XX. ASIRDA DOĞU’DAKİ KLÂSİK EDEBİYAT VE KÜLTÜRLER ÜZERİNE YAPILAN GENEL DEĞERLENDİRMELER

Özet: XIX. asrın sonlarında Batı’da Doğu edebiyatı üzerinde yoğunlaşmaya başlayan çalışmalarda ortaya konan tespitler ve yorumlar, yaklaşık yüz elli yıldır, bu alanda etkisini sürdürmektedir. Yapılan ciddî ve metotlu araştırmalar, genel anlamda ülkelerin bilimsel ve kültürel zenginleşmesine imkan sağlamış, ancak birçok problemi de beraberinde getirmiştir. Bu problemler, galiba, özellikle Türk kültürü, edebiyatı ve geleneği için yaralayıcı olmuştur. Araştırmacılar tarafından bu durum önemsenecek olursa, ayrıntılı araştırmalar yapma gereği duyulacak ve edebî geleneğimizle ilgili bazı metinler, farklı bir yaklaşımla tekrar analiz edilebilecektir.
Anahtar Kelimeler: Klâsik edebiyat, Türk edebiyatı, Klâsik Türk Şiiri

General Reviews Upon Classical Literature and Cultures At East Made In XX. Century
Summary: Comments and findings in the intensified studies at the end of XIX Century upon Eastern Literature in the West have been effective in this field approximately for 150 years. These systematic and important researches enabled countries to achieve cultural and scientific prosperity in general but also brought about many problems. These problems -probably- harmed Turkish culture, literature and tradition particularly. If the importance is given upon this situation by researchers, detailed studies will be needed and texts related to our literary context will be reanalyzed with a different aspect.
Keywords: Classical Literature, Turkish Literature, Classical Turkish Poetry
Bu tebliğin amacı, bir asrı aşkın bir zaman diliminde Türk dili, edebiyatı ve kültürünü ilgilendiren konulardaki bilimsel eserlerde yer edinen bazı genel tespit ve değerlendirmeleri ele almak, bunları tartışmaya açmak üzere kısa eleştirilere tabi tutmaktır. Eleştiriler sıralanırken, dayanılan kaynaklara bu defa gönderme yapılmayacak, sadece ele alınan hususlara dikkat çekilecektir.
XIX. asırda Batı’da Doğu edebiyatı üzerinde yoğunlaşmaya başlayan çalışmalarda ortaya konan tespitler ve yorumlar, yaklaşık yüz elli yıldır, bu alanda etkisini sürdürmektedir. Gerçekte Doğu’da asırlar boyu geleneksel tarzda sürdürülen bilimsel ve edebî faaliyetlerdeki usul, metot ve alışkanlıklar, tabiatı gereği Doğu’ya özeldi. Irk, dil, kültür ve inanç farklılıkları, XIX. ve XX. yüzyıla ve de Batı’ya göre çok farklı algılanıyor, yani dinî, ilmî ve edebî faaliyetlerde önemsenmiyordu.
Batının öncülük ettiği modern çağın gereği olarak XX. yüzyılda Doğu’da ümmet beraberliği ulusal birliğe doğru yönelirken, geçmişte gerek siyasî ve gerekse inanç birliği içinde çeşitli milletler tarafından sağlanan birikimler, öncelikle Türk, Arap ve Fars ulusları için taksim edilmeye başlandı. Yeni gelişmeler ışığında siyaset, ilim, edebiyat, sanat ve mimarî gibi alanlardaki mirasın paylaşılması gerekliydi. Çünkü yeni ulus-devlet anlayışının dayanacağı temeller aranmaktaydı.
Konuyu edebiyat ve kültür alanlarıyla sınırlarsak, Batı’da gelişen edebiyat tarihçiliği, 1900’ün birinci, ikinci yıllarında batı dillerinde Türkler, Araplar ve Farslar için modern tarzda kapsamlı ilk edebiyat tarihlerinin yazılmasını sağladı. Belirli metotların ve anlayışların izinde yapılan bu bilimsel çalışmalar, daha sonra Doğu’da modern tarzda yapılan araştırmalara örneklik etti. Yeni anlayışla yapılan ciddî ve metotlu araştırmalar, genel anlamda ülkelerin bilimsel ve kültürel zenginleşmesine imkan sağlamasına karşılık, birçok problemi de beraberinde getirdi. Bu problemler, galiba, özellikle Türk kültürü, edebiyatı ve geleneği için yaralayıcı oldu.
Doğu’daki mirasın paylaşımında dil ve coğrafya dikkate alınarak, yazılı ilmî ve edebî miras, “Türk şiiri”, “Fars şiiri” ve “Arap şiiri” veya “Arap edebiyatı” ve “Fars edebî geleneği” gibi dil ve ulus farklılığı vurgulanarak sınıflandırıldı. Bu sınıflandırmada, Türklerin, birikimlerinin birçoğundan vazgeçmek mecburiyetinde bırakıldığını düşündürecek sonuçlar ortaya çıktı. Bu noktada konuyu ilgi alanımıza çekerek maddeler hâlinde örneklendirmek uygun olacaktır.
Bilindiği gibi bilimsel problemlerin ele alınması sırasında belirli tanım ve isimlendirmelerle işe başlamak gerekir. Çoğu zaman başlangıç noktasının, bir varsayıma dayanması da lüzumlu görülür. Ancak bu, daima gerçeği ve doğruyu bulmak için yapılmaktadır. Sonuçta varsayımlar, unutulmakta ve doğruyla meşgul olunmaktadır. Bugün edebiyat tarihimizi isimlendirme ve sınıflandırma için atılan ilk adımların birçoğu, maalesef hâlâ geçerlidir. Bazı örnekleri, şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Türklerin İslam coğrafyasında yer aldıkları, dinî ve bilimsel faaliyetlerde bulunmaya başladıkları asırlar ve yıllar hakkında ikna edici olmayan tespitler, bilim çevrelerinde hâlâ etkilidir. Konunun tarihî yönünü, bu alandaki bilim adamları tartışmış ve özellikle V. V. Barthold, Z. V. Togan, A. Sayılı, H. Dursun Yıldız gibi bilim adamları konuyu ilmî tetkiklerle, Batı’da ileri sürülenlerden farklı şekilde delillendirmişlerdir. Ancak bu ciddî araştırmalardan özellikle edebiyat tarihimiz açısından yararlanıldığı söylenemez. Türklerin İslâmiyet’e girişi ve bunun sonrasında ilmî ve edebî faaliyetlerde yer alışı, yaygın olarak XI. asra, Selçuklular zamanına kadar gecikmiş olarak gösterilmektedir. Bu varsayımdan hareket eden Batılı şarkiyatçılar ve bazı Doğulu bilim adamları klâsik Türk şiirini ve şiir geleneğini de XIII., hatta XIV. asırdan başlatmakta ve Anadolu coğrafyasına bağlamaktadırlar. Bütün bunlara ilave olarak bu asırlardaki Türkçe eserlerde Fars edebî geleneğinin etkisinde kalındığı örneklerle anlatılmaktadır. Bu yaklaşımla da etkisinden söz edilen edebî geleneğin, Türklerle ilgisi bulunmadığı gibi bir kanaat yaygınlık kazanmaktadır.
Gerçekte Türklerin, Selçuklulardan ve İslâmiyet’ten evvel, Horasan ve Mâverâünnehir’de bulundukları bariz bir gerçek olduğu gibi, Türkçe edebî ürünlerin izini, Kutadgu Bilig ve Dîvânü lügati’t-Türk’ün yazıldığı XI. asrın ortalarından birkaç asır öncesine götürmek de mümkündür. Dolayısıyla Türkler, gerek Türkçe ve gerekse Farsça edebî ürünleri nedeniyle bu coğrafyadaki edebî geleneğin içerisinde yer almaktadır.
2- Türklerin tarihte yer aldıkları coğrafyayla ilgili yanıltıcı isimlendirme ve yönlendirme mevcuttur. Örnek olarak Anadolu’daki bir bilginden söz edilirken babaları İran’dan, Acem’den gelmiştir denildiğinde, onun İranlı, daha doğrusu Fars asıllı olduğu sanılmaktadır. Çünkü bugün Türkiye’nin doğusunu İran olarak değerlendiren zihinler, durumu farklı algılamaktadır. Anadolu’ya yaygın olarak Selçuklular zamanında doğudan gelmeye başlayan Türkler için başka bir durum zaten söz konusu değildi. Kafkasya, Azerbaycan, Horasan ve Türkistan hep o yönde olduğu gibi, asırlar öncesinden itibaren bir ikamet bölgesi hâline gelen İran coğrafyası da Türkler için yabancı bir coğrafya değildi. Bugün İran şairleri veya Fars şairleri nitelemesi içerisinde anılan, bazıları İran edebiyatının en önde gelen şairleri olmak üzere, çok sayıda Türk asıllı şair bulunmaktadır. Bu da coğrafî durum ve siyasî tarih göz önüne getirildiğinde gayet doğaldır. Dil ve coğrafya farklılığına dayalı bu tür ayırımlar, bilimsel ve kültürel alanlarda karşımıza kavram ve tanımlama sorunlarını çıkarmaktadır.
3- Klâsik Türk şiiri ve İran edebiyatıyla ilgili olarak Batı’da yapılan ilk tespitler, günümüzde klâsik şiir geleneğimiz için hâlâ yanıltıcı şekilde etkili olmaya devam etmektedir. Bu yargıları şu şekilde özetlemek mümkündür: “İranlıların Farsça şiir tarzı, İranlılara özeldir. İran şiirinin birinci devrini, millî destanî safha teşkil etmektedir.” Daha önce işaret ettiğimiz bazı noktalar, bu ifadeleri tartışmaya açmaktadır. Bu tespit, artık bu mirasın ait gösterildiği İran’da bazı araştırmacılar tarafından da sorgulanmakta, özellikle XI. ve XII. asırda Farsça yazmış olan şairlerin çoğu Gazneli ve Selçuklu sultanlarına olan yakınlıkları sebebiyle kınanmaktadır. Çünkü bu edebî ürünlerdeki içerik, Fars ulusçuluğu gözüyle bakıldığında onları rahatsız etmektedir. Bugün İran’da daha ileri giderek, bu şairlerin son asrın başlarına kadar uzanan on bir asırlık dönemde İran’a ve İranlılığa ilgi göstermediğini belirten ve örneklendiren araştırmacılar bulunmaktadır. Bu durum, İslâm sonrasında Yeni Farsça ile kaleme alınan ilk eserleri de içeren uzun bir dönem hakkında, günümüzden yüz yılı aşan bir zamandan beri oluşturulan hükümlerin, nasıl zayıf temellere oturduğunu göstermektedir.
4- Klâsik Türk edebiyatı ve kültür tarihimiz için hemen sadece Türkçe yazılan eserler, dikkate alınmaktadır. Yaklaşık on iki asır boyunca Türk asıllı kişiler tarafından yazılan Arapça ve Farsça eserler, dil farklılığı nedeniyle edebî ürünlerimiz arasında hemen hiç görülmemektedir. Örnek olarak XI. veya XII. asırda Türk asıllı bir şair tarafından İran, Horasan veya Türkistan’da Türklerin duygu, düşünce ve tercihleriyle bir Türk sultan için yazdığı Farsça şiirler, klâsik Türk şiir mirası içerisinde görülmemekte, hatta bu şiirler Fars şiiri geleneğinin bir örneği kabul edilmektedir. Daha da ileri gidilerek, bu ve benzeri özelliklere sahip şairleri örnek alan Anadolu’daki Türkçe yazan şairler de Fars şairlerinin taklitçisi olarak nitelenmektedir. Bu durum gerçekte çok farklı değerlendirilebilirdi.
Bilimsel ciddiyetle tartışılması gereken bu tablonun bir benzeri günümüzde Almanya’da bulunmaktadır. Almanya’daki Türklerin Almanca kaleme aldıkları eserler hakkında bugün, mazideki örneğe nazaran gerçekçi değerlendirmeler yapılmaktadır. Çünkü bu eserlerin, içerik bakımından daha çok Türklere ait olduğu ve Almanca yazılmış olmalarına karşılık, Türk kimliğini barındırdıkları dile getirilmektedir. Bu nedenle Almanya’da Almanca ve de Türkçe kaleme alınmış edebî ürünler dikkate alınarak “Almanya’da Türk Edebiyatı”ndan söz edilmektedir. Bu yeni durum on, on bir asır öncesine dayanan edebî faaliyetleri izah edecek gibidir ve çok dikkate değerdir.
5- Farsça ve Arapça yazılı eserler, sadece bu dillerin sahiplerine ait gösterilirken, ayrıca Türkçe eserlerdeki Arapça ve Farsça kelimeler, Türkçe yazılmış edebî miras için ayrı bir olumsuzluk unsuru olarak vurgulanmaktadır. Bazı Türk araştırmacılar, Türkçe aleyhine görülen bu durumu tespit için bir Türkçe eserin kelimelerini Arapça, Farsça ve Türkçe asıllı olanlar şeklinde ayırarak oran araştırması yapmaktadır. Bazı İranlı araştırmacılar da aynı yolu takip ederek bazı Türkçe klâsik şiir beyitlerindeki kelimeleri sayarak, Türkçe asıllı olmayanları, Arapçalar da dahil olmak üzere Farsça sayıp, Fars dili ve kültürünün Türkçe üzerindeki etkisinden söz etmektedirler. Diller arasındaki alış-verişin dil ve edebiyatlara sağladığı zenginliğe işaret eden ve bunun gereğine inanan çağdaş bilim adamlarının görüşlerine, her nedense bu özel konuda pek itibar edilmemektedir. Kayıp, yine maalesef Türk dili ve kültürü hazinesine yazılmaktadır.
6- Önceki asırlar için tartışmalı bir isimlendirme de “Resmî dil” tanımlamasıdır. Bugünkü devletlerin, faaliyetlerinde esas aldığı dili veya dilleri ifade eden “resmî dil” nitelemesi, aynı vurguyu gösterip göstermediği düşünülmeden, asırlar öncesinde kendi gelenek ve anlayışlarıyla hüküm süren devletler için de kullanılmaktadır. Örnek olarak “Gazneli, Selçuklu devletlerinin resmî dili Farsçaydı” kaydı konulmaktadır. Bu tür bir niteleme, galiba bugünkü anlamda bir gerçeği ifade etmemektedir. Gazneli ve Selçuklu saray çevrelerinde Türkçe, Arapça ve Farsça eserler, mektuplar yazılmakta, şiirler söylenmekte ve konuşulabilmekteydi. Bu duruma karşılık Farsça’nın resmî dil olduğunun vurgulanması, dikkat çekidir. Ayrıca bu devletler için resmî dil olarak Farsça’nın anılması, bir yanlışlığı da içermektedir. Çünkü bu devletlerde devletin kayıtları, kısa birer dönem hariç olmak üzere, Arapça tutulmaktaydı. Örnek olarak Büyük Selçukluların sarayında Tuğrul Beyin veziri Ebû Nasr-ı Kundurî (vezirliği 1056-1063) zamanında risalet divanı Farsçaya döndürüldüyse de sonrasında Alp Arslan ve Melikşah’ın veziri Nizâmulmülk (vezirliği 1063-1092), divanı tekrar Arapçaya çevirdi. Diğer bir örnek olmak üzere Anadolu Selçuklu sarayında vezir Fahreddin Ali’nin, Arapça bilmediği için 1259’dan sonra divan muâmelelerini Arapçadan Farsçaya çevirdiği hakkında tarihî bir kayıt mevcuttur. Bunun hemen sonrasında, sadece on sekiz yıl sonra 1277’de Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçeyle ilgili müdahalesi gerçekleşti.
Bu ve benzeri kayıtlara rağmen günümüzde kimi bilimsel eserlerde Osmanlıların ilk dönemlerinde dahi resmî dilin Farsça olduğu bilgisi yanıltıcı bir şekilde tekrar edilmektedir.
7- Dil farklılığı ve isimlendirmelerin etkisi altında kalındığında maziye dönük kültür ve kimlik tanımlamalarında dayanaksız düşünceler ileri sürülebilmektedir. Meselâ, Agâh Sırrı Levend ve Erol Güngör gibi önemli bilim adamlarının görüşlerinin varlığına rağmen, ülkemizde Mevlânâ ve eserleri üzerinde kültür ve edebiyat değerleri açısından farklı görüşler dile getirilebilmektedir. Yukarıdaki ön kabuller ışığı altında bu noktaya varan bazı kişi ve çevreler, Mesnevî’nin Farsça yazılmış olması ve Mevlânâ’nın Horasan bölgesinden gelmiş olması gibi yüzeysel bakışların etkisi altında İran kimliğinden söz etmektedirler. Bu bakış genişletilerek 1069-1070 yıllarına ait Türkçe Kutadgu Bilig için de, İran ve Arap kültürü etkisi altındadır diye kayıt düşülebilmektedir. Yukarıdaki maddelerde işaret edilen hususlarda yeni bilimsel tespitler öne çıktığında, gerek şahıs ve gerekse eserler üzerindeki kimlik tartışmaları, muhtemelen yön değiştirecektir.
8- Türkiye’deki diğer bir yorum ve iddia ise, Selçuklu ve Osmanlı devletleri döneminde yönetimdekilerin arasında ve yazılı eserlerde Türk adının olumsuz anlamda kullanıldığı şeklindedir. Gerçekte onuncu asırdan itibaren Farsça şiirlerde, bu arada Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Türk adı yüzlerce, binlerce olumlu örneğe sahiptir. Bu örnekler dikkate alınmadan ve Osman Turan gibi önemli bilim adamlarının, olumsuz kullanımın arka planıyla ilgili uyarıcı tespitleri ve yorumları göz ardı edilerek olumsuz örneklere dayalı görüşler, kimi yayınlarda doğru bilgi gibi sunulmaktadır. Türk adı, Farsça şiirlerde önceleri fizikî güzelliği, kahramanlığı ve cesareti temsil ederken, daha sonra bu kullanımlara sevgiliyi ve ilahî güzellikleri temsil eden anlamlar da eklenmiştir. Gerçekte geçmiş asırlarda İran, Horasan ve Türkistan’da Farsça yazmış nice şair, Türkleri ve Türk devlet adamlarını övdükleri ve İran mitolojik kahramanlarını küçümsedikleri için, bugün İran’da çeşitli araştırmaya dayalı eserlerde suçlanmaktadır. Bu durum, burada daha önce dile getirilen bazı hususların doğruluğunu, hiç olmazsa tartışılmaya değer olduğunu dolaylı yoldan ortaya koymaktadır.
9- Klâsik Türk şiiri geleneği hakkında bilgi verilirken Anadolu’da Türk varlığı oluşmadan önceki dönemlerde İran, Horasan ve Türkistan’da gelişen edebî faaliyetler, buraya kadar sıralanan bakışların etkisi altında kalınarak, dikkate alınmamaktadır. İslâmiyet’ten sonra şekillenen yeni Farsçayla bu bölgelerde söylenen Farsça şiirdeki ilk yöneliş, bugün Horasan üslûbu veya Türkistan üslûbu olarak adlandırılırken; Selçukluların varlığıyla anlayış ve konu itibariyle büyük değişiklik geçiren edebî tercihler de, Selçuklu üslûbu veya Irak üslûbu adıyla anılmaktadır. Bu asırlarda aynı alanlarda aynı yönelişlerle Farsça eserlerin yanı sıra Türkçe şiirler yazılmış olmasına rağmen, bu durum puslu bir mazide bırakılmakta ve Anadolu’da Âşık Paşa’nın XIV. asrın başında kaleme aldığı büyük eseri Garîbnâme’deki bazı ifadeleri mutlak bir gerçeğin ifadesi gibi iddiayla tekrar edilmektedir. Âşık Paşa, bu eserinde Türkçeye pek itibar edilmediğini söylemekte ve Türkçe eserine, belki de şairce bir ifadeyle alaka çekmek istemekteydi. Ancak Garîbnâme’den üç asır kadar önce Kutadgu Bilig gibi Türkçe eserlerin yazıldığı ve bir kısmının günümüze ulaştığı, Firdevsî’nin, Kutadgu Bilig’ten altmış yıl kadar önce yazdığı Şehnâme’si için “Bu otuz yılda çok zahmet çektim; Acem’i bu Farsçayla dirilttim” dediği ve aynı yıllarda aynı bölgede yaşayan bir şair olan Minuçihrî’nin Farsça şiiriyle yücelttiği bir memduhuna “Sen bana Türkçe şiir, Oğuzca şiir oku” diye seslendiği gibi hususlar, ülkemizde galiba gerektiğince dikkate alınmamaktadır. Böylece aynı zamanda ve aynı coğrafyada ortaya çıkan Farsça ve Türkçe edebî ürünlere hâkim olan üsluplar ve zevkler, yabancı bir edebiyata ve kültüre aitmiş gibi görülmektedir.
Her biri tartışılmaya değer olan yukarıdaki hususlara başkalarını eklemek mümkündür. Meselâ taklit ve özgünlük, Türkçe şiir için aruz hatası olarak gösterilen tercihler, şiirlerin dinî ve ladinî olarak ayrılması gibi konular, bunlardan birkaçıdır. Bütün bu konulardaki eksik veya yanlış yargıların, zihinlerde ayrı ayrı bıraktığı olumsuz izler, sonuçta klâsik Türk şiirine ve Farsça veya Arapça yazılı edebî mirasa karşı olumsuz bir algılamaya yol açmaktadır.
Araştırmacılar tarafından bu durum önemsenecek olursa, ayrıntılı araştırmalar yapma gereği duyulacak ve edebî geleneğimizle ilgili bazı metinler, farklı bir yaklaşımla tekrar analiz edilebilecektir. Böylece klâsik şiirimizin mazisi, mahiyeti, hayal dünyası, aşk hissiyatı ile şiirde varlık sorunu, ideal kişilik, sosyal yapı ve hakikat-mecaz ilişkisi gibi konularda daha kapsamlı değerlendirmeler yapma imkânı doğacaktır. Bu bir yandan edebî geleneğimizi anlama açısından önem arz ederken, diğer taraftan bilimsel dikkat de zaten bunu gerektirmektedir.
Sonuç olarak, edebiyat tarihi araştırmalarında kullanılan metot ve oluşturulan kavramların, yukarıdaki örneklerin ışığı altında Türk edebiyatı ve kültürü açısından birçok probleme yol açtığı, sanırım, söylenebilir.

Konular