeler, soyut olarak tasvir edilince, buna paralel olarak hayal mefhumuyla
gazel tanıştı. Böylece, objeler, motifler somutun yanında,
hem soyut hem de hayali bir biçimde tasvir edildi (Faysal 1982: 534-
541).
7. Bu gazel şairlerinin büyük bir kısmı zengin, kültürlü, saygın ve
elit bir tabakanın içinde doğmuş, büyümüş ve aristokrat sınıf şairleri
olarak şöhret bulmuşlardır. Bu şairlerin ortak özellikleri, günlük dü-
şünceye sahip olmaları, çapkınlığı meslek haline getirmeleri, eğlenceli
ve aşkla dolu bir hayat yaşamaları ve sevgililerin çokluğuyla övünmeleri
yanında, kadınlara olan ilgilerinden dolayı bazen maceralı, bazen
tehlikeli, bazen de heyecanlı bir hayat sürmüşleridir (Gündüz 1998:
65). Öyle ki Ömer b. Ebî Rebî’a, sevgilisi Nu’m’a ulaşmak için tehlikeli
uzun yolculukları göze almasını, kendisine kin besleyen ve çekemeyen
arabalarının varlığını bilmesine rağmen, ölümü göze alarak bir yılan
gibi sürünerek Nu’m’un çadırına girmesini ve Nu’m’un kız kardeşlerinden
birinin elbisesini giyerek kadın kılığına bürünerek oradan maceralı
bir şekilde ayrılışını ünlü raiyyesinde anlatır (Ömer b. Ebî Rebî’a,
ts.: 193-207, Faysal 1982: 384 vd., Zübeydî 2007: 13-16). Hadarî gazelin
ünlü temsilcilerinden biri olan İsmail Yemenî el-Veddah da Ummu’lBenin
ile yaşadığı maceralı bir aşk nedeniyle diri diri toprağa gömülerek
öldürülmüştür (Filshtinsky 1985: 216).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
82
8. Bu gazelin bir diğer önemli özelliği de hadarî şairlerin yazdıkları
gazeller, Emevî toplumundaki, özellikle de Hicaz ve Irak gibi bölgelerde
büyük oranda yaşanılan hayatın ve zihniyetin resmi belgeleri niteliğinde
olmasıdır. Bu şairler, sadece yaşadıklarını, hissettiklerini,
gördüklerini çağlarının şahidi olarak dillendirmiş ve yaşadıkları dö-
nemlerini bize duyurmuşlardır. Bu açıdan hadarî şairlerin gazelleri,
yaşadıkları zevk ve eğlence çağının belgeleri olmuştur. Şairler de devrini
anlatan şairler olarak değil, devrini yaşatan şairler olarak öne çıkmışlardır
(Dehhân 1981: 39-40; Filshtinsky 1985: 199 vd. , Gibb 1963: 44
200-201).
10.Hadarî Felsefe
Aktörleri kadın ve erkek olduğu için hadarî gazel, karşıtlar arası
uyum olarak karşımıza çıkar. Bu da bizi antik Yunan aşk felsefesindeki
aşkın “karşıtların birleşmesi” tezine götürür. Aşkın ve cinselliğin felsefe
yorumunun ilk izleri, Pythagoras’ta karşımıza çıkar. Onda önemli
bir unsur olan karşıtlar arası uyum, erkek ve dişi olarak karşımıza çı-
kar (Aydın 2013: 77). Platon, bunun gerçekleşmesini arzu ve istek ile
ilişkilendirerek; aşkın, karşıt cinslerin uyumundan, bir araya gelmesinden
doğduğunu ileri sürer (Platon 2007: 187b).
Empedokles’e göre de aşk; haz/hedone, arzu ve bir araya gelme isteğinde
aşırılık ve karşılıklı gereksinimlerin giderilmesi olarak belirir
(Capelle 1995: 178). Ona göre bu haliyle aşk, insanların organlarında
yer alan gizil bir güçtür ve bu güç, âşıkların köklü haz duygusunu ve
arzularının karşı konulamaz birleştirici etkisi ile etkin hale gelir. Buradaki
tensel haz vurgusu oldukça anlamlıdır; cinsel aşkla tensel haz arasında
köklü bir bağ kurulduğu anlaşılmaktadır (Aydın 2013: 82). O
şöyle demektedir: “Bilindiği gibi aşktır, doğuştan yer alan insanın organlarında;
çünkü aşk denen duyguyu insanlar onun sayesinde öğrenirler
ve sevişme edimini yerine getirirler; sonra da ona sonsuz haz ya
da Aphrodite derler (Capelle 1995: 172, Aydın 2013: 82) Empedokles’in
görüşlerine benzer duyguları Demokristos da ifade eder. O aşkı, gü-
zele yönelik istek, arzu ve güzelden alınan haz olarak gördüğü için
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
83
aşkı, karşıt cinsler arasındaki bir ilişki olarak görür (Capelle 1995: 193,
197). Onun düşüncelerinde kadın, aşk nesnesi konumundadır. Demokristos
şöyle der: “Arzu hiç eksik olmaz ve arzulanan şey elde edildikten
sonra istek çabucak söner. Geriye kısa süreli hazdan başka bir
şey kalmaz ve sonra tekrar aynı isteği duyarlar” (Capelle 1995: 197-
198).
Yukarıdaki söylemlerin şiirlerdeki hadarî gazel ile bire bir örtüştü-
ğünü söyleyebiliriz. Öyle ki bu gazelin “mezhebu’l-lezze/zevk ekolü”
veya “gazelu’l-ibâhî/şehevi gazel” olarak adlandırılması bile bu görüş-
leri doğrulamaktadır. Ömer b. Ebî Rebîa’nın sevgilisine “beni mahvettin”
sözüne karşılık olarak “sen de beni mahvettin” (Ömer b. Ebî Rebîa,
ts.: 626) demesi “karşıtların birleşmesi” tezinin şiirde ispatıdır. Yine o
güneş gibi parıldayan, beyaz bir tene sahip olan kadının evine girdi-
ğini anlattığı bir şiirinde (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 21-23) “son derece rahatladım
ve istediklerimi aldım” ifadesi Empodokles ve Demokristos’un
görüşlerinin tekrarı gibidir: istek, arzu ve bir araya gelme, sonsuz
haz/hedone ve karşılıklı gereksinimlerin giderilmesi. Ömer b. Ebî
Rebîa’da hazzın/hedonenin bir yaşam biçimi olarak benimsendiğini
onun: “Ben arzuları peşinde koşan bir genç idim. Şarap içer, lezzet kadehinden
sarhoş olurdum” (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 322) ifadesinden anlıyoruz.
Ömer’in aşkı, düz bir çizgiye benzer. Bir ucunda kendisi, diğer
ucunda kadınlar veya sevgilileri yer alırdı. Ömer, arzulanan nesne olduğunda,
arzulayan özne de kadınlar/sevgililer olurdu. Böyle durumda
özneler, sürekli nesneyi arzular ve de arzunun doğası ortaya
çıkar, Ömer de sevilen, haz alınan konuma ulaşırdı. O bir şiirinde duygularını
ifade ederken, bu gerçeği dile getirir:
“Kadınlar benim hakkımda konuştukları zaman, onların bakışları
benim üzerime düşerdi. Daha kısa mesafe içerisinde
göz alabildiğince beyaz alımlı bir at üzerinde dörtnala gidiyordum.
Daha büyük olan kız, diğerine bu adamı tanıyor musun
dedi? Ortanca kız: evet, o Ömer’dir diye cevap verdi. O kız
hepsinden daha genç idi. Ben o kızın gönlünü (bir zamanlar)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
84
çalmış idim. Evet onu tanıyorum (gökyüzündeki) ayı bilmeyen,
onu isteyip de arzulamayan var mı?” (İsfahanî 1423: I/95,
Ömer b. Ebî Rabî’a ts.: 280).
Bir gün Ömer’in yüzüne karşı” sen kendi vasfında mı? Yoksa ma-
şuk vasfında mı? Şiirler söylüyorsun” diye sorulduğunda, şöyle cevap
verir:
“Ben yüzümü (onlara) yaklaştırdım, onlar büyük bir arzu ile
yanaklarıma öpücükler kondurdular. ” (İsfahanî 1423: I/95:
Vadet 1372: 191).
Ömer b. Ebî Rebîa’nın gazellerinde aşk subjesi olduğunu gösteren
beyitler oldukça çoktur. O beyitlerde kadınlar tarafından arzulanan bir
obje olduğu açık bir şekilde ortaya konulmaktadır: “Bana âşık oluyorlardı.
Ben ise âşık olmuyordum” ifadesi onun nasıl bir süje olduğunu
göstermeye yeterlidir.
Bazen de arzulayan Ömer, arzulanan nesne de kadınlar veya sevgililer
olurdu. Obje olan Ömer, süjeye yönelir, onu ister ve onu arzulardı.
Ömer; seven, haz alan konuma yükselerek aşk objesi olurken, karşıtlar/kadınlar
da aşk sujesi konumunda kalırdı. Demokristos ve Hesiodas,
kadının erkekten daha arzulu olduğunu benimsediklerinden kadını
aşk süjesi olarak konumlandırmışlardır. (Kranz 1984: 172). Ömer
b. Ebî Rebîa sevgilisi Nu’m ile geçirdiği geceyi anlattığı meşhur 75 beyitlik
“râiyye”sinde Nu’m’un “Ey Ömer, çadırımda kaldığın sürece ben
senin emrindeyim” sözü ve Ömer’in “ihtiyacım yerine getirilmiş bir şekilde
geceyi mutlu geçirdim” (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 197) sözü, Demokristos’un
kadını aşk süjesi olarak konumlandırmasına uygun düşer.
Ömer de obje konumundadır. Aşağıdaki duygular bu durumu açıklar:
“Sevgilime; seni görmek için senin yanına gelmek istiyorum,
dedim. Emin ol, hiç tereddüt etme, diye karşılık verdi. Bu bir
arzudur. Keşke onu hak ettiği değer ile satın alabilseydim” de
dedi (Ömer b. Ebî Rebîa, ts.: 631).
11.Uzrî Gazelin Doğuşu
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
85
Uzrî gazelin ne zaman ortaya çıktığını belirlemek ve sınır koymak
oldukça zordur. Uzrî gazel, o zaman ki içtimai yapının ortaya çıkardığı
ve sosyal hadiselerin bir neticesi olarak vücuda geldiği için, şu zamanda
başlamıştır şeklinde bir sınırlandırmaya gitmek oldukça zor
görünmektedir. Uzrî gazel, başka bir edebî fenomen gibi karmaşık
olup ve bütünlük taşımayan birbiriyle ilişkili dinî, siyasî, psikolojik,
sosyal ve ekonomik yapı gibi birçok faktörün bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır Uzrî gazel, o günkü şartlar altında, o zamanki hayat tarzı içerisinde
buna ihtiyaç hisseden bir toplum içerisinde meydana gelmiştir.
Câhiliye döneminde az da olsa görülen ve İmru’u’l-Kays’ın şiirlerine
nispeten daha iffetli ve çok kere platonik aşkı ifade eden ve de şairlerin
sevgililerine tutkuyla bağlandıkları afif gazelin sonraki dönemlere
yansıması yanında bu gazeldeki aşkın iffet boyutunu dikkate aldığı-
mızda; nefis ıslahına ve ruhların ulviliğine büyük önem veren, olgun
bir ahlakı öne çıkaran İslam’ın tesiri de bu oluşum da yadsınamaz bir
gerçektir. Öyleyse cahiliye gazelinin afif duyguları, yaşanılan hayat
tarzı, dini duygular, sosyal hadiseler ve içtimai unsurlar uzrî gazeli
meydana getirdi ve daha sonra uzrî gazel bir ekol hâline geldi diyebiliriz.
Hicaz çöllerinde bedevî bir hayat yaşayan bir grup insan, Emevî
devletinin bolluk ve rahatlığından yararlanamadıklarından yoksul bir
hayat yaşamaya maruz kalmışlardı. Ruhlarının saf, temiz, iffetli, ağır
başlı oluşları ve doğal yaşamaları onları maddeden uzak, saf ve temiz
bir hayat yaşamaya sürüklemiştir. Bunlar, yaşadıkları konum gereği
eğlence ve zevki tatmadıklarından dolayı, dünyevileşmemiş ve hedonist
yaşamla yüzleşmemişlerdir. İşte böyle bir ortamda uzrî gazel ortaya
çıkmış, bu duygu ve hayat tarzı uzrî gazelin oluşmasını sağlamış-
tır. Kısaca, bu gazel türünün doğuşu Emevîler döneminde gerçekleş-
miştir (Tâhir Lebîb 1987: 170 vd.) Bu nedenle sosyo-ekonomik faktörler
nedeniyle kentsel alanlarda zengin şairler, kadını merkeze alan şuhâne
aşk şiirleri yazma yolunu takip ederken bedevi kabilelerinin fakir şairleri
umutsuzca uzrî aşk gazelleri yazma yolunu tutmuştur (Hüseyin
ts.: I/187).
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
86
Hicaz bölgesinde şehir hayatının zevke bağlı aşk duyguları kent şairleri
tarafından terennüm edilirken, Arap yarımadasındaki göçebe kabileler
arasında da temiz ve ulvi aşk duyguları dile getiriliyordu. Nisbesini
Benû Uzrâ kabilesinden alan ve el-gazelu’l-uzrî diye adlandırı-
lan bir şiir türü gelişir (Faysal 1982: 280 vd., Dehhân 1981: 61 vd.,
Fâhûrî 1383: 187; Ebû Rihâb 1366: 167). Rivayete göre Vâdi’l-kurâ’dan
kuzeye doğru göç ederek Necd ile Hicaz bölgeleri arasındaki kırsallarda
göçebe hayatı yaşayan Uzrâ kabilesi fertleri, şiir söylemede oldukça
yetenekliymişler. Her ne kadar Arabistan’ın diğer kabileleri uzrî
aşk şiirine benzer şiirler meydana getirmişlerse de onlar bu kabile ile
yarışabilecek şairler yetiştirememişlerdir (Ferrûh 1385: I/367; Filshtinsky
1985: 219; Furat 1996: 148)11
11.1.Uzrî Sevgi
Emevîler döneminde özellikle hicaz bölgesinde gazelin büyük bir
gelişme göstermesi; bir taraftan kentli bir aşk anlayışı ve bu anlayışın
doğal sonucu olarak, sevginin açığa vurulmasını, diğer taraftan da badiyenin/kırsalın
şartlarına uygun bir sevgi anlayışı ve bu sevginin gizli
tutulmasını beraberinde getirmiştir. Kentli şairler, aşklarını dillendirmekten
çekinmemişler, sevgilileriyle buluşmalarını açıklamada bir sakınca
görmemişlerdir. Badiyede göçebe tarzı bir hayat süren şairler de
değişik bir aşk anlayışını terennüm etmişlerdir. Bu anlayışta sevgiliye
karşı duyulan aşk iffetle saklanıyordu. Bu aşk telakkisi, Hicaz’ın kuzeyinde
Vâdi’l-kurâ’da yerleşmiş Kuzâa kabilesinden sayılan Uzrâ ile
Âmir kabileleri arasında bilhassa yaygındı. Bolluk ve refahın şımarttığı
topluluklardan uzakta tabiat içinde yaşayan kabilelerde bu tür aşk
uygun bir ortam bulmuştu (Furat 1996: 148).
Vâdi’l-kurâ’daki şairlerin şiirlerinde yer alan sevgi, Uzrâ kabilesinden
dolayı uzrî sevgi olarak bilinmiştir (Faysal 1982: 286; Ebû Rihâb
1366: 176; Fâhûrî 1383: 187; Behrûz 1377: 127). Bu sevgide şehevi duygulara
yer verilmeyip, sevgi açığa vurulmadığı için bu sevginin en bariz
alâmeti ve ilk vasfı iffet olmuştur. Sevgi insanlarda iki şekilde tecelli
eder. Birinci ani sevgidir ki ona bir şey bina edilmez; kar gibi erir, ışık
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
87
gibi bir anda kaybolur. Diğeri de sonsuza kadar devam eden daimi
sevgidir. Aşkta herhangi bir bıkkınlık ve olumsuz bir şey meydana getirmez.
Sürekliliğini devam ettirir. Âşık, bulduğu her fırsatta ona yö-
nelir ve sevgisini izhar eder. İşte uzrî sevgi böyle bir sevgidir. Bu sevgi
sahibini zorlu ve pürüzsüz vadilere çekip götürür, her zaman sahibini
yükseklere çıkartıp, dağ tepe dolaştırır. Ayrıca onu, önce kızartır, ateş
hâline getirir. Sonra da yakar ve her tarafı ateşle çevrili bir sevgi kalesinin
içerisine alır. Bu ayrıcalıktır ve bu ayrıcalık uzrî sevgiyi, diğer
sevgilerden ayıran bir özelliktir.
Uzrî sevgi, her şeye hâkim olan bir duygu değil, aksine hayatın ta
kendisi olarak tanımlanmaktadır. Bu sevgide üzüntü ve ıstırap yer almasına
rağmen, bu üzüntülere sitem etmek yerine, onu daima göğüslemekten
memnun bir tavır sergilemek vardır. Çoğu kez uzrî sevgide
çekilen ıstıraplar sonucu birer mecnun olma durumu söz konusudur.
İsfahanî bu konuda şöyle der: “Uzrâ kabilesi fertlerinin aşka ne zaman
müptela olacakları bilinmez. Umulmadık bir zamanda aşka tutulurlar.
Bu beklenmedik aşk, hayatlarının bütün evrelerini kapsadığı için ya-
şadıkları süre içinde aşkın çeşitli sıkıntı ve kederleriyle yüz yüze gelirler.
Bu üzüntü bazen onları cünunluğa kadar götürürdü” (İsfahanî
1964: 8/234; Dehhân 1981: 37-38).
Seven kişi, hevasıyla değil, kalbinde hiçbir kötülük ve art niyet ta-
şımadan, kalbinin temizliğiyle sevip, sevdiğine bağlı kalmalıdır. Seven
kişinin cihadı, nefsinin hevası iledir. Ta ki her şeyden uzak ve halis
olsun. Yine o, aşkının bütün cefa ve sıkıntılarıyla mücadele ederek,
sevgilisine ulaşmayı, birbirleriyle buluşmayı çabalar. O güvenilir, vefalı,
sevgisine ve sevgilisine ihanet etmeyi, bütün insanlar içinde sadece
onu seven, tüm zaman ve mekânlarda sadece sevgilisini anan ve
onun kendisi eziyet ve işkence görse bile sevgilisiyle övünendir. Yine
o, aşkın ve hicranın hatta sevgiliden yüz bulamamanın verdiği acıya
katlanan kişidir. İşte bu uzrî sevgidir (Tâhir Lebîb 1987: 172 vd.).
Aşağıdaki anekdotlar uzrî sevginin anlam dünyası hakkında bilgi
vermektedir: Saîd b. Esed rivayet ediyor: Uzrâ’dan bir bedeviye: “aşktan
geriye sende ne kaldı?” diye sordum. O âşık: “Hasret nöbetleri, ateş
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
88
çıtırtıları, dökülen gözyaşı, parçalanan ciğer, mide sancıları” diye cevap
verdikten sonra sözlerini: “Bütün bunlardan sonra vücudun yaşamasının
ne anlamı var?” diyerek bitirdi (Harâ’itî 1420: 384).
Sufyân b. Ziyâd, tutkulu bir aşk yaşadığı ve ölmesinden korktuğum
Uzrâ kabilesinden bir kadına: Ey Benî Uzrâ! Size ne oluyor? Arap kabileleri
içerisinde sizden başka aşkı uğruna ölen yok” diye sorar. Kadın,
Sufyân’a şöyle cevap verir: “ Bizde hem güzellik hem iffetli olma
var. Güzellik, iffetli olmamıza sebep olurken iffet ise kalbî bir incelik
verip duygusal olmamızı sağlıyor. Aşk da hayatımızı yıpratıyor, ömrümüzü
bitiriyor ve sizin görmediğiniz güzellikleri görmemizi sağlı-
yor (Harâ’itî 1420: 220, İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 218).
Uzrî sevgi tek bir sevgili üzerine kurulan sevgi olduğundan uzrî
âşık, tek bir kadını sever, onu ölene kadar terk etmez yaşadığı sürece
ona bağlı kalır, sevgide vefa örneği gösterir. Uzrî şairler, kendi sevgilileri
dışında başka bir sevgili istemezler. Onlar, başka herhangi bir
kimseyi tercih etmezler. Tutkuları diğer tüm âşıkların tutkularını aşar
ve onların sevgilileri diğer tüm sevgililere üstün gelir. Âşık, sevgilisinin
kendisine verdiği çok az şeyle bile mutlu olur ve sevgilisi aynı zamanda
şairin acı çekmesinin de tek sebebi ve tek çaresidir (Harthi 2010:
11). Cahiliye şairleri gibi Kendilerini eğlendiren her kadını sevmedikleri
için onlar, uğruna ölmek istedikleri tek kadın üzerinde odaklanmışlardır.
Bunun içindir ki ömürlerini adadıkları kadının onunla ya da
başkasıyla evlenip evlenmediğine aldırmaksızın kendini sevdiği kadına
adarlar (Harthi 2010: 44). Çöllerde perişan olmanın, kendini ayaklar
altında kurban etmenin altında yatan tek gerçek, bu uzrî sevgidir.
Uzrî sevgi, badiyede oturanlar için en ideal sevgidir. Dünyaya gelişleri
bundan dolayıdır (Vadet 1372: 474). Vefalı olma, bağlılık uzrî sevginin
ölünceye kadar taşıyacağı bir özelliktir. Dolayısıyla uzrî sevgi çoğu
kez, ölümle neticelendiği için mezarda nihayetlenir.
11.2.Uzrî Gazel
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
89
Benî Uzrâ kabilesi şairlerinin söylediği şiirlere el-gazelu’l-uzrî denir.
Arabistan çöllerinde kabilesine bakılmaksızın kendilerini aşk için
kurban eden şairlerin gazeli olarak görüldüğü için bedevi gazel, temiz
duyguları içeren gazel olduğu için de afif gazel olarak da adlandırılmıştır
(Faysal 1982: 286; Ebû Rihâb 1366: 176; Fâhûrî 1383: 187; Behrûz
1377: 127). Kelime olarak uzrî, iffetli manasına da gelir (Erkan 2004:
II/1638). Bu bakımdan kimi yazarlar, bu aşk ekolünün ifade edildiği
gazel için iffetli gazel adını kullanmışlardır (Yıldırım 1998: 70). Bir bedeviye
Uzrâ kabilesinin aşka tutulunca ölüme razı olmalarının nedeni
sorulunca Uzrâlı: “Kadınlarımız oldukça güzel, erkeklerimiz ise
(aşkta) oldukça iffetlidirler de ondan” (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye
1431: 218). İbnu’l- Ulase der ki: Bedevilerden bir adamın çadırına uğ-
rayınca, inlediğini gördüm. Hayrola! deyince dedi ki: “Ben âşığım. ”
Bu adam kimlerden olur? deyince, “ Ben o kimseyim ki, aşka yakalanınca,
iffetlerini korumak için ölümü dahi göze alırlar” Ben o zaman
kendisini vazgeçirmeye çalıştımsa da nafile (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye
1431: 218).
Uzrî gazelde şairler, aşk ve sevgilerini içten ve samimi duygularla
ifade etmişlerdir. Öyle ki, bu şairler şairlikten öte âşıktırlar ve aşk onların
kalplerine kadar işlemiştir. Kendilerini gözü kapalı olarak bu aş-
kın içerisine atmışlardır. Kurtulmaları da pek mümkün değildir. Bundan
dolayı bu tarzın en büyük temsilcisi olan Cemîl b. Ma’mer,
“İmâmu’l-muhibbîn: sevenlerin önderi” lakabını almıştır (İsfahanî
1964: VII/140 vd. , Kays b. al-Mulavvah 1967: 22-26). Bu özelliklerinden
dolayı bu gazel şairleri “eş-şuarâu’l-uzrîyyun” diye adlandırmışlardır
(Bûstânî 1989: I/284).
Uzrî gazelin kökenlerinin cahiliye dönemine kadar uzandığı söylenmektedir.
Cahiliye dönemi az da olsa iffet ve ahlakî boyutlara sahip
birçok şairin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı. Sevgilileriyle şöhret
bulmuş el-Murakkaş el-Ekber, el-Murakkaş el-Asgar, Urve b. Hizam,
Abdullah b. Aclân, Amr b. Ka’b, cahiliye dönemi afîf gazelin temsilcileri
olarak tanınmışlardır (Bekkâr 1981: 49). İslam öncesi bu guruplar
“muteyyemûn/aşırı âşıklar” olarak şöhret bulmuşlardır (Bekkâr 1981:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
90
57, Harthi 2010: 40). Bu şairler de aşk yüzünden zorluklarla karşılaş-
mışlar, elem ve kedere boğulmuşlar, çektikleri sıkıntıdan dolayı bedenleri
zayıflamış, kalpleri çarpmıştır (Bekkâr 1981: 51). Bu ve buna
benzer duygular, uzrî gazelle paralellik arz ettiği için aşkın bu yakla-
şımı İslam öncesi döneme kadar izlenebilmektedir. Bu yüzden İslamiyet’in
ortaya çıkmasından önce Arap yarım adasının çöl merkezli gö-
çebe toplumlarında aşkın iffete dayalı ifadesi bulunmaktaydı
(Harthi2010: 40). İslam öncesi âşıkların varlığı uzrî şairlerin kendileri
tarafından doğrulanmıştır: Kays b. Zerîh, aşkı için öldürülen Abdullah
b. Aclân’dan, sevgilisi Hind’den, aşkının kurbanı olan Murakkaş’tan
şiirlerinde bahseder (Harthi 2010: 40).
Bu gazel türü, diğer gazel türlerinden farklıdır. Uzrî gazel, sevgi
ateşiyle dağlanan bir aşktan bahseder. Çünkü onun kaynağı; karşılıksız
sevgi, samimiyet ve vefadır. Bu gazelde, sevgilinin aşkıyla yanıp
kavrulan ve bundan lezzet alan, bu sıkıntıdan hoşlana, şikâyetçi olmayan
şairin yanık bağrından kopup gelen duyguların sesi duyulur (Ebû
Rihâb 1366: 167). Uzrî gazel şairi kendi sevgilisinden bahseder. Sevgilisi
onun her şeyidir. Gecesinde, gündüzünde, mukîm ve yolculukta,
uykusunda ve uyanıklığında, iyi ve kötü gününde sadece onu hatırlar.
Varlığının onunla bir anlam kazandığını söyler. Çünkü uzrî şairin sevgisinin
kaynağı, kalbinin derinliklerinde saklıdır. Kalpten gelen sevgiyse
gerçek sevgidir (Tâhir Lebîb 1987: 168). Buseyne’ye: “ Senin sevdiğin
Cemîl’in hasretini dindirecek bir mecalin var mı?” diye sorarlar.
Buseyne: “Benim tek tesellim ağlayıp kıyamette karşılaşıncaya dek bu
acıya katlanmaktır veya onun toprak altındaki ölüsünü ziyaret etmektir”
diye cevap verir (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 223).
Uzrî gazeldeki aşk, hayatı kuşatan yaşamaya anlam katan, yaşamayı
biçimlendiren bir duygudur. Kısaca hayatın kendisidir. Bu hayatın
vazgeçilmezleri de sevgilileridir. Sevgililer, uzrî aşka anlam kattıkları
için, uzrî gazelin başkahramanlarıdır. Uzrî şairler, sevgililerini sü-
rekli saf, temiz, masum ve ulaşılmaz bir karakter olarak vasfetmişler-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
91
dir (Dehhân 1981: 37; Vadet 1372: 40 vd.). Bundan dolayı sevgiliye bağ-
lılık ahde vefa göstermek, bu gazelin önde gelen vasıflarıdır (Vadet
1372: 474).
Nakledildiğine göre Cemîl b. Ma’mer, Vâdi’l-kurâ’dan kaçtıktan
sonra, kızları olan yaşlı bir adama sığınır. Yaşlı adam, kızlarından birinin
Cemîl’le evlenmesini istediği için, kızlarına güzel giyinmelerini,
süslenmelerini ve onun karşısına çıkmalarını ister. Kızlar, Cemîl’e gö-
rünür. Fakat Cemîl, kızların hiçbirisine dönüp bakmaz. Çünkü Buseyne’ye
âşıktır. Kızların duyacağı bir şekilde onlara seslenir: “Buseyne’yi
bir gün görüp, onunla konuşmak, bana göre daha hoş, daha
güzeldir. Sizden biriyle olursam, arzu yüklü sevdalı bir kalbe düşman
kesilirim. ”Yaşlı adamın kızları, babalarına Cemîl’in sözlerini aktardıklarında,
babaları kızlarına: “hallîne an hezâ, fe innehu lâ-yuflıhu ebeden:
ondan uzak durun, kesinlikle iflah olmaz” demiştir (İbnu’l-Cevzî 1420:
136; Antâkî 1986: 62).
Bu gazel şairleri, aşkları uğruna ölmeyi bir kader olarak gördükleri
için, kadere teslim olmuşlar ve kaderlerinin bu olduğuna inanmışlardır.
Bundan dolayı kadere boyun eğmiş bir inanç içerisinde sonlarını,
Tanrı tarafından takdir edilen ve ölümle sonuçlanan bir yazgı olarak
görmüşlerdir. Pek çok uzrî şair de aşkları sonucu ölmüşlerdir. Kaynakların
bildirdiğine göre Uzrâ kabilesinden birine, hangi kabiledensin
diye sormuşlar. Bu kişi: “Ben, âşık olanları ömür boyunca bir kez âşık
olur ve de severler, bu minval üzere de ölürler. İşte böyle bir kabiledenim”
dediğinde, bu konuşmayı işitenlerden biri: “Kabe’nin sahibi olan
Tanrıya yemin ederim ki sen Benî Uzrâ kabilesindensin” diye karşılık
verir (İbn Kuteybe 1418: I/30 vd., Dehhân 1981: 38 vd.). Saîd b. Ukbe,
bir bedeviye der ki: “Kimlerdensin?” O da: “Aşka yakalanınca ölüme
razı olan kimselerdenim, Benî uzrî kabilesine mensup biriyim” der
(İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 218)
Fatalistik argümanlar, uzrî şiirde çok kullanılmış ve onlar aşkın
kendilerinin kaderi olduğunu iddia ettikleri için bu argümanlar, bütün
uzrî şairler tarafından benimsenmiştir. Bu şu anlama da gelir: sevdik-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
92
lerimizi sevmeden edemeyiz, onlardan vazgeçemeyiz. Bu aynı zamanda
kaderce benimsenen bir sevgiliden başka bir sevgiliyi sevmenin
mümkün olmadığını bildiren bir ilan, bir duyurudur. Uzrî âşıkların,
bir kadın uğruna hayatlarının acı içinde geçmesini, karşı tarafın
veya başkalarının anlayamaması, âşıkların fatalistik inancını benimsediklerini
kavramadıklarından dolayıdır. Cemîl’in çevresi, Buseyne için
çıldıracaksın, vazgeç bu sevdadan dediklerinde Cemîl’in verdiği cevap
tam anlamıyla fatalizmdir:
“Sizler, Allah’ın bana böyle bir hüküm verdiğini görüyorsunuz!
Tanrının verdiği kadere karşı gelinir mi?” (Cemîl b.
Ma’mer 1980: 30).
Kur’ân’daki ahiret, kaza ve kadere inanma, nefsiyle mücadele gibi
unsurlar da uzrî şairlerin manevi hayatlarını tesiri altına almıştı. Bunların
tesiri altında bedbin ve mistik bir ruh hâleti içinde bulunuyorlardı.
Uzrî şairler, fıtrî bir şiir söyleme kabiliyetine sahiptiler. Sevgililerine
ulaşamadıkları zaman, bunu kaza ve kadere bağlıyorlardı. Bundan
dolayı kadercilikten oldukça etkilenmişlerdir. Bunlar, aşka düş-
künlüklerini ve bu aşkın çoğu kez ölümle sonuçlanmasını Tanrı tarafından
takdir edilen bir kader olarak gördüklerinden, bunlar adeta kadere
teslim olmuş bir karakteri sergilemişlerdir (Gündüz 1998: 73;
Kays b. al-Mulavvah 1967: 2). Uzrî bir bedevi, uzrî aşkı, “ Allah’ın kulu
için taktir ettiği bir kaderdir” (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 123)
diye tarif eder ve uzrî sevgiyi şöyle anlatır: “ Bilmiş olun ki, uzrî aşk,
sanıldığı gibi basit bir şey değildir. Şöyle denilebilir ki, o, Allah’ın kulu
için takdir ettiği bir kaderdir ve o, ya ölüm gibi bir şey veya ondan
beterdir. Başlangıcı hastalıktır, sonu korkunçluk, ortası öyle bir duygusallık
ki, hasta düşürür mahveder. O, korkunçtur; uykuyu kaçırtan
dert ve hasrettir. Peş peşe gelen kaygıdır, gün geçtikçe artıp katlanmaktadır”
(İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye 1431: 123).
Uzrî şairler, aşk yolunda çektikleri ıstıraplara sabır ve nefisle mücadele
ederek katlanmaya çalışıyorlardı. Sevgiliye bu dünyada olmasa
bile bir gün ahrette kavuşmak ümidiyle teselli buluyorlar, bunları içten
gelen, tasannudan uzak ince bir ifade ile anlatıyorlardı. Hatta bu uzrî
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
93
şairler aşkları yüzünden çektikleri ıstıraptan kurtulmayı arzu etmiyorlar,
artması için tanrıya dua ediyorlardı.
“Ya Rab! Bizi sonsuza kadar sevgi ve aşkın ıstıraplarından
ayırma. Kullarına acı ve merhamet et!” (Kays b. al-Mulavvah
1967: 3)
Aşkını, Allah’ın takdir ettiği kaderi olarak ilan eden Mecnûn, kaderi
gereği ıstırabın her gece artmasını ister:
“Ey Leylâ’ya olan aşkım! Her gece kederimi ikiye katla! Ey
aşkımın tesellisi! kıyamette bulaşacağız” (Kays b. el-Mulevvah
1420: 85).
Uzrî gazelde ölüm, yazgının yanında ortak işlenen konulardan biridir.
Uzrî şairin sevgilisi, kendinden önce ölürse, şair yaşamayı istemez:
“Sevgilimin mezar taşının dikildiğini söyledikleri zaman ben
hayatımın uzamasını arzu etmem.” (Fâhûrî 1411: 476).
Uzrî âşık öldükten sonra uzrî sevgili de ölür. Ahmed b. Muaviye b.
Bekr el-Bâhilî, Uzrâ kabilesinden birinden şöyle denildiğini nakleder:
“Aramızda ince ruhlu, zarif şair bir çocuk vardı. Kabileden bir kıza
âşık oldu ve ona gazel söylemeye başladı. Kız da onun aşkına karşılık
verdi. Bu şair çocuk, bir müddet sonra hastalanınca aşkı duyuldu, ortaya
çıktı. Sevdiği kızı onu görmeye gitmesi için ikna ettiler. Çocuk onu
görünce: ikimiz arasında ölüm gölgesi olduğu bir zamanda geldi. Vuslatın
işe yaramadığında vuslatı kabul etti diyerek ağlamaya başlar, şiddetli
hıçkırıkların ardından da ölür. Sevdiği kız, sevgilisinin üstüne kapanır,
ağlar. Birkaç gün geçtikten sonra o da ölür” (Antâkî 1986: 208).
Uzrî gazel şairleri arasında iki kişi çok ünlüdür. Zira bunların aşk
ilişkileri sadece Arap şiiri için değil aynı zamanda Klasik Fars ve Türk
edebiyatında bu konuda yazılan şiirler için de model olmuştur. Bu iki
şairden biri, sevgisinin saflığı ve içtenliği ile şöhret bulmuş Uzrâ kabilesine
mensup olan Cemîl b. Ma’mer, diğeri de Amir kabilesinden
Mecnun lakabıyla bilinen Kays b. Mulevvah’tır.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
94
12.Uzri İmaj ve Motifler
Uzri şairler, gazellerinde sevgilinin güzelliğini betimleyip onları
sergilerken cahiliye dönemi kaside nesiplerinde yer alan imaj sistemini
benimsediler. Bu nedenle Leyla, Buseyne ve Azze’nin fiziksel tasvirleri,
muallaka nesiplerindeki tasvirler ile hemen hemen örtüşür
(Harthi 2010: 107). Önce şişman sevgili tipolojisi ve onunla ilintili olarak
görüntüsel güzellik imajları benimsendi. Bu görüntü arzulanan bir
beden ve yüceltilen bir güzellik idi. Arzulanan bedenin tipolojisi; dolgun,
iri, şişman olarak çizildi. Şişman bedene ince bel yerleştirilerek
ince belli, şişman bedenli bir sevgili imajı benimsendi. Benimsenen ve
arzulanan beden, çevresel ve yaşamsal objelerle ilintilenerek kendi
dünyalarında, yaşadıkları mekanlarda yer almaya başladı. Sonra bü-
tünsel güzellik zaman içerisinde parçalara ayrıldı, bölündü ve bedenin
her tarafına yayıldı, güzellik alanı da genişledi. Ortaya hem bütünsel,
hem de parçasal güzellik çıktı. Bazen biri, bazen diğeri öne çıktı, kendini
gösterdi. Daha çok da parçasal güzellikler, bütünsel güzellikler ile
birleştirilerek sevgilinin güzelliği bir bütün olarak ele alındı, ortaya konuldu.
Gerçek olan şu ki, güzellik hiçbir zaman o bedenin dışına çıkmadı,
hep orada onunla kaldı. Bu imajı görüntülemeyi de şairler üstlendi.
12.1. Yüz-Parlaklık
Uzrî şairler, parça güzellikler içerisinde en çok yüze yönelmişler,
sevgilinin yüzüne odaklanmışlardır. Onu ayrıntılı olarak ele almış ve
betimlemişlerdir. Sevgilinin yüzü güzelliğin merkezi olarak benimsenmiş,
bütün güzelliklerin toplandığı yer olarak algılanmış, ona özel bir
statü verilmiştir. Güzelliğin ortaya çıktığı yer olan yüz, tek bir unsur
olarak görülmemiş, diğer unsurlarıyla mürekkep düşünülmüştür. Yüz
birçok elementlerin bir arada bulunduğu genel bir yerdir Yüzün en belirgin
görünümü, açık olarak belirtilen yönü parlak olmasıdır. Sevgili
dolunay gibi beyaz ve lekesiz yüzlü bir güzel olunca, parlaklık da be-
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
95
liren ilk imaj olacaktır. Bu imajın kaynağı şairin yaşadığı doğal çevresidir.
Doğada gördüğü parlaklıklar, ışıltılar, parıltılar imajın oluşmasında
şairlerin esin kaynağı olmuştur. Bu imajın süjeleri daha çok bir
lamba, bir güneş, bir ay olarak şiire yansır. Yüzün parlak imajı ve bu
parlaklığın kaynağı olan ay, güneş motifi cahiliye gazellerinde de sıkça
yer almıştır. Öyle ki İmru’u’l-Kays:
“Yüzünün parlaklığı akşam karanlığını, inzivaya çekilen bir
rahibin lambası misali aydınlatır (Zevzenî 1972: 32, Yanık
2004: 34)
diyerek lamba motifine yer vermiştir. Tarafa b. Abd de:
“Sevgilimin öyle güzel ve pürüzsüz bir yüzü var ki sanki gü-
neş, güzelliğini ona vermiştir (Zevzenî 1972: 65, Yanık 2004:
44)
derken güneş motifinden yararlanmıştır.
Uzrî şairler, sevgiliyi aya, güneşe benzetmenin yanında, sevgililerinin
yüzü ile ay ve güneşi karşılaştırarak, üstünlüğü yüze vererek bir
ilki gerçekleştirdiler. Bundan böyle sevgilinin yüzünün ışığı ve parıltısı,
ayın ve güneşin parıltı ve ışığından daha üstün olma tasavvuru bir
gelenek olarak gazellerde yer alacaktır. Mecnun, Leyla ile güneşi ve ayı
karşılaştırır, Leyla’nın güzelliği üstün gelir.
“Ay battığında ayın yerine dünyayı aydınlatıyor. Şafağın geciktiği
zamanlarda güneşin rolünü oynuyor. Çünkü (Leyla)
sen güneşin parlaklığına sahipsin ve güneş senin güzel yü-
züne ve sevimli gülüşüne sahip değil. Sen parlaklığına sahipsin.
Fakat ay senin muhteşem göğüslerinin parlaklığına, çekici
göğsüne sahip değil” (Kays b.al-Mulavvah 1967: 69).
Uzrî şairler, sevgililerini aya ve güneşe benzetirken, bu iki unsurun
ulaşılmaz ve yücelik yönünü dikkate alarak, sevgililerini ulaşılmaz bir
varlık olarak algılamışlardır. Böyle bir algı ilk kez gazellerde yer alır.
Artık gazellerde sevgililerin erişilmez varlık olarak dillendirilmesi, şiirlerde
yer alması bir gelenek olacaktır. Bu ulaşılmazlık düşüncesi, sosyal
yapı ile ilgili, kabile gelenekleriyle ilintilidir. Kadına âşık olmak,
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
96
ona izinsiz şiirler yazmak töre gereği yasak olduğundan, bu durum
ortaya çıkınca kadın, erkekten uzaklaştırılır, görüşmeleri yasaklanır.
Artık sevgili görülmeyen ve ulaşılmayan varlık konumuna ulaşır.
Mecnun’un;
“Dediler ki: o nerede yaşıyor? O kimdir? ki: O güneştir, onun
evi gökyüzüdür” (Mecnûn Leylâ ts.: 36).
demesi sevgilinin ulaşılmaz konumunun göstergesidir. Yine Mecnun’un:
“Yoldaşlarım diyor ki: O güneştir, onun ışığı yakındır. Fakat
o, dokunmak için çok uzaktır” (Mecnûn Leylâ ts.: 79).
İfadesi de aynı duyguları yansıtır.
Sevgilinin yüzünün ışık saçıcı oluşu, uzrî aşığın iç dünyasındaki sü-
kuneti, huzuru da yansıtır. Cemîl b. Ma’mer, etrafını aydınlatan ışık ile
Buseyne’nin parlaklığını karşılaştırır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 111) Buseyne’nin
parlayan nurlu yüzü, Cemîl’in iç dünyasını aydınlatır, ona
huzur verir. Bu durumda güzellik, ruhsal bir boyut kazanır; daha hoş,
daha iç açıcı bir hale gelir.
12.2. Saç
Uzrî şairler, sevgilinin yüzünden sonra güzellik unsuru olarak en
çok saçı öne çıkarmışlardır. Onlar saçın şekli ve rengini cahiliye gazellerinden
aldılar, kokusunu da bir ilk olarak gazellere taşıdılar. Böylece
saçın üç ana yönüyle ele alınıp işlenmesi gelenek olarak yerleşmiş olur.
Saç, uzrî gazellerde özellikle fesleğen ve amber kokulu, siyah renkli,
genellikle dalgalı, bazen de kıvrım kıvrım olarak tasvir edilmiştir
(Harthi 2010: 115). Kuseyr, Azze’nin saçlarını sırtına kümelenmiş
üzüm salkımları biçiminde betimlemiştir (Kuseyr Azze 2004: 197).
12.3. Yanak
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
97
Sevgilinin yüzünün barındırdığı güzellik unsurlardan biri de yanaktır.
Uzrî gazellerde yanağın dile getirilmesi yanağın parlaklığı yö-
nüyledir. Bunun yanında en çok hassas, yumuşak ve narin oluşuyla da
ele alınmıştır (Harthi 2010: 115). Hassaslık vurgusu uzrî gazellerde sü-
rekli işlenir. En başta sevgili hassas bir kadın olarak görülmektedir.
Onun bedeni, bir sineğin kanatlarından bile etkilenip kanayacak kadar
hassas ve narindir. Banyo yaptığı zaman Buseyne’nin cildi sudan yaralanacak
kadar narindir (Cemîl b. Ma’mer 1980: 112). Leyla’nın parmaklarının
narinliği saf bir ipek olarak tarif edilmiştir (Harthi 2010:
116). Afra’nın parmakları da kuş tüyü hafifliğindedir (Urve b. Hizâm
1995: 25. 46). Bedeninin üzerinde yürüyen karıncanın bile sevgilinin
vücudunu kanattığı gibi betimlemeler abartılı olsa da sıkça tasvir edilmiştir
(Harthi 2010: 115-116).
12.4. Dudak
Sevgilinin bu güzellik unsuru, uzrî gazelde sıkça ele alınmıştır. Şairler
sevgilinin dudağını içeren seri benzetmeler yaparlar. Gazellerde
dudağın önemli oluşu; ilkin görünüş güzelliği ile yani rengiyle, ikinci
dokunma ve tatma duygusuna hitap etmesinden dolayı cinsi açıdan
ele alınıp öpme ve hoşa giden temas yeri olması itibariyledir. Burada
öpmek, buse almak, vermek, ağza almak gibi ifadeler onun cinsiyet
yönünü ortaya koyar. Üçüncüsü vücudun konuşma organı olması, gü-
zel konuşmanın kaynağı olarak algılanması yönüyledir (Harthi 2010:
116). Bunların yanı sıra gülümsemenin dudak aracılığıyla, ağzı ve diş-
leri barındırması da onun diğer önemli özelliklerini teşkil eder.
Uzrî gazelde bir güzellik unsuru olarak dudağı tavsif eden sıfatlar,
dudağın aromatik kokusunu yanında, tadına bakma ve lezzetini betimleme
üzerine yoğunlaşmıştır. Koku, misk olarak algılanırken (Kuseyr
Azze 2004: 70, Cemîl b. Ma’mer 1980: 115, 120) , tat ve lezzet olarak
da şarap unsurundan yararlanılmıştır. Şarap ile sevgilinin dudağı arasında
kurulan bağlantı şairlerin devirlerinin şarap hakkındaki müşahedeler
ve telakkilere dayandırılır. Cemîl b. Ma’mer:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
98
“Buseyne, güzel dudağı ile beni büyüledi. O gülümsediğinde,
onun düzgün dişleri görülür. Onun dudağının soğuk tükü-
rüğü ve büyüleyici bir kokusu var. Temiz yağmur damlaları-
nın bal ile karışması gibi sanki şarap onun tükürüğüyle karış-
tırılmıştır” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 106-107 120).
diyerek sevgilinin şaraba benzeyen dudağından bahsederken,
Mecnûn şarabın detaylarına girer, onunla sevgilisinin dudağı arasında
farklı bir ilgi kurar. Mecnûn’un şarap ile sevgilisinin dudağı arasında
kurduğu bağlantı bekleme ve sabır imgesine dayanır. Şarabın üretim
süreci, şişelerin içinde belli bir süre saklanması, mayalanması, depolanıp
korunması bir süreç işi olduğu için, güzel bir şaraba ulaşmanın
beklemekten geçtiğini gösterir. Bu imge, sevgiliye ulaşmak ve dudaklarının
tadına varmak veya onu kucaklayıp sarmalamak için zamana
gereksinim duyulduğu kadar, zorlukların da varlığına bir göndermedir.
Bu gönderme Suriye’de şarapları ile ün salmış bir şehir olan Havran
şaraplarının nasıl yapıldığının betimlenmesine dayanır. Mükemmel
bir şarabın hangi şartlarda elde edildiğini anlattığı şiirinin sonunda
bir taraftan sevgiliye kavuşmanın zorluklarını ve bunun bir sü-
reç işi olduğunu söylemeye çalışır, diğer taraftan da Havran şarapları
ile Leyla’nın dudağını karşılaştırır ve Leyla’nın dudağının üstün oldu-
ğunu söyler (Mecnûn Leylâ ts.: 111-112).
Uzrî şairler, cahiliye gazellerinin aksine, şiirlerinde sevgililerinin
şaraba benzeyen dudaklarından öpmek veya tadına bakmaktan bahsetmemişlerdir.
Sadece Kuseyyir, gazellerinin birinde yatak arkadaşı
olarak sevgilisi Azze’nin dudağının balından tattığını söylemiştir (Kuseyyir
Azze 2004: 70-71).
12.5. Ceylan
Sevgili ile ceylan arasındaki bağlantı göz ile ilişkilidir. Ceylanın
gözlerinin gayet siyah ve büyük oluşu bu bağlantının temel sebebidir.
Uzrî şairler, sevgililerinin gözlerini ahu/ceylanın gözleri gibi parlak,
büyük ve siyah olarak tarif etmişlerdir. Mecnûn, Leyla’nın gözlerini
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
99
bir ceylanın kara, sevimli gözlerinden çok daha güzel olduğunu ifade
eder. Mecnûn’un şiirlerinde Leyla, bir ceylan gibi tasvir edilir, hatta
Mecnûn, neredeyse Leyla’yı boynuzları olmayan bir ceylan olarak gö-
rür (Harthi 2010: 111-112). Cemîl b. Ma’mer de gazellerinde bu imajı
kullanmıştır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 59, 81, 111). Yine o, Buseyne’nin
ceylanın gözlerine benzeyen gözlerini anlatır (Cemîl b. Ma’mer 1980:
59, 85).
Uzrî gazellerdeki sevgililerin ceylan ile karşılaştırılması Cahiliye’deki
gazellerden alınmıştır. Ceylan imajı uzrî şairlere geçmişin/geleneğin
mirasıdır. İmru’u’l-Kays, sevgilisi Fatıma’nın güzelliğini uzun
uzun anlatırken, onun ürkek ve korku dolu bakışlarını Vecre’nin
yavru ceylanlarının boyunlarına benzetmiştir (İmru’u’l-Kays 1419: 64).
Ceylanın gözlerinden başka, boyun da uzrî sevgili için de benzetme
unsuru olmuştur. Mecnûn, Leyla’nın boynunun ceylanın boynuna sık
sık benzetir (Harthi 2010: 112). Kuseyyir de Azze’nin hem gözlerini,
hem de boğazını ceylana benzetenlerdendir (Kuseyyir Azze 2004: 150).
Öyle ki Kuseyyir, Azze’ye olan aşkını: “Azze, beni ceylana benzeyen gözleri
ile tutsak etti” ifadesiyle dile getirmiştir (Harthi 2010: 113). Sevgilinin
yabani davranış biçimleriyle ceylanın ürkekliği arasında bir ilişki
kurulduğunda, şiirin pastoral bir havaya büründüğü görülür.
Klasik Arap şiirinde ceylan imajına oldukça fazla yer verilmiştir.
Araplardan ceylanın mitsel kökenlerinde ve inanç sistemlerinde yer
alması, bu imajın doğmasının sebeplerindendir. Antik Arap düşüncesinde
ceylan, kutsal bir varlık olarak tezahür ettiğinden Araplar, ceylan
öldürmezlermiş, yakaladıkları ceylanları öldürmek yerine serbest
bırakırlarmış (Han 1997: 95). Bu düşünce şiirlerde de yer bulmuştur.
Anlatılanlara göre: Mecnûn bir ceylanı öldüren kurdu, öldürmüş ve
ceylanı toprağa gömmüş, kurdu da yakmıştır. Ayrıca Mecnûn’un çöllere
düştüğü zaman ceylanlarla dostluk kurması, tuzağa düşürülen
ceylanı kurtarma sahnesi, ceylana antik çağda biçilen bir düşüncenin
paylaşılmasıdır. Analık aracılığıyla kutsanmış bir kadın imajı, ceylan
ve yavrusuyla ilintilendirildiği için ceylanın bir anne olarak tasavvuru
onun kutsallığının bir başka boyutudur. Güzelliğinin yanında beyaz
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
100
ve parlaklığı, harika gözlere sahip oluşu, bu gözlerin iri ve siyahlığı,
özellikle ürkekliği şiirde bir ceylan imajının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Cahiliye şiirleri ile başlayan imaj, uzrî şairler tarafından geliştirilmiş,
sevgililer ceylan gibi resmedilmiştir. Öyle ki bu imaj, Leyla ve
Mecnûn mesnevilerinde de yer alarak, ayrıntılı bir şekilde ve değişik
bakış açıları ile işlenmiştir.
Ceylan, Mecnûn’un gazellerinde özel bir yere sahip gibidir. Gazellerinde
ceylan imajı fazlasıyla yer aldığı için zamanla Leyla, ceylana
dönüşür veya ceylan, Leyla olur. Mecnûn’un ceylan ile olan ilişkisi, rivayetlere
göre Mecnûn’un kabilesinden koparılıp üç aşamalı çöl ya-
şantısıyla başlar. İlk aşamada çöle sürülür, ikinci aşamada Mecnûn delirir,
üçüncü aşamada ceylanlarla birlikte çölde yaşar. Emevî halifesi
Abdülmelik b. Mervan kendisine şiir okuyan Kuseyyir’e kendisinden
daha âşık birini bilip bilmediğini sorar. O da Mecnûn’un aşkının bü-
yüklüğünden bahseder ve onun çölde ceylanları yakaladığını, onların
gözlerine bakarak şiirler söyledikten sonra salıverdiğini anlatır ve
Mecnûn’un ceylanlara söylediği şiirleri kendisine okur (Kays b. al-Mulavvah
1967: 11-12). Artık Mecnûn-ceylan özdeşleşmiş veya ceylan,
Mecnûn ile entegre olmuştur. Bu konu ile ilgili bir anekdot şöyledir:
“Mecnûn, bir ceylanı avlayan iki adam görür. Bu iki adam, avladıkları
ceylanı bir ipe bağlayıp sürüklüyorlarmış. Ceylanın
acı çektiğini ve inlediğini gören Mecnûn, adamlara şöyle der:
Ceylanı bana verin develerimden genç ve dişi deveyi size vereyim.
Adamlar teklifi kabul ederek deveyi alırlar, ceylanı serbest
bırakırlar. Ceylan oradan kaçarak uzaklaşır. Mecnûn,
korku içinde kaçan, hızlı bir şekilde uzaklaşan ceylana şöyle
seslenir:
“Ey Leyla’ya benzeyen, benden korkma! Ben bugün vahşi dişi
bir hayvanın arkadaşıyım. Ey Leyla’ya benzeyen, sen bir bilsen
Leyla için serbest kaldığını” (İsfahanî 1423: II/ 53, Mecnûn
Leylâ ts.: 162).
12.6. Beden/Vücud
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
101
Uzrî şairin beden algısı ve onun görüntüsü, kendisine varis bırakı-
lan şişman sevgili imajına dayanır. Bu imajda sevgili tıknaz ve dolgundur.
Cemîl (Cemîl b. Ma’mer 1980: 117) ve Kuseyyir’e (Kuseyyir Azze
2004: 197) göre sevgili yumuşakça dolgun ayak bileklerine sahiptir.
Ayağının uzantısı/huld dolgundur (Cemîl b. Ma’mer 1980: 71). Baldırlar,
pürüzsüz ve yumuşaktır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 122) Bedende öne
çıkan vücut unsuru dolgun kalçalardır. Uzrî şairin överek betimlediği
kalçalar ağırdır. Ağır kalçalar için çeşitli benzetmeler yapılmıştır. En
çok yapılan ve beğenilen benzetme ıslatılmış kum ve kumun sağrı-eğ-
risidir. Urve, “İkizlerden gelen yağmur damlacıkları tarafından vurulmuş
olan iki meme altında bitişik iki kum tepesi vardır” (Urve Afra 1995: 47)
diyerek, Afrâ’nın kalçalarını ıslanmış kumula benzetmiştir. Aynı şekilde
Cemîl ve Kuseyyir de sevgililerinin kumul gibi yumuşak olan
kalçalarını tasvir eden gazeller yazmışlardır (Cemîl b. Ma’mer 1980:
112; Kuseyyir Azze 2004: 106).
Uzrî gazeldeki sevgililer dolgun vücutları ve iri kalçaları olmasına
rağmen belleri oldukça incedir. Bu ince bel, ince belli olan ban ağacının
dallarına benzer. Kays b. Zerîh, Lübnâ’yı “ağır yürüyüşlü ve ban ağacı-
nın dalları gibi zayıf ve ince belli” (Kays Lubnâ 1998: 52) olarak tasvir
eder. Cemîl , “O, sabriyye gibi ince bellidir” diyerek, Buseyne’nin belinin
ince oluşunu ifade eder (Cemîl b. Ma’mer 1980: 59).
Uzrî gazelde kadın sık olan bedeni ile gurur duyulan biri olarak tasvir
edilir. Sık bedenli sevgililerin göğsü, beden ve kalçalarıyla orantılı
olarak dolgundur. Bu irilik, giyilen iç çamaşırlarından taşacak kadar
büyüktür. Cemîl, “iç çamaşırının önüne geçti” diyerek Buseyne’nin gö-
ğüslerinin iriliğini vurgulamıştır (Cemîl b. Ma’mer 1980: 51). Göğüs,
gazellerde renk itibariyle beyaz ve parlak olarak tasvir edilir.
Uzrî şairler sevgilinin bedenini aşağıda ağır kalçalar, yukarıda dolgun
göğüsler, ortada ince bel olmak üzere üç parça olarak görmüşler
ve bunlar arasında güzel bağlantı kurmuşlardır. Bu üçlüyü güzelliğin
toplandığı yüz ve çevresindeki güzellik unsurları ile tamamlamışlardır.
Gazellerde sık sık sevgilinin iyi yürüyemediği vurgusuna yer verilmesi
benimsenen sevgili imajıyla ilintili olup sevgilinin tipolojisiyle
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
102
bağlantılıdır. Cahiliye dönemindeki sevgilinin görüntüsüyle uzrî gazeldeki
sevgilinin görüntüsü arasında büyük bir benzerlik olduğu,
hatta ibarelerin değişmeksizin kullanıldığı görülmektedir.
12.7. Harap ve Yıkılmış Beden
Uzrî gazellerde âşığın beden görüntüsü son derece olumsuzdur.
Tutkulu bir aşk, bu olumsuzluğun en büyük nedenidir. Yıkık bir beden,
yaşam boyunca âşık tarafından kanıksanarak taşınan bir olgudur.
Beden bozukluğu hem fiziksel hem de ussaldır. Başka bir ifadeyle vü-
cud ve akıl melekesinin bozulması, uzrî âşıkın görüntüsel ve kavramsal
en belirgin imajıdır. Onların bedenleri örtük olsa bile örtünün altında
maddî ve manevî yıkılmış beden gizlenmektedir. Büyük uzrî şair
Urve b. Hizâm, giydiği gömlek ve Yemenî hırkanın altında Afrâ’nın
aşkından dolayı harap olmuş bir bedenin varlığını gözler önüne şöyle
serer: Sakın ha! Sizleri giydiğim yeni bir gömlek ile (sırtıma geçirdi-
ğim) parlak iki Yemenî hırka yanıltmasın. Ey gençler! Ne zaman (giydiğim)
yeni gömleğimi (üzerimden) çıkarırsanız, Afrâ’nın aşkından
neler çektiğimi görürsünüz. Afrâ’nın aşkından (dolayı) ciğerlerimde
yaralar oluşmuş, gözlerim körelmiş, kapanmıştır (Hâdî 1407: 470).
Mecnûn da Leylâ’ya karşı duyduğu özlemin yıpratıcı olduğunu, bir
bedenin bunu kaldırmasının çok güç olduğunu dağların bile kaldıramayacağı
bu özlem sonucu bedenin bir deri ve bir kemik kaldığını,
kalbinin de aşktan dolayı darmadağın olduğunu, artık kalbinin acılara
dayanamayacağını duygusal bir şekilde söylerken bedensel ve zihinsel
çöküntünün güzel örneklerinden birini vermiş, Mecnûn imajına uygun
söylem sergilemiştir:
“Bırakın beni, çok uzattınız azabımı, olgunlaştırdınız cildimi
kızgın demirlerin sıcaklığıyla, bırakın öleyim gam, keder ve
üzüntüden. Vah zavallı kalbim! Kimin kalbi benim kalbimin
çektiği acıları çekmiştir? Üzüntümle baş başa bırakın beni, Allah’a
emanet edin beni, baki olmadığımı bende iyi biliyorum.
Arkanızı dönüp gidin, ben aşk yüzünden delikanlılığımı ve
gençliğimi tüketen sıkıntılarla karşılaştım. Aşk özlemi yıprattı
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
103
beni, eğer bu özlem Radvâ dağında olsaydı darmadağın
ederdi dağı, ya da Sebîr dağında olsaydı onu mezar ve toprağa
çevirirdi. Peki, benim kalbime ne oluyor ki aşk ve sevda onu
darmadağın etti ve ayrılığın ateşi gönlümü dağladı? Ey bana
acı çektiren Leylâ! Özlemim dayanılmaz oldu ve senin aşkın
beni bir deri bir kemik bıraktı” (Kays b. el-Mulevvah 1420: 42-
42, Demir ayak 2012: 105).
Kuseyyir, sevgilisi Azze’ye ettiği sitemlerin başında da yıkılmış bir
bedenin varlığı vardır. Azze’nin sağlam bir vücuda, kendisinin de hastalıklı
bedene sahip olmasına rağmen bu durumdan şikayetçi olmamıştır:
“Şüphe yok ki (Azze) kalbin sapa sağlam ve zinde. Benimse
aşkından (dolayı) hasta, bunun dinde yeri var mı? Hayatım
üzerine yemin ederim ki, bana sevginde insaflı değilsin! Ama
ey Azze! Ben yine de ettiklerinde hoşgörülüyüm” (Kuseyr
Azze 1391: 12)
12.8. Şikâyet ve Ağlama
Uzrî âşıkların sevgililerinden şikâyeti daha çok onları görememek,
karşılıklı olan sevgilerini hissederek yaşayamamaktan kaynaklanır.
Aşktan kaynaklanan şikâyetler, tüm uzrî şairlerin gazellerinde ortak
işlenen konulardandır Sevgiliden duygusal bir şikâyetin en güzel örneklerinden
birini Mecnûn’un aşağıdaki gazelinde görürüz:
“Dedim ki: Ey meltem rüzgârı! Leylâ’ya selamımı götür ve ona
benim başıma gelenleri, çektiğim sıkıntıları anlat. Ey bana acı
çektiren Leylâ! Sen olmasaydın ben gözleri ağlamaktan kızarmış
bir halde gecesini geçiren, nereye gideceğini bilmeden ba-
şıboş dolaşan biri olmazdım. Ey bana acı çektiren Leylâ! Beni
ölümün eşiğine getirdin, senin hakkındaki hüsn-i zannımı
boşa çıkardın, benimle olan ilişkini de kestin” (Kays b. el-Mulevvah
1420: 42-43, Demirayak 2012: 104)
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
104
Hemen hemen tüm uzrî âşıklar, bu durumdan asla şikayetçi olmamışlardır.
Bu konuda çalışanlar, iki âşığın gönüllerince birbirlerini gö-
rememelerini iki nedene bağlamışlardır: Birincisi yapısal bir durum
olup sosyal hayat ve gelenekle ilgilidir. İkincisi kısmın ahlakî, kısmen
de dinî yapıyla ilgilidir. Selahaddin el-Hâdî, önemli bir çalışma olan
İtticâhâtü’ş-Şi’r’de bu konu ile ilgili yorumu önemlidir: “Bu âşıkların farkında
olmadıkları iki husus vardır: Birincisi sevgililerinin yaşadıkları muhitin
badiye/çöl kesimi oluşudur ki, bedevi Araplarda yerleşmiş olan sosyal prensipleri
çiğneyip erkek sevgilileriyle buluşup görüşmek bir kadın için gerçekleşmesi
çok zor olan bir durumdur. Medenileşme hareketinin hızla geliştiği
şehirlerde yaşayan kadınların sahip oldukları nispî hürriyet, bedevi kadınlar
için söz konusu değildi. İkinci ve en önemli husus ise meselenin dini boyutudur.
Toplumun esenliği, Müslüman kadının kendi iffetini muhafaza etme gereği
fitne ve fesada yol açacak yollara tevessül etmeme gereği gibi dinî prensipler
bu kadınların sevgililerinin isteklerine cevap vermelerine birer engeldi.
Zaten iffet yanı ağır basan uzrî aşkı, şehvet ve bedensel yönü ağır basan hadarî
aşktan ayıran en önemli husus da meselenin bu boyutudur” (Hâdî 1407: 473,
Yıldırım 1998: 79).
Şikâyet edilen sevgiliden kopma, ayrılma gibi duygular az da olsa
uzrî şairler tarafından zihinde canlandırılmıştır. Çektiği aşk acısı yü-
zünden beden ve akıl dengesi bozulan, karşılık görmediği sevgilisini
insafsızlığı karşısında onu unutarak teselli aramaya çalışan uzrî âşık,
bunu da başaramaz ve çaresiz kalıp bu umutsuz aşkı sürdürmekten
başka bir yol bulamaz. Unutmayı ve terk etmeyi denediği halde bunda
başarılı olamayan uzrî âşıklardan biri olan Ebû Sahr el-Huzelî bir şiirinde
şunları söyler:
“Benliğimde ondan ayrılma ve dünyanın sonuna kadar da onu
bir daha hiç görmemek (düşüncesiyle) ona giderdim; birde ne
olsun, daha onu görür görmez sağımı solumu tanımaz olur,
şaşırıp kalırdım” (Yıldırım 1998: 80).
Tevbe b. el-Humeyyir de sevgilisi Leylâ’yı neden bir türlü bırakıp
unutmuyor diye arkadaşları tarafından sürekli tenkit edilir. Tevbe ise
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
105
kendisine bu yönde telkin ve nasihatte bulunan dostlarına şöyle cevap
verir:
“Keşke beni tenkit edip nasihat edenler benim yerime bu aşkın
cenderesine düşselerdi. O zaman beni daha iyi anlamış olurlardı.
Leylâ’yı terk edip unutmayı ben de çok istedim ve bunu
defalarca denedim. Fakat her seferinde ne kalbime söz geçirebildim
ne de nefsime. Sonunda bu aşkı sürdürmekten başka
bir çıkar yol bulamadım” (Hâdî 1407: 350, Yıldırım 1998: 80)
Cemîl b. Ma’mer de Buseyne’den atılıp uzaklara gittiğini fakat bu
uzaklaşmanın çözüm olmadığını ve kendisine teselli vermediğini gazellerinde
dile getirmiştir (Ferrûh 1385: I/482). Sevgiliden uzak kalmayı
deneyip başaramayan şairlerden biri de Abdullah b. edDumeyne’dir.
O, sevgilisinin yurduna yakın olmayı benimsemiş, ondan
uzak kalmayı uygun görmemiştir:
“Seven kişinin sevdiğine yakın olduğu zaman bıktığını, sevgiliden
uzak kalmanın ise aşk özlemini iyileştirdiğini iddia etmişler;
hepsini deneyip aşk hastalığından şifa bulmaya çalış-
tık, fakat iyileşmedi bizdeki hastalık, o zaman sevgilinin yurduna
yakın olmak, uzak olmaktan daha iyidir” (Demirayak
2012: 110).
12.9. Ağlama/Gözyaşı
Uzrî gazelin karakteristik özelliklerinden biri de ağlama motifidir.
Bu motif klasik şiirin en eski temalarından biridir. İlk kez cahiliye kasidelerinin
başlangıç kısmında görülmüştür. İmru’u’l-Kays’ın meşhur
Muallaka’sının ilk beyti ağlama motifiyle başlar (İmru’u’l-Kays 1419:
40). Birinci beyitte şair, sevgilisi Uneyza’nın yurdunun hatırasına ağ-
lar, ikinci beyitte de sevgilisinden geride kalan silinmemiş izlerin hatı-
rasına gözyaşı döker. İmru’u’l-Kays ağladığı gibi dostlarının da ağlamasını
istemiştir:
“Durun, sevgilinin ve onun Dahûl ile Havmel arasındaki Sıktul
Livâ’da bulunan yurdunun hatırasına ağlayalım. Tûdih ve
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
106
Mikrata kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgarlarının dokuması
sayesinde henüz izleri silinmemiş olan hatırasına gözyaşı
dökelim” (Eyyûbî 1430: 23, Yanık 2004: 31).
Uzrî gazelde çok sayıda ağlama, gözyaşı dökme motifi görülür.
Gözyaşı, bedenin duygu yükünün hazin bir şekilde dışa vuruşunun
karşılığıdır. Ağlama, uzrî şairin duygularını açığa çıkaran, kalbinde
neler taşıdığını bildiren bir ilandır, duyurudur. Ağlama, gizli bir aşkı
gözyaşı şeklinde açığa çıkarır. Gözyaşı aşkın en canlı izleri ve göstergesidir.
Cemîl b. Ma’mer şöyle der:
“Dostlar! Benim (Buseyne’nin) aşkına dair sakladıklarımı, çok
geçmeden gözyaşı gösterecektir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 25).
Ağlama, şairin samimi duygularının ispatı, bir tür kanıtıdır. Mecnun,
taşıdığı aşkının samimiyetine delil olarak gözyaşlarını adil bir şahit
olarak gösterir (Mecnûn Leylâ ts.: 87). Kuseyyir, aşkı için döktüğü
gözyaşlarından haz aldığı için, hem aşkını hem de gizlenmiş arzularını
kanıtlasın diye gözlerini gözyaşı dökmeye davet eder:
“Gözyaşımın devam etmesini istedim; gizlenmiş duygularıma
şahit olur umuduyla…” (Kuseyyir Azze 2004: 78).
Kays, âşık olma seviyesini dökülen gözyaşları ile belirler. Aşkı uğ-
runa döktüğü gözyaşlarını akan bir dereye benzeterek, aşkının seviyesini
gösterir (Kays Lübnâ 1998: 43). Ayrıca ağlama, bir çare, bir rahatlamadır.
Dayanılmaz aşk ağrılarının, aşka ait ıstırapların tedavisidir.
Kuseyyir şöyle der:
“Bana Azze’yi terk etmem , ya da sabır ile ağlama arasında bir
seçim yapmam söylendi. Ben ıstıraplarımı hemen dindirmesinden
dolayı ağlamayı seçtim” (Kuseyyir Azze 2004: 180).
Uzrî gazelde ağlama, bazen rahatlamak amacı ile yapılan bir eylem
görüntüsü verir, aşığın toplumsal baskılardan kurtulmak için kullandığı
silahı haline gelir. Bu ağlama gazellerde psikolojik bir boyut kazanır:
“Gözlerimden aşağı süzülen gözyaşı değil, o eriyen ve damlayan
bir ruhtur” (Mecnûn Leylâ ts.: 105)
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
107
Uzrî gazellerde gözyaşı, aşığın kaçınılmaz kaderi olarak görüldü-
ğünden, sürekli ağlama ve gözyaşı dökme bu zihniyetin doğal sonucu
olarak görülür. Gözyaşının sürekliliği durmadan akan bir dere ve kurumak
nedir bilmeyen bir kuyu ve benzer düşüncelerle ifade edilir
(Harthi 2010: 222). Şair kozmik unsurlardan da yararlanarak gözyaşı-
nın devamlılığını yansıtır. Gece bitip gündüzün başlaması, gözyaşının
bir zaman diliminde bitip diğer zaman diliminde devam etmesinin
göstergesi olur. Kays, gözyaşlarının geceleyin kuruduğunda gündüzle
birlikte yeniden başlayacağını şöyle dile getirir:
“Eğer akşamları gözyaşından kaçarsak, yeni bir gözyaşı dalgası
ile ilk şafakla birlikte gelecektir” (Kays Lübnâ 1998: 66).
Gözyaşı motifi sevgiliyle ilintilidir. İster hatırasından beslensin: “Ey
Leylâ! Yalnızken seni düşündüğümde gözyaşımın akışı kendiliğinden gelir”
(Mecnûn Leylâ ts.: 151), ister sevgilinin olmayışına doğal bir tepki olsun:
“Ağladım ben de ağladım, sevdiğini yitiren tüm diğer âşıklar gibi…”
(Kays Lübnâ 1998: 112). Gözyaşı uzrî gazelde önemli bir motif olarak
yer almıştır. Öyle ki sadece sevgilinin yokluğu değil, aynı zamanda
varlığı da gözyaşını besleyen etkenlerdir. Aşağıda olduğu gibi:
“Gözler, hem onu görür görmez, hem de ona bakarken bile
hala gözyaşı dökerler” (Kuseyyir Azze 2004: 64).
12.10. Bakma/Bakışma
Uzrî gazellerde beden dili hareketler de karşımıza çıkar. Bunlar
âşıklar arasındaki iletişim kanalları olarak tasvir edilir. Bunların ba-
şında bakma, bakışma gelir. Bakma, sevginin artmasına neden olur ve
aşkın başlamasının ilk nedeni olur. Bakışlar, göz aracılığı ile gerçekleş-
tiği için, bakma eyleminde göz öne çıkar. Uzrî âşık sevgilisinin gözlerini
arar, onun bakış şeklinden pozitif ve negatif manalar çıkarmaya
çalışır. Sevgililerin gözleri, birbirlerine gönderdikleri bakışlar, duyguların
ifadesi olarak yansır. Mecnûn, kalbinin sıkıntısının giderilmesi,
karşılıklı gözlerin buluşmasına bağlar:
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
108
“Gözlerimiz/bakışlarımız karşılaştıktan sonra her şey daha iyi
olacak, böylece sıkıntılar kalbimden uçup gidecek” (Mecnûn
Leylâ ts.: 228).
Âşıkların gözleri karşılaştığında acı çeken ve kırılan kalpleri tedavi
eder. Bir tür visal gerçekleşmiş olur. Bu nedenle onların değerli bakış-
ları, başka şeylerden hatta kırmızı ve siyah develerden daha kıymetli
görünmektedir. Leylâ’nın Mecnûn’a: “ Yeryüzünde develerden daha kıymetli
olan değiştirmeyeceğim bir bakış verdim” (Mecnûn Leylâ ts.: 85) demesi,
bakışın hem kıymetini hem de anlamını dile getirir. Baskıcı bedevi
toplumunda uzrî âşıklar arasındaki uygun iletişim kanallarından
biri olarak bakışların önemi oldukça çoktur. Onlar fiziki olarak konu-
şamadıkları zamanlarda, baden dili bakışlarla harekete geçer, kendileri
sessiz kalsa da bakışları konuşur:
“Leylâ bana baktığında onun gözleri benimle konuşur. Gözlerim
de ona cevap verir, biz sessiz dururken” (Mecnûn Leylâ
ts.: 68).
Bakışların işlevsel yönü oldukça çoktur. Umut verdiği gibi umutsuz
da kılabilir. Mecnûn, Leylâ’dan ayrıldığında “gözyaşı içinde (Leylâ’nın)
kalbine veda etmeye hazırlanan bir âşık gördüm” (Mecnûn Leylâ ts.: 148)
diyerek umutsuzluğunun yanında psikolojik pozisyonunu da yansıtmış
olur. Yıkık bir bedenin altında kalmış gibi, Leylâ’ya cevap verebilecek
gücü bile kendinde bulamadığını “ona verebilecek gücü bulamadım”
diyerek ruhsal durumunu yansıtmış olur.
Bakışlar kalpte saklı, gizli olanları açığa çıkarma işlevini de gerçekleştirir.
Cemîl b. Ma’mer, Buseyne’ye “Fakat bir haberci olarak karşılıklı
alıp verdiğimiz bakışlar, kalbimizde gizlediğimiz şeyleri iletmekte” (Cemîl b.
Ma’mer 1980: 47) diyerek, kalplerde gizlenen aşkın bakışlar aracılığı ile
açığa çıktığını bu şekilde belirtmiştir.
İşlevsel olarak ani bakışlar/lahza âşık üzerinde büyük bir etkiye neden
olabilir. Urve, sevgilisinin bir anlık bakışı karşısında duygularını
şöyle dile getirir:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
109
“Sadece, beklenmedik bir şekilde onun (bakışını) görür görmez,
hayretten dona kaldım. Öyle ki zorlukla cevap verebildim”
(Urve Afrâ 1995: 22).
Uzrî bakışla ilgili söylenecek sözlerden biri de bakışların kalp üzerindeki
müsbet ve menfi yönüdür. Beyitlerde sevgilinin gözleri dolayısıyla
aşığa gönderdiği bakışlar ya muhabbet, sevgi, aşk ya da cevr
oku içerir. Uzrî gazellerde bakışın kalp ile ilişkisi hep müsbet olup muhabbet
oklarıyla dolmuştur. Cevr oku, gazellerde hiç yer almaz. Başka
bir ifade ile sevgilinin gözü aşığa ulaşıp, bakış yoluyla kalbine girdi-
ğinde kalbin bakış okları ile yaralanması ve aşığın ölümüne sebep olması
söz konusu değildir. Uzrî gazellerde öldürücü bakıştan, sitem ve
cevr oklarından bahsedilmez. Bir diğer ifade ile bakış ve ölüm metaforu
Uzrî gazellerde yer almamıştır. Bakışlar, çağrışımını yansıtmamıştır.
Uzrî gazelde görülmeyen kalbin bakış oklarıyla yaralanması
veya öldürülmesi, cahiliye şiirinde başta olmak üzere, uzrî şairlerin
çağdaşları tarafından bolca kullanılmıştır. Gözlerin yaralayıcı ve öldü-
rücü oluşu İmru’u’l-Kays tarafından dile getirildiğinde bakışların/gözlerin;
parçalamak, mücadele etmek ve iki mızrakla kalbi mahvetmek
gibi özelliklere sahip olduğu görülmektedir (Eyyûbî 1430/2009: 33).
Uzrî şairlerin çağdaşı ve Emevîler dönemi şairlerin en meşhuru olan
Cerîr’in bu konuda “bizi köşeye sıkıştırıp öldürecek ola n gözler beyazdır”
(Kuraşî 1998: 1/140) derken, Mütenebbî’nin de “bana ölümü hatırlatan
bu bakışlar da kimin” (Mütenebbî 1997: 3/264, Harthi 2010: 153) demiştir.
12.11.Sevgili
Uzrî şairler, daha önce de dediğimiz gibi sevgili imajında cahiliye
gazellerinde yer alan kadın tasvirlerinden yararlandılar. Onlar önceki
klişe mefhumları kullanıp eski şişeye yeni şarabı koyarken (Kinani
1951: 285, Harthi 2010: 134) onu tüm kadınlara değil, idealize etme
eğilimi taşıdıkları sevgililerine sundular. Başka bir ifade ile genele ait
güzellik özele taşınarak sevdikleri kadınları tasvir ettiler. Böylece gü-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
110
zelliğin betimlenmesi sadece sevgiliye tahsis edildi. Uzrî sevgi, tek kadın
üzerine yoğunlaştığı için, uzrî şair ihtiraslı gözlerinin içinde sevgilisinden
başka kimseyi görmemiştir. O, kültürel ve estetik mirastan
devraldıklarıyla sevgilisini tasvir etmiştir (Harthi 2010: 133). Uzrî âşık,
cahiliye şairleri gibi hayatta bir kez görüp sonra gözden kaybolan yaratılmışlara
değil (Akkâd 1967: 17), süreklilik arz eden, mezara kadar
devam eden bir aşk oyununun baş kahramanı olan sevgiliye, muhabbet
dolu gözlerle bakmışlar, ona yönelmişler, onu tepeden tırnağa kadar
tasvir etmişlerdir. Buseyne’ye atfedilen şu söz, bu durumu güzel
bir şekilde açıklar: “Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Buseyne’ye
“Cemîl, sende ne ne gördü ki bu kadar güzel şiirler yazdı” diye sorar.
Buseyne, ona “Cemîl, kafasının içinde değil, gözlerinin içinde beni gö-
rür” diye karşılık verir” (Harthi 2010: 135).
Uzrî şairler, sevgilisini idealize etme eğilimini taşır. Onu mükemmelleştirmek
için uğraşır. Uzrî âşık, sevgilisinin kadın güzelliğinin en
mükemmel örneği olmasını ister. Uzrî âşık, sevgilisinin diğer kadınların
güzelliğinden türemiş ve onlarla karşılaştırılmış olan güzelliği istemez.
Zira onun sevgilisi en güzel varlık olarak, doğadaki hiçbir element
ile kıyaslanamaz, onun üstün güzelliği asla hiç bir güzellikle kar-
şılaştırılamaz (Harthi 2010: 135). Cemîl b. Ma’mer, “Buseyne’nin gözü ve
boynu, bütün canlılar içinde en güzelidir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 85) derken,
Kays da Lübnâ’nın ihsanlar içerisinde baştan ayağa kadar en gü-
zel ve en mükemmel bir insan olduğunu söyler:
“Ey tepeden tırnağa en mükemmel insan; Ey giyinik ve çıplak
insanların en güzeli (olan)” (Kays Lübnâ 1998: 109).
Uzrî şair, sevgilisini doğa ve kozmik unsurlardan birine benzetme
yerine, onlarla karşılaştırma yönüne gider. Dolayısıyla uzrî gazellerde
karşılaştırmalı ifadeler, cümleler yaygın bir şekilde kullanılır. Bu kar-
şılaştırma, sevgilinin mükemmel bir güzelliğe sahip olduğunu göstermek
içindir. Cemîl, bütün kadınları küçük yıldızlar olarak görürken,
Buseyne’yi ay olarak tasvir eder:
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
111
“Diğer kadınlar sadece küçük bir yıldızken o, dolunaydır. Yıldızlar
nerede? Ay nerede? Ay ve yıldızlar arasındaki uzaklık
ne kadar da büyük! O, diğer insanlara göre güzellikte olağanüstüdür.
Tıpkı, kadir gecesinin tercih edilmesi gibi (Buseyne)
bin ayın üstündedir” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 37)
Uzrî şair, tabiat ve kozmik unsurların üstünde gördüğü sevgiliyi
öyle yüceltir ki, bu yüceltme sevgililerin doğaüstü bir özelliğe sahip
olduğu izlemini verir. O öyle bir konumdadır ki, ölenlerin kemiklerine
dokunduğunda, ölüler yeniden dirilir ve onu gördüklerinde ölümsüz
olurlar (Kuseyyir Azze 2004: 76). Uzrî söylemin, din dili söylemine yakınlaşması
ve sevgililere verilen olağanüstü özellikler; onları doğaüstü
özelliklere sahip güç ve güçler seviyesine çıkartır. Mecnûn, açık bir şekilde
şunları söyler:
“Ben yüzümü onun mahalline doğru dönüp dua ettiğimde her
ne kadar doğru yönün karşıtı olsa da ben şirk yoluna girmem”
(Mecnûn Leylâ ts.: 228).
Mecnûn, aşk söylemini dini söylemle ifade etmeye devam eder:
“Acı, Leylâ’nın yüzünden dolayı gelir ve yağmur Leylâ’nın
yüzünden dolayı yere düşer. Leylâ’nın tükürüğü ölmüş insanlar
için çaredir ve onların mezarlarından yükselmesine/dirilmesine
sebep olur. Eğer onun tükürüğüne zehir karışsa, kişinin
harareti gidecek ve şifa bulacaktır” (Harthi 2010: 138).
Böylece uzrî sevgililer, ölmüş insanları yani âşıkları diriltme, ya-
şama döndürme gibi özelliklere sahip olması; kendisinde bir hayat vericilik
ve canlandırıcılık hassası olan yeni bir sevgili imajının doğmasına
neden olur. Bu durum, uzrî gazelin ilklerinden olup sonraki dö-
nemlerdeki gazellerde sevgilinin en önemli özelliği olacaktır.
Uzrî gazelde aşığa mutluluk verme yeteneğine sahip tek kişi olarak
sevgili görülmektedir. Mecnûn, Leylâsına şöyle seslenir: “Sen eşsiz birisin,
beni mutlu ya da sefil/düşkün yapabilirsin” (Mecnûn Leylâ ts.: 228).
Saygılı ve kutsal olan bir kişi olarak tasvir edilen sevgilisiyle konuşa-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
112
mayan şairin kapsamına, yakarma/yalvarma dili girer ve uzrî söylevine
egemen olur (Harthi 2010: 139) Uzrî gazelde sevgilini fiziksel gü-
zelliği zaman kavramından arınmıştır. Onun güzelliği değişken değil,
sabittir. Yaş itibariyle sevgili, her dem geç ve tazedir. Zaman, onun gü-
zelliğini soldurmadığı için, uzrî sevgili hem sonsuz bir güzelliğe hem
de sonsuz bir gençliğe sahiptir. Cemîl b. Ma’mer ile Buseyne arasında
geçen bir diyalog bu durumu açıklar:
“Buseyne dedi ki: Ya Cemîl, sen yaşlanmışsın, gençliğin de gitmiş.
Dedim ki, ey Buseyne! Bunu durdur. Livâ ve Ecfer’de birlikte
geçirdiğimiz zamanları unuttun mu? Benim saçlarım,
tıpkı bir karganın kanatları gibi (simsiyahtı). Misk ve amber
sürülmüş! Senin gençliğin asla solmayacak, değerli bir inci gibisin.
Oysa biz, aynı zamanın içindeyiz; sen yaşlanmazken,
ben nasıl bu kadar yaşlanabilirim?” (Cemîl b. Ma’mer 1980:
44.)
Görüldüğü gibi Buseyne’nin zamanı, sabit ve hiç değişmez bir gö-
rünüm arz eder. Zira, zaman geçse bile Buseyne’nin güzelliği her zaman
ter ü tazedir, onun güzelliği dün, bugün, yarın aynı kalır Oysa ki
zaman geçtikçe Cemîl, yaş ve olaylardan etkilenmiş, onda gençlik, tazelik
kalmamıştır (Harthi 2010: 140). Kuseyyir de “geldi kara bulutlar,
gitti yıldızlar” diyerek biten gençliğinden bahsetmiştir. Uzrî maşuk
ebedi gençlik imajına sahipken, uzrî âşık gazellerde ak saçlı bir görüntüye
sahiptir.
Sevgilinin güzelliği ve vücudu zamana direnip onun karşısında
mükemmelliğini koruyorsa, bu ölümsüzlük anlamına gelir ve onun
bedeni, kendisine ibadet edilen heykel/put seviyesine yükselir. Tapını-
lan putlar ile sevgilinin vücudu, genellikle de güzelliği arasında bir
bağ kurulur. Bu ilişkinin başında hem putların hem de put kadar güzel
olan sevgilinin karşılık veya tepki vermemesidir (Harthi 2010: 140).
Kuseyyir:
“O beni terk ettiğinde ben onu çağırdım; isteksiz ve bir kaya
gibi sessiz idi” (Kuseyyir 2004: 55).
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
113
derken, Cemîl b. Ma’mer de Buseyne’den bir karşılık, konuşma, hareket
bekler ve duygularını şöyle dile getirir:
“Ben, bana umut vereni bekliyorum. Yoksulun zengin olmayı
beklemesi gibi. Buseyne’nin borçlarını hesaplıyorum yoksul
olmamasına rağmen, bize verdiği sözü yerine getirmiyor. Sen
ve verdiğin sözler değersizdir. Tıpkı yağmur getirmeyen fırtına
bulutu gibi” (Cemîl b. Ma’mer 1980: 40).
Böylece isteksiz ve cevap vermeyen bir taşa benzeyen bir heykel
gibi tepkisiz olan bir sevgili imajı doğar. İlgisiz, soğuk ve ruhsuz sevgili
portresi gazellerde yer alır (Harthi 2010: 141). Buna rağmen uzrî
âşık, aşkından karşılık görme umudunu asla kaybetmez: “Bana ne iyilik
yaptı, ne de kötülük. Nefret ettiğinde bile senden nefret etmeyeceğim” (Kuseyyir
Azze 2004: 57) demesine rağmen, yine de onun vereceği umutları
bekleyeceğini sık sık ifade eder. Uzrî âşık, ulaşılmaz suyun peşinden
giden susuz bir adama gibidir. Suya kavuşma umudunu, beklentisini
hep sürdürür.
Aşk, uzrî şairin bütün hayatını kapsayıp kuşattığı için o, kendini
aşkına adamıştır. Çift kişilik bir aşkta sevgili başaktördür. Kendini bir
hiç gören uzrî şair, aşk sahnesinden çekilip ikinci plana düşünce sahne
sevgilisine kalır ve olaylar başkahramanın etrafında şekillenir. Uzrî şaire
düşen de bu kahramanı yüceltmektir. O, kendine verilen görevi
mükemmel bir şekilde yerine getirir. Uzrî şaire düşen de bu kahramanı
yüceltmektir. O, kendine verilen görevi mükemmel bir şekilde yerine
getirir. Uzrî şair, önceki şairlerin estetik değerlerinden hareket ederek,
sevgiliyi ve onun güzellik unsurlarını bir resim sanatçısının fırça ve
kaleminden çıkmış gibi tablolaştırdı.
Bunu yapmasındaki amaç, ideal kadın modelini/imajını ortaya koymak
istemesidir. Çünkü o, sevgilisini idealize etme eğilimindedir ve
bu yüzden ideal kadın imajını ortaya koymak ister. Önce ideal kadının,
ideal güzelliğini ortaya koyarak sergiler. Onun sergilediği de eşsiz ideal
güzelliğin çekici renkleri ile resimlendirilmiş arketip olur. Bu mo-
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
114
deli ortaya koyan uzrî şair, kendisine miras bırakılan eski klişeleri, terimleri
yeniden yorumladı ve onlara hayat vererek yeniden canlandırdı,
zengin ve çeşitli duygularla süsledi, kolektif bilinç içine ve edebi
geleneğe kazıdı. Uzrî şairler, öncekilerin sunamadıklarını, gösteremediklerini
gerçekleştirerek, daha fazlasını sundular, bireysel yeteneklerini
ortaya koydular. Uzrî gazel, uzrî sevgilinin ve uzrî güzelliğin yü-
celtilmesine ve onun en güzel, en mükemmel bir şekilde aksettirilmesine
matuftur. Uzrî gazellerdeki ana gaye, asıl amaç budur.
SONUÇ
Derî Farsçasında gazelin rağbet görmesi dönemin sosyal hayatı ve
yaşam felsefesiyle yakından ilişkilidir. Gösterişli sarayların yapılması,
bu mekânlarda eğlence meclislerinin düzenlenmesi maddi hayatın benimsenmesinde
önemli rol oynamıştır. Zenginliğin neden olduğu dünyevileşme
düşüncesi Derî Farsçası gazellerine felsefik boyutta yansıdı
ve bir dünya görüşü olarak gazellerde işlendi. Böylece İbn Haldun’un
sosyolojik olarak ifade ettiği hadarîlik, yeni Fars edebiyatında yazılan
gazellerin içeriğini oluşturdu.
Hadarî felsefeye paralel olarak güzellik, sevgili ve sevgilinin güzellik
unsurları da hadarî gazeldeki yerini aldı. Bütün bunlar Emevî dö-
nemi uzrî gazellerinden alındı. Emevî dönemi Uzrî şairlerinin kullandıkları
teşbih ve mecazlar Derî Farsçası gazellerinde de kullanıldı.
Arap kaside nesiplerinde görülen bedevi sevgili tipi Derî Farsçasına
intikal edince yerini yerleşik hayat biçimine bağlı yeni bir sevgili imajına
bıraktı. Bunun neticesinde de aşiretiyle göçüp giden sevgilinin pe-
şinde seyahat eden âşık tipi de ortadan kalktı.
KAYNAKÇA
Abdullah, Muhammed Hasan 1407, Sûretu’l-Mer’e fî’ş-Şi’ri’l-Umevî, Zâtu’s-
’Selâsil, Kuveyt.
Akkâd, Abbâs Mahmûd 1967, Cemîl Buseyne, Dâru’l-Ma’ârif, Kahire.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
115
Aksu, Ali 2001, “Emeviler Döneminde Kadının Durumu, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. V, sy. 1, Sivas.
Aksu, Ali 2006, “Emeviler Döneminde Sosyal Tabakalar”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Y. 14, sy. 8, Sivas.
Alî, Muhammed Osman 1406, Fi Edebî Mâ Kable’l-İslâm, Trablus.
Altınay, Ramazan 2006, Emevilerde Günlük Yaşam, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara.
Anendrâc, 1365 hş., Ferheng-i Câmi’-i Fârsî (yay. Muhammed-i Debîrsiyâkî),
İntişârât-ı Kitab-ı Furûşî-yî Hayyâm, Tahran.
Antâkî, Davûd 1986, Tezyînu’l-Esvâk fî Ahbâri’l-Uşşâk, Dâru’l-Hilal, Beyrut.
Atçeken, İsmail Hakkı 2001, Hişâm b. Abdilmelik, Ankara.
Ateş, Ahmet 1977, “Gazel”, İA., MEB Yayınları, İstanbul.
Atîk, Abdulazîz 1406, Târîhu’n-Nakdi’l-Edebi İnde’l-Arab, Beyrut
Atîk, Abdulazîz 1422, Fî’l- Edebi’l-İslâmî ve’l-Emevî, Beyrut.
Avfî, Muhammed 1361 hş., Lubâbu’l-elbâb (çev. Muhammed-i Abbâsî), Tahran.
Aycan, İrfan 1998, “İslâm Toplumunda Eğlence Sektörünün Ortaya Çıkışı”,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl 1998, sy. 38, Ankara.
Aycan, İrfan 2003, “Emeviler Döneminde İlmi Hayat”, Emeviler Dönemi Bilim
Kültür ve Sanat Hayatı, İlahiyat Yayınları, Ankara.
Aydın, Hasan 2013, Mitos’tan Logos’a Eski Yunan Felsefesinde Aşk, Bilim ve Ger-
çek Kitaplığı, İstanbul.
Bekkâr, Yûsuf Hüseyin 1981, İtticâhâtu’l-Gazel Fi’l-Karni’s-Sânî el-Hicrî, Dâru’lEndelüsi,
Beyrut.
Berthels, E. 1977, “Yeni İran Edebiyatı, İA, MEB YAYINLARI, İSTANBUL:
II/1402-1403
Bustânî, Butros 1989, Udebâ’u’l-Arab fî’l-Cahiliyye ve Sadri’l-İslâm, Dâru’l-Cîl,
Beyrut.
Câhız, Ebû Osmân Amir b. Bahr 1411, “Kitâbu’l-Biğâl” Resâ’ilu’l-Câhız (yay.
Abdusselâm Hârûn), Beyrut.
Cân, Yılmaz 1995, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı (H. I-III/ M. VII-IX.), Ankara.
Capelle, Wilhelm 1995, Sokrates’ten Önce Felsefe “Fragmanlar-Doksograflar”
(çev. Oğuz Özügül), Kabalcı Yayınları, İstanbul
Cemil b. Ma’mer 1980, Dîvân (yay. Fevzî Atevî), Dâr Şa’b, Beyrut.
Cevherî, İsmâ’îl Hammâd 1337, Tâcu’l- Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye (yay. Ahmed
Abdulgafûr Attâr), Kahire.
Cevizci, Ahmet 2000, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Çetin, Nihad 2011, Eski Arap Şiiri, Kapı Yayınları, İstanbul.
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
116
Dabbî, Mufaddal b. Muhammed 1419, el-Mufadalliyât (yay. Ömer Farûk etTabbâ),
Darû’l-Erkâm, Beyrut.
Dâmâdî, Seyyîd Muhammed, 1371 hş., Mezâmîn-i Müşterek der Edeb-i Fârsî ve
Arabî, Tahran.
Daud Pota, Umer Muhammed, 1382 hş., Te’sîr-i Şi’r-i Arabî ber Tekâmul-ı Şi’r-i
Fârsî, Sadâ-yı Muâsır, Tahran.
Dayf, Şevkî 1326, Asru’l-Câhilî, Zevi’l-Kurbâ, Kahire.
Dayf, Şevki 1426, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî el-Asru’l-İslâmî, Menşûrâtu Zeviyyi’lKurbâ,
Kahire.
Dayf, Şevkî 1979, Şi’r ve’l-Gınâ fi Medîne ve Mekke li-Asri’l-Benî Umeyye, Kahire.
Dayf, Şevkî 1999, Hubbu’l-Uzrî İnde’l-Arab, Dâru’l-Mısriyyeti’l-Lubâniyye, Kahire.
Dayf, Şevkî ts, el-Fen ve Mezâhibu fî’ş-Şi’ri’l-Arabî, Kahire.
Debîrsiyâkî, Muhammed 1374 hş., Pîşâhengân-ı Şi’r-i Fârsî, Tahran.
Dehhân, Muhammed Sâmî, 1981, el-Gazel, Dâru’l-Ma’ârif, Beyrut.
Demirayak, Kenan 2009, Arap Edebiyatı Tarihi-I (Cahiliye Dönemi) Fenomen
Yayınları, Erzurum.
Demirayak, Kenan 2012, Arap Edebiyat Tarihi-3 Emeviler Dönemi, Erzurum
Demirel, Hamide 1977, “İran Edebiyatında İlk Farsça Şiir Söyleyenler”, Ankara
Üniversitesi DTCF Doğu Dilleri Dergisi, sa.II/3, Ankara
Ebû Rihâb, Hasan 1366, el-Gazel İnde’l-Arab, Matbaatu Mısriyye, Kahire.
Elmalı, Hüseyin 1998, “Kaside” DİA, İstanbul
Erkan, Arîf 2004, el-Beyan: Büyük Arapça Türkçe Sözlük, Yasin Yayınları, İstanbul
Esedî-yi Tûsî, 1365 hş., Lugat-ı Furs (yay. Fethullah-ı Muctabâî-Alî Eşref-i
Sâdıkî), Tahran.
Eyyûbî, Yasîn-Selahuddîn Hevvârî 1430, Şerhü’l-Mu’allakati’l-Aşere, et-Tıvâl
ve’l-Muzhebbât, Alemü’l-Kütüb, Beyrut.
Ezherî, Muhammed b. Ahmed 1384, Tezhîbu’l-Luğa (yay. A. Abdulalîm elBerdûnî,
Kahire.
Fâhûrî, Hannâ 1411, el-Mu’cez fî’l-Edebi’l-Arabî ve Târîhî, Beyrut.
Fâhûrî, Havvâ 1383 hş., Târîh-i Edebiyât-ı Zebân-ı Arabî ez-Asr-ı Câhili tâ karn-ı
Mu’âsır (ter. Abdulmuhammed Âyetî), İntişârât-ı Tûs, Tahran.
Faysal, Şükrî 1982, Tatavvuru’l-Gazel beyne’l-Cahiliyye ve’l-İslâm min İmri’l-Kays
ilâ İbn Ebî Rebî’a, Dâru’l-İlm, Beyrut.
Ferrûh, Ömer 1385, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî, Dâru’l-İlm, Kahire.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
117
Ferruhî-yî Sistânî 1349 hş., Dîvân (yay. Muhammed-i Debîrsiyâkî), İntişârât-ı
Zevvâr, Tahran.
Fesâ’î, Restigâr 1372 hş. Envâ’-ı Şi’ri-i Fârsî, İntişârât-ı Nevîd, Şîrâz.
Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed b. Alî 1929, Misbâhu’l-Munîr fî Garîbi’ş-
Şerhi’l-Kebîr, (yay. M. Muhyîddîn Abdulhamîd, Kahire.
Filshtinsky, M. 1985, History of Arabic Literature, Moskova.
Fîrûzâbâdî, Muhammed b. Ya’kûb 1371, Kâmûsu’l-Muhît, Kahire.
Furat, Ahmed Suphi 1996, Arap Edebiyatı Tarihi (Başlangıçtan XVI. Asra Kadar),
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
Gıyâsu’l-Luğa, 1363 hş., İntişârât-ı Emîr Kebîr
Gibb, H.A.R. 1963, Arabie Literature, Newyork
Gündüz, Metin 1998, Emeviler Döneminde Gazel Şiiri, Atatürk Üniversitesi SBE
Yayımlanmamış YLT, Erzurum
Hâdî, Selahaddîn 1407, İtticâhâtu’ş-Şi’r fî Asri’l- Emevi, Kahire.
Hakanî-yi Şirvânî, 1371 hş., Divan (nşr. Bediüzzamân Furûzânfer), Tahran.
Hamîdî, Mehdî 1337 hş., Behişt-i Sohen, İntişârât-ı Pîrûz, Tahran.
Han, Rukiyye Yasmine, 1997, Sexuality and Secrecy in the Medieval Arabic Romance
of Majnun Layla, Pennsylvania
Hânlerî, Pervîz Nâtıl 1373 hş., Târîh-i Zebân-ı Fârsî.
Harâ’itî, Muhammed b. Cafer es- Sâmirî 1420, İ’tilâlu’l- Kulûb (yay. Hamdî edDimirudâş)
Mektebetü’l-Arabiyyeti’s-Su’diyye, Mekke.
Harthi, Jokha Mohamed 2010, The Body in al-Ghazal al-Hudhrî, Edinburgh
Hasan İbrahim, Hasan 1985, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi (ter. İsmail
Yiğit- Sadreddin Gümüş), Kayıhan Yayınları, İstanbul.
Hidayet, Rızâ Kulihân 1336 hş., Mecma’u’l-Fusahâ (yay. Muzâhir-i Musaffâ),
Tahran
Huleyf, Yûsuf 1968, Hayâtu’ş-Şi’r fî’l-Kûfe ilâ Nihâyeti’l- Karni’s-Sânî li’l- Hicre,
Kahire.
Hümâyî, 1373 hş., Funûn-i Belâgat ve Sanâ’ât-ı Edebî, Mü’essese-yi Neşr-i
Humâ, Tahran.
Hüseyin, Taha 1991, Min Târîhî’l-Edebi’l-Arabi, Beyrut.
Hüseyin, Taha ts, Hadîsu’l-Erba’â, Dâru’l-Maârif, Kahire.
Inâd Gazvân, İsmâ’îl 1394, Edebu’l-Arabî, Bağdâd.
Isfahânî, Ebû’l-Ferec Alî b. el-Hüseynî, 1964, el-Eğânî (yay. Abdussettâr Ahmed
Ferrâc), Dâru’s-Sakâfe, Beyrut.
Isfahânî, Ebü’l-Ferec Alî b. el Hüseyin 1423, el-Eğânî (yay. İhsân Abbas-İbrahîm
es-Se’âfîn Beki Abbâs), Dâr Sâdır, Beyrut
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
118
İbn Abdirabbih, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed 1404, İkdu’l-Ferîd (nşr.
Müfîd Muhammed Kumeyha), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut.
İbn Haldun, Abdurrahmân b. Muhammed 1431, el-Mukaddime (yay. Dervîş elCuveydî),
Mektebetu’l- Asriyye, Beyrut.
İbn Kuteybe, Abdullah b . Muslîm 1418, eş-Şiir ve’ş-Şu’arâ (yay. Ömer etTabbâ),
Darû’l-Erkâm, Beyrut.
İbn Reşîk, Ebû Alî el-Hasan el-Kayrevânî 1401, el-Umde fî Mehâsini’ş-Şi’ri ve
adabihi ve nakdîhi (yay. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Dâru’l-Cîl,
Beyrut
İbnu’l-Cezvi, Ebû’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali 1420, Kitâb Zemmi’l-Hevâ (nşr
Îmâm Fâris el-Hurstânî-Muhammed İbrâhim ez- Zeğlî ?), Dâru’l-Cedîd,
Beyrut.
İbnu’l-Kayyum el-Cevziyye, Muhammed b. Ebî Bekr 1431, Ravdatu’l-Muhibbîn
ve Nushetu’l-Muştâkîn (nşr. Semîr Mustafa Rebâb) Mektebetü’l-Asriyye,
Beyrut.
İbu Manzûr, Celâleddîn Ebû’l-Fazl 1388, Lisânu’l-Arab (yay. Abdullah Alî elKebîr),
Dâru’l-Ma’ârif, Kahire.
İmru’u’l-Kays 1419, Dîvân (yay. Yasîn el-Eyyubî), Mektebetü’i-İslâmiyye,
Beyrut
Kays b. al-Mulavvah (el-Mecnun) 1967, Dîvân (yay. Şevkiye İnalcık), Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara
Kays b. el-Mulevvah 1420, Dîvân (yay. Yûsrî Abdilgânî), Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut.
Kays b. Lubnâ 1998, Dîvân (yay. Afîf Nâyif Hâtûm), Dâr Sâdır, Beyrut.
Kays b. Zerîh 1425, Dîvân (yay. Abdurrahman el- Mustâvî), Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut.
Kedkenî, Rızâ Şefî’î 1370 hş., Suver-i Hayâl der-Şi’r-i Fârsî, İntişârât-ı Âgâh,
Tahran.
Kılıç,Ünal 2001,Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd b. Muaviye, Kayhan Yayınları
Kılıçlı, Mustafa 1993, Sadru’l-İslam ve Emeviler Döneminde Gınâ, Atatürk Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum.
Kinanî, Ahmed Haldun 1951, The Development of Gazal İn Arabic Literature (Pre
Islamic and Early Islamic Periods), Suriye Üniversitesi Yayınları, Şam
Koyuncu, Mevlüt 1997, Emeviler Döneminde Saray Hayatı, Beyan Yayınları, İstanbul.
DERÎ FARSÇASINDA GAZELİN OLUŞUMU
119
Kranz, Walter 1984, Antik Felsefe: Metinler ve Açıklamalar (çev. S.Y. Bayındır)
Sosyal Yayınları, İstanbul
Kuraşî, Ebû Zeyd Muhammed b. Alî Hattâb 1998, Cemheretu Eş’âri’l-Arab, Dâr
Sâdır, Beyrut.
Kuseyr Azze 2004, Dîvân (nşr. Macîd Tarâd) Dâru’l-Kitabi’l-Arâbî, Beyrut.
Kuşeyyir Azze 1391, Dîvân (yay. Abbâs İhsân), Dâru’l-Sakâfe, Beyrut.
Lazard, Gilberd 1342 hş., Eş’âr-ı Parâkende-yi Kadîmterin Şu’arâ-yı Fârsî-zebân.
Mahcûb, Muhammed 1345 hş., Sebk-i Horâsânî, Tahran.
Mecnun Leylâ, Divân, ts (yay. Abdussettâr Ahmed Ferrâc), Mektebetü Mısr,
Kahire.
Mes’ûdî, Ebû’l-Hasan Alî 1393, Murûcu’z-Zeheb (yay.Yûsuf Es’ad Dagır), Beyrut.
Mîrsâdikî, Meymenet 1376 hş., Vâjenâme-yi Hüner-i Şâ’irî, Neşr-i Kitâb-ı Nehvâz,
Tahran.
Mu’temen, Zeynelâbidîn 1355 hş., Tahavvu’l-ı Şi’r-i Fârsî, Kitâbhâne-i Tuhûrî,
Tahran.
Mu’temen, Zeynelâbidîn 1364 hş., Şi’r ve Edeb-i Farsî, Tahran.
Mudebbirî, Mahmûd 1370 hş., Şerh-i Ahval ve Eş’âr-ı Şâ’irân-ı Bî-Dîvân, Tahran
Müncîd, 1377 hş., İntişârât-ı Sabâ, Tahran.
Mütenebbî, Ebu’l-Tayyîb Ahmed b. el-Hüseyin 1997, Dîvân (yay. Kemâl
Tâlib), Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut
Nâcî, Abdulcebbâr 1986, Dırâsât fî Târîhi’l-Muduni’l-Arabiyyeti’l-İslâmiyye,
Basra.
Nikola, Wilyem 1979, el-Arcî ve Şi’ru’l-Gazel fi’l-Asrı’l-Emevî, Beyrut
Nu’mânî, Şiblî 1336, Şi’ru’l- Acem (ter. Seyyîd Muhammed Takî Fahr-i Dâ’î-yî
Gîlânî), Dünyâ-yı kitâb, Tahran.
Ömer b. Ebî Rebî’a, ts, Dîvân (yay. Yûsuf Şükrî Ferahhât), Dâru’l-Cîl, Beyrut.
Platon 2007, Symposion (çev. Eyüp Çoraklı), Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Radûyânî, Muhammed b. Ömer 1949, Kîtâb Tercümânü’l-Belâğa (yay. Ahmet
Ateş), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
Râfî’î, Mustafâ Sadık 2009, Târîhu Edebi’l-Arab, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut.
Râstgû, Seyyîd Muhammed 1383 hş., İrfân der Gazel-i Fârsî, İntişârât-ı İlmî,
Tahran.
Rezmcû, Hüseyni 1372, Envâ’-ı Edebî, Meşhed
Rûdekî-yi Semerkandî 1373 hş., Dîvân (yay. Sa’îd-i Nefîsî- Y. Braginsky), Tahran
Sabûr, Dârîyûş 1384 hş., Âfâk-ı Gazal-i Fârsî, İntişârât-ı Zevvâr, Tahran.
Safâ, Zebihullah 1357 hş., Genc-i Sohen, İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, Tahran
Safâ, Zebilullah 1351 hş., Târîh-i Edebiyât der-İran, İntişârât-ı Emîr Kebîr.
Seâlibî, Ebu Mansûr Abdulmelik b. Muhammed b. İsmâil 1375, Kahire
Söylemez, Mahfûz 2001, Bedevilikten Hadariliğe Kûfe, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara.
Suzan, Yahya 2008, Arap Şiirinde Muhammes ve Tahmis, Ankara Üniversitesi
SBE Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
Şekîba, Pervîn 1373, Şi’r-i Fârîsî ez-Ağâz tâ-İmrûz, Tahran.
Şemîsâ, Sîrûs 1375 hş., Seyr-i Gazel der Şi’r-i Fârsî, İntişârât-ı Nevîd, Şîrâz.
Şems-i Kays-i Râzî, 1384 h ş./ 1959, el- Mu’cem fî Me’âyîr-i Eş’âri’l-Acem (yay.
Müderris-i Razavî, İntisârât-ı Dânişgâh, Tahran.
Tâhîr Lebib, 1987, Sosyolociya’l-Gazeli’l-Arabî “eş-Şi’ru’l-Uzrî Nemûzecen”
(çev. Mustafa el-Misnâvî), Dâru’l-Beydâ.
Urve Afrâ 1995 Dîvân (nşr. Antvan Muhsin Kavvâl), Dâr Sâdır, Beyrut
Vated, Jean-Claude 1372, Hadîs-i Işk der-Şark “ ez-Sedde-i Evvel tâ Sedde-i
Pencum Hicri”(çev. Cevâd Hadîdî), Neşr-i Dânişgâhî, Tahran.
Vehbe, Mecdî- Kâmil el- Mühendis 1984, Mu’cemu’l-Mustalahâti’l-Arabiyye fî’lLuğa
ve’l-Edeb, Beyrut.
Yalar, Mehmet 2009, “Emeviler Döneminde Gazel ve Ömer bin Ebî Rebî’a”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.18, sy. 2, Bursa.
Yaltkaya, M. Şerafeddin 1943, Yedi Askı, MEB Yayınları, İstanbul.
Yanık, Nevzat 2010, Arap Şiirinde Tasvir, Fenomen Yayınevi, Erzurum.
Yanık, Nevzat ve diğerleri 2004, Yedi Askı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.
Yıldırım, Kadri 1998, Cahiliyye ve İslamî Dönem Şiir Mevzularının Mukayesesi,
Harran Üniversitesi SBE Yayımlanmamış Doktora Tezi, Şanlı Urfa.
Zâhî, Ferîd 1990, el-Cesed ve’l-Sûrah ve’l-Mukaddes fi’l-İslam, Beyrut.
Zebîdî, Muhammed b. Muhammed el- Hüseyin 1307, Tâcu’l-Arûs.
Zevzenî, Hasan b. Ahmed 1972, Şerhu’l-Mu’allakati’s- Seb’, Beyrut.
Zeydân, Corcî 2004; İslâm Uygarlıkları Tarihi (çev. Nejdet Gök), İletişim Yayınları,
İstanbul
Zeydân, Corci ts; Târihu Edebi’l-Lugati’l-Arabiyye, Kahire
Zubeydî, Abdulhakîm 2007, Hasâ’isu Şi’ri’l-Gazel İnde Ömer b Ebî Rabî’a (erRâ’iyye
Nemûzecen www.nashiri.net)
Konular
- PARS DERGİSİ
- ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ
- KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER VE LÂMİ’Î ÇELEBÎ’NİN ŞEM’Ü PERVÂNE MESNEVİSİ
- FARS EDEBİYATINDA METAFİZİK YOLCULUKLAR
- شاعران فارسی سرای وفارسینويس ارزرومی
- تعلیم وتربیت ازمنظر سعدی
- توازن موسیقايی غزلهای سعدی
- YAŞAR KEMAL’İN İNCE MEMED ROMANI İLE SADIK ÇUBEK’İN TENGSİR ADLI ROMANININ KARŞILAŞTIRMASI
- YAVUZ SULTAN SELİM’İN DÎVÂNINDA OLMAYAN FARSÇA ŞİİRLERİ
- KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN)
- ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IYRD.
- RÛDEKÎ-Yİ SEMERKANDÎ (Ö. 329/940)
- NAZÎRÎZÂDE EMÎN’İN ŞEYHÜLİSLÂM FEYZULLAH EFENDİ’YE FARSÇA METHİYELERİ
- HAYRETÎ DİVANINDA GEÇEN “GAM” KELİMELERİNİN TASARIMLARI
- BÂBÂ TÂHİR-İ HEMEDÂNÎ DİVANININ MEHDÎ-İ HAMÎDÎ NÜSHASINDA GEÇEN DOBEYTÎLERİ VE TÜRKÇE TERCÜMESİ
- EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN GAZELLERİNDE NASİHAT VE NEFİS MUHASEBESİ
- HÂB-I HAYÂL, AYINTABLI HÜSNÜ
- شاعران فارسیسرای و فارسینويس ارزرومی*
- مسئلة »مضمون« در شعر کودکان و نوجوانان
- مأخذ اصلی تمثیل خورندگان پیلبچهدرمثنوی
- وگرايی درهنر ايران
- NEF’Î’NİN TUHFETU’L-UŞŞÂK ADLI FARSÇA KASİDESİ
- ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IIYRD.
- DAKİKÎ-Yİ TUSÎ (Ö. 366/976)
- ÂRİF ÇELEBİ’NİN FARSÇA KASİDESİ VE TÜRKÇE ÇEVİRİSİ
- SÂİB-İ TEBRİZÎ’NİN ŞİİRLERİNDE GEÇEN “HÂB-I BAHÂR” TAMLAMASI ÜZERİNE
- ROMEN DİLİNDE KULLANILAN FARSÇA KELİMELER
- سینمای ایران
- آداب حرب مغول درتاریخ جهانگشای جوینی
- بررسی تطبیقی ضرب المثل های ترکی سنقر با ضرب المثل های زبان فارسی