NECMUDDÎN-İ RÂZÎ: HAYATI VE ESERLERİ
Özet: 7./13. yüzyılın büyük mutasavvıf yazarlarından birisi olan Necmuddîn-i Râzî, Moğol istilâsından kaçarak Anadolu topraklarına sığınmış ve klâsik Fars edebiyatının önemli eserlerinden birisi sayılan Mirsâdu’l-İbâd adlı tasavvufî kitabını Sivas’ta kaleme alarak Selçuklu sultanı Alâuddîn Keykubâd’a ithaf etmiştir. Bu makalede Necmuddîn-i Râzî’nin yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal özellikleri üzerinde durulmuş, yazarın hayat hikâyesi ve eserleri ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Necmuddîn-i Râzî, İran, tasavvuf, Mirsâdu’l-İbâd.
Najm al-din Razi: His Life and Works
Summary: Najm al-din Razi who is one of the greatest Sufi writers of 13th century of Iran, escaping from Mongol invasion came to Anatolia and wrote his famous mystic book “Mirsâd al-Ibâd” at Sivas and presented it to the Saljuqid king Alâ al-dîn Kaykubâd. In this article the author investigates the social and political events of the period that Najm al-din Razi lived and deals with his life and works in detail.
Keywords: Najm al-din Razi, Iran, sufism, Mirsâd al-Ibâd.
Giriş
7./13. yüzyıl Türk, İran ve İslâm tarihinde pek çok bakımdan bir dönüm noktası olmuştur. Bugün bir kısmı Afganistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan ve İran içlerinde kalan ve başta Türk, Fars ve Arap halkları olmak üzere birçok etnik grubun bir arada yaşadığı Türkistan, Maveraünnehir ve Horasan havzasında, bilim, kültür, sanat ve medeniyetin zirveye ulaştığı bir sırada ortaya çıkan Moğol istilâsı yalnızca o bölgede değil, bütün dünya tarihinde büyük değişimlere yol açmıştır. Bu yüzyılda bir yandan bilim, sanat, kültür, felsefe ve tasavvuf gibi sahalarda göz alıcı gelişmeler ve ilerlemeler yaşanırken, diğer yandan dinî hoşgörünün hızla ortadan kaybolması, taassuptan kaynaklanan mezhep çatışmalarının artması, felsefe, kelâm ve tasavvuf okulları arasındaki bitip tükenmek bilmez diyalektik tartışmalar, ülkeler ve sultanlar arasında, özellikle Harezmşahlılar içinde yaşanan iktidar mücadeleleri ve genel olarak toplumsal yozlaşma, İslâm coğrafyasının bu önemli ve büyük bölgesinin, ayak sesleri hızla yaklaşan Moğol istilâsına karşı hazırlıksız yakalanmasına neden olmuşturi.
7./13. yüzyılın başlarından itibaren yoğunlaşan ve 616/1221’de İran topraklarına ulaşan Moğol akınları, kısa zamanda büyük bir istilâ ve katliam hareketine dönüşmüş, bu saldırılar o sırada Harezmşahların egemenliği altında bulunan Horasan ve Harezm bölgesiniii etkisi altına alarak Otrar, Cend, Fenaket, Hocend, Buhara, Belh, Semerkant, Nahşeb, Tirmiz, Merv ve Nişabur gibi yüzlerce yıllık geçmişe sahip olan bilim ve medeniyet merkezlerinin acımasızca yakılıp yıkılmasına, yağmalanmasına ve hepsinden kötüsü sayısız bilimsel ve edebî eserin bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlıklarına gömülmesine yol açmıştıriii. Bu geniş coğrafî bölgede yaşanan kargaşa yüz binlerce insanın ölümüne, kitle halinde göçlere, bu cümleden olarak pek çok şair, yazar, âlim, filozof, mutasavvıf ve benzeri kültürel şahsiyetin Maveraünnehir üzerinden İran’ın içlerine, Fars, Kirman, Hindistan, Bağdat, Şam ve Anadolu’ya kaçarak daha güvenli bölgelere göç etmek zorunda kalmasına neden olmuş, örneğin El-Mu’cem fî Me’ayir Eş’âri’l-Acem’in yazarı Şems-i Kays-i Râzî 614/1217’de Harezm’den ayrılmış, Lubâbu’l-Elbâb’ın yazarı Muhammed-i Avfî 616/1219’da Hindistan’a kaçmış, ileriki yıllarda Anadolu’daki tasavvuf, kültür ve edebiyat hayatına damgasını vuracak olan Mevlânâ Celâluddîn’in babası Bahâ-i Veled (ö. 628/1231) ve ailesi de Moğol istilâsından kısa süre önce Belh’i terk etmişlerdiriv. Kaçabilenler ya da Moğollarla bir şekilde uzlaşarak hayatta kalmayı başarabilenler dışında, Şeyh Necmuddîn-i Kübrâ ve Ferîduddîn-i Attâr gibi yurtlarında kalarak Moğollara karşı direnmeye çalışan pek çok âlim 618/1221 yılında Harezm’de katledilmiştir.
7./13. yüzyıl, o dönemde yaşanan toplumsal ve siyasal kargaşaya rağmen, aynı zamanda İran ve İslâm tasavvufunda, eserleri ve düşünceleriyle isimleri tarihe geçen nice seçkin şahsiyetin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bunlar arasında Ferîduddîn-i Attâr (ö. 618/1221), Bahâ-i Veled (ö. 628/1231), Şihâbuddîn Ebû Hafs Ömer-i Suhreverdî (ö. 632/1234), Evhaduddîn-i Kirmânî (ö. 634/1236), Raziyyuddîn Ali-yi Lala (ö. 642/1244), Şems-i Tebrizî (ö. 645/1247), Sa’duddîn-i Hamevî (ö. 650/1252), Seyfuddîn-i Bâherzî (ö. 659/1260), Cemâluddîn Ahmed-i Cûzcânî (ö. 669/1270), Mevlânâ Celâluddîn (ö. 672/1273), Sadruddîn-i Konevî (ö. 673/1274), Necîbuddîn Ali-yi Şîrâzî (ö. 678/1279), Evhaduddîn Abdullah Beliyânî-yi Şîrâzî (ö. 686/1287), Fahruddîn İbrahim-i Irâkî (ö. 688/1289) gibi birçok ünlü sufi vardır. Adı geçen sufilerden kimileri zorunlu olarak Anadolu’yu vatan edinmişler, tasavvufla birlikte, o sırada Fars dilini, edebiyatını ve kültürünü himaye eden Anadolu Selçuklularının egemenliğinde olan Anadolu’da Farsça’nın eskisinden daha çok gelişmesini ve yayılmasını da sağlamışlar, bu etki sadece dille sınırlı kalmamış, aynı zamanda Anadolu’da yeşeren siyaset ve düşünce hareketleri üzerinde yüzlerce yıl devam eden derin izler bırakmıştırv.
İbn Arabî ve onun öğrencisi Sadruddîn-i Konevî başta olmak üzere Anadolu’da toplanan Sa’duddîn-i Fergânî, Fahruddîn-i Irâkî, Mueyyiduddîn-i Cendî, Evhaduddîn-i Kirmânî, Necmuddîn-i Râzî gibi sufiler bu topraklarda geniş ve etkili bir tasavvuf hareketinin başlamasını sağlamış, bu halka hiç kuşkusuz, Türk kültürünü yaşadığı çağdan yüzyılımıza kadar kesintisiz bir şekilde derinden etkileyen Mevlânâ Celâluddîn ile birlikte tamamlanarak kemale ermiştir.
Fuat Köprülü, bu dönemde yaşanan ve Türk dili ve edebiyatının gelişimini de yakından ilgilendiren tarihî süreci, bu sufilerin Anadolu’ya yerleşmelerinin nedenlerini ve sonuçlarını veciz bir şekilde özetler: “Anadolu Selçukluları daha ilk zamanlardan başlayarak sufilere karşı samimi bir hürmet ve iltifat göstermekteydiler. Bir taraftan Selçuklu saraylarında gördükleri bu büyük iyi kabul, diğer taraftan Moğol istilâsı, XIII. asır içinde de Anadolu’ya birçok tanınmış sufilerin gelmesine sebep olmuş ve bilhassa büyük şehirlerde tasavvuf cereyanları pek kuvvetlenmişti. Hükümdarlara ve emirlere uyarak birçok insanlar onlara intisab ediyorlardı... Harizm sahasından gelen Yeseviye mensupları ve Necmüddin Kübrâ müridleri, keza Horasan’dan göçen Kutbüddin Haydar dervişleri, Anadolu’nun her tarafına yayılarak tasavvuf propagandasına başladılar. İşte bu suretle XIII. yüzyılda Anadolu şehirlerinde İslâm tasavvufunun pek tanınmış simalarına tesadüf ediyoruz: Konya’da ... Muhyiddin Arabi, onun şârihi sayabileceğimiz Sadrüddin Konevi, Farsça şiirleriyle tanınan Evhadüddin Kirmani, Tokat’ta ... Fahruddin Iraki, Kayseri ve Sivasta Şeyh Necmüddin Daye, Sadr Konevi müridlerinden Müeyyidüddin Cendi, ... Sadüddin-i Fergani ve daha bu gibi sufiyane eserleri ve şiirleriyle bütün İslâm aleminde tanınmış birçok sufiler artık Anadolu’da yaşıyorlardı... Hakikaten de XIII. yüzyılda, bütün Anadolu’da onun (Şeyh-i Ekber) felsefesi hâkim olmuş ve yeni gelişmekte olan Türk şiiri bile derhal onun tesiri altında kalmıştırvi.”
Bu makalede kendisini ve eserlerini tanıtmayı amaçladığımız dönemin ünlü sufi, yazar ve şairlerinden birisi olan Necmuddîn-i Râzî de 7./13. yüzyılda Moğol saldırılarının önüne katıp yerinden yurdundan ettiği ve Anadolu’ya sığınmak zorunda bıraktığı büyük âlimlerden birisidirvii.
Hayatı
Müellif, Mirsâdu’l-İbâd’ın Hatimesi’ndeviii tam adını “Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Şâhâverix el-Esedî er-Râzeklinde zikreder. Buna göre künyesi Ebû Bekr, küçük adı Abdullah ve nisbesi Râzî’dir. “Dâye” ve “Necmuddîn” lakaplarıyla şöhret bulmuştur; kısaca “Necm-i Râzî” ve “Necm-i Dâye” adıyla bilinmektedir. Muhammed Emîn-i Riyâhî, müellifin Mirsâdu’l-İbâd’dan başka Mermûzât-i Esedî ve Menârâtu’s-Sâ’irîn gibi kendi eserlerine, İbn Bîbî’nin El-Evâmiru’l-Alâ’iyye’si, Hamdullah-i Mustevfî’nin Târîh-i Guzîde’si ve Safedî’nin El-Vâfî bi’l-Vefeyât’ı gibi birinci elden kaynaklarda verilen bilgilere dayanarak tam adını ve nesebini “Necmuddîn Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver b. Enûşirvân b. Ebi’n-Necîb el-Esedî er-Râzî” şeklinde tespit etmiştirx.
Müellif, kendi eserlerinde doğum tarihini bildirmemiş, tezkire yazarları da bu konudan söz etmemişlerdir. Yalnızca Fasîh-i Hâfî Mucmel-i Fasîhî’sinde ve Safedî El-Vâfî bi’l-Vefeyât’ında onun 573/1177 yılında dünyaya geldiğini belirtmişlerdirxi. Çocukluğu Rey’dexii geçen ve eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, başta Arapça ve belâgat bilimleri olmak üzere yaşadığı çağda geçerli olan bütün aklî ve naklî bilimler konusunda iyi bir eğitim aldığı anlaşılan Necmuddîn-i Râzî, on altı on yedi yaşından, yani 590/1193 yılından itibaren, bir yandan ilim irfan elde etme, kişisel eğitimini, tasavvuftaki seyr ü sülûkünü tamamlama arzusu, bir yandan da o sıralarda Rey’de yaşanan mezhep çatışmaları ve şehrin Selçuklularla Harezmşahlılar arasında bir iktidar mücadelesine sahne olması nedeniylexiii doğup büyüdüğü topraklardan ayrılarak uzun yıllar sürecek olan seferlerine başlamış, hayatının son demlerine dek Hicaz, Mısır, Şam, Irak, Anadolu, Azerbaycan, Erran, Horasan ve Harezm bölgelerini dolaşmıştır. Mirsâdu’l-İbâd’daki “Bu zayıf, yaklaşık otuz yıldan bu yana dünyanın doğusundaki ve batısındaki şehirleri dolaşmaktadırxiv” şeklindeki ifadesi de bu durumu teyit etmektedir. 600/1203 yılında Şam’da ve Mısır’daxv ve aynı yıl hac farizasını eda etmek üzere Hicaz’da bulunduğuxvi anlaşılmaktadır.
Müellif, bu tarihten sonra zamanın ünlü şeyhlerine intisap etmek ve onların irşat halkasına katılmak amacıyla Harezm ve Horasan bölgelerine gitmiş, Harezm’de VI-VII/XII-XIII yüzyılın en etkili ve en önemli mutasavvıflarından, Kübreviye tarikatının kurucusu Şeyh Necmuddîn-i Kübrâ’nınxvii hizmetine girmiş, Necmuddîn-i Kübrâ da onu, irşat etmek ve yetiştirmek üzere, kendisinin önde gelen halifelerinden Mecduddîn-i Bağdâdî’ye havale etmiştirxviii. Böylece bir süre Harezm’de kalmışxix, daha sonra tasavvuf yolunun aşamalarını hızla kat ederek Horasan’da Mecduddîn-i Bağdâdî’nin hankahında dervişleri ve sâlikleri irşat etmekle meşgul olmuşturxx. Ne var ki Harezmşah sultanı Muhammed’in Kübreviye tarikatı mensuplarına sıcak bakmaması, dönemin önde gelen kelâmcı ve filozoflarından İmam Fahr-i Râzî ile Mecduddîn-i Bağdâdî ve Bahâ-i Veled arasındaki açık çekişme ve düşmanlık Harezm’de huzursuz bir ortam yaratmış, nitekim Mecduddîn-i Bağdâdî sultan tarafından öldürtülmüş (607/1210), Bahâ-i Veled ise ailesiyle birlikte Harezm’i terk etmek zorunda bırakılmıştırxxi.
Eş’arî anlayışa sahip mutaassıp bir sünnî olan ve özellikle Mutezile mezhebinin felsefe ağırlıklı görüşlerinin Harezm’de yayılmasından ve Harezmşah tarafından desteklenmesinden rahatsızlık duyan Necmuddîn-i Râzî, şeyhinin öldürüldüğü ve Harezmşah sultanının Abbasi halifesinin hilafetini hiçe saydığı bir ortamda daha fazla tutunamayacağını anlamış, oradan uzaklaşarak Rey’e geri dönmüştür.
Bu sırada 614/1217 yılında Harezmşah sultanı Alâuddîn Muhammed’in Moğol ordularının batıya doğru yöneldiğini bildiği halde ülkesinin güvenliğini düşünmeksizin Abbasi halifesi En-Nâsır Li-dinillâh’a saldırmak üzere harekete geçmeye hazırlanması üzerine, Cengiz Han 615/1218’de Otrar’a saldırmış, 616/1219’dan itibaren Harezm’in ve Horasan’ın bütün büyük ve önemli şehirleri birer birer Moğollara teslim olmuştur.
Necmuddîn-i Râzî, 617/1220’den itibaren Moğol saldırıları şiddetini artırınca bir süre bekledikten sonra ailesini ve yakınlarını Rey’de bırakarak oradan ayrılmak zorunda kalmış ve Hemedan’a gelmiştir. Mirsâdu’l-İbâd’da bu konuya geniş bir şekilde değinen Necmuddîn-i Râzî, Irak ve Horasan’da bulunduğu sırada bazen seferde, bazen hazarda olduğundan çeşitli sıkıntılar, belalar ve fitneler yüzünden eserini tamamlama fırsatı bulamadığından, çünkü her gün gönlünü ve hatırını dağıtan bir belânın ve fitnenin baş gösterdiğinden, 617/1220 yılında Tatar kâfirlerinin kendi diyarlarına kadar ulaştıklarından, bundan önce kimsenin görmediği katliamlar yaptıklarından söz ederek İslâm ülkelerinin meliklerini ve sultanlarını bu belâyı def etmek üzere harekete geçmeye çağırır ve eğer böyle giderse yeryüzünde İslâm’dan ve Müslümanlıktan eser kalmayacağını söyler. Kendisinin bir yıl boyunca Irak diyarında sabrettiğini, bu fitnenin yatışmasını umarak beklediğini, bu uğurda nice sıkıntılara katlandığını, ancak ne bütün yakınlarını buradan götürmek imkânı bulunduğunu ne de yüreğinin hepsini birden felâketin eline teslim etmeye dayanmadığını, ama sonunda bıçağın kemiğe dayandığını bütün yakınlarını terk etmek ve sevdiklerini belâya teslim etmek zorunda kaldığını, 618/1221 yılı başlarında bir gece bazı yakınları ve dervişleriyle birlikte her türlü tehlikeyi göze alarak Hemedan’dan Erbil’exxii doğru hareket ettiklerini, bir süre sonra Moğolların Hemedan’a gelerek katliam yaptıklarını ve şehri yakıp yıktıklarını haber aldığını trajik bir üslupla anlatırxxiii.
Bu güç şartlar altında Hemedan’dan ayrılarak inançlarını yaşayabileceği ve yayabileceği huzurlu bir ortam arayışına giren Necmuddîn-i Râzî, kendi vatanından umudunu kesince “ehl-i sünnet ve cemaatın” yaşadığı, bidat ve taassuptan uzak, emniyetin ve adaletin bulunduğu, geçimini temin edebileceği, din ve fazilet ehlinin kadrini bilen dindar bir padişah tarafından yönetilen bir ülke bulmak amacında olduğunu, araştırmaları sonucunda bu zamanda sıfatlara sahip tek ülkenin Anadolu diyarı olduğunu, hem halkının ehl-i sünnet mezhebinden hem de padişahının adaletli olduğunu işittiğini söyleyerek Selçuklu sultanlarından övgüyle söz ederxxiv ve henüz daha güvenli durumda bulunan Anadolu’ya doğru göç etmeye karar verir.
Büyük bir şans eseri, Malatya’da bulunduğu sırada, Abbasi halifesi en-Nâsır Li-dinillâh tarafından Selçuklu sultanı Alâuddîn Keykubâd (slt. 616-634/1219-1236)’ın tahta geçişini kutlamakla görevlendirilenxxv ve görevini tamamladıktan sonra 618/1221’de Bağdat’a dönüş yolunda bulunan Şeyh Şihâbuddîn Ömer-i Suhreverdîxxvi ile görüşme fırsatı elde eder ve Mirsâdu’l-İbâd’ın henüz tamamlanmamış bir müsvettesini Suhreverdî’ye sunarak okumasını sağlar. Eseri beğenen Suhreverdî, onu Anadolu’da kalmaya ve buradaki halkı irşat etmeye teşvik ederek Sultan’a hitaben onun hakkında bir tavsiye mektubu yazarak kendisine verirxxvii. Hemedan’dan ayrılışından yaklaşık altı ay sonra 618 Ramazan’ında (Ekim 1221) Diyarbakır ve Malatya üzerinden Kayseri’ye ulaşan Necmuddîn-i Razi, bir süre burada uzlete çekilerek Mirsâdu’l-İbâd’ın kendi dervişlerinin isteği üzerine kaleme aldığı ilk yazımını tamamlar.
İki yıl sonra Sultan’ın huzuruna çıkarak onun adına yeniden düzenlediği ve 1 Receb 620 (4 Şubat 1223) Pazartesi günüxxviii yazımını tamamladığı Mirsâdu’l-İbâd adlı eserini Sivas’ta kendisine takdim eder. Mevlânâ’nın babası Bahâ-i Veled’i de himaye ederek Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan Alâuddîn Keykubâd saltanatı boyunca ülkesini Moğol gailesinden uzak tutmayı başarmış, Anadolu’ya dışarıdan göçüp gelen âlimlere ve edebî şahsiyetlere daima kol kanat germiştir. İbn Bîbî’nin ifadelerinden Sultan’ın Necmuddîn-i Râzî’ye de sıcak davrandığı, onu maddî ve manevî olarak taltif ettiği anlaşılmaktadırxxix.
Bununla birlikte, Necmuddîn-i Râzî, mutasavvıf şeyhlerin Selçuklu topraklarında henüz sonraki dönemlerde olduğu kadar ilgi görmemesi yüzünden kitabını sultana takdim ettikten kısa bir süre sonra, çeşitli nedenlerle daha fazla orada duramamış, 621/1224’te Erzincan’a gitmiştir. Bu durumu Mermûzât-ı Esedî’de özetle şöyle anlatır: “Dindar dostlarımdan oluşan bir grupla birlikte 618/1221 yılında Diyarbakır yoluyla Anadolu’ya geldim. Üç yıl boyunca o topraklarda dolaştım durdum. Her şehirde bir süre kaldım... Buralarda din metaından başka her metaın rayiç olduğunu gördüm. Ehl-i yakin dışında her hilekâr ve müzevviri bu metaların alıcısı buldum. Şeriat ve tarikat erbabının pazarı kesat mı kesattı... Ama fitneciler, gıybet edenler ve gününü gün edenler kıymete biniyordu. Herkes değersiz, topraktan yapılmış boncukları alıyor, sedef incilere bakan olmuyordu... Bu diyardan iyice soğudum... Yine düşe kalka dostlarımla yola koyuldum... Kader bizi Erzincan’a attı. Ama oraya varınca, Erzincan halkını da öbürleri gibi buldum... Cehaletin karanlığı içindeydiler... Ancak iyice bakınca, benzerini hiçbir yerde görmediğim ve işitmediğim bir padişah gördümxxx.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Kayseri ve Sivas’ta aradığını bulamayan Necmuddîn-i Râzî, Erzincan halkından da beklediği ilgiyi ve iltifatı görememiş, son umudunu, bilginlere gösterdiği yakınlıkla tanınan Erzincan hakimi Alâuddîn Dâvûdşâh b. Fahruddîn Behrâmşâh’a (slt. 616-625) bağlamış, Mirsâdu’l-İbâd’ın bir özetini çıkararak Mermûzât-i Esedî der Mezmûrât-i Dâvûdî adıyla yeniden düzenleyerek kendisine takdim etmiştir.
Necmuddîn-i Râzî’nin 618/1221’de Anadoluya gelişinden, üç yıl sonra Erzincan’a gidişine dek geçen tarih dışında Anadolu’da ne kadar kaldığı kesin olarak belli değildir. Ancak Râzî’nin, Dâvûdşâh’ın Alâuddîn Keykubâd’a baş kaldırması yüzünden meydana gelen olaylar yüzünden Erzincan’da tutunamadığı ve Anadolu’dan tamamen ayrılarak yaklaşık 621/1224 yılında Bağdat’a gittiği anlaşılmaktadır.
Nesevî’nin Sîret-i Celâluddîn adlı eserinde bildirildiğine görexxxi, Necmuddîn-i Râzî, Bağdat’ta bulunduğu sırada, 622/1225 yılında Abbasi halifesi Ez-Zâhir Bi-emrillâh’ın (slt. 622-623/1225-1226) saltanata geçişi sırasında Ruknuddîn-i Attâf adında bir elçiyle birlikte Tebriz’e Sultan Celâluddîn-i Harezmşah’ın yanına gider. Ruknuddîn elçi sıfatıyla Tebriz’de kalırken, Necmuddîn-i Râzî Harezmşah’ın elçisi Kadı Mucîruddîn ile birlikte Bağdat’a dönmüş, ancak Bağdat’a ulaştıkları sırada halife çoktan ölmüştür. Riyâhî’nin de belirttiği gibi sadece Nesevî’nin eserinde bulunan bu haberi doğrulayacak başka bir kaynak yoktur.
Câmî, Nefahâtu’l-Uns’de Necmuddîn-i Râzî’nin Mevlânâ Celâluddîn ve Sadruddîn-i Konevî ile görüştüğünden bahsederek kısa bir hikâye anlatırxxxii. Ancak aralarında yaş farkı bulunan bu üç büyük sufi arasında böyle bir görüşmenin -özellikle Anadolu topraklarında gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda- Câmî’nin sözlerini teyit eden başka bir kaynak bulunmamaktadır.
Hayatının geri kalan kısmını (622-654/1225-1256 yılları arasını) Bağdat’ta geçiren Necmuddîn-i Râzî, Menârâtu’s-Sâ’irîn ve Bahru’l-Hakâ’ik gibi sonraki eserlerini yaşadığı muhite uygun olarak Arapça yazmıştır. 654/1256 yılında Bağdat’ta vefat eden müellifxxxiii, Bağdat şehrinin dışında bulunan Şûnîziyye Mezarlığında Seriyy-i Sakatî ve Şeyh Cuneyd-i Bağdâdî gibi ünlü mutasavvıfların kabirlerine yakın bir yere defnedilmiştirxxxiv.
Eserleri:
1. Risâle-yi Işk u Akl:
Mi’yâru’s-Sıdk fî Mısdâku’l-Işkxxxv, Kemâl-i Işk u Kemâl-i Akl, Risâle-yi Akl u Işk ve Risâle-yi Işk u Akl gibi farklı isimlerle bilinen bu risale yazarın yakın dostlarından birisinin “Aklın ve aşkın kemalinin şerhi nedir; bu ikisi arasında bir çelişki ve aykırılık var mıdır?” şeklinde sorduğu bir soru üzerine nazım nesir karışık bir üslupla kaleme alınmış ve yazar eserinde çoğu kendisine ait pek çok şiir kullanmıştır. Bu risale Takî-yi Tafazzulî tarafından üç yazma nüshası karşılaştırılmak suretiyle Risale-yi Işk u Akl (Tahran 1345/1966) adıyla Muctebâ Minovî’nin kıymetli açıklamalarını içeren bir Mukaddime ile birlikte neşredilmiştir.
2. Risâletu’t-Tuyûr:
Risâletu’t-Tayr adıyla da bilinen bu risale, Necmuddîn-i Râzî’nin yaklaşık 590/1193 yılında telif ettiği ve gençlik döneminde kaleme aldığı ilk eserlerdendir. Bilinen yegâne nüshası İstanbul Köprülü Kütüphanesi nr. 1589/11’de kayıtlı bir mecmua içinde 232a-235b varakları arasında bulunmaktadır. 8./14. yüzyılda istinsah edilmiştirxxxvi. Muhammed Emîn-i Riyâhî tarafından (Tahran 1361/1982) neşredilen Risâletu’t-Tuyûrxxxvii, Fars nesrinin güzel örneklerinden sayılan, sanatlı üslûpla yazılmış küçük bir sembolik risaledir. Bu risale, İbn Sînâ’nın Risâletu’t-Tayr’ı, Ahmed-i Gazzâlî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u ve Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ı gibi temsilî (alegorik) bir dille yazılmış olmakla birlikte, söz konusu üç eser irfanî ve felsefî bir konuya sahip olduğu halde, Râzî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u 6./12. yüzyılın sonlarında yazarın doğum yeri olan Rey şehrinde yaşanan zulmü dile getirmek üzere yazılmıştır.
3. Mirsâdu’l-İbâd mine’l-Mebde ile’l-Me’âd
Müellif, ilk taslaklarını daha Anadolu’ya göç etmeden önce hazırladığı anlaşılan kitabının, dervişlerinin isteği üzerine yazdığı birinci yazımını telif etmeye Ramazan 618 (Ekim 1221)’de Kayseri’de başlamış, ikinci yazımını 1 Receb 620 (31 Haziran 1223) Pazartesi günü Sivas’ta bitirmişxxxviii ve Selçuklu sultanı Alâuddîn Keykubad’a takdim etmiştir. Eserinin konusu, giriş kısmında kendisinin de belirttiği gibi “Din yolunun, kesin bilgi (yakin) âlemine ulaşmanın, insan nefsinin terbiyesinin ve Rabbânî sıfatların bilinmesinin beyanıdırxxxix.” Mirsâdu’l-İbâd, kırk “Fasıl”dan oluşan beş ana “Bâb” (bölüm) üzerine bina edilmiştir. Birinci bölüm “Dibaçe”, ikinci bölüm “Varlıkların kökeni”, üçüncü bölüm “halkın (dünyevî) hayatı”, dördüncü bölüm “sa’id ve şakî nefislerin me’âdı”, beşinci bölüm “çeşitli taifelerin sülûkü” üzerinedir. Müellifin, her faslın başında yer verdiği ayet ve hadislerle tasavvufî konuları bütünüyle Kuran’a ve sünnete dayandırmaya çalışması eserine benzerleri arasında ayrıcalıklı bir yer kazandırmıştır. Eserin dünyanın çeşitli kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshasının bulunmasıxl çok okunan ve çok aranan bir kitap olduğunun göstergesidir.
Mirsâdu’l-İbâd ilk defa Necîbuddevle lâkabıyla tanınan Abdulgaffâr tarafından (Tahran h. 1312/1894 ) Nasîruddîn-i Tûsî’nin Risâle-yi Âgâz ve Encâm’ı ile birlikte taşbaskısı olarak, ikinci defa Seyyid Huseyn-i Tahrânî (Hüseynu’l-Huseynî en-Ni’metullâhî) tarafından (Tahran 1312/1933; 2. bs. 1337/1958) haşiyesiz ve açıklamasız olarak kurşun harflerlexli, üçüncü defa Muhammed Emîn-i Riyâhî tarafından (Tahran 1352/1973, 3. bs. 1366/1987) sekiz yazma nüshası esas alınarak yeniden tashih edilmek suretiyle; bir kez de (Tahran h. 1301/1884) yine taşbaskısı olarak Telhîsu Mirsâdi’l-İbâd fî Keşf Sırri’l-İcâd adıyla hülasa edilerek basılmış, ancak naşir, kitabın Necmuddîn-i Kübrâ’ya ait olduğunu zannederek onun hayatı hakkında eserin başına bir de mukaddime yazmıştırxlii.
Riyâhî’nin bildirdiğine göre Muhammed Ca’fer-i Kebûderâhengî (ö. 1238/1859) adında bir şahıs, Mirsâdu’l-İbâd’ın birinci ve ikinci bölümlerine çeşitli fasıllar ekleyerek Merâhilu’s-Sâlikîn adıyla kendine mal etmiş, bu kitap Ziyâuddîn-i Necefî tarafından intihal meselesine değinilmeksizin 1320/1941’de Tahran’da basılmıştırxliii.
Kâsım b. Mahmûd-i Karahisarî tarafından Sultan Murat II. (slt. 824-848/1421-1444) adına İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd fî Tercemeti Mirsâdi’l-İbâd adıyla 825/1422’de Türkçeye çevrilmişxliv, Şeyhoğlu Mustafa (XIV. yy.) da Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı eserini 803/1401’de Mirsâdu’l-İbâd’ın son bölümünü esas alarak dönemin devlet adamlarından Paşa Ağa b. Hoca Paşa adına yazmıştırxlv.
Türkiye’de Mirsâdu’l-İbâd’ın, Anadolu Selçukluları tarihi hakkında kullanılabilecek önemli bir kaynak olduğuna 1943’te kaleme aldığı geniş bir makalesinde ilk kez dikkati çeken M. Fuad Köprülü olmuştur. Köprülü, “Lâkin, XIII. asrın ilk yarısında Anadolu’nun ruhî ve ictimaî vaziyetine ait en kıymetli bir kaynak olarak Necmeddin Râzî’nin 620’de Sivas’ta tamamlayıp Alaeddin Keykobad I.’e takdim ettiği Mirsad al-İbad adlı eserini gösterebiliriz. İlim âlemince eskiden beri malûm olan, hatta XIV. ve XV. asırlarda Anadolu’da Türkçeye de tercüme edilen bu meşhur eserden, bugüne kadar hiçbir tarihçinin istifade etmemiş olması hayretle karşılanacak bir şeydirxlvi.” diyerek Mirsâdu’l-İbâd ve benzeri eserlerden yalnızca bir edebî metin olarak değil, aynı zamanda önemli birer tarih kitabı olarak istifade edilmesinin zorunluluğu üzerinde durmuştur. Bu makalenin yayımından iki yıl sonra Ahmet Ateş, 12./14. yüzyıllarda Anadolu’da yazılmış Farsça eserleri tanıtmak üzere kaleme aldığı makalesinde Mirsâdu’l-İbâd’ın Türkiye kütüphanelerinde bulunan nüshalarının yerlerini bildirmiştirxlvii. Anadolu Selçukluları dönemi hakkında önemli tarihî, dinî, edebî ve toplumsal bilgiler içeren bu değerli eserin Türkçeye kazandırılmasında büyük yarar vardır.
4. Mermûzât-i Esedî der Mezmûrât-i Dâvûdî:
Mirsâdu’l-İbâd’ın özeti mahiyetinde olan bu küçük eser, Anadolu Selçuklularına tâbi olan Mengücükoğullarından Erzincan hakimi Alâuddîn Dâvûdşâh b. Fahruddîn Behrâmşâh adına yazılmış, müellif eserine verdiği isimde, aynı zamanda adı geçen padişaha da gönderme yapmıştır. Bilindiği üzere Mengücükoğulları Anadolu’da Fars dili ve edebiyatını himaye etmişler, nitekim Nizâmî-yi Gencevî de, Mahzenu’l-Esrâr adlı mesnevisini Behrâmşâh’a (slt. 1168-1225) ithaf etmiştirxlviii.
“Der Beyân-i Makâmât-i Ma’rifet, Der Beyân-i Şerh-i Sulûk, Der Sulûk-i Mulûk, Der Âyin-i Cihândârî, Der Nasihat ve Mevâ’iz-i Mulûk, Der Tevârîh-i Mulûk ez Ahd-i Âdem, Der Va’îd-i Zâlim, Der Hikmet-i Hukemâ, Der Emârât-i Kıyâmet” başlıklı “Mermûz” adı verilmiş bölümlerden oluşan eser 621/1224 yılında, yani Mirsâdu’l-İbâd’ın telifinden bir yıl sonra yazılmıştır. 735 yılında istinsah edilmiş olan ve yegane nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Kitaplığı nr. 1704’te kayıtlı bulunan Mermûzât-i Esedîxlix Muhammed Şefî’î-yi Kedkenî tarafından (Tahran 1345/1966) neşredilmiştir.
5. Risâletu’l-Âşık ile’l-Ma’şûk:
Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî (ö. 425/1033)’nin “Sufi mahluk değildir” şeklindeki şathiyesinin açıklaması üzerine yazılmış Arapça kısa bir risaledir. Minovî, bu risalenin, ikisi Türkiye’de (Cârullah Efendi nr. 2114, Murâd-ı Buhârî nr. 318) biri İran’da (Tahran Üniversitesi) olmak üzere üç yazma nüshasının bulunduğunu bildirmektedirl. Minovî’nin 2114 numarada kayıtlı olarak gösterdiği nüsha, “Şerhu Kavli’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Harakânî” adıyla Süleymaniye Kütüphanesi Cârullah Efendi nr. 2061’de (vr. 151b-154a) bulunmaktadırli.
6. Bahru’l-Hakâ’ik ve’l-Me’ânî fî Tefsîri’s-Seb’i’l-Mesânî:
Necmuddîn-i Râzî’nin Bağdat’ta yaşadığı sırada kaleme aldığı Arapça eserlerden olan ve Bahru’l-Hakâ’ik adıyla meşhur olan bu Kuran tefsiri, Keşfu’z-Zunûn’da Bahru’l-Hakâ’ik ve’l-Me’ânî fî Tefsîri’s-Seb’i’l-Mesânî adıyla kayıtlıdırlii. Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn’de, Ârif Çelebi (ö. 719) ile Tebriz’de bulundukları sırada yaşadıkları bir olayı naklederken adını vermeksizin bu tefsirden söz etmiştir: “[Mevlânâ Şihâbeddin] Kur’an hakkında incelemeler yapanların sermayesi olan şeyh Necmeddin-i Dâye’nin tefsirinin bir nüshasını [Arif] Çelebi’ye hediye etti, hadden aşırı hizmetlerde bulundu. Çelebi de bu tefsiri vaizlerin sultanı Kastamonulu Alâeddin’e verdi. O zamana kadar o tefsirin nüshası Rum ülkesinde yoktu. O sultanın bereketiyle bu memleketlerde yayıldıliii.” Edward G. Browne bu eserin 620/1223’de Sivas’ta yazılmış olduğunu kaydetmişseliv de Mirsâdu’l-İbâd ile bu kitabın telif tarihlerini birbirine karıştırdığı açıkça ortadadır. Çünkü Bahru’l-Hakâ’ik Râzî’nin muahhar eserlerinden olup Anadolu’da değil Bağdat’ta yazılmıştır. Riyâhî ve Minovî, kaynaklarda Bahru’l-Hakâ’ik, Aynu’l-Hayât ve et-Te’vîlâtu’n-Necmiyyelv adlarıyla geçen bu tefsirin Necmuddîn-i Râzî’ye aidiyeti konusunda kuşkuya düşmüş, bunların aynı eserler mi yoksa ayrı eserler mi olduklarını tespit edememişlerdirlvi. Ancak yeni araştırmalar üç farklı adla zikredilen bu eserin tek bir kitap olduğunu ve Necmuddîn-i Râzî’ye ait olduğunu kesin olarak ortaya koymuşturlvii. Müellif büyük bir Kuran tefsiri yazmayı planlamış, ancak tefsirini 51. sure olan Zâriyât suresinin on sekizinci âyetine kadar tamamlayabilmiş; Alâuddevle-yi Simnânî, Râzî’nin tefsirine onun bıraktığı yerden devam ederek tek ciltlik bir zeyil yazmış ve eserine Necmu’l-Kırân fî Te’vîlâti’l-Kur’ân adını vermiştir.
7. Menârâtu’s-Sâ’irîn ilâllâh ve Makâmâtu’t-Tâ’irîn billâh:
Âriflerin makamları ve kerametleri hakkında yazılan bu Arapça eser, Mirsâdu’l-İbâd’da dile getirilen konuların küçük değişikliklerle yeniden düzenlenmiş şeklinden ibarettir. Necmuddîn-i Râzî, kitabının mukaddimesinde bu eseri Mirsâdu’l-İbâd’dan yaklaşık otuz küsür yıl sonra telif ettiğini bildirdiğine göre 654/1256’da yani ölümüne yakın bir sırada telif edilmiş olmalıdır. Bir Fatiha, on Bab ve bir Hatime’den oluşmaktadır. Türkiye kütüphanelerinde dört nüshası bulunmaktadırlviii.
Necmuddîn-i Râzî’nin yukarıda adları zikredilenlerden başka, otuz üç fıkhî sorudan ve onların cevaplarından oluşan Farsça Sirâcu’l-Kulûb ve Hasretu’l-Mulûk ve Tuhfetu’l-Habîblix adlı iki risalesi daha vardır. Âteşkedelx, Reyhânetu’l-Edeblxi ve Kâmûsu’l-A’lâm’dalxii müellifin Bahru’l-Hakâ’ik’tan başka Keşfu’l-Hakâ’ik ve Şerhi’d-Dakâ’ik adlı bir eserinin daha olduğu bildirilmekteyse de Necmuddîn-i Râzî’nin bu isimde bir eseri yoktur. Bu yanlışlık muhtemelen, Nefahâtu’l-Uns’te, Câmî’nin müellif hakkında söylediği “Hakikatleri keşfetmede (keşf-i hakâyık) ve incelikleri açıklamada (şerh-i dakâyık) son derece güç ve kudret sahibiydi.” şeklindeki cümlesindelxiii geçen ve burada asılları parantez içinde gösterilen ibarelerin kitap adı zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Adı geçen bu eserler dışında, Munzevî’nin Fihristi’nde Kahire’de bulunduğu bildirilen ancak Türkçe eserler arasında gösterilen Etvâr-i Seb’alxiv adındaki üç varaklık risalenin Necmuddîn-i Râzî’ye aidiyeti meçhuldür.
Necmuddîn-i Râzî, bütün eserlerini nesirle yazmış, ancak dönemin teamüllerine uyarak zaman zaman şiirden de yararlanmış, şiirlerinde “Necm” veya “Necm-i Râzî” mahlasını kullanmıştır. Ondan önce yazarlar genellikle eserlerine başka şairlerin şiirlerini aldıkları halde, Necmuddîn-i Râzî kendi şiirlerini de kullanarak bu alanda kendisinden sonra gelen yazarlara öncülük etmiştir. Riyâhî’nin tespitine göre rubai, kaside, mesnevi, kıt’a ve gazel kalıbında toplam 250 beyit şiiri vardır.
Muhammed Takî-yi Bahâr, onun şiirinin Senâyî tarzında olduğunu, seleflerininki kadar sağlam olmamakla birlikte Fars şiirinin incelikleri konusunda usta olduğunu belirtmişlxv, ancak Riyâhî yerinde bir tespitle bu şiirlerin mensur eserlerinin payesine erişmeyeceğini, ancak bir münasebet üzerine söylenmiş sıradan nazım parçaları sayılabileceğini belirtmiştirlxvi.
Gençlik dönemi eserlerinden olan Risâletu’t-Tuyûr’u sanatlı bir nesirle (nesr-i fennî), Risâle-yi Işk u Akl’ı sade bir nesirle (nesr-i mürsel) kaleme alan müellif, Farsça tasavvufî metinlerin en önemlilerinden birisi olan Mirsâdu’l-İbâd’ı, geniş bir okuyucu kitlesini de dikkate alarak sade nesirle sanatlı nesir arasında ortalama bir nesirle (nesr-i beynâbeyn) yazmış; kendine özgü kavramları ve terimleri olan tasavvufî konuları anlatırken sembolik ifadelerden kaçınarak anlaşılır olmayı ön planda tutmuş, ancak dönemin üslûp ve yazım anlayışlarına uyarak eserini çeşitli edebî sanatlarla süslemekten ve artistik nesirden de uzak kalamamıştır. Bununla birlikte kullanılan dil ve içerik bakımından da benzeri eserlerden zengin olan Mirsâdu’l-İbâd, nesir dilinin sağlamlığı ve akıcı üslûbuyla Fars dilinin klâsikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Safâ, Necmuddîn-i Râzî’nin, tasavvufî konularda sahip olduğu yüksek makama ek olarak özellikle Mirsâdu’l-İbâd ve Risâletu’t-Tayr’da, edibane üslubuyla edebî sanatların hakkıyla üstesinden gelen gerçek bir yazar ve münşi olduğunu vurgulamışlxvii, Riyâhî de Mirsâdu’l-İbâd’ı Fars dili ve edebiyatının şaheserlerinden birisi olarak nitelemiştirlxviii.
Sonuç olarak denilebilir ki tasavvuf tarihinin ve edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi olan Necmuddîn-i Râzî’nin, henüz yazma halinde bulunan ve Türkiye kütüphanelerinde de mevcut olan risalelerinin ve kitaplarının yayımlanması ya da çevrilerek dilimize kazandırılması bilim dünyasına büyük bir hizmet olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Necmuddîn-i Râzî, İran, tasavvuf, Mirsâdu’l-İbâd.
Najm al-din Razi: His Life and Works
Summary: Najm al-din Razi who is one of the greatest Sufi writers of 13th century of Iran, escaping from Mongol invasion came to Anatolia and wrote his famous mystic book “Mirsâd al-Ibâd” at Sivas and presented it to the Saljuqid king Alâ al-dîn Kaykubâd. In this article the author investigates the social and political events of the period that Najm al-din Razi lived and deals with his life and works in detail.
Keywords: Najm al-din Razi, Iran, sufism, Mirsâd al-Ibâd.
Giriş
7./13. yüzyıl Türk, İran ve İslâm tarihinde pek çok bakımdan bir dönüm noktası olmuştur. Bugün bir kısmı Afganistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan ve İran içlerinde kalan ve başta Türk, Fars ve Arap halkları olmak üzere birçok etnik grubun bir arada yaşadığı Türkistan, Maveraünnehir ve Horasan havzasında, bilim, kültür, sanat ve medeniyetin zirveye ulaştığı bir sırada ortaya çıkan Moğol istilâsı yalnızca o bölgede değil, bütün dünya tarihinde büyük değişimlere yol açmıştır. Bu yüzyılda bir yandan bilim, sanat, kültür, felsefe ve tasavvuf gibi sahalarda göz alıcı gelişmeler ve ilerlemeler yaşanırken, diğer yandan dinî hoşgörünün hızla ortadan kaybolması, taassuptan kaynaklanan mezhep çatışmalarının artması, felsefe, kelâm ve tasavvuf okulları arasındaki bitip tükenmek bilmez diyalektik tartışmalar, ülkeler ve sultanlar arasında, özellikle Harezmşahlılar içinde yaşanan iktidar mücadeleleri ve genel olarak toplumsal yozlaşma, İslâm coğrafyasının bu önemli ve büyük bölgesinin, ayak sesleri hızla yaklaşan Moğol istilâsına karşı hazırlıksız yakalanmasına neden olmuşturi.
7./13. yüzyılın başlarından itibaren yoğunlaşan ve 616/1221’de İran topraklarına ulaşan Moğol akınları, kısa zamanda büyük bir istilâ ve katliam hareketine dönüşmüş, bu saldırılar o sırada Harezmşahların egemenliği altında bulunan Horasan ve Harezm bölgesiniii etkisi altına alarak Otrar, Cend, Fenaket, Hocend, Buhara, Belh, Semerkant, Nahşeb, Tirmiz, Merv ve Nişabur gibi yüzlerce yıllık geçmişe sahip olan bilim ve medeniyet merkezlerinin acımasızca yakılıp yıkılmasına, yağmalanmasına ve hepsinden kötüsü sayısız bilimsel ve edebî eserin bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlıklarına gömülmesine yol açmıştıriii. Bu geniş coğrafî bölgede yaşanan kargaşa yüz binlerce insanın ölümüne, kitle halinde göçlere, bu cümleden olarak pek çok şair, yazar, âlim, filozof, mutasavvıf ve benzeri kültürel şahsiyetin Maveraünnehir üzerinden İran’ın içlerine, Fars, Kirman, Hindistan, Bağdat, Şam ve Anadolu’ya kaçarak daha güvenli bölgelere göç etmek zorunda kalmasına neden olmuş, örneğin El-Mu’cem fî Me’ayir Eş’âri’l-Acem’in yazarı Şems-i Kays-i Râzî 614/1217’de Harezm’den ayrılmış, Lubâbu’l-Elbâb’ın yazarı Muhammed-i Avfî 616/1219’da Hindistan’a kaçmış, ileriki yıllarda Anadolu’daki tasavvuf, kültür ve edebiyat hayatına damgasını vuracak olan Mevlânâ Celâluddîn’in babası Bahâ-i Veled (ö. 628/1231) ve ailesi de Moğol istilâsından kısa süre önce Belh’i terk etmişlerdiriv. Kaçabilenler ya da Moğollarla bir şekilde uzlaşarak hayatta kalmayı başarabilenler dışında, Şeyh Necmuddîn-i Kübrâ ve Ferîduddîn-i Attâr gibi yurtlarında kalarak Moğollara karşı direnmeye çalışan pek çok âlim 618/1221 yılında Harezm’de katledilmiştir.
7./13. yüzyıl, o dönemde yaşanan toplumsal ve siyasal kargaşaya rağmen, aynı zamanda İran ve İslâm tasavvufunda, eserleri ve düşünceleriyle isimleri tarihe geçen nice seçkin şahsiyetin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bunlar arasında Ferîduddîn-i Attâr (ö. 618/1221), Bahâ-i Veled (ö. 628/1231), Şihâbuddîn Ebû Hafs Ömer-i Suhreverdî (ö. 632/1234), Evhaduddîn-i Kirmânî (ö. 634/1236), Raziyyuddîn Ali-yi Lala (ö. 642/1244), Şems-i Tebrizî (ö. 645/1247), Sa’duddîn-i Hamevî (ö. 650/1252), Seyfuddîn-i Bâherzî (ö. 659/1260), Cemâluddîn Ahmed-i Cûzcânî (ö. 669/1270), Mevlânâ Celâluddîn (ö. 672/1273), Sadruddîn-i Konevî (ö. 673/1274), Necîbuddîn Ali-yi Şîrâzî (ö. 678/1279), Evhaduddîn Abdullah Beliyânî-yi Şîrâzî (ö. 686/1287), Fahruddîn İbrahim-i Irâkî (ö. 688/1289) gibi birçok ünlü sufi vardır. Adı geçen sufilerden kimileri zorunlu olarak Anadolu’yu vatan edinmişler, tasavvufla birlikte, o sırada Fars dilini, edebiyatını ve kültürünü himaye eden Anadolu Selçuklularının egemenliğinde olan Anadolu’da Farsça’nın eskisinden daha çok gelişmesini ve yayılmasını da sağlamışlar, bu etki sadece dille sınırlı kalmamış, aynı zamanda Anadolu’da yeşeren siyaset ve düşünce hareketleri üzerinde yüzlerce yıl devam eden derin izler bırakmıştırv.
İbn Arabî ve onun öğrencisi Sadruddîn-i Konevî başta olmak üzere Anadolu’da toplanan Sa’duddîn-i Fergânî, Fahruddîn-i Irâkî, Mueyyiduddîn-i Cendî, Evhaduddîn-i Kirmânî, Necmuddîn-i Râzî gibi sufiler bu topraklarda geniş ve etkili bir tasavvuf hareketinin başlamasını sağlamış, bu halka hiç kuşkusuz, Türk kültürünü yaşadığı çağdan yüzyılımıza kadar kesintisiz bir şekilde derinden etkileyen Mevlânâ Celâluddîn ile birlikte tamamlanarak kemale ermiştir.
Fuat Köprülü, bu dönemde yaşanan ve Türk dili ve edebiyatının gelişimini de yakından ilgilendiren tarihî süreci, bu sufilerin Anadolu’ya yerleşmelerinin nedenlerini ve sonuçlarını veciz bir şekilde özetler: “Anadolu Selçukluları daha ilk zamanlardan başlayarak sufilere karşı samimi bir hürmet ve iltifat göstermekteydiler. Bir taraftan Selçuklu saraylarında gördükleri bu büyük iyi kabul, diğer taraftan Moğol istilâsı, XIII. asır içinde de Anadolu’ya birçok tanınmış sufilerin gelmesine sebep olmuş ve bilhassa büyük şehirlerde tasavvuf cereyanları pek kuvvetlenmişti. Hükümdarlara ve emirlere uyarak birçok insanlar onlara intisab ediyorlardı... Harizm sahasından gelen Yeseviye mensupları ve Necmüddin Kübrâ müridleri, keza Horasan’dan göçen Kutbüddin Haydar dervişleri, Anadolu’nun her tarafına yayılarak tasavvuf propagandasına başladılar. İşte bu suretle XIII. yüzyılda Anadolu şehirlerinde İslâm tasavvufunun pek tanınmış simalarına tesadüf ediyoruz: Konya’da ... Muhyiddin Arabi, onun şârihi sayabileceğimiz Sadrüddin Konevi, Farsça şiirleriyle tanınan Evhadüddin Kirmani, Tokat’ta ... Fahruddin Iraki, Kayseri ve Sivasta Şeyh Necmüddin Daye, Sadr Konevi müridlerinden Müeyyidüddin Cendi, ... Sadüddin-i Fergani ve daha bu gibi sufiyane eserleri ve şiirleriyle bütün İslâm aleminde tanınmış birçok sufiler artık Anadolu’da yaşıyorlardı... Hakikaten de XIII. yüzyılda, bütün Anadolu’da onun (Şeyh-i Ekber) felsefesi hâkim olmuş ve yeni gelişmekte olan Türk şiiri bile derhal onun tesiri altında kalmıştırvi.”
Bu makalede kendisini ve eserlerini tanıtmayı amaçladığımız dönemin ünlü sufi, yazar ve şairlerinden birisi olan Necmuddîn-i Râzî de 7./13. yüzyılda Moğol saldırılarının önüne katıp yerinden yurdundan ettiği ve Anadolu’ya sığınmak zorunda bıraktığı büyük âlimlerden birisidirvii.
Hayatı
Müellif, Mirsâdu’l-İbâd’ın Hatimesi’ndeviii tam adını “Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Şâhâverix el-Esedî er-Râzeklinde zikreder. Buna göre künyesi Ebû Bekr, küçük adı Abdullah ve nisbesi Râzî’dir. “Dâye” ve “Necmuddîn” lakaplarıyla şöhret bulmuştur; kısaca “Necm-i Râzî” ve “Necm-i Dâye” adıyla bilinmektedir. Muhammed Emîn-i Riyâhî, müellifin Mirsâdu’l-İbâd’dan başka Mermûzât-i Esedî ve Menârâtu’s-Sâ’irîn gibi kendi eserlerine, İbn Bîbî’nin El-Evâmiru’l-Alâ’iyye’si, Hamdullah-i Mustevfî’nin Târîh-i Guzîde’si ve Safedî’nin El-Vâfî bi’l-Vefeyât’ı gibi birinci elden kaynaklarda verilen bilgilere dayanarak tam adını ve nesebini “Necmuddîn Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver b. Enûşirvân b. Ebi’n-Necîb el-Esedî er-Râzî” şeklinde tespit etmiştirx.
Müellif, kendi eserlerinde doğum tarihini bildirmemiş, tezkire yazarları da bu konudan söz etmemişlerdir. Yalnızca Fasîh-i Hâfî Mucmel-i Fasîhî’sinde ve Safedî El-Vâfî bi’l-Vefeyât’ında onun 573/1177 yılında dünyaya geldiğini belirtmişlerdirxi. Çocukluğu Rey’dexii geçen ve eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, başta Arapça ve belâgat bilimleri olmak üzere yaşadığı çağda geçerli olan bütün aklî ve naklî bilimler konusunda iyi bir eğitim aldığı anlaşılan Necmuddîn-i Râzî, on altı on yedi yaşından, yani 590/1193 yılından itibaren, bir yandan ilim irfan elde etme, kişisel eğitimini, tasavvuftaki seyr ü sülûkünü tamamlama arzusu, bir yandan da o sıralarda Rey’de yaşanan mezhep çatışmaları ve şehrin Selçuklularla Harezmşahlılar arasında bir iktidar mücadelesine sahne olması nedeniylexiii doğup büyüdüğü topraklardan ayrılarak uzun yıllar sürecek olan seferlerine başlamış, hayatının son demlerine dek Hicaz, Mısır, Şam, Irak, Anadolu, Azerbaycan, Erran, Horasan ve Harezm bölgelerini dolaşmıştır. Mirsâdu’l-İbâd’daki “Bu zayıf, yaklaşık otuz yıldan bu yana dünyanın doğusundaki ve batısındaki şehirleri dolaşmaktadırxiv” şeklindeki ifadesi de bu durumu teyit etmektedir. 600/1203 yılında Şam’da ve Mısır’daxv ve aynı yıl hac farizasını eda etmek üzere Hicaz’da bulunduğuxvi anlaşılmaktadır.
Müellif, bu tarihten sonra zamanın ünlü şeyhlerine intisap etmek ve onların irşat halkasına katılmak amacıyla Harezm ve Horasan bölgelerine gitmiş, Harezm’de VI-VII/XII-XIII yüzyılın en etkili ve en önemli mutasavvıflarından, Kübreviye tarikatının kurucusu Şeyh Necmuddîn-i Kübrâ’nınxvii hizmetine girmiş, Necmuddîn-i Kübrâ da onu, irşat etmek ve yetiştirmek üzere, kendisinin önde gelen halifelerinden Mecduddîn-i Bağdâdî’ye havale etmiştirxviii. Böylece bir süre Harezm’de kalmışxix, daha sonra tasavvuf yolunun aşamalarını hızla kat ederek Horasan’da Mecduddîn-i Bağdâdî’nin hankahında dervişleri ve sâlikleri irşat etmekle meşgul olmuşturxx. Ne var ki Harezmşah sultanı Muhammed’in Kübreviye tarikatı mensuplarına sıcak bakmaması, dönemin önde gelen kelâmcı ve filozoflarından İmam Fahr-i Râzî ile Mecduddîn-i Bağdâdî ve Bahâ-i Veled arasındaki açık çekişme ve düşmanlık Harezm’de huzursuz bir ortam yaratmış, nitekim Mecduddîn-i Bağdâdî sultan tarafından öldürtülmüş (607/1210), Bahâ-i Veled ise ailesiyle birlikte Harezm’i terk etmek zorunda bırakılmıştırxxi.
Eş’arî anlayışa sahip mutaassıp bir sünnî olan ve özellikle Mutezile mezhebinin felsefe ağırlıklı görüşlerinin Harezm’de yayılmasından ve Harezmşah tarafından desteklenmesinden rahatsızlık duyan Necmuddîn-i Râzî, şeyhinin öldürüldüğü ve Harezmşah sultanının Abbasi halifesinin hilafetini hiçe saydığı bir ortamda daha fazla tutunamayacağını anlamış, oradan uzaklaşarak Rey’e geri dönmüştür.
Bu sırada 614/1217 yılında Harezmşah sultanı Alâuddîn Muhammed’in Moğol ordularının batıya doğru yöneldiğini bildiği halde ülkesinin güvenliğini düşünmeksizin Abbasi halifesi En-Nâsır Li-dinillâh’a saldırmak üzere harekete geçmeye hazırlanması üzerine, Cengiz Han 615/1218’de Otrar’a saldırmış, 616/1219’dan itibaren Harezm’in ve Horasan’ın bütün büyük ve önemli şehirleri birer birer Moğollara teslim olmuştur.
Necmuddîn-i Râzî, 617/1220’den itibaren Moğol saldırıları şiddetini artırınca bir süre bekledikten sonra ailesini ve yakınlarını Rey’de bırakarak oradan ayrılmak zorunda kalmış ve Hemedan’a gelmiştir. Mirsâdu’l-İbâd’da bu konuya geniş bir şekilde değinen Necmuddîn-i Râzî, Irak ve Horasan’da bulunduğu sırada bazen seferde, bazen hazarda olduğundan çeşitli sıkıntılar, belalar ve fitneler yüzünden eserini tamamlama fırsatı bulamadığından, çünkü her gün gönlünü ve hatırını dağıtan bir belânın ve fitnenin baş gösterdiğinden, 617/1220 yılında Tatar kâfirlerinin kendi diyarlarına kadar ulaştıklarından, bundan önce kimsenin görmediği katliamlar yaptıklarından söz ederek İslâm ülkelerinin meliklerini ve sultanlarını bu belâyı def etmek üzere harekete geçmeye çağırır ve eğer böyle giderse yeryüzünde İslâm’dan ve Müslümanlıktan eser kalmayacağını söyler. Kendisinin bir yıl boyunca Irak diyarında sabrettiğini, bu fitnenin yatışmasını umarak beklediğini, bu uğurda nice sıkıntılara katlandığını, ancak ne bütün yakınlarını buradan götürmek imkânı bulunduğunu ne de yüreğinin hepsini birden felâketin eline teslim etmeye dayanmadığını, ama sonunda bıçağın kemiğe dayandığını bütün yakınlarını terk etmek ve sevdiklerini belâya teslim etmek zorunda kaldığını, 618/1221 yılı başlarında bir gece bazı yakınları ve dervişleriyle birlikte her türlü tehlikeyi göze alarak Hemedan’dan Erbil’exxii doğru hareket ettiklerini, bir süre sonra Moğolların Hemedan’a gelerek katliam yaptıklarını ve şehri yakıp yıktıklarını haber aldığını trajik bir üslupla anlatırxxiii.
Bu güç şartlar altında Hemedan’dan ayrılarak inançlarını yaşayabileceği ve yayabileceği huzurlu bir ortam arayışına giren Necmuddîn-i Râzî, kendi vatanından umudunu kesince “ehl-i sünnet ve cemaatın” yaşadığı, bidat ve taassuptan uzak, emniyetin ve adaletin bulunduğu, geçimini temin edebileceği, din ve fazilet ehlinin kadrini bilen dindar bir padişah tarafından yönetilen bir ülke bulmak amacında olduğunu, araştırmaları sonucunda bu zamanda sıfatlara sahip tek ülkenin Anadolu diyarı olduğunu, hem halkının ehl-i sünnet mezhebinden hem de padişahının adaletli olduğunu işittiğini söyleyerek Selçuklu sultanlarından övgüyle söz ederxxiv ve henüz daha güvenli durumda bulunan Anadolu’ya doğru göç etmeye karar verir.
Büyük bir şans eseri, Malatya’da bulunduğu sırada, Abbasi halifesi en-Nâsır Li-dinillâh tarafından Selçuklu sultanı Alâuddîn Keykubâd (slt. 616-634/1219-1236)’ın tahta geçişini kutlamakla görevlendirilenxxv ve görevini tamamladıktan sonra 618/1221’de Bağdat’a dönüş yolunda bulunan Şeyh Şihâbuddîn Ömer-i Suhreverdîxxvi ile görüşme fırsatı elde eder ve Mirsâdu’l-İbâd’ın henüz tamamlanmamış bir müsvettesini Suhreverdî’ye sunarak okumasını sağlar. Eseri beğenen Suhreverdî, onu Anadolu’da kalmaya ve buradaki halkı irşat etmeye teşvik ederek Sultan’a hitaben onun hakkında bir tavsiye mektubu yazarak kendisine verirxxvii. Hemedan’dan ayrılışından yaklaşık altı ay sonra 618 Ramazan’ında (Ekim 1221) Diyarbakır ve Malatya üzerinden Kayseri’ye ulaşan Necmuddîn-i Razi, bir süre burada uzlete çekilerek Mirsâdu’l-İbâd’ın kendi dervişlerinin isteği üzerine kaleme aldığı ilk yazımını tamamlar.
İki yıl sonra Sultan’ın huzuruna çıkarak onun adına yeniden düzenlediği ve 1 Receb 620 (4 Şubat 1223) Pazartesi günüxxviii yazımını tamamladığı Mirsâdu’l-İbâd adlı eserini Sivas’ta kendisine takdim eder. Mevlânâ’nın babası Bahâ-i Veled’i de himaye ederek Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan Alâuddîn Keykubâd saltanatı boyunca ülkesini Moğol gailesinden uzak tutmayı başarmış, Anadolu’ya dışarıdan göçüp gelen âlimlere ve edebî şahsiyetlere daima kol kanat germiştir. İbn Bîbî’nin ifadelerinden Sultan’ın Necmuddîn-i Râzî’ye de sıcak davrandığı, onu maddî ve manevî olarak taltif ettiği anlaşılmaktadırxxix.
Bununla birlikte, Necmuddîn-i Râzî, mutasavvıf şeyhlerin Selçuklu topraklarında henüz sonraki dönemlerde olduğu kadar ilgi görmemesi yüzünden kitabını sultana takdim ettikten kısa bir süre sonra, çeşitli nedenlerle daha fazla orada duramamış, 621/1224’te Erzincan’a gitmiştir. Bu durumu Mermûzât-ı Esedî’de özetle şöyle anlatır: “Dindar dostlarımdan oluşan bir grupla birlikte 618/1221 yılında Diyarbakır yoluyla Anadolu’ya geldim. Üç yıl boyunca o topraklarda dolaştım durdum. Her şehirde bir süre kaldım... Buralarda din metaından başka her metaın rayiç olduğunu gördüm. Ehl-i yakin dışında her hilekâr ve müzevviri bu metaların alıcısı buldum. Şeriat ve tarikat erbabının pazarı kesat mı kesattı... Ama fitneciler, gıybet edenler ve gününü gün edenler kıymete biniyordu. Herkes değersiz, topraktan yapılmış boncukları alıyor, sedef incilere bakan olmuyordu... Bu diyardan iyice soğudum... Yine düşe kalka dostlarımla yola koyuldum... Kader bizi Erzincan’a attı. Ama oraya varınca, Erzincan halkını da öbürleri gibi buldum... Cehaletin karanlığı içindeydiler... Ancak iyice bakınca, benzerini hiçbir yerde görmediğim ve işitmediğim bir padişah gördümxxx.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Kayseri ve Sivas’ta aradığını bulamayan Necmuddîn-i Râzî, Erzincan halkından da beklediği ilgiyi ve iltifatı görememiş, son umudunu, bilginlere gösterdiği yakınlıkla tanınan Erzincan hakimi Alâuddîn Dâvûdşâh b. Fahruddîn Behrâmşâh’a (slt. 616-625) bağlamış, Mirsâdu’l-İbâd’ın bir özetini çıkararak Mermûzât-i Esedî der Mezmûrât-i Dâvûdî adıyla yeniden düzenleyerek kendisine takdim etmiştir.
Necmuddîn-i Râzî’nin 618/1221’de Anadoluya gelişinden, üç yıl sonra Erzincan’a gidişine dek geçen tarih dışında Anadolu’da ne kadar kaldığı kesin olarak belli değildir. Ancak Râzî’nin, Dâvûdşâh’ın Alâuddîn Keykubâd’a baş kaldırması yüzünden meydana gelen olaylar yüzünden Erzincan’da tutunamadığı ve Anadolu’dan tamamen ayrılarak yaklaşık 621/1224 yılında Bağdat’a gittiği anlaşılmaktadır.
Nesevî’nin Sîret-i Celâluddîn adlı eserinde bildirildiğine görexxxi, Necmuddîn-i Râzî, Bağdat’ta bulunduğu sırada, 622/1225 yılında Abbasi halifesi Ez-Zâhir Bi-emrillâh’ın (slt. 622-623/1225-1226) saltanata geçişi sırasında Ruknuddîn-i Attâf adında bir elçiyle birlikte Tebriz’e Sultan Celâluddîn-i Harezmşah’ın yanına gider. Ruknuddîn elçi sıfatıyla Tebriz’de kalırken, Necmuddîn-i Râzî Harezmşah’ın elçisi Kadı Mucîruddîn ile birlikte Bağdat’a dönmüş, ancak Bağdat’a ulaştıkları sırada halife çoktan ölmüştür. Riyâhî’nin de belirttiği gibi sadece Nesevî’nin eserinde bulunan bu haberi doğrulayacak başka bir kaynak yoktur.
Câmî, Nefahâtu’l-Uns’de Necmuddîn-i Râzî’nin Mevlânâ Celâluddîn ve Sadruddîn-i Konevî ile görüştüğünden bahsederek kısa bir hikâye anlatırxxxii. Ancak aralarında yaş farkı bulunan bu üç büyük sufi arasında böyle bir görüşmenin -özellikle Anadolu topraklarında gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda- Câmî’nin sözlerini teyit eden başka bir kaynak bulunmamaktadır.
Hayatının geri kalan kısmını (622-654/1225-1256 yılları arasını) Bağdat’ta geçiren Necmuddîn-i Râzî, Menârâtu’s-Sâ’irîn ve Bahru’l-Hakâ’ik gibi sonraki eserlerini yaşadığı muhite uygun olarak Arapça yazmıştır. 654/1256 yılında Bağdat’ta vefat eden müellifxxxiii, Bağdat şehrinin dışında bulunan Şûnîziyye Mezarlığında Seriyy-i Sakatî ve Şeyh Cuneyd-i Bağdâdî gibi ünlü mutasavvıfların kabirlerine yakın bir yere defnedilmiştirxxxiv.
Eserleri:
1. Risâle-yi Işk u Akl:
Mi’yâru’s-Sıdk fî Mısdâku’l-Işkxxxv, Kemâl-i Işk u Kemâl-i Akl, Risâle-yi Akl u Işk ve Risâle-yi Işk u Akl gibi farklı isimlerle bilinen bu risale yazarın yakın dostlarından birisinin “Aklın ve aşkın kemalinin şerhi nedir; bu ikisi arasında bir çelişki ve aykırılık var mıdır?” şeklinde sorduğu bir soru üzerine nazım nesir karışık bir üslupla kaleme alınmış ve yazar eserinde çoğu kendisine ait pek çok şiir kullanmıştır. Bu risale Takî-yi Tafazzulî tarafından üç yazma nüshası karşılaştırılmak suretiyle Risale-yi Işk u Akl (Tahran 1345/1966) adıyla Muctebâ Minovî’nin kıymetli açıklamalarını içeren bir Mukaddime ile birlikte neşredilmiştir.
2. Risâletu’t-Tuyûr:
Risâletu’t-Tayr adıyla da bilinen bu risale, Necmuddîn-i Râzî’nin yaklaşık 590/1193 yılında telif ettiği ve gençlik döneminde kaleme aldığı ilk eserlerdendir. Bilinen yegâne nüshası İstanbul Köprülü Kütüphanesi nr. 1589/11’de kayıtlı bir mecmua içinde 232a-235b varakları arasında bulunmaktadır. 8./14. yüzyılda istinsah edilmiştirxxxvi. Muhammed Emîn-i Riyâhî tarafından (Tahran 1361/1982) neşredilen Risâletu’t-Tuyûrxxxvii, Fars nesrinin güzel örneklerinden sayılan, sanatlı üslûpla yazılmış küçük bir sembolik risaledir. Bu risale, İbn Sînâ’nın Risâletu’t-Tayr’ı, Ahmed-i Gazzâlî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u ve Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ı gibi temsilî (alegorik) bir dille yazılmış olmakla birlikte, söz konusu üç eser irfanî ve felsefî bir konuya sahip olduğu halde, Râzî’nin Risâletu’t-Tuyûr’u 6./12. yüzyılın sonlarında yazarın doğum yeri olan Rey şehrinde yaşanan zulmü dile getirmek üzere yazılmıştır.
3. Mirsâdu’l-İbâd mine’l-Mebde ile’l-Me’âd
Müellif, ilk taslaklarını daha Anadolu’ya göç etmeden önce hazırladığı anlaşılan kitabının, dervişlerinin isteği üzerine yazdığı birinci yazımını telif etmeye Ramazan 618 (Ekim 1221)’de Kayseri’de başlamış, ikinci yazımını 1 Receb 620 (31 Haziran 1223) Pazartesi günü Sivas’ta bitirmişxxxviii ve Selçuklu sultanı Alâuddîn Keykubad’a takdim etmiştir. Eserinin konusu, giriş kısmında kendisinin de belirttiği gibi “Din yolunun, kesin bilgi (yakin) âlemine ulaşmanın, insan nefsinin terbiyesinin ve Rabbânî sıfatların bilinmesinin beyanıdırxxxix.” Mirsâdu’l-İbâd, kırk “Fasıl”dan oluşan beş ana “Bâb” (bölüm) üzerine bina edilmiştir. Birinci bölüm “Dibaçe”, ikinci bölüm “Varlıkların kökeni”, üçüncü bölüm “halkın (dünyevî) hayatı”, dördüncü bölüm “sa’id ve şakî nefislerin me’âdı”, beşinci bölüm “çeşitli taifelerin sülûkü” üzerinedir. Müellifin, her faslın başında yer verdiği ayet ve hadislerle tasavvufî konuları bütünüyle Kuran’a ve sünnete dayandırmaya çalışması eserine benzerleri arasında ayrıcalıklı bir yer kazandırmıştır. Eserin dünyanın çeşitli kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshasının bulunmasıxl çok okunan ve çok aranan bir kitap olduğunun göstergesidir.
Mirsâdu’l-İbâd ilk defa Necîbuddevle lâkabıyla tanınan Abdulgaffâr tarafından (Tahran h. 1312/1894 ) Nasîruddîn-i Tûsî’nin Risâle-yi Âgâz ve Encâm’ı ile birlikte taşbaskısı olarak, ikinci defa Seyyid Huseyn-i Tahrânî (Hüseynu’l-Huseynî en-Ni’metullâhî) tarafından (Tahran 1312/1933; 2. bs. 1337/1958) haşiyesiz ve açıklamasız olarak kurşun harflerlexli, üçüncü defa Muhammed Emîn-i Riyâhî tarafından (Tahran 1352/1973, 3. bs. 1366/1987) sekiz yazma nüshası esas alınarak yeniden tashih edilmek suretiyle; bir kez de (Tahran h. 1301/1884) yine taşbaskısı olarak Telhîsu Mirsâdi’l-İbâd fî Keşf Sırri’l-İcâd adıyla hülasa edilerek basılmış, ancak naşir, kitabın Necmuddîn-i Kübrâ’ya ait olduğunu zannederek onun hayatı hakkında eserin başına bir de mukaddime yazmıştırxlii.
Riyâhî’nin bildirdiğine göre Muhammed Ca’fer-i Kebûderâhengî (ö. 1238/1859) adında bir şahıs, Mirsâdu’l-İbâd’ın birinci ve ikinci bölümlerine çeşitli fasıllar ekleyerek Merâhilu’s-Sâlikîn adıyla kendine mal etmiş, bu kitap Ziyâuddîn-i Necefî tarafından intihal meselesine değinilmeksizin 1320/1941’de Tahran’da basılmıştırxliii.
Kâsım b. Mahmûd-i Karahisarî tarafından Sultan Murat II. (slt. 824-848/1421-1444) adına İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd fî Tercemeti Mirsâdi’l-İbâd adıyla 825/1422’de Türkçeye çevrilmişxliv, Şeyhoğlu Mustafa (XIV. yy.) da Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı eserini 803/1401’de Mirsâdu’l-İbâd’ın son bölümünü esas alarak dönemin devlet adamlarından Paşa Ağa b. Hoca Paşa adına yazmıştırxlv.
Türkiye’de Mirsâdu’l-İbâd’ın, Anadolu Selçukluları tarihi hakkında kullanılabilecek önemli bir kaynak olduğuna 1943’te kaleme aldığı geniş bir makalesinde ilk kez dikkati çeken M. Fuad Köprülü olmuştur. Köprülü, “Lâkin, XIII. asrın ilk yarısında Anadolu’nun ruhî ve ictimaî vaziyetine ait en kıymetli bir kaynak olarak Necmeddin Râzî’nin 620’de Sivas’ta tamamlayıp Alaeddin Keykobad I.’e takdim ettiği Mirsad al-İbad adlı eserini gösterebiliriz. İlim âlemince eskiden beri malûm olan, hatta XIV. ve XV. asırlarda Anadolu’da Türkçeye de tercüme edilen bu meşhur eserden, bugüne kadar hiçbir tarihçinin istifade etmemiş olması hayretle karşılanacak bir şeydirxlvi.” diyerek Mirsâdu’l-İbâd ve benzeri eserlerden yalnızca bir edebî metin olarak değil, aynı zamanda önemli birer tarih kitabı olarak istifade edilmesinin zorunluluğu üzerinde durmuştur. Bu makalenin yayımından iki yıl sonra Ahmet Ateş, 12./14. yüzyıllarda Anadolu’da yazılmış Farsça eserleri tanıtmak üzere kaleme aldığı makalesinde Mirsâdu’l-İbâd’ın Türkiye kütüphanelerinde bulunan nüshalarının yerlerini bildirmiştirxlvii. Anadolu Selçukluları dönemi hakkında önemli tarihî, dinî, edebî ve toplumsal bilgiler içeren bu değerli eserin Türkçeye kazandırılmasında büyük yarar vardır.
4. Mermûzât-i Esedî der Mezmûrât-i Dâvûdî:
Mirsâdu’l-İbâd’ın özeti mahiyetinde olan bu küçük eser, Anadolu Selçuklularına tâbi olan Mengücükoğullarından Erzincan hakimi Alâuddîn Dâvûdşâh b. Fahruddîn Behrâmşâh adına yazılmış, müellif eserine verdiği isimde, aynı zamanda adı geçen padişaha da gönderme yapmıştır. Bilindiği üzere Mengücükoğulları Anadolu’da Fars dili ve edebiyatını himaye etmişler, nitekim Nizâmî-yi Gencevî de, Mahzenu’l-Esrâr adlı mesnevisini Behrâmşâh’a (slt. 1168-1225) ithaf etmiştirxlviii.
“Der Beyân-i Makâmât-i Ma’rifet, Der Beyân-i Şerh-i Sulûk, Der Sulûk-i Mulûk, Der Âyin-i Cihândârî, Der Nasihat ve Mevâ’iz-i Mulûk, Der Tevârîh-i Mulûk ez Ahd-i Âdem, Der Va’îd-i Zâlim, Der Hikmet-i Hukemâ, Der Emârât-i Kıyâmet” başlıklı “Mermûz” adı verilmiş bölümlerden oluşan eser 621/1224 yılında, yani Mirsâdu’l-İbâd’ın telifinden bir yıl sonra yazılmıştır. 735 yılında istinsah edilmiş olan ve yegane nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Kitaplığı nr. 1704’te kayıtlı bulunan Mermûzât-i Esedîxlix Muhammed Şefî’î-yi Kedkenî tarafından (Tahran 1345/1966) neşredilmiştir.
5. Risâletu’l-Âşık ile’l-Ma’şûk:
Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî (ö. 425/1033)’nin “Sufi mahluk değildir” şeklindeki şathiyesinin açıklaması üzerine yazılmış Arapça kısa bir risaledir. Minovî, bu risalenin, ikisi Türkiye’de (Cârullah Efendi nr. 2114, Murâd-ı Buhârî nr. 318) biri İran’da (Tahran Üniversitesi) olmak üzere üç yazma nüshasının bulunduğunu bildirmektedirl. Minovî’nin 2114 numarada kayıtlı olarak gösterdiği nüsha, “Şerhu Kavli’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Harakânî” adıyla Süleymaniye Kütüphanesi Cârullah Efendi nr. 2061’de (vr. 151b-154a) bulunmaktadırli.
6. Bahru’l-Hakâ’ik ve’l-Me’ânî fî Tefsîri’s-Seb’i’l-Mesânî:
Necmuddîn-i Râzî’nin Bağdat’ta yaşadığı sırada kaleme aldığı Arapça eserlerden olan ve Bahru’l-Hakâ’ik adıyla meşhur olan bu Kuran tefsiri, Keşfu’z-Zunûn’da Bahru’l-Hakâ’ik ve’l-Me’ânî fî Tefsîri’s-Seb’i’l-Mesânî adıyla kayıtlıdırlii. Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn’de, Ârif Çelebi (ö. 719) ile Tebriz’de bulundukları sırada yaşadıkları bir olayı naklederken adını vermeksizin bu tefsirden söz etmiştir: “[Mevlânâ Şihâbeddin] Kur’an hakkında incelemeler yapanların sermayesi olan şeyh Necmeddin-i Dâye’nin tefsirinin bir nüshasını [Arif] Çelebi’ye hediye etti, hadden aşırı hizmetlerde bulundu. Çelebi de bu tefsiri vaizlerin sultanı Kastamonulu Alâeddin’e verdi. O zamana kadar o tefsirin nüshası Rum ülkesinde yoktu. O sultanın bereketiyle bu memleketlerde yayıldıliii.” Edward G. Browne bu eserin 620/1223’de Sivas’ta yazılmış olduğunu kaydetmişseliv de Mirsâdu’l-İbâd ile bu kitabın telif tarihlerini birbirine karıştırdığı açıkça ortadadır. Çünkü Bahru’l-Hakâ’ik Râzî’nin muahhar eserlerinden olup Anadolu’da değil Bağdat’ta yazılmıştır. Riyâhî ve Minovî, kaynaklarda Bahru’l-Hakâ’ik, Aynu’l-Hayât ve et-Te’vîlâtu’n-Necmiyyelv adlarıyla geçen bu tefsirin Necmuddîn-i Râzî’ye aidiyeti konusunda kuşkuya düşmüş, bunların aynı eserler mi yoksa ayrı eserler mi olduklarını tespit edememişlerdirlvi. Ancak yeni araştırmalar üç farklı adla zikredilen bu eserin tek bir kitap olduğunu ve Necmuddîn-i Râzî’ye ait olduğunu kesin olarak ortaya koymuşturlvii. Müellif büyük bir Kuran tefsiri yazmayı planlamış, ancak tefsirini 51. sure olan Zâriyât suresinin on sekizinci âyetine kadar tamamlayabilmiş; Alâuddevle-yi Simnânî, Râzî’nin tefsirine onun bıraktığı yerden devam ederek tek ciltlik bir zeyil yazmış ve eserine Necmu’l-Kırân fî Te’vîlâti’l-Kur’ân adını vermiştir.
7. Menârâtu’s-Sâ’irîn ilâllâh ve Makâmâtu’t-Tâ’irîn billâh:
Âriflerin makamları ve kerametleri hakkında yazılan bu Arapça eser, Mirsâdu’l-İbâd’da dile getirilen konuların küçük değişikliklerle yeniden düzenlenmiş şeklinden ibarettir. Necmuddîn-i Râzî, kitabının mukaddimesinde bu eseri Mirsâdu’l-İbâd’dan yaklaşık otuz küsür yıl sonra telif ettiğini bildirdiğine göre 654/1256’da yani ölümüne yakın bir sırada telif edilmiş olmalıdır. Bir Fatiha, on Bab ve bir Hatime’den oluşmaktadır. Türkiye kütüphanelerinde dört nüshası bulunmaktadırlviii.
Necmuddîn-i Râzî’nin yukarıda adları zikredilenlerden başka, otuz üç fıkhî sorudan ve onların cevaplarından oluşan Farsça Sirâcu’l-Kulûb ve Hasretu’l-Mulûk ve Tuhfetu’l-Habîblix adlı iki risalesi daha vardır. Âteşkedelx, Reyhânetu’l-Edeblxi ve Kâmûsu’l-A’lâm’dalxii müellifin Bahru’l-Hakâ’ik’tan başka Keşfu’l-Hakâ’ik ve Şerhi’d-Dakâ’ik adlı bir eserinin daha olduğu bildirilmekteyse de Necmuddîn-i Râzî’nin bu isimde bir eseri yoktur. Bu yanlışlık muhtemelen, Nefahâtu’l-Uns’te, Câmî’nin müellif hakkında söylediği “Hakikatleri keşfetmede (keşf-i hakâyık) ve incelikleri açıklamada (şerh-i dakâyık) son derece güç ve kudret sahibiydi.” şeklindeki cümlesindelxiii geçen ve burada asılları parantez içinde gösterilen ibarelerin kitap adı zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Adı geçen bu eserler dışında, Munzevî’nin Fihristi’nde Kahire’de bulunduğu bildirilen ancak Türkçe eserler arasında gösterilen Etvâr-i Seb’alxiv adındaki üç varaklık risalenin Necmuddîn-i Râzî’ye aidiyeti meçhuldür.
Necmuddîn-i Râzî, bütün eserlerini nesirle yazmış, ancak dönemin teamüllerine uyarak zaman zaman şiirden de yararlanmış, şiirlerinde “Necm” veya “Necm-i Râzî” mahlasını kullanmıştır. Ondan önce yazarlar genellikle eserlerine başka şairlerin şiirlerini aldıkları halde, Necmuddîn-i Râzî kendi şiirlerini de kullanarak bu alanda kendisinden sonra gelen yazarlara öncülük etmiştir. Riyâhî’nin tespitine göre rubai, kaside, mesnevi, kıt’a ve gazel kalıbında toplam 250 beyit şiiri vardır.
Muhammed Takî-yi Bahâr, onun şiirinin Senâyî tarzında olduğunu, seleflerininki kadar sağlam olmamakla birlikte Fars şiirinin incelikleri konusunda usta olduğunu belirtmişlxv, ancak Riyâhî yerinde bir tespitle bu şiirlerin mensur eserlerinin payesine erişmeyeceğini, ancak bir münasebet üzerine söylenmiş sıradan nazım parçaları sayılabileceğini belirtmiştirlxvi.
Gençlik dönemi eserlerinden olan Risâletu’t-Tuyûr’u sanatlı bir nesirle (nesr-i fennî), Risâle-yi Işk u Akl’ı sade bir nesirle (nesr-i mürsel) kaleme alan müellif, Farsça tasavvufî metinlerin en önemlilerinden birisi olan Mirsâdu’l-İbâd’ı, geniş bir okuyucu kitlesini de dikkate alarak sade nesirle sanatlı nesir arasında ortalama bir nesirle (nesr-i beynâbeyn) yazmış; kendine özgü kavramları ve terimleri olan tasavvufî konuları anlatırken sembolik ifadelerden kaçınarak anlaşılır olmayı ön planda tutmuş, ancak dönemin üslûp ve yazım anlayışlarına uyarak eserini çeşitli edebî sanatlarla süslemekten ve artistik nesirden de uzak kalamamıştır. Bununla birlikte kullanılan dil ve içerik bakımından da benzeri eserlerden zengin olan Mirsâdu’l-İbâd, nesir dilinin sağlamlığı ve akıcı üslûbuyla Fars dilinin klâsikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Safâ, Necmuddîn-i Râzî’nin, tasavvufî konularda sahip olduğu yüksek makama ek olarak özellikle Mirsâdu’l-İbâd ve Risâletu’t-Tayr’da, edibane üslubuyla edebî sanatların hakkıyla üstesinden gelen gerçek bir yazar ve münşi olduğunu vurgulamışlxvii, Riyâhî de Mirsâdu’l-İbâd’ı Fars dili ve edebiyatının şaheserlerinden birisi olarak nitelemiştirlxviii.
Sonuç olarak denilebilir ki tasavvuf tarihinin ve edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi olan Necmuddîn-i Râzî’nin, henüz yazma halinde bulunan ve Türkiye kütüphanelerinde de mevcut olan risalelerinin ve kitaplarının yayımlanması ya da çevrilerek dilimize kazandırılması bilim dünyasına büyük bir hizmet olacaktır.
Konular
- PARS DERGİSİ
- ŞU’ARÂ HOCASI MÂDER-ZÂD BİR ŞÂİR: ZÂTÎ
- KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER VE LÂMİ’Î ÇELEBÎ’NİN ŞEM’Ü PERVÂNE MESNEVİSİ
- FARS EDEBİYATINDA METAFİZİK YOLCULUKLAR
- شاعران فارسی سرای وفارسینويس ارزرومی
- تعلیم وتربیت ازمنظر سعدی
- توازن موسیقايی غزلهای سعدی
- YAŞAR KEMAL’İN İNCE MEMED ROMANI İLE SADIK ÇUBEK’İN TENGSİR ADLI ROMANININ KARŞILAŞTIRMASI
- YAVUZ SULTAN SELİM’İN DÎVÂNINDA OLMAYAN FARSÇA ŞİİRLERİ
- KÜÇÜKASYA’DA İSLAMİYET (DER İSLAM IN KLEIN ASIEN)
- ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IYRD.
- RÛDEKÎ-Yİ SEMERKANDÎ (Ö. 329/940)
- NAZÎRÎZÂDE EMÎN’İN ŞEYHÜLİSLÂM FEYZULLAH EFENDİ’YE FARSÇA METHİYELERİ
- HAYRETÎ DİVANINDA GEÇEN “GAM” KELİMELERİNİN TASARIMLARI
- BÂBÂ TÂHİR-İ HEMEDÂNÎ DİVANININ MEHDÎ-İ HAMÎDÎ NÜSHASINDA GEÇEN DOBEYTÎLERİ VE TÜRKÇE TERCÜMESİ
- EŞREFOĞLU RÛMÎ’NİN GAZELLERİNDE NASİHAT VE NEFİS MUHASEBESİ
- HÂB-I HAYÂL, AYINTABLI HÜSNÜ
- شاعران فارسیسرای و فارسینويس ارزرومی*
- مسئلة »مضمون« در شعر کودکان و نوجوانان
- مأخذ اصلی تمثیل خورندگان پیلبچهدرمثنوی
- وگرايی درهنر ايران
- NEF’Î’NİN TUHFETU’L-UŞŞÂK ADLI FARSÇA KASİDESİ
- ERKEN DÖNEM FARSÇA MESNEVİLERDE BEZM - IIYRD.
- DAKİKÎ-Yİ TUSÎ (Ö. 366/976)
- ÂRİF ÇELEBİ’NİN FARSÇA KASİDESİ VE TÜRKÇE ÇEVİRİSİ
- SÂİB-İ TEBRİZÎ’NİN ŞİİRLERİNDE GEÇEN “HÂB-I BAHÂR” TAMLAMASI ÜZERİNE
- ROMEN DİLİNDE KULLANILAN FARSÇA KELİMELER
- سینمای ایران
- آداب حرب مغول درتاریخ جهانگشای جوینی
- بررسی تطبیقی ضرب المثل های ترکی سنقر با ضرب المثل های زبان فارسی