Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme

İnceleme
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29 93
İran dış politikası, devrimden bugüne değişimler geçirdi.
Resimde, İran İslam Devrimi lideri Humeyni, Devrim’den hemen sonraki günlerde FKÖ lideri Yaser Arafat’la görülüyor.
Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel
Değerlendirme
Iranian Islamic Revolution From Past to Present: A General Evaluation
Dr. Ünal GÜNDOĞAN
Abstract
In 1979, a drastic change has been occurred in Iran. It was a revolution in the true sense of the concept
for its lust for justice, liberty and equality. It was also a popular uprising against imperialism of which
all revolutions had the same stand. But it has also many novelties not to the theory, but for the Islamic
perspectives. First and foremost, it was a breaking point within the Islamic history in general and within
the Shi’ite tradition in particular. This article first focuses on the “firsts” of the Iranian revolution in the
Islamic history. These “firsts” reflect themselves in the domestic and international policies of the new Islamic
Republic of Iran, such as anti-monarchy, export of revolution and pan-Islamism.
İnceleme
94
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29
Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yy’lın başlarında
dağılmasından sonra Ortadoğu’da meydana gelen en önemli olaylardan birisi de kuşkusuz 1979
yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi’dir. Ger-
çekten de, bu devrim, Petrol’ün keşfi, bağımsız
Arap devletlerinin ortaya çıkışı ve İsrail’in kurulması üçgeninde gelişen bölge tarihinin en son
önemli noktasıdır.
Genel siyasi tarih açısından bakıldığında İran
İslam Devrimi, devrim öncesi olayların seyriyle; devrim sonrası oluşturulan siyasi-ekonomik
ve kültürel yapılarıyla ve şii karakteri yanında
daha evrensel mesajlarıyla; bölge ile dünya politikasına yaptığı etkileriyle ancak Fransız, Bolşevik ve Çin devrimleriyle karşılaştırılabilecek bir
konumdadır. Bazı nüans ve anlayış farklılıklarına
rağmen 20. yy’daki tüm liberal ve sosyalist devrimlerin ortak sloganı haline gelen “özgürlük,
eşitlik, adalet, bağımsızlık” gibi kavramlar İranlı
devrimcilerinin de yıldızlaşan ilkeleridir. Benzer şekilde, “ezen-ezilen,” “sömüren-sömürülen,”
“burjuva-proleterya,” “efendi-köle” çelişkileri,
İran Devrimi’nde “müstekbir-mustazaf” ayırımı-
na dönüşmüş; ABD-İsrail-Sovyetler Birliği-Batı
Avrupa ile İslam dünyasının yöneticileri müstek
bir saflarında, İran ile birlikte Müslüman olsun
olmasın fakir ülkelerin halkları ise mustazaf saflarında konumlandırılmıştır. Bu ve benzeri sınıflandırmalar aslında kendilerini ezilenlerin koruyucusu ilan eden tüm devrimciler tarafından
yapılagelmiştir.
İran’daki devrim, İslam tarihi açısından ayrı bir
kırılma noktasıdır. 661 yılından 1258 tarihine
kadar geçen süre içinde (kısa bir süre hariç), genel olarak Sünni devletler (Emeviler, Abbasiler,
Selçuklular) tarafından yönetilen İran toprakları,
1200’lü yılların başından itibaren Moğol kontrolüne girmişti. 600’lü yılların ikinci yarısından itibaren İslam hakimiyetine girmesi İran toprakları
birinci dönüm noktası ise, ikincisi Moğol istilası-
dır. Bu tarihten 1500’lü yılların başına kadar İran,
irili ufaklı Moğol, Türk, Arap ve Fars hanedanlarının hakimiyetinde, çatışmaların istikrarsız
ortamında bir dönem yaşamıştır. İslam medeniyetinin iki ana kolu bu tarihlerde şekillenmeye
başlamış ve günümüze kadar ulaşmıştır: Batıda
Türkler (Osmanlı İmparatorluğu – Sünni), doğuda İranlılar (Safevi Devleti – Şii). Birinci Dünya
Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağılması batıdaki kolu Sünni dünyanın liderliği
kapsamında sonlandırmıştır. Anadolu’da örgütlenen Kurtuluş Savaşı genel olarak işgalci güçlere
karşı yürütülmüş, sonuçta geçmişin İslami iddiaları terk edilerek modern Türkiye Cumhuriyeti
devleti kurulmuştur.
Doğu kanadının serüveni ise 1502 tarihinde kurulan Safevi İmparatorluğu ile önemli bir aşama
kaydetmiştir. Safevi Hanedanı, İran’ı sistematik
olarak Şiileştirmiş ve ve diğer devletlerle mezhep
temeli üzerinden rekabete girişmiştir. Bugün
tüm çevre ülkelerde önemli oranda Şii nüfusun
varlığında Safevilerin bu siyasetinin katkısı bulunmaktadır.
19. yy’ın son çeyreğindeki “Tütün İsyanı” ile 20.
yy’ın başındaki “Anayasa Hareketleri”ni İran tarihi içerisinde kaydadeğer geşlişmeler olarak
ortaya sıralayabiliriz. Bu iki olay, İran halkının
yönetime katılma çabalarının ve ileride ortaya
çıkacak devrimci hareketlerin anlaşılması bakı-
mından önemlidir. İran siyaseti son iki yüzyıl boyunca sürekli olarak yabancı baskı ve müdahalesi altında kalmıştır. 1800’lü yılların ortalarından
itibaren birkaç defa fillen işgal edilerek, devletin
karar süreçleri felç edilmiştir. Saray yönetimi yabancı güçlerin müdahalesi neticesinde aslında
20. yy başlarında fiilen çökmüş durumdadır. Bu
çöküşün resmen ilan edilebilmesi 1924 yılında
iktidarı ele geçiren Pehlevi Hanedanı’nın marifetiyle ancak 1979 yılına kadar ertelenebilmiş-
tir. Bu çerçevede, İran İslam Devrimi, İslam’ın
Şii kolunun yeniden dirilmesi olarak görülebilir.
Devrim, genel olarak İran’daki yabancı nüfuzuna, yabancıların İran’ın içişlerine karışmasına,
Pehlevi-ABD yakınlaşmasına, bozuk ekonomik
koşullara, İran’ın batılılaştırılması ve modernleştirilmesi çabalarına tepki olarak ortaya çıkmış
olsa da, bütün bu retoriğin gerisinde, etkileri çok
kuvvetli Şii tarihinin sembolik olayları belagatli biçimde yer almıştır. Şehid Hüseyin, Kerbela,
Hz. Ali, Ehli Beyt, Yezid, Hz. Fatıma gibi Şiilerin
önemli isim ve olayları her vesile ile gündeme getirilmiştir.
İnceleme
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29 95
1979 Devrimi genel olarak İslam, özelde ise İran
tarihinde birçok “ilk”i bünyesinde barındırmaktadır. Birincisi, İslam tarihinde ilk defa bir yönetim çok geniş katılımlı halk hareketi sonucunda
el değiştirmiştir. Halkın yönetime bu denli geniş
bir biçimde katılması, Türkiye’deki demokratik
süreçleri bir derece dışarıda bırakırsak, İslam
dünyası açısından önemli bir gelişmedir. Bu sü-
reçte üretim sektörünün devreye girmesi (sendikal hareket ve genel grevlerle) Pehlevi idaresini
adeta felç etmiştir. Ayrıca, değişik meslek kesimlerinin de muhalefet saflarında yer almasıyla Şah
yönetiminin “yönetemezlik krizi” derinleştirilmiştir.
Devrimin ikinci ve belkide en farklı ve şaşırtıcı ö-
zelliği ise, din adamları (ulema) önderliğinde bir
hareketin mevcut siyasi rejimi devirmesi ve akabinde iktidarı ele geçirmesidir. Ulemanın güncel
siyaset dahil, toplumsal konuların çoğunda mü-
dahil olduğu, görüş belirttiği, halkı yönlendirdi-
ği, mevcut rejimi suçlayarak tavır aldığı ve hepsinden de öte, yeni bir yönetim modeli (Velayet-i
Fakih) ortaya koyarak, iktidar alternatifi olduğuna halkı ikna ettiği, sonunda başarıya ulaşarak bu
modeli hayata geçirdiği bir örnek ya da benzeri
örnekler İslam dünyasında çok nadir görülmüş-
tür. Velayeti Fakih modelinin temel yaklaşımı,
“siyasi yönetimin meşruiyet temelini” hem halka, hem de İslam inancına yaslamasıdır. Daha
önce din adamları, siyasi önderler olarak ortaya
çıksa da, bu hep sınırlı kalmış, ulema devletin
başına hiç bir zaman geçmemiştir. Bu model,
klasik “İmamet” ve “Beklenen Mehdi” inancına
dayanan Şii siyasi düşüncesinden ve bin dört yüz
yıllık Şii siyasi pratiğinden farklıdır. Daha önce
iktidarların baskı ve zalimce uygulamalarındaki
artışın, Mehdi’nin dünyaya gelmesi için gerekli
olduğunu öncülleyen Şii siyasi düşünce, en azından Ayetullah Humeyni nazarında terkedilerek
yerini, İmamın yokluğunda ulemanın yönetiminin meşru olduğu inancına bırakmıştır. Ayetullah Humeyni’ye göre, İmam’ın yokluğunda illa
adaletsizliğin artması ve sonuç olarak İmam’ın
beklenmesi gerekmemektedir. Bunun yerine
İmam’ın gelişini kolaylaştıracak ve kısmi de olsa
adaleti tesis edecek ulema önderliğinde bir yönetimin kurulması pek ala mümkün olabilecektir.
İran’daki Şii dindar kesimlerin kitlesel halde devrimci sürece katılmalarının gerisinde yatan neden budur. Bu aynı zamanda farklı ulema gruplarının birbirleriyle kıyasıya çatışmaya düştüğü
alandır. İran’da devrin önde gelen alimlerinden
Ayetullah Şeriatmedari’nin devrime karşı koyu-
şunun gerisinde bu reformcu düşünceye başkaldırı yatmaktadır.
İran İslam Devrimi, yukarıda sayılan özellikleri
ve devrim sonrası gelişen politikaları nedeniyle,
entellektüel, siyasi, ekonomik ve kültürel çevrelerde muazzam bir ilgiye mazhar olmuştur. Bu
ilgi üç konu başlığı altında özetlenebilir: 1) devrime sebep olan nedenlerin ve devrimci süreçte
ortaya çıkan olayların analizi; 2) devrim sonrası
oluşan yeni devletin felsefi ve kurumsal arkaplanı; 3) İran İslam Cumhuriyeti’nin politikaları.
Devrimci süreçte üzerinde en fazla durulan konuların başında 1953 yılında ABD ve İngiltere
destekli bir darbe ile görevden uzaklaştırılan
Başbakan Dr. Musaddık olayı gelmektedir. Halk
tarafından sevilen ve İran ulusal çıkarlarının savunucusu olarak bilinen Başbakan Musaddık’ın
bu şekilde iktidardan uzaklaştırılması, İran halkının uzun yıllar sürecek bir travma yaşamasına
yol açmıştır. İran uzmanları büyük bir ittifakla
Devrim ihracı çabalarında ilk başlarda Şiiliğe özel kavramlardan ö-
zellikle uzak durulmaya özen gösterilmiştir. Çünkü devrimcilere göre
devrim, İslam’ın evrensel mesajları etrafında gerçekleşmişti. Bu noktada Şii ve Sünni kardeşliğine vurgu yapıldığı görüldü.
İnceleme
96
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29
Musaddık olayının bir zincirleme etki yaptığını
ve devrime varan sürecin tetikleyicisi olduğunu
kabul etmektedirler. Devrimci süreç Ayetullah
Humeyni’nin 1960’ların başından beri monar-
şi ve ABD karşıtı söylemleri olmadan tam olarak anlaşılmaz. Humeyni, Ortadoğu’nun en eski
ve köklü medeniyetlerinden birisine sahip İran
halkının Şah ve ABD tarafından kırılan onurunun sözcüsü olmuş, bu uğurda hapishanelerde
yatmak, suikastlere uğramak, oğlunun öldürülmesi gibi büyük bedel ödemekten kaçınmamış,
ömrünün son onbeş yılını ülkesinden ayrı sürgünde geçirmiş birisidir. Monarşi, Şah ve ABD
karşıtlığından hiç taviz vermeyen düşünceleri
İran dış politikasında pragmatik yaklaşımlar da etkili oldu. Resimde, İran
Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Ekim 2007’de Erivan’daki resmi ziyaretinde
meslekdaşı Koçaryan ile görülüyor.
ve kararlı tutumu; sade ve basit yaşam tarzıyla
halka yakın tavırları; geleneksel Şii düşünceyi reform ederek modern kitlelerin kabullenmelerini
sağlayan entellektüel açılımları; İslam tarihinin
olayları ve şahsiyetleri ile modern zaman olay ve
şahsiyetleri arasındaki kurduğu sembolik bağlar;
ve hepsinden öte, bütün bunları yaparken ortaya
koyduğu belagatli söylem, onu bir müddet sonra
tüm İran muhalefetinin doğal lideri konumuna
ulaştırmıştır.
1950 ile 1979 yılları arasında geçen dönemde
Şah, Ak Devrim ile ekonomi ve toplumsal hayatın her alanına nüfuz eden politikalar geliştirmek
istemiştir. Ak Devrim temeli itibariyle toprak reformu çerçevesinde bir modernleştirme programıdır. Doğal olarak, bu dönemde büyük ölçüde
toprağa bağlı bir yaşam sürdüren geleneksel kitlelerin, toprak reformu marifetiyle yine geleneksel yapılarının parçalanması, ittifaklarının çö-
zülmesi ve yaşam tarzlarına müdahale edilmesi,
büyük toprak sahiplerini, ulemayı, esnaf, çiftçi ve
tüccarı kızdırmış ve rejim karşıtı bir tutum benimsemelerine yol açmıştır.
Şah, dinin ve ulemanın toplumsal etkinliğinin
azaltılması için programlar geliştir ve medrese
eğitiminin öneminin azaltılmaya çalışmıştır. Bu
politikalar dini kesimleri kızdırsa da asıl sorun
bürokratik çürümede görülmüştür. Devlet bü-
rokrasisinde liyakatin terk edilerek ehil olmayan
fakat rejime sadık kimselerin başa getirilmesi,
yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, irtikab, hile,
nepotizm uygulamalarının yaygınlaşması, savcı
ve hakimlerin rejim yanlısı kararları toplumun
devlete ve adalete olan güveninin sarsılması sonucunu doğurmuştur. Kişi hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar, güçlü ordu, polis ve
istihbarat teşkilatları ile toplum üzerinde yaygın
şekilde baskı kurulması, sivil toplum kuruluşlarının engellenmesi, sadece devlet güdümündeki
siyasi ve ekonomik faaliyetlere izin verilmesi,
toplumun mevcut rejime daha fazla yabancı-
laşmasına neden olmuştur. Ekonomik alanda,
üretime dayalı yapının oluşturulamayışı, adil bir
gelir dağılım sisteminin kurulamaması, işsizli-
ğin artması, petrol gelirlerinin üretimin artışı
veya işsizlik sorununa çözüm bulunması yerine
İnceleme
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29 97
daha çok askeri yatırımlarda hoyratça kullanılması, şehirli ve köylü fakir kitlelerin sistemden
duydukları hoşnutsuzluğu artırmıştır. Şehirlerin
çarpık şekilde büyümesi, zaman içinde şehirli
dışlanmış kesimlerin olağanüstü oranda artması, altyapı problemlerinin bir türlü çözülemeyişi,
neslin kalitesiz ve sağlıksız barınaklarda yaşam
mücadelesi vermesi, eğitim ve sağlık sisteminin
çökmesi sonucu yaşam seviyeleri giderek daha
da düşmüştür. Bütün bunların üzerine, saray
mensuplarının dilden dile dolaşan servetleri ve
lüks/şatafatlı yaşam pratikleri, geniş halk kitlelerinin Şah’dan bireysel olarak nefret etmeleri sonucuna yol açmıştır.
Bir devrim neticesinde kurulan İran İslam
Cumhuriyeti, siyasi sistem açısından demokrasi-teokrasi karışımı bir devlettir. Bu yönetimin
başında bizzat ulemadan bir “Rehber” bulunmaktadır. Rehberin ilk vazifesi İslam’ın ve İran’ın
çıkarlarının anayasa çerçevesinde korunmasıdır.
Rehber’in yanında bir nevi ulema konseyi olarak
adlandırılabilecek olan bir yapılanma bulunmaktadır. Rehber ile birlikte bu konsey, çok rahat
biçimde modern devletlerde görülen anayasa
mahkemeleri veya anayasa koruma kurullarına
benzetilebilir. Buradaki fark, batıda bu tür kurumlar daha çok hukuk düzeni içinde ve yine daha çok kişi hak ve özgürlüklerinin korunması yö-
nünde gelişmişken, İran’daki bu konsey İslam’ın
ve İran’ın ulusal çıkarlarını önceleyen din adamlarından oluşmaktadır. Rehberlik varlığı itibariyle teokratiktir. Ancak, makamı ve fonksiyonları
itibariyle moderndir. Modern anlamda kontrol
yetkileriyle donatılmıştır. Anayasayı korumaktadır. Önemli devlet yetkililerini atamaktadır. Se-
çimleri gözetlemekte, devletin uyum içerisinde
çalışmasını sağlamaktadır.
İran yönetimi modern kurumlara sahiptir. Cumhurbaşkanlığı, bakanlıklar, Meclis, adli ve hukuki
kurumlar, istihbarat, milli güvenlik konseyi gibi
kurumlar İran’ın gündelik işlerini yürütmektedirler. Bu kurumlar, ülkenin iç ve dış konularıyla
ilgili kararlar almakta, ilişkiler tesis etmekte ve
gelir dağılımını yönlendirmektedirler. Mahkemeler ise anayasal sınırlar içerisinde halkın kendi
arasındaki ve devletle olan ilişkilerindeki sorunlarda devreye girmektedir. Cumhurbaşkanlığı ve
Meclis seçimleri düzenli olarak belirlenen tarihlerde yapılmaktadır. Bu seçimlerde kıyasıya rekabet yaşanması, seçimlerin sembolik olmaktan ö-
te anlamlar taşıdığını göstermektedir. Geniş halk
kitleleri kendi taleplerinin rejim katında temsil
edilmesi yönünde büyük çaba sarfetmektedirler. Öyle ki, sonu çatışmalara varan büyük çaplı
gösteriler seçimlerden önce veya sonra düzenlenebilmektedir. Bu, halkın siyasete ve yönetime
katılmasının derecesini göstermesi bakımından
önemlidir. Seçime katılacakların veto tehdidi altında siyaset yapmaları sistemin en büyük zaaflarından birisidir. Bu durum, seçme ve seçilme
hakkı gibi önemli özgürlüklerden birisi hakkında
şüpheler oluşmasına yol açmakta, ayrıca çok rahatlıkla rejim sınırları içerisinde demokratik mü-
cadele verecek kesimler, sistemden dışlanarak illegal örgütlenmeye zorlanmaktadırlar.
İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikasını belirleyen en önemli etken devrim ideolojisidir.
Bu ideoloji devrimin lideri Ayetullah Humeyni
tarafından formüle edilmiştir. Bu ideolojinin dış
politikaya yansıyan temel özellikleri arasında,
müstekbir-mustazaf ayırımı, monarşi, ABD, İsrail, kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı bulunmaktadır. Müstekbir-mustazaf ayırımı İslam’ın
hak-batıl ayırımından ilham alan bir kavramsallaştırmadır. Buna göre, tüm insanlığı sömürmeye çalışan, onların ulusal ve kişisel varlıklarında
gözü olan, bunun için her türlü kötülüğü yapan
veya yapmaya hazır olan müstekbirler ile varlıkları elinden alınmış, zayıf bırakılmış, hakları gasp
edilmiş mustazaflar arasında kıyasıya bir savaş
vardır. Bu savaşta ABD, İsrail, Rusya ve kısacası
egemen güçler müstekbirler tarafında, başta İran
olmak üzere sömürülen ülkeler ve halklar ise
mustazaflar tarafında resmedilmektedir. İslam
dünyası açısından ise müslümanların iradelerine
muhalif olarak işbaşına gelen monarşiler ile diktatörler müstekbir, geniş halk kitleleri ise mustazaflar olarak değerlendirilmektedir.
İran’ın diğer bir dış politika ilkesi ise “Ne Doğu,
Ne Batı, Sadece İslam” sloganı ile ifade edilebilir.
Daha çok soğuk savaş döneminin ilişkilerine uygun olan bu ilkeye göre İran, ne ABD önderliğin-
İnceleme
98
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29
deki batı, ne de Sovyetler Birliği önderliğindeki
doğu ile birlikte hareket edecektir. Üçüncü yol
olarak müslüman halkların yanında yer alacaktır. Egemen güçlerle ilişkilerini eşitlik üzerinden
yürütecek, her türlü vesayet ve siyasi bağımlılık
fikrini reddedecektir.
İran Devrimi köklü bir monarşiyi sonlandırmış-
tır. Bu açıdan monarşi karşıtı olması doğaldır.
Ancak, diğer monarşi karşıtı devrim veya hareketlerin aksine, İranlı devrimciler bu özelliği İslam içerisinde bir doktrin haline getirmişler ve
aslında İslam siyasi anlayışının monarşi karşıtı
olduğunun, bu yüzden İslam dünyasında monarşi yönetimlerinin sona ermesi gerektiğinin
propagandasını yapmışlardır. Bu propaganda,
özellikle Körfez’in Arap monarşilerinde büyük
bir endişe kaynağıdır ve günümüze kadar süren
gerginliğin arkaplanını oluşturmaktadır.
İran Devrimi doğası gereği Pan-İslamisttir. Ayetullah Humeyni tüm dünya müslümanlarının
birliğinden yanadır ve müslüman dünyanın karşı
karşıya kaldığı problemlerin çoğunun temelinde,
müslümanların İslam’ın kutsal yoluna yabancı-
laştırılmalarını; doğu veya batının çürümüş hayat tarzlarını benimsemelerini; baskıcı ülkelerin
entrikalarının bir sonucu olarak ülkelerinin par-
çalanmışlığını görmekteydi. Kurtuluşun yegane
yolu İslam’a dönmek, gerçek ve doğru İslami hü-
kümetler kurmak ve suni farklılıkları ortadan kaldırarak yeniden birliği sağlamaktı. Müslümanlar
ve ezilen diğer milletler küresel güç dengesini
değiştirebilmek, esarete ve sömürüye son verebilmek için birbirleri ile işbirliği yapmalıydılar.
Ancak, Ayetullah Humeyni’nin bu düşünceleri
İslam dünyasında çok fazla destek bulamamış-
tır. Bunda da, İran Devrimi’ni Şiilik kalıplarına
sokmakta gösterdikleri başarıdan dolayı Sünni
dünyanın önemli katkısı bulunmaktadır. İran’ın
bu ve benzeri her çağrısı, “Şiiliğin yaygınlaştırılması propagandası olduğu” şeklindeki karşı propagandayla etkisiz hale getirilmiştir.
İran İslam Cumhuriyeti’nin özellikle ilk on yılındaki dış politikalarında “devrim ihracı” çabaları
yoğun biçimde yürütülmüştür. Devrimciler yeni
cumhuriyetin, başta müslüman toplumlar olmak
üzere, tüm dünyadaki ezilmişlere yardım etmesini, İslami devrimci hareketlerin koruyuculuğunu
üstlenmesini temel hedef olarak belirlediler. Elbette, bunu yaparken sadece barışçıl yöntemlerin kullanılmasını bir zaruret olarak görüyorlardı
zira güç kullanılarak ele geçen iktidarlar meşru
kabul edilemezdi. Bu boyutu ile İranlı liderler,
devrim ihracından çok İslam ve ezilenler arası
dayanışma kavramını öne çıkarmışlardır.
Devrim ihracı çabalarında ilk başlarda Şiili-
ğe özel kavramlardan özellikle uzak durulmaya
özen gösterilmiştir. Çünkü devrimcilere göre
devrim, Şiilikten ziyade İslam’ın evrensel mesajları etrafında gerçekleşmişti. Öyle ki, bu noktada
Şii ve Sünni müslümanların kardeşliği konusuna sürekli vurgu yapıldığı görüldü. Bu zamanda mezhepsel farklar ihmal edilebilirdi, çünkü
mezhep farklılıkları İslam kardeşliği yanında tali
meselelerdi. Önemli olan herkesin “müslüman
kimliği”nde birleşmesi ve zulme karşı birlikte hareket etme iradesini ortaya koymasıydı.
Genel kabulün aksine, devrim ihracı çabalarının
gerisinde sadece devrimcilerin idealizmi bulunmamaktaydı. Buna ilaveten yeni devletin güvenlik ihtiyacı gibi reel bir gerekçe de vardı. Yıkılan
Devrim ihracı çabalarının etkisizleştiren reelpolitik, İran’ın sadece ideolojiye dayalı bir dış politika izleyememesi sonucunu da doğurmuştur.
Çünkü, ideoloji hiçbir ülkede dış politikanın tek belirleyicisi olamaz.
İnceleme
Mayıs 2011 - Cilt: 3 - Sayı: 29 99
rejim uluslararası sistem ile uyumluydu. Şimdi
devrimci ülke bu sistemden çıkmakla bir nevi
yalnızlığa düşmüştü. Uluslararası sistemde yalnızlık (izolasyon) hiçbir ülke için istenen bir durum değildi. Özellikle dünyanın egemenleri şeytan, komşu ülkeler de işbirlikçiler olarak düşman
kategorisine alındığında ve bu ülkelerin yönetim
şekilleri ile yöneticileri gayri meşru ilan edildi-
ğinde, bu yalnızlığın ölümcül sonuçlar doğurması kaçınılmaz olabilirdi. Bundan kaçınmanın
genel olarak iki yolu vardı: 1) Komşu devletlerde
kendi ideallerini paylaşan benzer rejimlerin kurulması; 2) Sistemin egemen güçlerine karşı bu
sisteme başkaldıran büyük küçük tüm ülke veya
gruplarla ittifaklar oluşturulması (ABD ve İsrail’e
karşı Rusya, Çin, Avrupa, diğer üçüncü dünya ülkeleri vs). İran her seçeneği de denemiştir.
İran İslam Devrimi’nin son 30 yılına bakıldığında, devrim ihracı çabalarının sınırlı/etkisiz kaldığı çok rahatlıkla söylenebilir. Bu sürede, İran
benzeri bir devrim İslam dünyasında meydana
gelmemiştir. Bu sonuca yol açan faktörler şunlardır: 1) Devrimin ve yeni devletin Şii ve Fars niteliği, 2) İslam ülkelerindeki mevcut rejimlerin radikal hareketlere karşı mücadelede kazandıkları
tecrübeler, 3) İran İslam Cumhuriyeti’nin ekonomik ve askeri gücünün sınırlılığı, 4) Devrimin
evrensel mesajlarının müslüman olmayan dünyada yankı bulmayışı, 5) ABD’nin İran’ı kuşatma
politikasının başarısı, 6) İran rejiminin yanlışları
(ABD ile silah ticareti, Sovyetler Birliği ile yakın
ilişkiler, baskıcı Suriye yönetimi ile yakın ilişkiler,
Irak Savaşında mutlak zafer ısrarı, Ermenistan
ile yakın ilişkiler, vs.).
Devrim ihracı çabalarının etkisizleştiren reelpolitik, İran’ın sadece ideolojiye dayalı bir dış politika izleyememesi sonucunu da doğurmuştur.
Çünkü, her ne kadar ideoloji dış politikaya yön
veren etkenler arasında önemli bir yer tutsa da,
hiçbir ülkede dış politikanın tek belirleyicisi olamaz. Herhangi bir ülkede olduğu gibi, devrim
sontasında da İran’ın dış politikasını belirleyen
etkenler arasında ideolojiden başka, 1) jeostratejik gerçekler, 2) tarihsel miras, 3) İran’ın etnik,
dini ve kültürel yapısı, 4) ülkenin ekonomik ko-
şulları 5) ordunun durumu ve askeri ihtiyaçlar, 6)
stratejik-doğal kaynakların varlığı, 7) basın-yayın
ve kamuoyunun etkisi, 8) anayasal kurumların
etkisi, 9) rejim içi çekişmeler ve 10) uluslararası
sistemin yapısı bulunmaktadır. Doğal olarak, bazı olaylarda ideolojinin rolü ön planda olurken,
diğer bazı olaylarda ise, jeostratejik konum, ekonomik durum veya rejim içi çekişmeler vs. daha
önemli olabilmektedir. Örneğin, büyük şeytan
olarak görülen ABD-İran ilişkilerinde tarihi sü-
reç içerisinde oluşan Amerikan karşıtlığı etkili
olurken, bu sefer küçük şeytan olarak adlandı-
rılan Sovyetler Birliği ile ilişkilerde uluslararası
sistemin yapısı etkili olmuştur. Her iki devleti
de şeytan olarak niteleyen İran, birisiyle ilişkilerini kökten bozarken, diğeriyle sıcak ve yakın
ilişkiler kurabilmiştir. İran’ın Suudi Arabistan ve
Körfez ülkeleri ile ilişkileri ise ideoloji ve petrol
ekonomisi etrafında şekilenmiştir. İdeolojik olarak düşmanca bir tutum sergilemesi gerekirken,
Türkiye-İran ilişkileri devrim öncesine nazaran
karşılaştırma yapılamayacak ölçüde iyi ve yakın
olmuştur. Bu konuda pragmatik yaklaşımlar etkili olmuştur.
O

Konular