PEND-NÂME TÜRÜ AÇISINDAN SIDKÎ’NİN RİSÂLE-İ RUFEKÂ ADLI ESERİ

CBÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Cilt:14, Sayı:1, Mart 2016
Geliş Tarihi: 18.08.2014 Doi Number: 10.18026/cbusos.23838 Kabul Tarihi: 29.02.2016
PEND-NÂME TÜRÜ AÇISINDAN SIDKÎ’NİN RİSÂLE-İ RUFEKÂ
ADLI ESERİ
Nermin ÇAMALAN1
ÖZ
Türk-İslâm edebiyatında pend-nâmeler, insanlara doğru yolu
göstermek için yazılmış öğüt kitaplarının genel adıdır. Türk edebiyatında, İran
edebiyatının etkisiyle pend-nâmeler kaleme alınmış ve bu yolla insanlara
tasavvufî bir ahlâk sistemi öğretilmeye çalışılmıştır. Pend-nâmeler özellikle
Feridüddin-i Attar’ın Pend-nâme adlı eseri örnek alınarak yazılmaya
başlanmıştır. Bu makalede Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış Sıdkî adlı
şâirin Risâle-i Rufekâ adlı eserinin içerik olarak Pend-nâmelere yakınlığı
incelenmiştir. İnceleme sonucunda Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ adlı eserinin
insana Allâh’a ulaşma konusunda tasavvufî on iki refîkten yani on iki öğütten
nasıl bahsettiği ortaya konmuştur.
Anahtar Kelimeler: Pend-nâme, Sıdkî, Risâle-i Rufekâ, Tasavvuf.
SIDKÎ’S LITERARY WORK TITLED “RİSÂLE-İ RUFEK” FROM THE
POINT OF VIEW OF PEND-NÂME GENRE
ABSTRACT
Pend-nâme is the general name for the books of advice in Turkish
Literature penned to show people the straight path. Advice books were written
under the influence of Iranian Literature on Turkish Literature, and the
purpose was to teach a moral system of Sufism thereby. First example of this
literature was Feridüddin- i Attar’s advice book, which became a model for
subsequent books. In this study, the similarity of the content of Risâle-i Rufekâ
of Sıdkî, an author who lived in the last period of the Ottoman Empire, to the
advice books has been analyzed. The paper discusses the discourse in Risâle-i
Rufekâ of Sıdkî on twelve sufistik advices to reach God.
Keywords: Advice books, Sıdkî, Risâle-i Rufekâ, sufism.

 Bu çalışma Risâle-i Rufekâ (İnceleme-Metin-Tıpkıbasım) adlı Yüksek Lisans
tezinden esinlenerek oluşturulmuştur.
1 Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı A.B.D. Yüksek
Lisans Öğrencisi, nermin_cam@hotmail.com.
Nermin Çamalan
620 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
I. Giriş
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla aşk ve sevgi ile Allâh katına
yükselmesi ona ulaşarak saadete erişmesini esas alan bir manevi
sistemdir. Bu sebeple tasavvuf bir söz ve kelâm ilmî olmayıp aynı
zamanda bir hal ilmidir. Hayat boyunca insana ait en güzel
davranışları kazanma ve yaşama ilmidir. Sûfîler, sûfîlerin hâl ve
davranışlarını anlatmak için eserler, kitaplar ve mektuplar
yazmışlardır. Yüce Allâh’ın sûfîlerin kalplerine nefsin kötü
emellerinden uzaklaşmaları için verdiği bazı manalar onların
şiirlerine, eserlerine tasavvufî edep ve terbiye olarak yansımıştır.
Tasavvufî edep ve ahlâk, insan-ı kâmil olma yolunda çok
önemlidir. Zünnûn-ı Mısrî, Bâyezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî ve
Hallac-ı Mansur gibi büyük sôfîler bu tasavvufî ahlâkı sohbetleriyle,
hâl ve davranışlarıyla ortaya koymuşlardır. Anadolu’ya ise tasavvuf
özellikler Orta Asya’da Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet adlı eseriyle
girmiştir. Ahmed Yesevî’nin yolundan gidenler, Divan-ı Hikmet’in
getirdiği tasavvuf ahlâkıyla Anadolu’da bir tasavvufi akım
başlatmışlardır. Tasavvuf insanı kötü davranışlardan uzaklaştırıp
kalbini iyi huylarla bezemesine yol açar. Mevlana ve Yunus Emre
Anadolu tasavvuf yorumunun öncüleri olmuşlardır. Onlardan sonra
gelen birçok şâir Nesîmî, Niyâzî-i Mısrî’den Galip Dede’ye kadar
birçok şâir tasavvuf edebiyatında terbiye ve güzel ahlâkın
oluşmasında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini ortaya koymuşlardır.
İbnü’l Arabî’nin Füsûsu’l-Hîkem adlı eseri Anadolu’nun sûfî şâirlerini
de etkilemiş, onun fikirleri pek çok mutasavvıf şâirin eserlerine de
yansımıştır. İmam-ı Gazalî’nin İhyâ-yı Ulûmü’d-din adlı eserindeki
tasavvufî anlayış pend-nâmelerde kendisini hissettirmiştir. İşte bu
tasavvufî edep Osmanlı’nın son dönemlerine kadar divan şâirlerinin
eserlerinde besleyici bir ruh olarak yaşamıştır. Osmanlı’nın son
dönemlerine kadar târîkatler halkın edep ve terbiyesinde etkili
olmuş; Nakşibendîlik, Mevlevîlik, Melamilik, Kadirîlik, Rıfaîlik,
Halvetîlik ve Bektaşîlik gibi kollara ayrılarak her birine ait bir hayat
tarzı ve tasavvufî ahlâk gelişmiştir. Bu târikatlar mahabbeti, şevki,
âşkı, vecdi ve istiğrakı esas alarak halkın ahlâkî yaşantısını
etkilemişlerdir.
Bu çalışmamızda 19.yy’ın başlarında yaşamış meçhul
(mutasavvuf) şâirlerinden Sıdkî’nin tasavvufî bir eseri olan Risâle-i
Rufekâ’yı latin harflerine çevirerek eserin müellifi olan Sıdkî
hakkında da bilgi verilmiştir. Sıdkî tasavvufî ahlâk sistemini eserinde
işlemiştir. Eserinde İmam-ı Gazalî’in tasavvuf sisteminden çokça
faydalanmış ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşmak için sûfîlerin
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 621
kullanması gereken on iki refîkten (arkadaş, dost), yani yoldan
bahsetmiştir. Allâh sevgisine ulaşmak için bu on iki yolun
kullanılması ve bu yolların her zaman bizi aydınlığa götüreceğini
adeta bir pend-nâme edasıyla anlatmıştır.
II. Tasavvuf
Tasavvuf tarihine ve incelemelerine ilişkin eserler sayısızdır.
Tasavvufun menşeine dair birçok esere baktığımız zaman İran’a, Hint
yarımadasına, yeni Eflatuncu görüşe veya Hıristiyan mistisizmine
bağlayanlar olmakla beraber, İslâm dünyasında, İslâm tasavvuf’unun
bu tür kaynaklara dayandırılması uygun görülmemiştir. Onun
İslâm’ın kendi bünyesinde çıktığı ve esas menşeinin zühd ve tâkva
anlayışı olduğu kabul edilir. (Yılmaz ve Güngör, 2006: 198)
Nefehat’ın rivayetine göre ilk önce sôfi adıyla anılan zat Ebu
Haşim’dir. Bu zat H.150’de ölmüştür ki, bu tarihlerde İslâmla Yunan
felsefesinin teması söz konusu değildir. (Yılmaz ve Güngör, 2006: 36)
Tasavvuf kelimesi, ‘‘sȗf’’ (Eraydın, 1997: 53; Sami, 2002: 339-
411) kökünden türetilmişir; sȗf denilen yünlü kumaştan elbise
giyenlere sȗfî bunların teşkilatlanmasına da ‘‘tasavvuf’’, şeyhlerine de
‘‘mutasavvıf’’ denmiştir. Suriye’de ilk tekkeyi kuran ‘‘sôfi’’ adını alan
ilk tasavvufçu Küfeli Ebu Hâşim (ölm.767) (Gülen, 1996: 13-14) ’dir.
Küfeli Ebu Hâşim’den sonra Süfyân-ı Sevri (ölm.784), Zü’n- Nûn-ı
Mısrî (ölm.859), Horasanlı Bayezid-i Bistamî (ölm.874), Hallâc-ı
Mansûr (ölm.921) (Güzel, 2006: 220) ve Cüneyd-i Bağdâdi (ölm.934)
(Güzel, 2006: 38) her türlü zorluklara karşı hatta hayatları pahasına
felsefelerini İslâm dünyasının her köşesine yaydılar. (Soysal, 1978:
95) Hatta Hükümdarlar, âlimler ve şeyhler tasavvuf akımını
benimsediler ve destek oldular. Türk mutasavvıfların tasavvuf
hakkında görüşleri şöyledir;
İmam-ı Gazzâlî (ö.505/1111) ‘‘Gönlü, mâsîvâ (Pala, 2003:
310) ’dan çekip alarak Hakk’a çevirmektir.’’
Ahmed Yesevî (1116) Allâh için gece ve gündüz ibadette
bulunmak ihlâslı olmak, gösterişten uzak durmak, doğru yolda olmak,
nefsinin esiri olmadan, alçak gönüllü olarak, her vakit Allâh’ı anmak,
her yerde Allâh’ı görmek, İslâm’ın şeriat hükümleri doğrultusundaki
inancını, fikrî düşünceyle bütünleştirmek, yaradanı tanımak,
yaratılana da hoşgörü ile bakmak, vatanın ve milletin birlik ve
beraberliği için çalışmak vb. leridir. (Güzel, 2006: 222)
Hacı Bektaş Veli (1271) Allâh’a yalvarma, seyir ve gözlemdir;
arzularına ermek, Çalap Taala’yı ve kendilerini bulmak, canları
muratlarına ermek ve hâlleri birleştirip bir olmaktır. (Güzel, 2006:
223)
Nermin Çamalan
622 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
Mevlânâ Celaleddin-i Rumî (1273) Âşk ve vecdle ilâhî vuslata
erişmektir. Can ve bekâ âlemidir. (Güzel, 2006: 223)
Kaygusuz Abdal (1440) Allâh’ı anmak onda kendini bulmak,
ona olan kulluk borcunu en iyi şekilde yerine getirmek, güzel ahlâklı,
ilim-irfan sahibi, yardımsever, müşfik, pîr ile pirdaş ve itaatkâr
olmak, dünya insanları arasında da vefalı durmak, kendini kasvetten
kurtarıp vahdet-i vücud içinde Rabb’inin gerçek kulu olmak, vatan
sevgisini imanda saymaktır. (Güzel, 2006: 223)
Niyazî Mısrî (ö. H.1105/ 8 Şubat 1618-1693) ‘‘Allâh’ın
varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
Kıyamet Günü’ne, hayr ve şerrin Allâh’tan geldiğine dil ile ikrar, kalb
ile tasdik etmek, bunları hayata uyarlamak ve İslâm’ın beş şartını da
kusursuz yerine getirmektir.’’ (Güzel, 2006: 223)
Tüm bu bilgiler neticesinde anlaşılıyor ki; tasavvuf yolunda
mâsîvâ’dan alakayı kesmek, dünyaya ve onun nimetlerine kıymet
vermemek, insanlardan uzaklaşmak değil; bizzat onların içinde
yaşayarak kalben bağlanmamaktır.
III. Tasavvufun İslâmiyet’teki Yeri
Tasavvufun kaynağı sünnet ve Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz.
Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’in yaşadığı zühdî hayat; yani dünya
hayatından el etek çekme hâli, ashâbı tarafından benimsenmiştir.
İslâm fetihlerinin neticesi, harplerde elde edile ganimetlerin
Müslümanları refah ve sefâhate sevketmesi, tasavvufu bu isim altında
zuhuruna sebep olmuştur. (Eraydın; 1997: 61) Hz. Muhammed’in
(s.a.v.) ölümüyle baş gösteren karışıklık döneminde, tasavvufun
İslâm sahasında bulunup bir meslek halini alması kaçınılmazdı.
Ancak tasavvufî hayatın kabulünu, sadece zorluklara karşı bir
reddediş olarak algılamak da yanlış olacaktır. Çünkü tasavvuf,
hayatın özünü oluşturarak insanın eylemlerine yön veren,
ibadetlerde gereken ihlâsa ve güzel ahlâka kavuşturan ruhî bir haldir.
Önceleri Basra (Uludağ, 1978: 1-49), Küfe, Medine ve
Bağdat’ta gelişen tasavvuf hareketi, H. III. asrın sonlarından itibaren
Arap Yarımadası’nın diğer kısımlarıyla Mısır, Horasan ve Nişabur
bölgelerine de intikal etmiştir. (Türer, 1992: 66) İlk devirlerden
itibaren, tasavvuf hareketinin birbirinden farklı iki ayrı mecrada
seyrettiğini görüyoruz: Hasan Basrî (öl.110/728) ile başlayıp, Hâris-i
Muhâsıbî (öl. 243/857), Cüneyd-i Bağdadî (öl. 297/909), Kuşeyri
(öl.465/1072), İmam-ı Gazzâli ( öl.505/1111) ile devam eden yoldur.
‘‘Bağdat Ekolü’’ diye bilinen bu yolda dinin zahirî hükümlerinden
uzaklaşılmamış ve şeriat kurallarına riâyette azamî titizlik
gösterilmiş olup zahir-bâtın dengesine dikkat edilmiş, ilâhî âşk ve
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 623
cezbeden ziyade temkin, îtidâl ve istikâmete önem verilmişti. Diğer
akım ise cezbe, ilâhî âşk ve manevi sarhoşluk hallerinin ağırlık
kazandığı bir özelliğe arzetmektedir. Bayezîd-i Bistamî (öl.261/874),
Hallâc-ı Mansûr (öl.309/921), Mevlâna (30 Eylül 1207, Belh -17
Aralık 1273, Konya), vb. sûfîler bu akımın temsilcileridir. H. VII./M.
XIII. asra gelindiğinde tasavvufî düşünce ve hayat telâkkisi doruk
noktasına ulaşmış, İslâm âleminin her tarafını kaplamış ve kitleleri
etkisi altına almış durumdaydı. (Türer, 1993: 40)
IV. Türk Edebiyatında Tasavvuf
Tasavvuf, Türkler arasında, İslâm dininin yayılmasına paralel
olarak, oldukça çabuk yayılmıştır. Kendi arzularıyla İslâmiyet’i kabul
eden Türkler, henüz İslâmiyet dairesine girmemiş veya girip de, onun
akîde ve esasları ile tam uyum sağlayamamış kardeşleri arasında,
İslâm dininin tebliğini yapmaktan geri durmadı. Türk edebiyatının
İslâmî şekilde ilk yayılışı, onların bu yaymak gayesiyle göçebe
soydaşları arasına gelip, bu din ve târîkatlarını, anlaşılır bir dil ve
üslupla anlatmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Tasavvufî Türk edebiyatı, Türklerin Anadolu’ya göçüp
yerleşmesinden sonra burada da kendini göstermiştir. XIII. yüzyılda
yaşanan Moğol istilası ile beraber Anadolu’ya çok fazla göç olmuş
Moğollardan kaçan şeyhler ve dervişler Anadolu’ya gelmiştir. Burada
tasavvufun güçlenerek devlet yönetiminde de etkili olmasına yol
açmışlardır. Anadolu’ya gelen dervişler burada İran edebiyatı ve
tasavvuf etkisinde edebî eserler yazmaya başlamıştır. Bu
mutasavvıfların etkisiyle Divan edebiyatının ilk ürünleri Anadolu’da
verilmeye başlamıştır.
XIII. yüzyıl Anadolusundaki halk maddi manevi sıkıntılar,
yaşam mücadelesi yüzünden yıpranmış haldeydi. Bu ortamdan kaçıp
kendilerine teselli bulacak sôfiyane târîkatlere yönelmişlerdi. Ünlü
sôfîlerin de Anadolu’ya gelişiyle Tasavvuf Akımı çok güçlendi. İşte bu
şekilde XIII. yy. Anadolu şehirlerinde İslâm Tasavvufunun çok ünlü
bazı çehrelerine rastlıyoruz. Özellikle başta Mevlâna Celâleddin-Rûmi
ve pek çok büyük mutasavvıflar için yerleşecek bir yer olmuştur.
(Köprülü, 1991: 200) Konya’da Şeyh Ekber ünvânıyla Şeyh
Muhiddîn-i ‘Arabî’yi ve Sadreddîn-i Konevî’yi (Türer, 1993: 41);
Tokad’da, Fahreddin’i ‘Irakî’yi; Kayserî ve Sivasta Mu’idüddîn Cündî,
Sa’deddîn Fergâni vb. gibi pek çok sôfî, sôfîyane eserler ve şiirler ile
‘‘Tasavvuf Edebiyatı’’ nın gelişmesi ve yayılmasına çalışmışlardır.
Hacı Bektaş Velî’nin Arapça olan Makalât’ı da Türkçeye manzum ve
mensur olarak tercüme edilmiştir. Başlangıçta, Ahmed Fakih
(Anadolu Türkçesinin bilinen ilk eseri ‘‘Çarh-nâme’’ adlı 100 beyitlik,
Nermin Çamalan
624 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
ahlâkî ve tasavvufî kasidesidir.), Şeyyad Hamza ve Yunus Emre
(öl.1320), Sultan Veled, Âşık Paşa, Gülşehrî, Kaygısız Abdal gibi sûfî
Türk şâirleri bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlar ve Türkçe
söylemek suretiyle de halk üzerinde daha fazla etkili olmuşlardır.
Bunların etkisiyle, tümüyle yerli ve millî bir ‘‘Halk Tasavvuf (Tekke)
Edebiyatı’’ doğdu. (Soysal, 1978: 119-120)
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının en kuvvetli temsilcisi XIII.
yüzyıl Anadolusunda Yunus Emre’dir. XIV. yüzyıl Anadolusunda Sâid
Emre ve Kaygısız Abdâl, Yunus’un en önde gelen muakkiplerindendir.
XV. yüzyıl Anadolusunda; ‘‘Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı’’, özellikle
çeşitli coğrafyalarda bulunan Türk toplulukları arasında fikrî-dinî ve
mimârî yönden bütün canlılığı ile gelişiyor ve merkezden muhite
doğru yayılıyordu. Alâaddin Gaybî (Kaygusuz Abdal), Hacı Bayram
Veli, Akşemseiidn, Gülşehrî, Süleyman Çelebî, Emir Sultan, Rûşeni,
Şirâzî vb. pek çok şâirler bu asırda yetişmiştir. XVI. yüzyıl
Anadolusunda; ‘‘Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının’’, bu çeşit
şiirlerinde Mevlânâ ve Yunus tesiri mevcuttu. Bu asrın tasavvuf
şâirleri arasında; Gülşenî tarikatının kurucusu Şeyh İbrâhim Gülşenî,
Melâmiyye-i Bayramiyye tarikatına mensup Ahmed-i Sârbân ve
Halvetiyye tarikatı mensuplarından Vahib Ümmî (ölm.1595) Ümmi
Sinan’ın önemli yerleri vardır. XVII. yüzyıl Anadolusunda; Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk
musikisiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilâhîlerin yayıldığı bir hava
içinde gelişmiştir. Bu asrın Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şâirleri ise;
Aziz Mahmud Hüdai, Niyâzî-i Mısrî, Zelilî, Adlî, Sultan Ahmed, Kul
Budala, Oğlanlar Şeyhi İbrâhim, Cahidî, Elmalılı Sinan Ümmî, Yeşil
Abdal, Kul Nesimî, Derviş Himmet, Sunu’llah Gâybî, Abdülkerim Fethî,
Şeyh Mehmed Nazmî, Abdullah Abdî, Hasan-Kenzi, İbrâhim Nakşî
vb.leridir. XVIII. yüzyıl Anadolusunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı,
genel bir duraklama ve gerileme hayatı içindedir. Bu dönemde kendi
sahasında (Şeyh Gâlip hariç) eskisi kadar güzel eserler verilmez
olmuştur. Bu yüzyılın Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şâirleri; Mahvî,
Mehmed Nasuhî, Mehdî, Bursalı İsmâil Hakkı, Hasan Sezâî, Süleyman
Zâtî, Mustafa Nuzulî, Celâleddin-i Uşşakî, Kasım Dede, Ahmed
Mürşidî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Üsküdarlı Hâşim vb.leridir. XIX.
yüzyıl Anadolusunda; Bitlisli Müştak Baba, Kuddusî, Turabî, Mihrabî,
Vasf-ı Melâmî, Aynî Baba gibi birçok Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı
şâirini tanıyoruz. XX. yüzyıl Anadolusunda; ‘‘Cumhuriyet’in İlânı’’ ile
tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Mevcut tekke şâirleri de yeni
gelişme gösteremeden eskiyi tekrarlamakla yetinmişlerdir. (Güzel,
2006: 95-96)
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 625
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şâirlerinin şiirlerinde ‘‘fikrî
unsur’’ ile ‘‘dinî vecdin’’ ön planda olduğu ve bunların yalnız bir
grubu değil, bütün halk-cumhur’u hedef alıp Türk toplumunda
birleştirici-bütünleştirici bir rol aldıkları her zaman görülmektedir.
Hâlbuki Divân ve Halk şâirlerinde bu halk-cumhuru değil, belirli
grupları hedef kitle olarak seçtikleri için kitleleri birleştirici bir rol
üstlenememişlerdir. (Güzel, 2006: 96) Söz konusu asırlarda
Anadolu’ya tasavvuf tarihi açısından bakıldığında görülen ilk gerçek
şudur; tasavvufî düşünce sistemleşmekte, ekolleşmekte ve
târîkatlaşmaktadır.
V. Târîkatların Anadolu’da Doğuşu İle Tekke Edebiyatına
Tesirleri
Târîkatlar, tasavvvufî düşüncenin yaygınlaşmasında birinci
derecede rol oynayan müesseselerdir. Müderrisler, medreselerde
insanları cehaletten kurtarıp, İslâm dinini anlatarak da ilim ve irfan
erbabı yetiştirdikleri gibi mürşidler de ilim irfanın gelişmesinde
tekke ve zaviye ile insanlara İslâmiyet’i anlatarak doğru yolu
bulmalarına vesile oluyordu. Anadolu’da tekkelerin ve çeşitli târîkat
kollarının kurulup gelişmesiyle ‘‘Tekke Edebiyatı’’ gelişmiştir.
Tekkelerde kalabalık halk topluluklarına hitâb eden müesseseler
olduğu için buralarda yetişen şâirler, Türk halkına en sade ve güzel
bir Türk diliyle seslenmeye; şiirlerini, ilâhîlerini bu dil ile söylemeye
başlamışlardır. Böylelikle Anadolu’da târîkat şâirleri eliyle, zengin bir
Türkçe ve bu Türkçe ile de kuvvetli bir ‘‘Tasavvuf Edebiyatı’’
kurulmuştur. (Banarlı, 2004: 285)
XIX. yüzyılda tekkelerin edebiyat üzerindeki etkisine
baktığımızda, mutasavvıfların verdiği eserlerin büyük çoğunluğu
na’t, kaside, gazel, mersiye gibi Tekke Edebiyatının bütün türlerini
ihtiva eden divânlardan oluşmakta olduğunu görmekteyiz. Bu durum
dönemin kültür, edebiyat ve sanat açısından yüksek bir seviyede
olduğunu göstermektedir.
VI. Sıdkî ve Risâle-i Rufekâ
‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eseri incelediğimizde telif tarihi olarak
h.1232/1817 yılının bildirildiğini ve eserde 2. Varağının 5. Beyitinde
Sıdkî mahlasına yer verildiğini görmekteyiz. (Sıdkî, M.2b/5.) Bu
bilgiler neticesinde çalışma konusu edindiğimiz eserin biyografik
kaynaklarda rastlanmaz. 19.yy’ın başlarında yaşamış meçhul
(mutasavvıf) şâirlerinden Sıdkî’nin -yaptığımız araştırmalara göretek
nüshası Fatih Ünv. Şefik Can Yazmaları arasında 0038811 numara
ile kayıtlı olan ‘‘Lemeât’’ Mecmuanın 3.eseri olan ‘‘Risâle-i Rufekâ’’
adlı (30-58. Varaklar arası olup 28 sayfadır.) mesnevisini, yeni
Nermin Çamalan
626 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
harflere çevirerek ilim âlemine kazandırmış bulunmaktayız. Eser tek
nüsha olduğu için edisyon-kritik yapmadık. İmlâda ise günümüz
imlâsını kullanmış bulunmaktayız.
Sıdkî hakkında çeşitli kaynaklarda edindiğimiz bilgiler
kısıtlıdır. Edindiğimiz bilgilere göre Sıdkî mahlaslı 22 şâir
bulunmaktadır. (Çelebi, 2010: 1289; Sirâceddin, 1994: 48-49;
Solmaz, 2005: 387-388; Tâhir, 1972: 383; Doğan, 1988: 338-339;
İnal, 1988: 1713-1721; Elverdi, Kutlu ve Kara, 1998: 2) Risâle-i
Rufekâ’nın muhtevasını incelediğimiz zaman Sıdkî’nin dinî-tasavvufî
ahlâk anlayışının temelini, Mesnevî eğitiminden aldığı derslerin
neticelerine ve İmam Gazali’nin ahlâk anlayışına dayandığını
görmekteyiz. Bu sebeple ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserin yazıldığı
tarihlerde yaşamış eserin müellifi olabilecek 9 şair arasında da
(Özdamar, 1994: 135; Vassâf, Akkuş ve Yılmaz, 2006-2011: 1673;
Aslanoğlu, 1983: 48; Özdamar, 1994: 135) en kuvvetli şair, Hasîrî-
zâde Sıdkî Efendi (d. 1796- h. 1211/ ö. 1837- h. 1253)’ dir. Hasîrî-
zâde Sıdkî Efendi (d. 1796- h. 1211/ ö. 1837- h. 1253) eserin
yazıldığı tarihlerde hayatta olan ve ‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserin
muhtevasındaki yolu hayat felsefesi haline getirmiş bir şâirdir.
Bu önemli ayrıntıdan sonra Hasîrî-zâde Sıdkî Efendi’nin
hayatına değinirsek eğer kendisi Sütlüce’de doğdu. “Şeyh Sülün
Efendi” (Kaddesa’llâhu sırrahû) namı ile maruftur. İlim öğrendi ve
okumaktan vazgeçmedi. 1823 (1239 Hicrî)’ te babasının irtihalinde
makâm-ı meşihate geçti. On dört sene meşihatde bulundu.
Çarşamba’da Murad Molla dergâhı şeyhi Mehmed Murad Efendi’den
mesnevî okuyarak icazet ve târîkatı Nakşibendiye’den hılâfet aldı.
Mevlevî târîkatına da intisab etti. Mevlevî dedeleri gibi sikke
giydirmeye mezun oldu. Henüz genç olduğu halde emsali arasında
temayüz ettiğinde Sultan Mahmud, birkaç defa dergâha gelerek şeyh
ile görüştü ve tekkeyi müceddeden yaptırdı. Şeyhi, Rufaî, Bedevî,
Sa’dî meşayihi üzerine mümeyiz ve şeyhulmeşayih namiyle reis tayin
etti, ferman verdi. 1837 (1253 Hicrî)’ de vefat etti. Dergâhın
ittisalinde babasının türbesine defnedildi. Uhdesinde kürsi şeyhliği
de bulunduğundan mevaıza dair makalâtı ve divançesi vardır. ( İnal,
1969: 1671) Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra
kullanılmayan ve Vakıflar İdaresi’nin mülkiyetinde bulunan
tevhîdhâne-türbe binası giderek harap düşmüş, türbe kısmı çökerek
yok olmuştur. Harem ve selâmlık bölümlerinden oluşan ve
Hasırîzâde ailesinin mülkiyetinde bulunan ahşap konak ise 1970’li
yıllara kadar mesken olarak kullanılmıştır. 1983 yazında, bir elektrik
kazası sonucunda çıkan yangınla konak bütünüyle tarihe karışmıştır.
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 627
(Tanman, 1977: 119) Hasîrizâde Tekkesi, içinde kıymetli hat
levhaları, târîkat eşyası ve kitaplarla birlikte tarihe karışmıştır. Bu
sebeple, eserin müellifi olabilecek en kuvvetli şâir olan Hasîrî-zâde
Sıdkî Efendi hakkında da bilgilerimiz sınırlıdır.
Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in “Osmanlı Müellifleri” adlı
eserinde Sıdkî’nin hayatı şöyle anlatılmaktadır: “Mutasavvıf
şâirlerden bir zât olup Südlüce’deki Sa’di Dergâh-ı Şerîfi şeyhi
Mustafa Izzî Efendi’nin oğlu ve halifesidir. Dîvançe teşkil edecek
kadar şiirleri vardır. Mezkûr dergâhda ondört sene şeyhlikten sonra
“Şeyh Süleyman’ın makamın eyliye Mevlâ cinân” tarîh-i menkutunun
delâlet ettiği 1253 senesinde vefat etti.” (Tâhir, 1972: 387)
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Hasîrizâde
Tekkesi” maddesinde Sıdkî’nin hayatı hakkında da bize şu bilgi
verilmektedir: “Mustafa Izzî Efendi’nin oğlu ikinci postnişin Şeyh
Süleyman Sıdkî Efendi (Ö. 1253/ 1837) güzelliğinden ötürü Şeyh
Sülün lakabı ile tanınırdı. Fatih Çarşamba’daki Murad Molla Tekkesi
şeyhi ve aynı semtteki Mesnevîhâne Tekkesi’nin bânisi, devrinin en
ünlü mesnevîhanı Nakşibendiyye’den Şeyh Murad Efendi’den
Mesnevî okuyarak icâzet almış, ayrıca Mevleviyye ve Nakşibendiyye
târîkatlarına da intisap etmiştir. Hasîrîzade Tekkesi’nin tarihinde
Mevleviyye ile olan yakınlığı ve tekkede Mesnevî eğitimi Süleyman
Sıdkî Efendi ile başlamıştır. Süleyman Sıdkî Efendi’nin büyük oğlu
İsmâil Necâ Paşa askerlik mesleğini seçmiş, ortanca oğlu Şeyh Hasan
Rızâ Efendi (ö. 1302/ 1884) küçük kardeşi Ahmed Muhtar Efendi ile
birlikte posta oturmuşsa da aşırı cezbeli yaradılışı yüzünden 1864
yılında meşihatı terk ederek Üsküdar’da bir evde inzivaya
çekilmiştir.” (İslam Ansiklopedisi, 2009: 384-385)
XIX. yy. şâirlerinden olan Sıdkî’ nin edebî kişiliği hakkında da
bilgi azdır. Esere baktığımız zaman, İmam-ı Gazalî’nin tasavvuf
anlayışından çokça faydalanıldığı görülmektedir. Ayrıca Sıdkî’nin
eserde Mesnevî’den aldığı dersler ve hikmetlerin etkileri de göze
çarpmaktadır. Kısaca ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ için Mesnevî’nin tesirlerine
açık olan dinî-tasavvufî bir eser diyebiliriz. Anlaşıldığı üzere ‘‘Risâle-i
Rufekâ’’ adlı eserin nazım biçimi mesnevidir. Bu mesnevi 19. Asrın
başlarında yazılmış olduğu için bu devrin sade Türkçe özelliklerini dil
yapısında görmekteyiz. Aruz vezninin Remel Bahrinde ‘‘fâ’ilâtün
fâ’ilâtün fâ’ilün’’ kalıbında yazılmıştır. Türkçe kelimeler layıkıyla aruz
veznine uyarlanmıştır. Ancak bu uyarlama esnasında aruz
kusurlarından imâle, zihaf ve ulamalara da başvurulmakla beraber
Türk dilinin zenginliğinden önemli ölçüde faydalanılmıştır. Ayrıca
eserde bol bol sade Türkçe ile fiiler kullanılmıştır. (“İder,
Nermin Çamalan
628 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
bilmezlenür, sanur, görünür, itmekde, bakmagıl, anmagıl” gibi) Ve
eserde sık sık mecaz ve teşbihlere yer verilmiş ve bunları sade bir
Türkçe ile anlatılmıştır. Ayrıca Sıdkî eserinde özellikle Türkçe
rediflere sıkça başvurmuş; redif ve kafiye kullanımında geleneğe
bağlı kalarak kelime ve eklerle yaptığı kafiyelerdeki doğallığı gözler
önüne sermiştir. Dinî konuların, âyet ve hadîslerin ağır bastığı
konularda Arapça ve Farsça kelimelerin yoğun olarak kullanıldığına
da şahit oluyoruz. Özellikle, eserde ikili Farsça tamlama çokça
kullanılmakla beraber üçlü ve dörtlü Farsça tamlamalar da
kullanılmıştır. Bu İnceleme neticesinde ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ eseri için
kısaca; dili Arapça, Farsça, eski Türkçe ve günümüz Türkçesiyle
kaleme alınmıştır diyebiliriz.
Sıdkî, bu eserini tasavvuf yolcularına rehberlik etmesi
amacıyla ele alarak okunmasını, kolay anlaşılmasını ve hatırda
tutulmasını sağlamak amacıyla manzum olarak kaleme almıştır. Eser
on iki bölüme ayrılmış olup her bölümde tasavvuf adabından bir
bahsi ele almıştır. Bahsi geçen mevzular Allâh’a varılacak on iki
yoldan söz etmektedir. Eser, bu on iki yolu okuyucuya âyet ve
hadîsler ışığında göstermektedir. Bu on iki yol, aslında dünyevî
yolculuğumuza eşlik eden manevî refakatçilerimizdir. ‘‘Risâle-i
Rufekâ’’ özel bilgilerden çok genel bilgilere ve herkesin
uygulayabileceği hususları içerisinde barındırmıştır. Ayrıca Sıdkî,
hayatın sırrını ortaya koyması bakımından akaid konuları herkesin
daha iyi kavrayabileceği sistematik bir tarz kullanmıştır. Bu
sistematik tarz ile Allâh âşkına varmak ve Cenâb-ı Allâh’ı hayatın
merkezine yerleştirmek için gereken yollar felsefik ve ilâhî bir
coşkuyla ele alınmıştır. Kısacası Sıdkî; söyleyiş tarzı, ahengi
sağlamadaki titizliği, kafiye, redif ve vezin kullanımındaki başarısını
beyitlere taşıyarak ilâhî âşkın mucizevî ritmini insanlarla paylaşmak
istemiştir.
VII. Pend-nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ
Adlı Eseri
Bu makalede Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış Sıdkî
adlı şâirin ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserinin içerik olarak Pendnâme’lere
yakınlığı incelenmiştir. İnceleme sonucunda Sıdkî’nin
‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserinin insana Allâh’a ulaşma konusunda
tasavvufî on iki refîkten yani on iki öğütten nasıl bahsettiği ortaya
konmuştur.
Pend-nâme insanlara iyiyi, güzeli, doğru yolu göstermek
amacıyla Kur’ân’dan, hadîslerden, hayat tecrübesi ve atasözlerinden
faydalanılarak öğüt vermek amacıyla yazılmış eserlerdir. Yusuf Has
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 629
Hacib’in Kutadgu Bilig ve Yunus Emre’nin Risâlet’ün-Nushiyye adlı
eserleri Pend-nâme türünde eserlerdir. Pend-nâmeler içinde en çok
tanınmış olanı, Feridüddin Attar’ın Pend-nâme’sidir. Attâr’ın Pendnâme’si
çok okunmuş, Türkçe’ye manzum ve mensur birçok çevirisi
ve şerhi yapılmıştır.
Pend-nâme’nin içeriği öğütlerden oluşur. İnsan nasıl
kurtuluşa ve mutluluğa ulaşır sorusunun cevabını model davranışlar,
anlatıp öğütleyerek cevaplar. Zikir gerçek anlamda nasıl olur, insan
psikolojisi üzerinde ne tür etkileri bulunur, susmanın ve konuşmanın
psikolojik değeri, insan için olumlu etkileri nelerdir gibi pek çok
sorulara öğüt ve açıklamalarla cevaplar geliştirir.
19. Yüzyılın başlarında Sıdkî isimli bir şâir tarafından kaleme
alınmış olan ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserde bu Pend-nâme geleneğini
bize çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Bu sebeple ‘‘Risâle-i
Rufekâ’’ adlı eser Allâh’a varılacak on iki rehber ve on iki yoldan
bahsetmesi yönüyle pend-name özelliği taşımaktadır.
VIII. Allâh Âşkına Ulaşmak İçin On İki Yol
I. Cezbe Sahibi Olma
Tasavvufta Allâh sevgisi ile kendinden geçmeye ve vecd
haline cezbe denmiştir. Ve bu hal manevî inkişaflar, yükselişler ve
feyizler için önemli bir işâret sayılmıştır. ‘‘Mü’minler ancak, Allâh
anıldığı zaman yürekleri titreyen/kalpleri ürperen, kendilerine
Allâh'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine
tevekkül eden/Ona dayanıp güvenen kimselerdir. (Enfâl Sûresi, 8/2)
İlâhî âşka ulaşmak için cezbe sahibi olmamız gerektiğini Sıdkî bize şu
beyitlerle anlatır:
Cezbeder evvel refîkî, âşıkân
Cezbe ilê seyr ederler sâlikân
Zerre-î cezbe erişürse sana
Yeğdir ol bin yıl ıbâdetten sana (M.5b/5-6.)
[…………………………….]
Gerçi dest-i cezbesiz olmaz bir iş
Kârını terk eyleme göster bir iş
Ya’nî kim mevkûf-i cezbe olma hiç
Terk-i a῾mâl olma ihmâl olma hiç (M.6b/2-3.)

Nermin Çamalan
630 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
II. Nefs-i Cihâd
Tasavvufa göre insanın Allâh aşkına ulaşması önünde en
büyük engel nefstir. Şüphesiz en güç cihâd, insanın nefsiyle ve
nefsinin arzularına karşı yaptığı cihâddır. Hazret-i Muhammed Tebük
seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: ‘‘Küçük cihâddan
büyük cihâda dönüyoruz.’’ (Adûnî, C.I, 425) Hazret-i Muhammed
(s.a.v.) en kalabalık ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihâd"
olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük
cihâd" olarak nitelendirmektedir. Bu nedenle Sıdkî de ‘‘Risâle-i
Rufekâ’’ adlı eserinde nefsin şeytânî arzularını yenmemiz gerektiğini
şu beyitlerle aktarmaktadır:
Nefs (-) alur hayvân(-) behâyimden mizâc
Etmez(-) insânî sıfatla imtizâc (M.10a/10.)
[……………………………]
Evvelâ bil kim nedir nefs ey kirâm
Terbiyet kıl âna ola tâ ki râm (M.10b/10.)
III. Terk-i Dünya
Tasavvufa göre insanın Allâh sevgisi ve âşkına ulaşabilmesi ve
nefsini yenebilmesi için terk-i dünya etmesi gerekir. İnsan ahirete, bu
dünyadaki nefsî, şeytânî istekleri yok ederek gitmeli ki bekabillâha
ulaşabilsin. Gönülden dünya sevgisini çıkarıp Allâh sevgisini
yerleştirmek gereğini Sıdkî şu beyitlerle anlatmaktadır:
Terk nedir dinle taleb ne Ey azîz
Terk-i dünyâ kıl ola her iş temîz (M.8a/3.)
[.…………………………………]
Ol nedir terk-i hevây-ı nefs-i bed
Eyle teklîfâtını her demde red (M.10b/1.)
IV. Kibir ve Kinden Uzak Durup Kalbi Bunların Zıttı Olan
Sıfatlarla Doldurmak
Allâh sevgisine ve âşkına ulaşmak istiyorsak eğer kalbi kibir
ve nefretten uzaklaştırmamız gereklidir. Zira kibir Allâh’ın âşkına en
büyük engeldir. “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme
ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allâh, hiçbir kibirleneni,
övüneni sevmez.” (Lokman Sûresi, 31/18) “Ey Rabbimiz! Bizi ve
bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde,
iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma! Şüphesiz sen çok
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 631
esirgeyicisin, çok merhametlisin.” (Haşr Sûresi, 59/10) Sıdkî de
eserinde bize kibir ve öfkeyi şu beyitlerle dile getirmektedir:
Ucb u kibr olur ana dûd-ı kabes
Şöhret nefsânîdir eyle abes (M.24b/12.)
[…………………………..........]
Medh u zemmle kılma tebdîl-i mizâc
Ucb ü kibrin hâsılıyla imtizâc (M.25b/13.)
Düşmanlık ve nefretten uzak durmamız gerektiğini ise şu
beyitlerle aktarmakadır:
Nefs-i düşmen ger mutî῾ola sana
Gayri düşmanlar sana yâr-i âşinâ (M.10b/5.)
[…………………………..........]
Nefs ü şeytân ikisi bir tendurur
Sûretâ iki velî reh-zendurur (M.10b/8.)
V. Uzlete Çekilme
Uzlet, tasavvufta günaha girmemek ve daha çok ibadet etmek
gayesiyle toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek
başına yaşamak demektir. Buna halvet, inzivâ, vihdet adı da verilir.
Kur’ân’da uzleti anlatan âyetlerden bazıları şunlardır: ‘‘Sizi ve
Allâh’tan başka çağırdıklarınızı terkediyorum.’’ (Meryem Sûresi,
19/48) ‘‘Onları ve tapmakta olduklarını terkediniz.’’ (Kehf Sûresi,
18/16) Sıdkî de her şeyden ayrılıp Allâh’a yönelmemiz gerektiğini şu
beyitlerle aktarır:
Uzlet et ağyârdan ol yâr içün
Halvet et dil dârını dildâr içün (M.12b/15.)
[…………………………..….]
Asl-ı uzlet budur kim ey azîz
Beş havâs ôla tasarruftan temîz (M.13a/7.)
VI. Sükût İçinde Olmak
Süleyman Uludağ “Tasavvuf Terimleri Sözlüğü” adlı eserinde
sükût maddesinde şunları söyler: “Sûfiler, hâl diliyle konuştukları için
konuşmaya fazla ihtiyaç duymazlar. Onlar his, fikir ve bilgilerini hâl
diliyle (lisan-ı hâl) birbirlerine aktarırlar. Samt (az konuşma), az
yeme, az uyuma ve züht ile birlikte olunca da sâliki abdal
mertebesine yükseltir denilmektedir. (Uludağ, 1991: 413-441)
Dolayısıyla mutasavvıflar az konuşur, fakat çokça Allâh’ı
Nermin Çamalan
632 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
zikrederlerdi. Sıdkî de eserinde şu beyitlerle bu durumu
anlatmaktadır:
Oldu altıncı refîk samt ü sükût
Terk-i mâlâya῾nîdir canlara kût (M.14b/8.)
Sâlike lâzımdır evvel ola lâl
Sonra tâ kim diye dîlî sırr-ı hâl (M.14b/9.)
[……………………………….]
Sâkit ol göz yum bakup cân gözüne
Tercemân olunca dil cân sözüne (M.14b/12.)

VII. Terk-i Hâb
Kur’ân-ı Kerîm’de geceleyin sıcak yatağından kalkıp
Rablarına korku ve ümitle dua edenlerle seher vakitlerinde
uyumayıp istiğfar ile meşgul bulunanlar ve gecenin pek azında
uyuyup sabahın erken saatlerinde istiğfar edenler övülmekte, uzun
gecelerde tesbih, geceleyin teheccüd namazı emredilmektedir. (İsra
Sûresi, 17/79) Sıdkî de Risâle-i Rufekâ adlı eserinde az uyumanın
tasavvuftaki önemini şöyle açıklar:
Çekmeyim dersen bu zulmet içre gam
Hem-reh et yêdinci yoldâşı, dedem!
Ol ne yoldaşdır sorarsan ey şebâb
Dediler ânın adınî: Terk-i hâb (M.16b/8-9.)
[……………………………….]
Hâbı az et gicelerdê ey püser
Uykusuzluk köyüne eyle güzer (M.16b/15.)
VIII. Sabır Yolunu Seçmek
Tasavvufta sabır, ruh eğitimidir. Derviş sabretmesini bilmeli
ve ilâhî sırlara mahrem olmak için kâmil bir mürşîdin rehberliğinde
sabırla yol almalıdır. Âşk sabırlı olmayı gerektirir. (Güfta, 2005: 45-
48) Sıdkî de tasavvufî açıdan sabra bakmış ve sabrın Allâh’a ulaşma
yolunda en büyük refîki olduğunu şöyle bildirmiştir:
Kim ola dirsen sana bu râh-ber
Sabrdır dirler ânın âdına sabr
Cümle elvân-ı küdûrât-ı beşer
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 633
Sabr ile pâk olur ey cân peder (M.20b/5-6.)

IX. Riyâ ve Gösterişten Uzak Durmak
Tasavvufa göre insanın huzur ve mutluluğa ulaşması, ancak
samimiyet ve ihlâsla yapılan Allâh’a ibadet sayesinde gerçekleşir.
Rasûlüllâh (s.a.v) şöyle buyurur: ‘‘Gösteriş için oruç tutan, namaz
kılan, sadaka veren kimse Allâh'a şirk koşmuştur.’’ (El-Munizrî, C.I,
32) Sıdkî de eserinde “ehl-i tahkik” ile refîk olmayı riyâ sahibi
insanlarla iletişim kurmamak gerektiğini söyler:
Ehli-i tahkîk ehl-i taklîd hâlini
Bundan anla kâlini vü hâlini
İmdi dinle kendü halinden haber
Bu haberden gönlüne ersin eser
Cümle-i i῾tâ vu akvâl ü amel
Oldular tahkîke taklîde mahal
İlm u irfâna mahaldir beyt-i dil
Vahdet isbâtı içün hoş beyt bil
Kılmasa ol vahdetü’llâh’a heves
Nâr-ı ilm-i men ledunnî muktebes (M.23a/2-6.)

X. Terk-i Riyazet
Çok yemek yemekten kaçınmak için kullanılan bir tasavvuf
terimidir. Akşemseddin (ö.863/1459) açlığın manevi tekâmüle çok
büyük katkısı olduğundan bahsederken, Seyyid Burhaneddin Tirmizi
(ö.638/1244), cihadın metafizik boyutuna dikkat çeker ve oruçla
gerçekleşen riyazetin anlam boyutunu şu şekilde yorumlar: “Oruçtaki
riyazetler, hepsinden de daha büyüktür. Geri kalan öteki riyazetler,
buna nispetle bir oyuncaktır. Burada, oruç hususunda anlatılması
icap eden şeyler var. Ama yavaş yavaş, hem de nefsin duymaması için
hırsızlamaca anlatmak gerek. Her gün yenmesi âdet olan yemekten
bir dirhemceğiz yahut biraz daha fazla, azar azar yiyeceği kısmakla
mide boşalır, riyazet meydana gelir. (Böylece) Allah için, hakkıyla
savaşın‟ hükmüne uyulmuş olur.” (Demirdaş, 2011: 84) Sıdkî ise çok
yemek yemekten sakınmanın Allah aşkına ulaşmada engel olduğunu
şu beyitlerle aktarır:
Nermin Çamalan
634 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
“Bu refîkten ver bize dersen haber
Ol riyâzettir kıl ânı mu῾teber
Bu riyâzetten garaz ey nûş-hand
Az yemek ye her zamân ol sûd-mend
[……………………………….]
Çok yemek çok içmek ister çok hecû῾
Koy buları kıl seni me’lûf-ı cû῾
Açlığı kıl dâimâ rûha gıdâ
İnneme’l-minhâcü taklîlü’l-ğızâ
Kılletül-ekl ile hâlî olsa batn
Dev nefsin ola zindânı bu ten” (M.18b/8-15.)
XI. Terk-i Şöhret
Tasavvufta terk-i şöhret övgülerden uzak durmak demektir.
Şöhret, insan kalbini tarumar edeceği, içine, kibir ve nefis zehrinin
girmesine sebep olacağı için kötü sayılmıştır. Allâh Teâlâ Kur’ân’ı
Kerîm’de; ‘‘Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allâh’ın size verdiği
nimetlere şımarmamanız içindir. Çünkü Allâh, kendini beğenip
övünen hiçbir kimseyi sevmez.’’ (Hadid Sûresi, 57/23) Biz onu
yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere
veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.” (Kasas Sûresi,
28/83) Sıdkî de tasavvufi açıdan terk-i şöhreti eserinde şu beyitlerle
anlatmaktadır:
Redd ipin dilden kesem dersen e yâr
On birinci yoldaşın et yâr-i gâr
On birinci yoldaşın ey pîr usûl
Terk-i şöhrettir talep kılmak hamûl (M.24b/14-15.)
XII. Allâh’ın Huzurunda Gözyaşı ile Yalvarmak (Tazarru’
Etmek)
Tazarru’name, bir şey istemek için kendini alçaltıp yalvararak
yazılan tezkire, mektup ve manzumeler için kullanılan bir tabirdir.
‘‘Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle
sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.’’ (Arâf Sûresi, 7/205) Bir
kimse ellerini kaldırıp dileğini Allâh’dan gizlice istemesi münâcât
olmakla beraber Vehhâb-ı Kerîm’den bir şey istemek için yazılan
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 635
manzûmelere de münâcaât denilmiştir. Genellikle manzum olarak
yazılan münâcâtlar, tazarru’, tazarru’nâme adlarıyla da anılmışlardır.
( Kaplan, 2008: 102) ‘‘Risâle-i Rufekâ’’ adlı eserde tazarru’ şu şekilde
anlatılmaktadır:
“Olmak istersen tarîk-i hakta şâd
On ikinci yoldaşınla eyle dâd (M.27a/3)
[……………………………….…]
Nâzı terk edüp niyâza ura dem
Kim tazarru῾ üzre ola dem-be dem
Geh niyâz u geh tazarru῾ gâh recâ
Gâh havf u gâh haşyet geh du῾â (M.27a/8-9)
[……………………………….…]
Sehl âşk içre neyli her mürâd
Ger tazarru’olsa menkûş’ul-füâd
Kim tazarruâdan doğar hüzn ü sürûr
Kalb-i âşık gâh hazîndir gâh sürûr (M.27a/12-13.)
SONUÇ
Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup
hissedilmesi mesleğidir. Bu mesleğin erbabları yüzyıllardır tüm
bildiklerini paylaşmak amacıyla halkın içine karışarak yol gösterici
birer ışık olmuşlardır. İşte biz de bu maksadla Sıdkî’nin ‘‘Risâle-i
Rufekâ’’ adlı eseriyle yapmak istediğini okuyucuların istifadesine
sunmak istedik. Rehber niteliğindeki bu mürşid eser, içeriğinde sık
sık âyet ve hadîslerle kuvvetlendirilirken insan-ı kâmil mertebesine
nasıl ulaşılacağını on iki yol ile Sıdkî bize mesaj vermiştir. Bu on iki
yolu takip edip hayata geçirenler, gayriye yönelmekten ve meşgûl
olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk’a ibadet eder ve
şeytandan uzaklaşırlar. Böylece kötü huy ve davranışların yerine
güzel ve iyi davranışların almasına sebep olurlar. Kalbini mânevî
kirlerden temizleyen ve Allâh’dan başka her şeyi gönlünden çıkaran,
ruhunu Hakk’ın zikri ile süsleyip maddi âlemi manevi âleme taşıyan
kişinin sonlu hayatı olan dünyayı cenneti haline getirebilmesinin
yollarını incelerken devrin sade, akıcı Türkçe özelliklerine de tanık
oluyoruz.
Bu güzide eser ve müellifi Sıdkî Efendi, insanın her iki cihanda
saadetine ışık tutacak hususları, nasihat niteliğinde dile getirdiği için
gelecek nesillere aktarılması açısından önemli bir kaynak
niteliğindedir.
Nermin Çamalan
636 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016
KAYNAKLAR
Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I. s. 425.
ASLANOĞLU, İbrahim: ‘‘Sıdkî tapşırmalı saz şairleri’’, Türk
folkloru Dergisi, Temmuz 1983.
BANARLI, Nihad Sami: Resimli Türk EdebiyâtıTârihi, c.I, MEB.
Yayınları, İstanbul 2004.
BURSALI, Mehmet Tâhir Bey: Osmanlı Müellifleri, c.II., (haz. A.
Fikri Yavuz, İsmail Özen), Meral Yayınları, Beyazıt İstanbul 1972.
ÇAMALAN, Nermin: Risâle-i Rufekâ (inceleme-metin) Fatih
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim
Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Temmuz 2014.
ÇELEBİ, Âşık: ‘‘Meşâ‘irü’ş-Şu‘arâ (İnceleme-Metin), (haz. Filiz
Kılıç, Suna ve İnan Kıraç Vakfı)İstanbul Araştırmaları Enst. Yayınları,
Nisan, İstanbul 2010.
DEMİRDAŞ Öncel: Riyazet Eğitimi İle Gerçekleşen Manevî
Olgunluk Makalesi, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi c.XI S.1.,
Ocak Nisan 2011.
DOĞAN, Durali: Âşık Sıtkı Baba (Sıtkı Gök)Yozgat Şair ve
Yazarları, Ankara 1988.
EL-Munizrî, et-Tergîb ve't-Terhîb, Cilt 1, s. 32.
ELVERDİ, Ezel, KUTLU Mustafa, KARA İsmail: Türk Dili Ve
Edebiyatı Ansiklopedisi, c.VIII, Dergâh Yayınları, Ekim İstanbul 1998.
ERAYDIN, Selçuk: Tasavvuf Ve Tarikatlar, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, No.82., bs.5, İstanbul
1997.
GÜFTA, Hüseyin: Divan Şiirinde Sabır, Mehmet Tekin
Yayınları, Antakya 2005.
GÜLEN Fethullah M.:Kalbin Zümrüt Tepeleri 1., Pırlanta Kitap
Serisi, Nil Yayınları, İzmir 1996.
GÜZEL, Abdurrahman: Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçay
Yayınları, Ankara 2006.
İNAL, İbnülemin Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri,
Dergâh Yayınları, c.I- II-III., 1988.
KAPLAN, Mahmut: “Tazarru’nâme’den Münacat’a Yakarış
Üslubu” makalesi, Köprü Dergisi, S.102., Bahar 2008.
KUŞEYRÎ: ( Terc. Süleyman, Uludağ ) Kuşeyrî Risâlesi, İstanbul
1978.
KOMİSYON: İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı
Yay.,c.XVI-XXXI., İstanbul 2006 -2009.
KÖPRÜLÜ, Fuat: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet
İşleri Başkanları Yayınları, basım.7., Ankara-1991.
Pend-Nâme Türü Açısından Sıdkî’nin Risâle-i Rufekâ Adlı Eseri
Beşeri Bilimler Sayısı | 637
KÜÇÜK, Hasan: Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran
Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar Ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri,
Türdav Yayınları, İstanbul 1980.
ÖZDAMAR, Mustafa: Dersaadet Dergâhları, Kırk Kandil
Yayınları, İstanbul 1994.
PALA İskender: Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Leyla İle
Mecnun Yayınları, bs.10, Ocak İstanbul 2003.
SAMİ, Şemseddin: Kaamus-i Türkî, Çağrı Yayınları İstanbul
2002.
SİRÂCEDDİN Mehmed: Mecma’-ı Şu’arâ Ve Tezkire-i Üdebâ,
(haz. Mehmet Arslan) Dilek Matbaası, Sivas 1994.
SOLMAZ, Süleyman: Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı (İncelemeMetin),
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları Ankara 2005.
SOYSAL, M. Orhan: Eski Türk Edebiyatı Metinleri, bs.1., Sevinç
Matbaası, Mayıs-Kasım Ankara 1978.
TANMAN Baha: “Hasîrizâde Tekkesi”, İstanbul Üniversitesi
Sanat Tarihi Yıllığı, c.VIII, İstanbul 1977.
TÜRER Osman; ‘‘XIII. XIV. Asırlarda Anadolu’da Tasavvufî
Hayata Genel Bir Bakış-1, A. XIII. Asır Öncesi İslâm Tasavvufuna
Genel Bir Bakış’’, Yeni Ümit Dinî İlimler Ve Kültür Dergisi, Cilt 3, yıl: 6,
say: 21, Temmuz-Ağustos-Eylül, İzmir 1993, s. 40.
TÜRER, Osman: Tasavvuf Tarihine Giriş, Anadolu Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum 1992.
ULUDAĞ, Süleyman: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı
Yayınları, İstanbul 2012.
VASSÂF, Osmânzâde Hüseyin, AKKUŞ, Mehmet, YILMAZ, Ali:
Sefîne-i Evliyâ, Kitabevi Yayınları, c.II-V, Nisan İstanbul 2006 -2011.
YILMAZ, Ali, ZÜLFİKAR Güngör, AKKUŞ Mehmet: Türk Dili Ve
Edebiyatı Tarihi, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları,
İlitam-Ankuzem, Ankara 2006.
Nermin Çamalan
638 | Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi – Cilt: 14, Sayı: 1, Mart 2016

Konular