BÜYÜK SELÇUKLULAR VE HALEFLERİ DEVRİNDE TEBRİZ

Özet: Tercüme ettiğimiz bu makalede Büyük Selçuklular ve halefleri dev­rinde Tebriz ele alınmıştır. Makalede Selçukluların ortaya çıkışı ve yükseliş­leri konuları kaynaklara dayalı olarak verilmiş, akabinde Selçukluların öne­minden bahsedilerek onlarla ilgili olarak kaynaklardaki bilgi azlığına işaret edilmiştir. Devamında Büyük Selçuklular ve halefleri devrinde Tebriz ile alâkalı kaynaklara dayalı olarak bulunabilen bilgiler sıralanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Büyük Selçuklular, İran, Tebriz, Tuğrul, Alpaslan, Melikşah

Tabriz in the Period of Grand Saljuks and Their Successors
Summary: In this translated article Tabriz in the period of Grand Saljuks and their successors was elucidated. In the article establishment and improvement of Saljuks based on sources, and than importance of Saljuks and lack of information about them were pointed out. Subsequently the information that could be reached in sources about Tabriz in the period of Grand Saljuks and their successors arranged in an order.
Keywords: Grand Saljuks, Iran, Tabriz, Tugrul, Alpaslan, Malikshah



İran’da saltanat iddiasında bulunanlara karşı kazandıkları za­ferden sonra, İslâm’dan sonra İran’da en büyük imparatorluğu kurabilen, Türklerden bir topluluktur. Bu Türk topluluğu, İslâm tarihinde özel bir yere sahiptirler. Zira, Haçlı savaşlarında Avrupalıların aldığı yenilgilerin bir çoğu Selçukluların yi­ğitliğinin sonucudur. “Rahat es-Sudûr ve Rivâyet es-Surûr der Âl-i Selcuk” adlı kitapta Selçukluların ilk zamanları hakkında şu bilgi vardır: “Başlan­gıçta, Selçuklular başarrılı birer asker ve çok sayıda idiler. Çok malları vardı. Dindar ve uyanık insanlardı... O büyükler, yerleşim yeri darlığı ve otlak sı­kıntısı yüzünden Türkistan’dan Maveraünnehir bölgesine geldiler. Kışları oturdukları yer Nûr Buhara, yazları ise Semerkand Soğd’u idi. Selçuk’un dört oğlu vardı: İsrail, ondan sonra Mikâil, Yunus ve Musa Yabgui. “Tarih-i Selâcika veya Müsâmeret el-Ahbâr ve Müsâyeret el-Ahyâr” adlı eserde bu konuda şunlar nakledilmiştir:
“Nûr Buhara yörelerinde ve oranın havalisinde çok sayıda insan yaylayıp ve kışlardı. İyi huyuyla tanınmış ve inancının temizliği ile ve iyi adla vasıf­landırılmış Selçuk adlı bir liderleri vardı. Bir süre sonra Selçuk vefat etti ve oğulları kavmin liderleri oldular. Onlara bağlı olanların sayısı çok arttı ve bü­yük nimet ve servet elde ettiler. Maveraünnehr ve Türkistan Han’ı olan İlik Han endişe ederek yardım için Sultan Mahmud’a –Gazneli- bir kişi göndere­rek “Bu ülkelerde Türklerden çok kuvvetli ve heybetli bir kavim ortaya çık­mıştır. Her ne kadar iyi huya ve dine sahip olsalar ve kendilerinden şu ana kadar kötü bir hareket ve beğenilmeyen bir fiil görülmemiş olsa da vakitler­den bir vakit devrin durumunun başkalaşıp ve değişmesiyle fitne ve karışık­lığa sebep olabileceklerinden endişe edilmektedir.”ii Selçuklular hakkında Câmi’ et-Tevarih’te şöyle nakledilmiştir: “Ve büyük ve muazzam padişahlar olan Selçuk oğulları sultanları ve onların ataları Kınık boyundan idiler.”iii “Dünya tarihinde etkili olmuş olan Selçuklular Oğuz Türklerine mensup idi­ler.”iv C. E. Bosworth Selçuklular tanıtırken şöyle yazmaktadır; “Selçuklular, Oğuz Türklerine mensup olup tarihte dokuz kabileden veya Dokuz Oğuz adını alan bir topluluk olarak ortaya çıkarlar. Bu kabileler Türk İmparator­luğu doğu bölümünü meydana getirdiler. Kameri ikinci asrın ortalarına ait olan Birleşik Saltanat yani Dış Moğolistan Orhun Kitabelerinde onlardan bahsedilir. ”Divân-ı Lügati’t-Türk” sözlüğünün yazarı Kaşgarlı Mahmud’un kayıtlarına göre Kınıklar, şehzadelerin ve emirlerin çıktığı Oğuz kabilelerinin liderliğini üstlendiler. Selçuklu hanedanı, Kınıklara bağlıydı. “Selçukluların çıkış yeri ile ilgili ve Cahen’e göre Alp Arslan için yazılan Meliknâme’ye göre: Selçuklu hanedanının atasının ismi Temüryalıg diye anılan Dukak isimli şahıs idi. O ve oğlu Selçuk “Şâh-ı Türkân” yani Yabgu’nun hizmetinde idiler. Selçuk önemli bir makam olan Subaşılığa da sahipti”v.
Sonraları, Selçuk kavimleri ve çevresindekilerle birlikte Cend’e hareket etti. Bu şehir Selçukluların İslâm’a girip Müslüman oldukları ve bölgedeki kafirlerle savaşa başladıkları yerdivi.
Bu silahşör kavimler, sahip oldukları savaş gücüyle bölgedeki savaşlara katılıyorlardı. Tarafında savaşa katıldıkları hükümdarlardan bunun karşılı­ğında mali yardımlar ve hayvanları için otlak yerleri alıyorlar, ve bu şekilde günlerini geçiriyorlardı. Kuvvetleri “Tuğrul Bey” ve “Çağrı Bey” liderliğin­deki devirde artmış ve bölgenin uygun şartları sayesinde siyasi meselelere ka­rışmak için hazır bir zemin oluşmuştur. Bu Selçuklu topluluğu 416h. yılında Gazneli Mahmud’a yenilmiş ve Hindistan’a sürülmüş olan amcaları Arslan (İsrâil)’in, başından geçenlerden ibret alarak bölgenin meselelerini daha akıl­lıca değerlendirdiler. Gaznenliler üzerine yürüyecekleri vakti bu şekilde kol­ladılar. “Muhtasar ed-Duvel”’de Oğuz Türklerinin Arslan Yabgu gurubunun Gazneli Mahmud “Yemin ed-Devle” tarafından nasıl ezildiği şöyle kayde­dilmiştir: “420 (416h.) senesinde Yemin ed-Devle, Oğuz Türklerini çok ağır bir yenilgiye uğrattı, bunlar Arslan’ın arkadaşları Selçuk’un oğulları idiler.”vii Daha sonra Sultan Gazneli Mahmûd’un ölümünden sonra yerine oğlu Mesûd geçince Mikâil’in oğulları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey Horasan şehrini ele ge­çirmeyi akıllarına koydular. Bu iş Merv (426h.), Herat ve Nişabur(429)’un fethi ve sonra “Dandanakan” olarak bilinen savaşta Gazneli ordusunu yen­meleri ardından gerçekleşti ve hutbe de bu bölgelerde onların adına okundu.
Horasan’ın fethinden sonra sıra İran’ın diğer şehir ve bölgelerine geldi; Gürgân, Taberistan, “433h.” senesinde feth edildi. Harezm ve Rey, 434h.’de, 446h. senesinde ise Azerbaycan Selçukluların eline geçti. Bir yıl sonra ise İslâm Hilafetinin başkenti Tuğrul Bey’i konuk etti. Tuğrul önceden Halifenin güvenini kazanmıştı. Profesör Doktor Davud İsfahâniyânviii Selçukluların ilerle­yişinin önemli sebebi olarak güçlü askeri varlıklarını görmektedir. Bu konuda şunları yazmıştır: “Gerçekten şu denilebilir ki bu devletin bütün iler­leme ve yayılma imkânları askerlere bağlı idi. Asker bütün işlerin asli çekir­deği sayılıyordu, bunun için sultanlar her işte askerin başında bulundular ve her savaşta komutanlık işini doğrudan üzerlerine aldılar.” ix
“Bu şartların sonucunda, Kâim’in (422-427h.) emriyle Cuma günü Ra­mazanın sonuna sekiz gün kala 447h. senesinde Bağdad’da hutbe Tuğrul adına okundu ve Melik Rahîm Deylemî’nin adı -hutbeden- kaldırıldı. Tuğrul, Kâim’in izniyle Bağdad’a geldi ve Melik Rahîm’i 6 yıl ve on günlük Bağdad hâkimiyeti sonrasında burayı ele geçirdi. Böylece Bağdad ve Halife’ye M’uizz ed-Devle zamanında beri hâkim olan Büveyhoğulları egemenliği or­tadan kalktı.”x Abbâs İkbâl, Selçuklu hanedanı ve onların önemi hakkında Ta­rih-i İran ve Cihân-ı İslâm –adlı- eserinde şöyle yazmaktadır: “Mikâil oğullarının etrafındakiler (Selçuk’un oğlu) Mesûd’un büyük hâcibi Subaşı’yı yenip ve Dandanakan fethinden Gaznelilerin İran’da ortadan kalkması sonu­cunu getiren, sonra büyük devletin temellerini pek çok yönden attılar. Bu ba­kımdan İslâm tarihinde benzeri yoktur. Sasanilerin yıkılışında Selçuklu Dev­leti’nin kurulduğu zamana kadar Batı Asya’da, bu genişlikte, büyüklükte ve idare bütünlüğü ve merkeziyeti içinde bir saltanat kurulmadı.”xi “Selçuklular Hicri beşinci asırda orta doğuda büyük bir imparatorluk kurdular. Yalnızca İran tarihinde değil, onun ötesinde İslâm dünyası tarihi ve daha geniş olarak Asya tarihinde çok geniş bir tesir sahibi oldular.”xii
“Tarih-i Sinâyi’-i İran” kitabında bu konuda şunlar bulunmaktadır: “Sel­çuklular devri yalnızca sanat ve ilimlerin altın ve parlak asrı olarak kabul edilmemelidir, İslâmî devir İran’ın zevk ve anlayış, medeniyet ve kabiliyeti değişik sahalarda ortaya çıkmış, bir aydın ve parlak bir yapılanma olmuş, özellikle Melikşâh ve “Siyâsetnâme” kitabının yazarı ve Bağdad medresesi­nin kurucusu vezir Hâce Nizâm el-Mülk devrinde bu zevk ve anlayış daha kuvvetle ortaya çıkmıştır.”xiii Selçuklular devri kaynakları bu devrin büyüklü­ğüne göre çok azdır denilebilir. O kadar ki “Maalesef Selçuklular devrinden önemli ve genel bir eserimiz bulunmamaktadır.” Bu sahada yazan diğer bir müellif olan “Profesör Dr. Rahîmlu’nun ders notlarından yaralanılarak”xiv –bu konuda- kendisi şöyle yazmıştır: “Maalesef kaynaklar İran halkının gündelik yaşamı hakkında bir şey göstermemektedir.”xv Bu mesele Selçuklular dev­rinde Tebriz Tarihinde daha çok görülmektedir. Öyle ki “Tarih-i Tebriz” ya­zarı bu konuda şöyle yazmaktadır: “Büyük Selçuklular zamanında Tebriz’den çok az bahsedilmiştir.”xvi Buna binaen bu duruma dikkatle beraber, bu araştır­mada Selçuklular devrinde Tebriz’den bahsederken şuna gayret edilmiştir. Selçuklular devrinde tarihi akışla Tebriz konusundaki her konu, her ne kadar çok az olsa da, ortaya konulmuştur. Zira bu devrede, siyasî, iktisadî, sosyal bakımlardan Tebriz tarihi ile alâkalı geniş bir bilgi elde bulunmamaktadır. Bu sebeple bu araştırmada dağınık bilgiler tarihî kaynaklardan toplanmaya çalı­şılmıştır. Böylece bunların yan yana getirilmesiyle Tebriz tarihin değişik yönleri ve siyasî-sosyal durumu aydınlanacaktır. Burada bu olayların bazıla­rının incelenmesiyle ilgileneceğiz.
Büyük Selçuklular devrinde Tebriz’in olayları cümlesinden olarak, Tuğ­rul’un halifenin kızıyla bu şehirdeki düğün kutlamalarına işaret edilebilir. Tuğrul Irak-ı Arab ve el-Cezîre işlerini düzene koyduktan sonra, Cebel böl­gesine döndü ve eşi 452h. tarihinde öldüğü için Halife Kâim Abbâsî (422-464h.)’den kız kardeşiyle evlenme isteğinde bulunduğu söylenmektedir. (Za­hîr ed-Dîn Nişâburî, sultanın kız kardeşi olarak yazmıştır.) Halife başta bu işe razı değildi. Ancak Tuğrul’un tehditleri sebebiyle bu işe rıza göstermek zo­runda kaldı. 252 h. senesi Zi’l-k’ade ayında bu iş (evlenme) gerçekleştixvii. “Selçuknâme” yazarı “582 h. ölümü” bu konuda şöyle yazmıştır: “Abbâsiler Devleti yeniden canlandı ve Sultan oradan Azerbaycan tarafına geldi ve Teb­riz şehrine indi. Amîd el-Mülk’ü kendisini Halifenin kızıyla nişanlaması için vekil kıldı. Halife bu durum karşısında sıkıntıya düştü. Amîd el-Mülk halife­nin naiblerini sıkıştırdı ve özel maişetlerini durdurdu. Böylece halife mecbur ve perişan olarak kızının nişanlanmasına izin verdi. O zaman kızının tahtıre­vanını büyüklük ve şevket içinde yanında Bağdad kadısı bulunduğu halde Tebriz’de nişanlanmak üzere yola çıkardı. Nikahta 400 dirhem ve bir dinar kızıl altın Seyyidet en-Nisâ Fatımet ez-Zehrâ’nın mihriydi. Halifenin kızının tahtırevanı Tebriz’e ulaşınca şehri kutlamalar ve tören çadırları kapladı. Çok saçı saçtılar. Kadı nişan ve nikahı kıydı. Sultan oradan zifafın başkentte ol­ması için dizginlerini Rey tarafına çevirdi.”xviii
Tarih-i Nigâristân’da bu konu şöyle sunulmuştur: “Kâim’in sıkıntısı vardı, Sultan vezir Amîd el-Mülk Ebû Nasr Kündürî’ye –Halife’nin- darlanıp evliliğe izin vermesi için onun Arab ülkelerindeki etkisini azaltmasını em­retti. Vezir, Kâim’in kızını Tebriz’e sultanın yanına getirmiş ve orada nikah kıyılmıştı.”xix Tebriz’den dönüşte Tuğrul hastalandı ve Rey şehrinde 455h. se­nesinde vefat etti. Oğlu olmadığı için önceden kardeşinin oğlu Alp Arslanxx’ı yerine veliaht olarak seçmişti. Tuğrul’dan sonra onun yerine tahta oturdu ve halifenin kız kardeşini de (bazı kaynaklarda Halifenin kızı) Tuğrul ölümüyle Bağdad’a gönderdi. Tuğrul’un ehil halefi yani Alp Arslan en önemli Selçuklu sultanlarından sayılmaktadır, onun saltanatının önemli olaylarından olarak Malazgirtxxi savaşına işaret edilebilir. (463h.) Alp Arslan Azerbaycan, Gürcis­tan ve Ermenistan’ın fethinden sonra Tuğrul Bey’in Anadolu’daki seferlerini devam ettirdi. Bu sırada “Doğu Roma İmparatoru “Diyojen” Anadolu ve Balkanlardan topladığı ordusuyla Malazgirt’e gelmiş ve burada mevzilenmişti. O buradayken, Alp Arslan komutasındaki elli bin Türk askeri Romalılarla savaş için harekete geçti. Alp Arslan kefen giymiş olarak cihada çıktı ve Selçuklu askerlerinin önünde Roma askerlerinin üzerine saldırdıxxii. Bu savaş Bizans İmparatorluğu’nun yenilgisi ve Roma imparatoru Roman Diyojen’in esir düşmesiyle sonuçlandı. Ancak, Roma İmparatoru fidye öde­yerek özgürlüğünü yeniden elde etti. –Burada- Müslüman Sultanı’nın davra­nışındaki civanmertlik de kaydedilmiştir. Sultanın savaştan önce ailesi ve ve­ziri Nizâm el-Mülk ile Tebriz’den geçmiş ve Romalılarla savaş için hareket ettiği söylenmektedir: “Onun devrinde Kayser Armânûs üçyüzbin atlıyla İs­lâm ülkesine gitmek için Rum’dan çıktı. Sultan da onun durumundan haber­dar olunca büyüklük hareketiyle Azerbaycan tarafına yöneldi ve yanında fazla askeri yoktu. Türkân Hatun ve Nizâm el-Mülk’ü Tebriz’de bıraktı ve kendisi elli bin atlıyla Ahlat bölgesine yöneldi.”xxiii Malazgirt savaşının vukuun­dan önce, bir gün Diyojen’in askerleri, Alp Arslan’ı yüz atlıyla bir av yerinde kuşatıp yakaladılar, ancak Romalılar, Alp Arslan’ı tanımıyorlardı. Selçuklu atlılarıyla birlikte Alp Arslan’ın ellerine düştüğünü bilemediler. Bu haber Alp Arslan’ın askerlerinden bir şahıs tarafından Nizâm el-Mülk’e ulaş­tırıldığında Nizâm el-Mülk o kişinden bu konuyu kimsenin yanında söz ko­nusu etmemesini istemişti. Sonradan Alp Arslan’ın hasta olduğu haberi ya­yılmıştı. Bu sırada Romalılar (Bizanslılar) elçilerini barış için sultana yolla­mışlardı. Nizâm el-Mülk cevap olarak onlara şunu söylemişti: “Sultan has­tadır, ancak barıştan önce, siz av sahasında onun kullarından esir ettiğiniz herkesi serbest bırakınız.” Bizans elçileri Romanos’un yanında dönerler, olanları ona anlatırlar, o da bu barış işinin kolaylaşması için, esirleri bu elçi­lerle birlikte Alp Arslan’ın sarayına yollamıştı. Esirler elçilerle birlikte Sel­çuklu devlet erkânı huzuruna geldiklerinde: “Nizâm el-Mülk, emîrler ve devletin ileri gelenleri karşılama vaziyetinde idiler ve yeri öpüyorlardı. Bi­zanslılar bunu böylece görünce şaşkın ve affalamış olarak kala kaldılar ve ellerinden kaçırdıkları şey sebebiyle büyük bir üzüntü yaşadılar. Sultan Teb­riz’e ulaştığında sarayın ileri gelenlerine mümkün olan ve yapılabildiğince hazinelerin açılıp askeri burada oturtmalarını buyurduxxiv.
Bu olaylardan sonra Malazgirt savaşı oldu. Romanos Diogenes İslâm as­kerlerinin eline esîr düştü. “Alp Arslan’ın 1500000 dinâr fidye karşılığı onu bağışlayıp, onunla elli senelik bir barış antlaşması imzaladığı, Romanosu da gereken saygıyı göstererek ülkesine geri gönderdiği söylenmektedir.”xxv
Yukarıdaki bilgilere dayanarak, Malazgirt savaşında Alp Arslan’ın ko­mutan ve askerlerini toplama merkezinin Tebriz olduğu söylenebilir. O, Sel­çuklu kuvvetlerini bu şehirde düzenlemişti. Alp Arslan’ın ölümünden sonra (465h.) Melikşâh Selçuklu tahtına oturdu. “Tarih el-Kâmil”’de Alp Arslan’ın hususiyetleri hakkında şunlar yazılıdır: “Adaletli, cömert ve akıllı bir adamdı... Mülkünü çok genişletti ve cihan onun hâkimiyetine boyun eğdi. Doğru olarak söylendiği gibi cihanın şahı idi...Onun hikâyeleri pek çoktur ve bu kitap bundan fazlasını vermeyecektir.”xxvi “Alp Arslan’ın on yıllık hüküm­darlığı (455-465h.) ve oğlu Melikşâh’ın yirmi senelik saltanatı Büyük Sel­çukluların saltanatlarının en parlak devrini oluşturmaktadır.
Bu on yıllarda Selçukluların toprakları tek bir hâkimiyet altında birleşti. Bu günlerde İran bir fikrî ve kültürel canlanma dönemi yaşamıştı. Ticaret ve ziraat parıltılı bir bolluğa kavuştu. Bu otuz yıllık birlik devresi, Vezir Nizâm el-Mülk devri ve aynı şekilde İbn el-Esîr’in özellikle zikrettiği gibi “ed-Devle en-Nizâmiyye” olarak adlandırılabilir. Maalesef, bu devirde Tebriz hakkında elde fazla bilgi yoktur. Ancak, öyle görülmektedir ki şehir bu de­virde de gelişme ve ilerlemesine devam etmiş, İran ve Azerbaycan’ın önemli merkezlerinden birisi olarak sayılmıştır. Zira, sonraları Atabekler zamanında burasının bu hanedanın başkenti olarak seçildiğini görüyoruz. Bu, Selçuklular devrinde Tebriz şehrinin gün be gün artan gelişme ve ehemmiyetinin göster­gesidir.
Melikşâh’tan sonra, Selçukluların zayıflamaya başladıkları ve saltanatla­rının zevâlinin alâmetlerinin görünmeye başladığı söylenebilir. Bunun se­beplerinden birisi olarak Melikşâh’ın taht ve tacını ele geçirmek için vuku bulan aile içi çatışmalar söylenebilir. Bu cümleden olaylardan olarak, Sultan Berkyaruk b. Melikşâh ile kardeşi Muhammed b. Melikşâh arasındaki savaş­lara işaret edilebilir. Bu ikisi birbirleriyle saltanat için beş kanlı savaş yap­mışlardır. Bu ikisi arasındaki beşinci savaşta, Berkyaruk Zencan’a çekilmiş ve Azerbaycan’daki bölgelere hâkim olan Sultan Muhammed Tebriz’e gele­rek hükümdarlık iddiasında bulunmuştur. İbn el-Esir 496h. senesi olaylarını anlatırken bu olayı ele almakta ve –şöyle- yazmaktadır: “Beşinci savaş Hoy kapısında vuku bulmuştur. Berkyaruk, Tebriz ve Meraga arasındaki yeşillik ve suyun bol olduğu dağlık tarafa yönelmiş, burada saklanıp, birkaç gün kal­dıktan sonra Zencan tarafına hareket etmiştir. Sultan Muhammed ise oradan Ermenistan şehirlerinden Erciş’e gitti ve daha sonra Tebriz’e vardı.”xxvii
Daha sonra bu ikisi yıpratıcı savaşlardan sonra, bir sonuca varamayarak barış ve antlaşmaya varmaya karar verdiler. “el-Kâmil” yazarı 497h. senesi olaylarını anlatırken “Sultan Berkyaruk ile Sultan Muhammed arasındaki ba­rış” konusunda şöyle yazmaktadır: “Bu yılın (497h.) Rebiü’l-Ahir’in’de, Melikşah’ın oğulları iki padişah Berkyaruk ve Muhammed arasında barış gerçekleşti. Bunun sebebi şuydu: İkisi arasında vuku bulan savaşlar çok uza­mış, fesad yayılmış, mallar yağmalanmış, kanlar dökülmüş ve ülke viran ol­muş idi. Saltanat tamah konusu ve mahkum olmuş, güçlü ve dirayetli padi­şahlar güçsüz düşmüşlerdi. Sultan Berkyaruk Kâdi Ebû el-Muzaffer Gürgânî Hanefî ve Karatekin olarak bilinen Ebû el-Ferec b. Abd el-Gaffâr Hemedânî’yi elçi olarak barış yapmaları için kardeşi Muhammed’in yanına göndermişti. Sultan Muhammed Meraga yakınlarında konaklamıştı. Elçiler onun huzuruna geldiklerinde kendi mesajlarını açıkladılar...Muhammed onla­rın sözlerini kabul etti ve karşılık olarak elçileri kendi tarafından gönderdi. İkisi arasında durum düzeldi ve her biri diğeri için yemin etti.”xxviii
Bu anlaşmaya göre şu karar alınmıştı; Sultan Berkyaruk Irak, Isfahan ve Cibal’i elinde bulunduracak, “Sepidrûd’dan Bâb el-Ebvâb’a kadar Azerbay­can, Diyarbakır, Bilâd-ı Cezire (Mezopotamya) ve Şam kıyılarının ise Muhammed’e kalması kararlaştırılmıştı. Tebriz şehri de onun (Muhammed) nasibi olmuştu.”xxix “Sultan Berkyaruk ile Sultan Muhammed arasında bu yıl barış olunca, Muhammed Isfahan şehrini Berkyaruk’a teslim etti. Berkyaruk oraya gitti. Muhammed, Tebriz ve Azerbaycan’da kaldı. Isfahanda bulunan maiyeti de ona katıldılar. Oraya (Tebriz) vardıklarında onun -yokluğunda- Is­fahan’da iyi tedbirler alarak orayı koruyan Sad el-Mülk Ebû el-Mehâsin’i kendi veziri yaptı. Bu yılın Saferine kadar Tebriz’de ikamet eyledi. Oradan Meraga’ya gitti. Daha sonra Erbil’e yöneldi. O, Musul hâkimi Çökürmüş üzerine yönelip orayı almak istiyordu.”xxx Bu devirde Tebriz’in idaresinin Emîr Sökmen el-Kutbî’nin elinde bulunduğu söylenmektedir. O, Muhammed’i destekleyenlerdendi. 498h. yılı savaşında Muhammedle birlikte Çökürmüş üzerine sefere gitmiş idixxxi. “Emîr Sökmen el-Kutbî, Kutb ed-Dîn İsmail b. Yakutî’nin gulâmı idi. Mevdûd b. İsmail b. Yakutî’den sonra Teb­riz’e hâkim oldu. 504h. senesine kadar Tebriz ve Azerbaycan’ın bazı eyalet­lerinde idareyi sürdürdü. 505h. senesinde Şam hâkimi Atabek Tuğtekin’e Frenklere karşı yardıma gittiği sırada Haleb yakınlarında hastalanarak Bâlis şehrinde öldü.”xxxii Azerbaycan’ın bir kesimin hâkimi “Melik Mevdûd b. Yakutî”’nin Kutb ed-Dîn İsmail Yakutî’nin oğlu, Sultan Berkyaruk’un dayısı ve kız kardeşinin Sultan Muhammed’in hanımı olduğu söylenmektedirxxxiii. Emîr Sökmen el-Kutbî de bu ailenin gulâmı sayılıyordu. Bu kişi “Şah-ı Er­men” ya da Benî Sökmen(Sökmenoğulları) hanedanının kurucusu sayılmıştır; “Sökmen, Selçuklu Merend- Azerbaycan hâkimi kardeşi Kutb ed-Dîn İs­mail’in adına izafeten Kutbî olarak anılmıştır. 493h. tarihinde Armeniadaki Halât(Ahlat) şehrini Beni Mervan’dan almıştır. Onların çocukları ve memlûkleri Eyyûbiler 604h. yılında onları ortadan kaldırana kadar bir asırdan fazla bir zaman bu bölgede hüküm sürmüşlerdir.”xxxiv “el-Kâmil fî et-Ta­rih”sahibi 505h. senesi olaylarını zikrederken Sultan Muhammed’in askerle­rinin Frenklerle (Haçlılarla) savaş için hareketine işaret ediyor. Bu orduya Tebriz ve Diyarbakır’ın bir kısmına hakim olan Sökmen el-Kutbî ve Meraga hâkimi Emîr Ahmedil gibi ünlü komutanlar da katılmışlardı. Bu savaşlar sıra­sında Haleb’in muhasarasında, Tebriz hâkimi Emîr Sökmen hastalandı. Bâlis şehrinde öldü. Askerleri cesedini tabuta koyarak onu kendi şehrine geri gö­türdüler. Bu sırada Muhammed’in askerleri dağıldılar. Emîr Ahmedil bu fır­sattan yararlanıp Emîr Sökmen Kutbî’nin yerine Tebriz’de idareye gelmeye çalışmıştı. “Dönerek Sultan Muhammed’den Sökmen’e bırakılmış olan şe­hirlerin kendisine bırakılmasını istemeye karar verdi.”xxxv Ancak Sultan Muhammed’in Ahmedil’in bu isteğine muvafakat edip etmediği bilinme­mektedirxxxvi.
“Muhammed 511h. yılında öldü. Hastalığının sonlarında oğlu Mahmud’u veliahdı olarak seçti.”xxxvii
“Irak Selçukluları devrinde, Sultan Mahmud bir müddet bu şehirde (Teb­riz) kalmıştı. Mahmud’un ölümünden sonra, Kardeşi Mesud Tebriz’e geldi. Ancak Sultan Mahmud’un oğlu Davud’un baskıları sonucunda, bu şehri terk etti. Davud bu şehirden Azerbaycan’ın tamamını yönetti.”xxxviii 514h. yılında İs­lâm şehirlerinin Gürcü saldırılarını uğramış olduğu söylenmektedir. Gürcüler çok katı bir şekilde Müslüman şehirlerini harab ederek halklarını öldürdüler. Bu bölge halkları bunlardan Hemedân’da Sultan Mahmud’a şikayetçi olunca, o Gürcülerle savaş için hareket etti. “Sultan Mahmud Hemedan’dan Azer­baycan’a gitti. Ramazan ayını Tebriz’de geçirdiler. Gürcü guruplarını ezmek için bir ordu gönderildi.”xxxix
Sultan Mahmud’dan sonra, oğlu Davud ile kardeşi Mesud arasında salta­nat mücadelesi başladı. Bu sırada Davud, Tebriz ve Azerbaycan’ı ele geçi­rene kadar Tebriz bu ikisi arasında el değiştirdi: “Sultan Muhammed b. Melikşah’ın oğlu Sultan Mahmud öldüğünde hükümdarlık hutbesi Cebel ve Azerbaycan şehirlerinde oğlu Davud’un adına okunmuştu. Melik Davud 525h. yılı Zi’l-K’ade ayında, Hemedan’dan Zencan tarafına yüründü. Bu sı­rada amcası Sultan Mesud’un Gürgan’dan Tebriz’e gitmiş olduğu haberi ona ulaştı. Melik Davud bu haberi duyunca Tebriz’e yöneldi. Sultan Mesud’u bu şehirde kuşattı. Bu ikisi arasında başlayan savaş 526h. senesi Muharremine kadar sürdü. Daha sonra birbirleriyle barıştılar. Melik Davud kendi hareketini erteledi ancak Sultan Mesud da Tebriz’den çıktı. Bir elçi Bağdad halifesinin yanına göndererek hükümdarlık hutbesinin kendi adına okunmasını istedi.”xl
Bu savaşta, Melik Davud’un komutanlarından Aksungur Ahmedilî, çok büyük gayretler gösterdi. Aksungurla ilgili olarak bilinen başlangıçta Ahmedil’in gulâmı olduğu sonra Azerbaycan’ın bazı kısımlarının idaresini ele geçirdiğidir.
“Sonuçta Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billah’ın (512-529h.) aracılığıyla iki kardeş arasında barış yapıldı. Mesud’un Sultan Davud’un ise veliaht ol­masına karar verildi. Sultan Mahmud’un kardeşi Tuğrul bu sırada Azerbay­can’da idi. Mesud ve Davud ittifak ederek 527h. yılında onun çıkarmak için Azerbaycan’a yöneldiler. Aksungur da onlarla beraber idi. Tuğrul’un ordu­sunu ağır bir şekilde yendiler.”xli “Daha sonra Davud Tebriz’i hükümetinin merkezi yaptı.”xlii Câmi’ et-Tevârih-i Reşidî’de (Selçuklular kısmı), Davud b. Mahmud b. Muhammed b. Melikşah’ın Batiniler tarafından Tebriz’de öldü­rülmesine işaret edilmiştir. “538h.” Cenazesi Merv’e götürülmüş ve Alp Arslan’ın mezarının yanına defn edilmiştirxliii. “Tarih-i Güzide”’de Davud’un öldürülmesi konusu şöyle gelmiştir: “Davud Tebriz’i dâr el-mülk (merkez) yapmıştı. Devletinin işleri revaç buldu. Tebriz’den bir gurubu ilhad etmiş saydılar. Davud onları öldürdü. Molla Hoda bunun intikamı için fedailer yolladı. Onu meydanda hamamda bıçakladılar. Bundan dolayı öldü.”xliv
“Ravza-i Ethâr” yazarı Selçuklu hükümdarlarından ikisinin kabrinin Teb­riz’de olduğunu bildirmiştir: “Çehar Menâr’da Pir Dede Şah kabri kümbeti yakınında, iki büyük kümbet vardır. Halk bunları Sultan Mahmud ve Ayaz’ın mezarlarının kümbeti olarak söylüyor. Bunlardan biri Sultan Mahmud b. Sultan Muhammed b. Sultan Melikşah Selçukî ve diğeri Sultan Mesud b. Kı­lıç Arslan Selçukî’nin mezarıdır.”xlv
Onlardan sonra Ahmedililer Tebriz’in idaresini ele geçirdiler. Daha son­raları İldenizler onları bertaraf ederek Azerbaycan’a hâkim olmuşlar ve Teb­riz’i kendilerine başkent olarak seçmişlerdir.

Konular