Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler

Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir
Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
Yard. Doç. Dr. Ahmet ARI
Özet: Türk edebiyatının en uzun dönemini oluşturan klâsik Türk edebiyatının
sınırları, içeriği, tanımlanması ve isimlendirilmesi hakkında problemler
vardır. Bu problemlerin temel olarak, yazı dilini esas alan sınıflandırmadan
kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
İslâmiyet dairesine giren milletlerin el birliği ile hemen her alanda gerçekleştirdikleri
büyük gelişmelere paralel olarak, Islâmiyetten sonra 10. asırdan
itibaren Horasan ve Mâverâünnehir merkezli ortak bir edebiyat oluş­
muştur, islâm kültür ve medeniyetinin başlangıcında oluşturulan ve klâsik
Türk edebiyatının da kökenini teşkil ettiğini düşündüğümüz bu ortak edebiyatın
dili, tarihî zaruretler gereği Farsça olmuştur. Bu edebiyat/şiir geleneğinin,
daha sonra Anadolu'da yeni bir yazı dili (Batı Türkçesi) ile devam
ettirildiğini ve 20. yüzyıla Türkler tarafından taşındığını söylemek mümkündür.
Fakat şiir geleneğini göz ardı eden, buna karşılık dil farklılığını
öne çıkaran tasnifler sonucunda klâsik Türk edebiyatının geçmişi karanlıkta
kalmış ve bu edebiyat bir taklit olarak değerlendirilmiştir. Yeterli birikim
ve malzemeden yoksun bir şekilde, daha çok Batılı kaynaklarda ortaya
konan ve bize de fazlaca incelemeden adapte edilen bu değerlendirmeler,
edebiyat eğitim ve öğretiminde kalıplaşmış bir şekilde varlığını devam
ettirmekte ve büyük bir kısır döngüye sebep olmaktadır. Bu yüzden konunun
20. asrın ortalarından bu yana yapılan çalışmaların ışığı altında tekrar
ele alınmaya ihtiyacı vardır.
yattaki yeri ve klâsik Türk edebiyatının kökeni ortaya konulmaya çalışılmış
ve sonuç olarak yazı dilini esas alan tasnif yönteminin Türk edebiyatının
sınıflandırılmasında tek başına yeterli olamayacağı kanaatine varılmıştır.

Fars Şiiri, Farsça Şiir, Edebiyat Tarihi, Millî Edebiyat.
©Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı
ahmetari @fef.sdu.edu.tr
bilig ♦ Bahar / 2003 ♦ sayı 25: 173-205
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi - ISPARTA
Anahtar Kelimeler: Türk Şiiri, Erken İslâmî Dönem, Ortak Edebiyat,
Bu yazıda, ortak İslâmî edebiyatın tarihî seyri; Türklerin bu ortak edebi­
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
Türk edebiyatı, Türklerin tarih boyunca içinde yer aldıkları değişik kültür
Türk edebiyatı, İslâm Medeniyeti tesiri alünda Türk edebiyatı ve Avrupa
Medeniyeti tesiri alünda Türk edebiyaü olmak üzere üç ana döneme ayrılmış
ve bu ayırım, daha sonraki edebiyat tarihi araştırmacıları tarafından
da büyük ölçüde benimsenerek edebiyat tarihlerinde yer almışür (Köprü­
yat' yahut 'eski edebiyat' kavramlarından herhangi birinin terimleştirilememesinin
sebebi de bu olsa gerektir.1
Diğer taraftan bu dönem Türk edebiyaünın
bir ihtisas sahası haline gelmesinden bu yana yapılan ve bilhassa
klâsik Türk edebiyatı hakkında daha önce üstünkörü verilen hükümleri
değiştirebilecek mahiyetteki pek çok değerli araştırma ve incelemeden
elde edilen verilerin, edebiyat eğitim ve öğretimine gerektiği gibi yansıdı­
ğı da söylenemez. Edebiyat eğitim ve öğretimi, edebiyat biliminde devamlılığı
sağlayan aslî unsurlardandır denilebilir. Yapılan çalışmalar, eş
zamanlı ve oranlı olmasa bile güncel denilebilecek bir şekilde edebiyat
eğitim ve öğretimine yansıtılamıyorsa, kopukluğun ve kısır döngünün devam
etmesi kaçınılmazdır. İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı
sahasında çalışan hemen herkesin gözlemlediğini düşündüğümüz mevcut
tabloda eski kalıplaşmış yanlışların devam ediyor olması, edebiyat
araşürmalarının edebiyat eğitim ve öğretimine gerektiği ölçüde yansımadığını
göstermektedir.
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar İshuna
yabancı', 'gayr-ı millî', 'halktan kopuk' vb. hükümler, günümüzde
büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiş olmakla beraber, Arap-Fars kültürü
kaynaklı bir edebiyat olduğu veya 13. yüzyıl sonlarında Anadolu'da baş­
ladığı şeklindeki, ikna edici ve gerçeği yansıtıcı olmadığını düşündüğü­
müz görüşler -en azından edebiyat eğitim ve öğretiminde- varlığını devam
ettirmektedir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan pek çok
yayına yansıyan farklı görüşe rağmen günümüzde yapılan İslâm medeni-
174
lü 1981:5; Mengi 1995:10). Bununla birlikte bilhassa Türk edebiyatının
yatının sınırları, içeriği, tanımlanması ve isimlendirilmesi hakkında tam
bir görüş birliğine varılamamıştır. 'Divan edebiyatı' veya 'klâsik edebi­
çevreleri dikkate alınarak Fuad Köprülü tarafından İslâmiyetten evvel
en uzun dönemini oluşturan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebilâm
medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı hakkında verilen 'Türk ru­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
yeti tesiri altındaki Türk edebiyatı tanımlamalarında şu veya bu şekilde
Fars edebiyatı etkisi vurgulanmaktadır. Ne yazık ki bu etki, aynı medeniyet
dairesi içerisinde yer almanın getirdiği tabiî bir etki olarak değil de, bir
taklit şeklinde anlaşılmakta; bu da Türk edebiyatına karşı olumsuz bir bakış
açısının doğmasına sebep olurken diğer taraftan Farsça kaynaklarda,
'İran'ın kültürel zaferi', 'İran ruhunun zaferi' gibi haksız yorumlara yol
açmaktadır (Karaismailoğlu 2001:19).
İslâm'ın getirdiği tevhit ilkesi doğrultusunda, dünyanın bugün ulaşmak
için büyük gayret sarf ettiği evrenselliğe, -kendi şartlarında ve boyutlarında-
yaklaşık on asır önce ulaşan Doğu dünyasının, bu evrensel yapı içerisinde
ırk ve dil ayırımı olmaksızın, nitelikli olanın kabulü ve teşviki prensibi
doğrultusunda meydana getirdiği eserler, 19. asrın ortalarında başlayan
çalışmalarla yazı dili esas alınarak bölüştürülmüştür. Buna bağlı olarak
İslâmiyet sonrasında oluşan ve yazı dili olarak Farsça (Yeni Fars­
ça)'nın kullanıldığı ortak edebiyatta/ şiirde Türklere hemen hiç yer verilmemiştir.
A. Hamdi Tanpınar'ın ifadesiyle "Kuruluşuna büyük kitleler ve
yaratıcı hamleler halinde iştirak ettikleri bir medeniyetin" (1976:1) içerisinde
Türkler, ortaklaşa oluşturulan bir edebiyatın taklitçisi olarak nitelendirilmişler;
mucizevî bir şekilde meydana getirdikleri Batı Türkçesi yazı
diliyle verdikleri edebî ürünlerin kendilerine ait bir geçmişinin olmadığı,
taklide dayandığı iddialarıyla karşı karşıya kalmışlardır.
Saha ve döneme ait önemli Türk dili eserlerinin ilim alemine sunulmadı­
ğı, tarihî bilgilerin yetersiz olduğu ve konuya açıklık getirebilecek Arap­
ça ve Farsça kaynakların yeterince elde bulunmadığı hatta bazılarının varlığı
dahi bilinmediği dönemlerde, oryantalist bakış açılarıyla ortaya konan
bu görüşler, bizde de eskiyi reddeden politikalarla örtüşerek yerleşmiştir.
Neticede Türk edebiyatının en uzun dönemini Fars mukallitliği ile özdeş-
leştiren bir görüş hâkim olmuştur. Bazılarımızca artık geçerliliği olmayan
eskimiş bir görüş olarak değerlendirilen bu konunun, Mine Mengi'nin de
belirttiği gibi, eskimiş bir görüş olarak bir kenara atılma zamanı henüz
gelmemiştir (2000: 166). Nitekim bizce en önemlisi edebiyat eğitim ve
öğretiminde varlığını devam ettirmektedir. Bu yüzden konunun, 20. asrın
ortalarından bu yana yapılan ve Türk kültür ve edebiyatı açısından önemli
bilgiler içeren yerli yabancı çalışmaların ışığı altında tekrar değerlendi-
175
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
rilmesi; verilerin de bir an önce edebiyat eğitim ve öğretimine yansıtılması
zorunluluk arz etmektedir. Bu bağlamda önce söz konusu görüşlerin ortaya
çıkışına kısaca temas edecek sonra da yeni bilgilerin ışığı altında bir
değerlendirme yapacağız.
Edebiyatımızda edebiyat tarihi adını taşıyan ilk örnek, Abdülhalim Memduh'un
19. asrın sonlarında yazdığı Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniyye (İst.
1306)'sidir. Batıda ise Türk edebiyatı ile ilgili çalışmaların tarihi 17. asrın
sonlarına kadar uzanır ve 20. asrın başlarında oryantalizm çalışmaları­
3
öncülerinden olan bu eserlerde genellikle Türk edebiyatı Osmanlılarla
başlatılır ve yukarıda dile getirdiğimiz düşünceler vurgulanır. Mesela
Hammer, Krımskiy gibi araştırmacılar, İslâm medeniyeti tesiri altındaki
Türk edebiyatının özelliğini ancak şiirin motif ve ifadelerinde görerek, bu
dönem Türk edebiyatını Fars edebiyatı taklidi bir edebiyat olarak vasıflandırırlar.
Smirnov ve Gibb bu hususta kesindirler. Ancak 17. asırdan
sonra Fars taklidinden(î) sıyrıldığı ölçüde bu edebiyatı orijinal sayarlar.
Batıda Türk edebiyatı tarihi hakkında yapılan çalışmalar içerisinde Türk
edebiyat tarihçiliğinin gerçek anlamda ilk önemli ve kapsamlı çalışması
rüşlerine kısaca bir göz atalım:
"Osmanlılar kendilerine bir edebiyat yaratmaya, karar vermeden
çok evvel, İranlıların dehası, Arap istilası ile uğradı­
ğı husuftan kurtulmuş ve İranlıların şiir tarzı tamamen tekemmül
etmiş ve sağlam bir şekilde teessüs etmiş bulunuyordu...
Türkler bu şiir ve sırrı felsefe sistemini böylece, tamamen
tekamül etmiş bir halde buldular ve bunları oldukları gibi
aldılar." (Gibb 1943:13)
"Türkler, İranlılardan yalnızca düşüncelerini nasıl ifade
edeceklerini öğrenmekle kalmamışlar, ne düşüneceklerini ve
ne şekilde düşüneceklerini öğrenmek için de onlara müracaat
etmişlerdir... İlim, felsefe ve edebiyat alanında yetersizliklerini
kabul etmişler ve yalnızca metodlarını elde etmek için
değil, aynı zamanda onların ruhlarına, düşüncelerine ve hislerine
bürünmek için de İranlılarla aynı okula gitmişlerdir."
176
na paralel olarak hız kazanır. Baüda Türk edebiyatı tarihi çalışmalarının
sayılan Osmanlı Şiir Tarihinin yazarı E.J.W. Gibb'in konuyla ilgili gö­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
"Türklerin İranlılardan öğrendikleri tasavvuf felsefesi..."
"Eski şairlerin hedefi, İran şiirini taklit etmek ve bunu mümkün
olduğu kadar Farsça kelimelerle yapmaktı." (Gibb
1999:1-II, 33, 38, 96).
Yirmi iki yıllık bir emeğin mahsulü olan ve altı yüzyıllık Osmanlı dönemi
Türk edebiyatını, tarihî perspektif içinde ele alan ilk ve tek batılı kaynak
durumundaki bu değerh eserde, buraya almayı gereksiz gördüğümüz
benzer düşünceler ne yazık ki daha pek çoktur. Hatta bu ifadelerin Halide
Edip'in başkanlığındaki çeviriye nazaran Ali Çavuşoğlu'nun çevirisinde
yumuşatıldığını ve Gibb'in Türk'e duyduğu sempati ve ilginin de abartıldığını
düşünüyoruz. Nitekim günümüzde Osmanlı şiiri sahasında önemli
Çalışmalara imza atan bir başka Batılı Walter G. Andrews, eserle ilgili şu
tespitlerde bulunmaktadır:
"Türklerin, Avrupalılardan öğrenmeden önce kendilerini ve
kültürlerini edebiyatla ifade etmekten aciz oldukları türünden
bir inancınız yoksa, yukarıdakiler de dahil olmak üzere Gibb 'in
söylediği pek çok şeyin, ırkçı saçmalıklardan öteye geçmediğini
görürüz. Ne yazık ki, Gibb'in 'History of Ottoman Poetry'
(Osmanlı Şiiri Tarihi) adlı eserinde, yararlı bilgilerden oluşan
o zengin dağar, bu tür bir renk taşıyan ve ırkçılıkla lekelenmiş
eleştirel ifadelerle iç içe geçmiştir ve olgusal malzemenin ge­
çerliliği, çok sayıda temelsiz varsayıma da inandırıcılık kazandırmak
gibi bir işlev görmüştür." (2001: 30).
Andrews'nun bu tespitlerine, 'oryantalizm' kelimesinin Edward Said'in
5
ğü ile Şark'ın aşağılığı) anlamıyla kullanılır hâle geldiğini belirten Holbrook'un,
eserdeki oryantalist bakış açılarına yönelttiği eleştirileri de ilave
yazısı kaleme alan Mine Mengi'nin, "Gibb'in Osmanlı Şiir Tarihi'nin takdir,
ği olan azmin, sabrın, özverinin ürünü olduğu ortadadır." şeklindeki görü­
şüne de katılıyoruz (2000:172). Ancak Gibb, Türk edebiyatını Osmanlıyla
177
kitabının yayımlanışından sonra neredeyse sadece kötü (Batı'nın üstünlü­
Konumuz bu eserin eleştirisi değil. Eserle ilgili olarak çok nefis bir tenkid
saygı, hayranlık uyandıran bir bilgi birikiminin, disiplinin ve bunların gereedebiliriz
(Holbrook 1998: 29 vd.).
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
başlatmakla ve Osmanlının geçmişle olan ilişkisini dikkate almamakla,
önemli bir yanlışlığa düşmüştür. Bu şiir sisteminin menşeini dikkate almadı­
ğını, bu duruma nasıl gelindiği üzerinde durmadığını kendisi de belirtir:
"Biri Osmanlı şiirinin vücudu biri de ruhu olan bu iki şiir
sisteminin menşeini araştırmak oldukça ilginç olacaktır. Fakat
böyle bir araştırma bizi konumuzun dışına çıkaracağından,
Türklerin bizzat verdikleri örneklerle sınırlı kalmamız
ve her ikisini de hazır malzeme olarak kabul edip dikkatimizi
tarihimizin başlangıcında bu duruma nasıl gelindiğine de­
ğil de sadece ne olduklarına yoğunlaştırmamız daha uygun
olacaktır." (1999:34).
Köprülü'nün eleştirilerine; hatta eseri önemsememesine neden olan bu
önemli eksiklik neticesinde, İslâmiyet sonrasında oluşan edebî anlayış ve
kültür içerisinde Türklere hemen hiç yer verilmemiş, Horasan-Anadolu
bağlantısı göz ardı edilmiştir. Gibb, İslâmiyet öncesini hiç dikkate almaz;
kaba saba bulur. Osmanlıya kadarki edebî oluşumda Türkler yoktur. Osmanlı
döneminde oluşturulan edebiyat da tamamıyla İran taklididir ve ancak
Şinasi'den sonra tabiî ve şahsî olabilmiştir (Gibb 1999:1-11, 33,97).
Bu durumda Şinasi'ye kadar bir Türk edebiyatından bahsetmek zordur.
Divan şiiri eleştirisini İran etkisini kötüleme üzerine kuran Namık Kemal
(1840-1888) ile başlayan ve Genç Osmanlılar'la onların öğrencisi Gibb
tarafından devam ettirilen Osmanlı şiirinin taklide dayandığı şeklindeki
yorumlama yanlıştır ve titiz edebî analizlerden çok, politik ve psikolojik
fantezilere dayanmaktadır (Holbrook 1998:143; Andrews 2001:31).
Bu yanlış yorumlamaların, temel olarak İslâmiyet öncesi ve sonrası Türkren
İslâmlaşma sürecinin dikkate alınmayıp, Türklerin İslâmiyet dairesine
ve İslâm medeniyetinin özünü teşkil eden tevhid ilkesine Türklerin baş­
langıçtan itibaren tamamıyla bağlı kalmalarının göz ardı edilmesinden
kaynaklandığı açıkür. Buna bağlı olarak şiirde kullanılan dilin Farsça
(Yeni Farsça) olması da yanıltıcı olmuştur.
İslâm medeniyetinin başlangıcını teşkil eden ve Batılıların büyük İran rönesansı
diye adlandırdıkları; bize göre ise, İslâmiyet dairesine giren milletle-
178
İran ilişkilerinin iyi tetkik edilememesinden; yaklaşık olarak üç yüz yıl sü­
onuncu asrın ortalarında girdikleri şeklindeki yanlış değerlendirmelerden
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
rin ortaklaşa oluşturdukları 10. asırdan itibaren ilimde, sanatta, felsefe ve
edebiyattaki büyük gelişme, eski hâl ve şartların Farsçılığının, Fars ve Azerbaycan
gibi ananevi merkezlerinde değil, daha ziyade yeni şekillerin kolayca
meydana çıkabileceği Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerinde gerçekleşmiştir
(Kramers 1993:1018-19; Grabar 1998:51 vd.). Bu tespitin konumuz
açısından çok büyük bir önemi vardır. Çünkü bu gelişme ve ilerlemenin
beşiğinin Orta Asya veya geniş anlamıyla Türkistan olduğu sarahatle
görülmektedir. Orta Asya ise bir Türk yurdudur; Türklerin anayurdudur.
İslâmiyetten önce daha çok Sâsânîler döneminde (226-650) yoğunlaşan
Türk-İran ilişkilerine sahne olan coğrafya Horasan ve Mâverâünnehir bölgesidir.
Türkçe konuşan toplulukların tarihte bu bölgede ne zaman ve ne
şekilde bulunduğu günümüzde teferruatıyla bilinmektedir (Barthold 1981:
83 vd.; Turan 1979: 247-48 vd.). Etnografîk bakımdan gerçekte Arîlerin
yerleşim alanı iken zamanla Türkleşerek Türkistan diye adlandırılan bu
bölgeye Türkler 5. yüzyılın başlarından itibaren Ak Hunlar (Eftalitler) ile
yayılmaya başlamışlardır. Ak Hunlar'dan sonra ve ilk İslâmî dönemde
Gök Türkler (552-745) bölgenin hakimi durumundadırlar. Gök Türkler
döneminde bu yayılma hızlanmış; daha aşağıdaki sahalara, Horasan ve
Sîstan içlerine kadar uzanmıştır (Köprülü 1989:1,347).
Bu dönem aynı zamanda Müslüman Arap ordularının İran'ı ele geçirdikArapların
637'deki Kadisiye savaşından sonra Sâsânîler'in merkezi Medâ'in'i
zaptı ile başlayan bu hareket, Mukrân ve Kabil hariç Belh'e kadar
bütün bölgelerin ele geçirilmesiyle, halife Osman devri bitmeden (656) tamamlanmıştır.
Bununla birlikte Müslüman-Arap hakimiyetinin Horasan
bölgesinde tam anlamıyla müessir olması ancak 8. asrın ilk çeyreğinde
(710-716) gerçekleşmiştir. Bu gecikmede, Müslüman-Arapların Eftalitlerle
ve Türklerin yardımcı kollarıyla uğraşmak zorunda kalmaları da etkili
olmuştur (Barthold 1981: 238-245; Kramers 1993: 1016).
Müslüman Araplar Merv'de oluşturdukları güçlü garnizon sayesinde bölgeyi
kontrol altında tutmuşlar ve bu askerî güç sebebiyle daha sonra yö­
netimi ele alacak olan Abbasîler de Emevîler aleyhinde başlattıkları propagandayı
yayma sahası olarak bu bölgeyi seçmişlerdir. Başlangıçtan 9.
asrın ilk çeyreğine kadar valilerle idare edilen bölgede hızlı bir İslâmlaş-
179
leri ve Sâsânî imparatorluğunun yıkıldığı (650) dönemdir. Müslüman
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
tırma hareketi başlar. Ziyad b. Ebu Süfyan zamanında (666'dan itibaren)
50.000 Arap, aileleri ile birlikte Horasan'a yerleştirilir (Kramers, 1993:
1016). Bölgede Müslüman-Arap nüfusun toplanmasıyla birlikte camiler
kurulmuş, Hz. Peygamberin sözlerini ve dine ait bir çok bilgiyi öğreten
kimseler yetişmiştir. İktisadî şartların iyileştirilmesiyle de bu bölgede ilim
ve kültür hayaü canlanmaya başlamıştır.
İslâm dininin insan ve toplum hayatında meydana getirdiği inkılab doğrultusunda
Arap dili İran'da, özellikle bu bölgede ikinci bir anadili itibarı kazanmış;
kısa sürede bir ilim dili, felsefe dili ve Yeni Farsça (Farsî-i Taze)'nın
oluşumuna kadar da edebiyat dili olmuştur. O kadar ki, bir çok
İranlı şair ve âlim Arapça yazmaya başlamış ve Arapça daha 9. asırdan itibaren
yalnız İran'da değil, Horasan ve Maveraünnehir'de de yüksek sınıfların
edebî dili haline gelmiştir (Huart, tarihsiz: 74; Berthels 1993: 1042).
Hatta Farsça (Pehlevîce), eski Zerdüştîlik hatıralarını uyandırdığı için Tahinler
zamanında takibe uğramış, İran, Horasan ve Maveraünnehir'de
Arap Usan ve edebiyatı fevkalade yayılmıştı (Köprülü 1981:152). Nitekim
bu dönemle ilgili çok önemli bilgiler ihtiva eden Se'âlibî (ö.429/1037)'nin
de sadece Horasan ve Maveraünnehir'de Arapça söylemiş 119 şaire yer verilmiştir
(Berthels 1993: 1042; Karaismailoğlu 2001: 25).
Emevî yönetimindeki Arap valiler zamanında başlayan bu hareket, Abbasîler
dönemindeki (750'den itibaren) yerli hakimler Tahinler (821-873)
ve Saffârîler (867-911) zamanında hızlanacak; Sâmânîler (875-1005) dö­
neminden itibaren batılıların büyük İran rönesansı diye adlandırdıkları
oluşumu meydana getirecektir. Sâmânîler ise, hükümdar ailesinin bir
Türk ailesi olduğunu sandıracak kadar Horasan'da, Maveraünnehir'de
Türklerle işbirliği yapmış, ordusunu Türklerden kurmuştur. Daha öncesinde
Abbâsîlerin Emevîlere üstünlük sağlamasında ve hakimiyeti ele ge-
Çİrmesindeki en büyük âmilin askerî güç olduğunu ve bunun başında da
Horasanlı bir Türk olan Ebu Müslim (719-755)'in bulunduğunu düşünecek
olursak bu dönemde Horasan ve Maveraünnehir'de Türk varlığının ne
derece önemli olduğu anlaşılır. Zaten Sâmânîlerden sonra da Karahanh
lu (1038-1194) Türk devletleri bazen birbirleriyle çatışarak da olsa bu böl-
180
Yetîmetü'd-dehr (Kahire, 1934, 4 cilt) isimli eserinde Sâmânîler dönemin­
(840-1212; Buhara'nın zaptı 992), Gazneli (963-1186) ve Büyük Selçuk­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
gelerde ve İran'da uzun süre hüküm sürmüşlerdir. Doğu dünyasında İslâm'dan
sonra gelişen edebî faaliyetlerde iktidardaki hanedan ve çevresinin
çok önemli bir yere sahip olduğu da bilinen bir gerçektir.
Ana hatlarıyla ele alınan bu tarihî kronoloji bile bize Türklerin, İslâmiyeti
kabul eden milletlerin el birliği ile kurulmuş büyük ve ortak bir medeniyet
olan İslâm medeniyetine daha başlangıçta katıldıklarını göstermektedir.
Fakat ne yazık ki, Türklerin İslâmiyet dairesine giriş tarihi için, -yaklaşık
üç asırlık süreci göz ardı eden bir bakışla- resmi devlet dini olarak kabul
tıldıkları şeklinde bir anlayış doğmuştur. Halbuki o zamanın Doğu dünyasında
en yüksek bilim dalı olan felsefede başı çeken büyük Türk âlimi Fâ-
matematik alanlarındaki görüş ve buluşlarıyla daha sağlığında üne kavuşan
ders kitabı olarak okutulan İbni Sina (980-1037); rasat aletleri yapma konusunda
Batlamyus (85-165)'u geçen ve kendisinden sonra gelenlere astronomi
ile ilgili pek çok bilgi hazinesi bırakan Beyrûnî (973-1052) gibi
isimler sayesindedir ki, Türkler, ortaçağ İslâm dünyası tefekkür tarihinde
şerefli bir yer işgal etmiş, evrensel ölçülerde önemli bir aşamayı oluşturmuşlardır.
Keza matematikteki gelişmelere Abdülhamid İbn Türk (847'de
sağ olduğu bildirilir) ve Harezmli Muhammed (ö. 232/847'den sonra) adlı
iki Türk bilgininin öncülük ettiği; cebirin Avrupa'ya Muhammed'in kitabının
Lâtince'ye çevrilmesi ile geçtiği de artık bihnmektedir. Hastane kuruculuğunun,
kütüphaneciliğin ve medrese sisteminin Türklerin eseri oldu­
ğu net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu konudaki çok değerli çalışmalarıyla
ortaçağ bilim ve tefekküründe Türklerin önemli bir yere sahip olduğunu
ortaya koyan Aydın Sayılı, Orta Çağ İslâm dünyası uygarlığının ve entelektüel
kültürün oluşturulmasında Türklerin başlangıç aşamalarından itibaBu
kültür ve uygarlığın yaratıcıları arasında yer alan Türklerin edebî sahada
bundan uzak kalmaları düşünülemez. Nitekim, kaynaklarda Türklerin
bu tarihî seyir içerisindeki edebî faaliyetlerine ışık tutacak bilgiler
tatmin edici seviyededir. Ahmed Ateş, Tercumânü'l-belâga (telif tarihi:
1088-1114) neşrinde, Türkî-i Keşî-i Ilâkî isimli şair hakkında bilgi
181
edilme tarihi (945) esas alındığından, Türklerin bu uygarlığa sonradan karâbî
(870-950) bu tarihten çok önce yetişmiştir. Felsefenin yanında tıp ve
ve tıp alanındaki eserleri 17. yüzyıla kadar Avrupa'daki tıp fakültelerinde
ren yer aldığını belirtmektedir (Sayılı 1997: 14).
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
verirken, "îlâk, Mâverâünnehir'de bir yer olduğundan orada Türklerin
bulunması, yani Huseyn-i Ilâkî'nin Türk olması gayet tabiîdir. Böyle bir
Türkün her hangi bir hükümdara intisab ettikten sonra emirlik mevkiine
çıkması ve şiir yazacak kadar Farsça'ya vakıf olması da İran tarihinde
her zaman tesadüf edilen hadiselerdendir." şeklinde tespitte bulunmaktadır
(Ateş 1949: 155-156). Erken İslâmî dönemdeki Türk şairlerine örnek
olarak Pûr-i Tigin ve Emir Ali b. İlyas el-Agâcî örnek olarak verilmekte,
bunlara Rûdekî (ö.941)'den sonra yetişen ünlü şairlerden Ferruhî
(Ö.1038) de ilave edilmektedir (Köprülü 1989: 11-351; Turan, 1979:
229). Bu dönemde söz konusu coğrafyada bulunan Türk edipler tarafından
Türkçe şiirler de söylenmiş olacağı açıktır. Nitekim Gazneliler dö­
şılan övdüğü kişiye, "Galiba Türkçe daha güzel söylersin/Sen bana
Türkçe şiir Oğuzca şiir okut'/Konuştuğun her dilde şiir söyleyebilirsin/Zira
sen her dilin aslı için ebced ve hevvezsin" şeklinde seslenerek
bu gerçeği ortaya koymaktadır (Karaismailoğlu 2001: 29). Ayrıca ilk
dönemlere ait şiirlerde kahramanlık ve güzellik konuları etrafında sık
sık Türk'e yer verilmiştir. Klâsik Türk edebiyatı ile İran edebiyatının erken
İslâmî dönemdeki münasebetlerine dair çok önemli bilgiler ihtiva
eden son dönemdeki çalışmalarıyla dikkat çeken Adnan Karaismailoğ­
lu, Türklerin ve Türk kültürünün Yeni Farsça ile söylenmiş ilk şiirlerde
bile önemli bir yere sahip olduğunu örnek beyitlerle ortaya koymuştur
(Karaismailoğlu 2001: 35-59).
Kısaca, Türk edebiyatının Horasan-Anadolu bağlantısında önemli bir yere
sahip olan Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1166)'nin yaşadığı döneme gelindi­
ğinde Türkler, yaklaşık olarak dört asırdan fazla bir süredir, giderek artan
bir oranda tanıdıkları İslâmiyetle tamamen kaynaşmış durumdadırlar. Nitekim
bu durumun tabiî bir sonucu olarak da önceleri Abbasî sınırları içerisinde
görülen Tolunoğulları (868-905), Sâcoğulları (890-929) ve İhşidî-
ler (935-969) gibi yarı bağımsız diye niteleyebileceğimiz siyasî teşekkülleri
takiben, İtil (Volga) Bulgar Hanlığı (VII-XV. yüzyıl, İslâmî kabul
922), Karahanhlar (840-1212, İslâmî kabul 944-945), Gazneliler (963-
1186) ve Selçuklular (1038-1194) gibi ilk ve önemli Türk-İslâm devletleri
ortaya çıkmıştır. Bunun neticesinde de Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin
ortaya çıkması söz konusudur (Yazıcı 2000: 61).
182
neminin ünlü şairlerinden Minûçihrî (Ö.1040), âlim bir kişi olduğu anla­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
Şimdi de Türk edebiyatına hocalık yaptığı söylenen Fars edebiyatının tarihî
seyrine kısaca bir göz atalım.
Milattan önceki asırlara kadar gittiği söylenen fakat günümüze bu dönemleri
değerlendirmek için yeterince belge bırakmayan İran edebiyatı, genellikle
İslâmlıktan önce ve sonra olmak üzere iki ana bölüme ayrılır. Eski
dinlerin, tabiata bağh çok tanrıcı inançların etkisi altında gelişen İslâmlıktan
önceki İran edebiyatı, İran'ın geçirdiği tarih devirleri bakımından üç
ara döneme ayrılır. İslâmlıktan önceki edebiyatın birinci döneminden (eski
çağlardan 331'e kadar) bugüne kalan eserler birkaç yazıt parçasını
(fragmentum) geçmez. Çok sonraları yazıya geçirilen ve edebiyattan çok
dil ve inanç bakımından önem arz eden Zerdüşt'ün Gataları ile Avesta, bu
döneme ait başhca ürünlerdir. Eşkâniyan çağının (M.Ö. 250-M.S. 226) bir
kısmını da içine alan İslâmlıktan önceki İran edebiyatının ikinci döneminde
İskender'in İran'ı fethi gerçekleşmiş, İran dili, dini ve edebiyatı aşırı
ölçüde Eski Anadolu ve Yunan etkisi altında kalmıştır. Eşkâniyan çağında
devletin resmi dilinin bir ara Yunanca olduğu paralar üzerindeki yazı­
lardan ve kral adlarından anlaşılmaktadır. Sâsânîler devri (M.S. 226-650),
İslâmlıktan önceki İran edebiyatının üçüncü dönemini oluşturur ki, İslâmî
İran edebiyatının da bir bakıma başlangıcı kabul edilir. Hind, Çin, Türk,
Yunan ve Sâmî kavimleriyle temasta bulunan Sâsânîler devrinde ilim ve
kültürde bir ilerleme göze çarpar. Zerdüştlügün ana kitabının toplanıp bir
bütün olarak yazıya geçirilmesi; Yunanca'dan bazı felsefî eserlerin ve
Sanskritçe'den Kelile ve Dinine gibi Hind medeniyeti mahsullerinin tercü­
meleri bu devirde olmuştur. Verâsıb-nâme gibi dinî; Hüdây-nâme gibi
İran millî tarihine yönelik eserler de bu devre aittir (Köprülü 1981: 110-
118; Tarlan 1944: lvd.; Atalay 1996: 43 vd.).
Bununla beraber, İran edebiyatında İslâmiyete kadar bırakınız eski devirleri,
son Sâsânîler zamanından bile şiire numune olabilecek kalıntılar yok
denecek kadar azdır. Sâsânîlerin sonlarında veya ilk İslâmi dönemde mahallî
Farsça lehçelerde söylendiği kabul edilen hece vezinli ve kafiyeli veya
eksik kafiyeli yahut kafiyesiz birkaç şiire kaynaklarda yer verilir. Bunlar
arasında en çok dikkat çekeni, Surûd-i Aîeşkede-i Kerkûy (Kerkûy
Ateşkedesi'nin İlâhîsi) diye anılan alü heceli ve kafiyeli on mısradır. İlk
tezkirelerde İslâmiyetten önce Farsça şiir söyleyen ilk ve tek kişi olarak
Behrâm-ı Gûr (Ö.438) gösterilir. Ona nispet edilen şiir yedi heceli ve ka-
183
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
fiyeli dört mısradır. Sâsânî şahlarından olan Behrâm-ı Gûr, Arap muhitinde
yetişmiş ve Arapça şiirleri bulunan bir kişidir. Sâsânîler döneminde şiirin
varlığına dair birçok Farsça ve Arapça kaynaktan alıntılar yaparak
izahta bulunan Celâleddîn-i Humâî, Hâcîâbâd Nişantaşı kitabesindeki I.
Şâhpûr (241-272)'a ait sekiz heceh yedi mısralık manzumeyi ilk örnek
olarak vermektedir. Şiblî-i Nu'mânî de Sâsânîler dönemine kadar uzatılan
Fars şiirinin bu derecede eski olduğu görüşünü pek ikna edici bulmaz.
Çünkü verilen örneklerin belirtilen asırlara ait özellikler taşımadığı, tesadüfen
vezinli olmuş ifadeler olabileceği düşüncesindedir. Ayrıca Pehlevî-
ce ile yazılmış birçok mensur eserin sonraki asırlara intikal etmesine rağ­
men bunların arasında şiirin bulunmayışı; ilk İslâmî döneme ait şiirlerin,
kendilerine örneklik teşkil edecek bir geçmişlerinin olmadığını gösterircesine
oldukça basit ve sade oluşu ve bunlarda Arapça şiirlerin örnek alındığının
bilinmesi gibi hususlar, Fars şiirinin mazisini 9. asırdan önceye
götürmemizi engellemektedir (Karaismailoğlu 2001: 3-4).
Elbette İran'ın daha önceki kültürel birikiminin İslâmiyetten sonraki olu­
şuma büyük katkısı vardır. Bilhassa İran'da pek eski zamanlardan beri etkili
olan Hind kültür ve medeniyetine ait unsurlar veya daha çok Sâsânîler
döneminde büyük bir önem kazanan 'Nev-Efllâtuniye'ye ait esaslar İranlı­
lar vasıtasıyla ortak oluşuma dahil olmuştur. Fakat bu durum İslâmiyet dairesine
giren diğer milletler için de geçerlidir. Şekil, lafız, vezin, edebî sanatlar
vb. bakımdan esas örnek alınan, 5. asra kadar uzanan geçmişiyle İslâmiyetten
önce bir gelenek oluşturacak düzeye ulaşmış olan Arap şiiridir.
Yazılı olarak elimize ulaşan örnekleriyle Türk şiirinin mazisinin de 8. asra
kadar ulaşabildiğini (Arat 1986: X) göz önüne aldığımızda, İslâmiyetten
önceki Fars edebiyatının İslâmiyet sonrasındaki şiirin gehşimine konu
malzemesi dışında pek katkı sağlamadığı anlaşılmaktadır. Nitekim İran
edebiyatından bahseden kaynaklar, İran edebiyatı adı alünda genellikle
Yeni İran edebiyatını, yani İslâmiyetten sonraki İran edebiyatını ele alırlar
ve başlangıçta bunun ortak bir edebiyat olduğunu vurgularlar. Mesela Berthels,
Yeni İran edebiyatını tarif ederken şöyle demektedir:
"Bu edebiyat, ancak bir noktaya kadar, bir bütün olarak telakki
edilebilir. Ön Asya'nın tarihî mukadderatı icabı, yeni-
İran dili bununla arasında hiçbir münasebeti bulunmayan
184
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
milletlerin edebî dili olmuştur. XVIII. asırda Fransızca bir­
çok Avrupa milletleri için nasıl yüksek sınıfların dili olmuş
ise, yeni-İran dili de yukarıda bahsedilen milletlerin yüksek
sınıflarının dili olmuştur. Bunun neticesi olarak, yeni-İran
edebiyatı yalnız kelimenin en geniş manası ile İran edebiyatını
ihtiva etmekle kalmamış, Orta Asya, kısmen Türkiye,
Hindistan ve Efganistan edebiyatlarını da içine almıştır.
Gerçi XVI.-XVII. asırlara kadar, bu edebiyatlar arasında,
pek az bir fark mevcut olmuş idi ise de, son asırlarda ayrılıklar
o derece kuvvetle belirmiştir ki, meydana gelen farklılaş­
madan dolayı, artık bunları bir bütün içinde birleştirmeğe
imkan kalmamıştır (1993:1041).
Görülüyor ki başlangıçta diğer milletlerin edebiyatlarının da İran edebiyatı
içerisinde telakki edilmesi ve sonrasında bilhassa Türk edebiyatının Osmanlı
dönemine mukallit yaftasının vurulması, şiirde kullanılan dilin
Farsça (Yeni Farsça) olması sebebiyledir. Halbuki İslâmhktan sonra olu­
şan ve Yeni Farsça diye adlandırılan bu yazı dili, bir bakıma İranlılar için
de yeni bir dildir. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi Yeni Farsça, İslâmiyetle
birlikte inançlarda, âdâbda, kabullerde ve yaşayıştaki yenileşmenin;
İranlıların Araplar ve diğer milletlerle karışmasının ve dilin değişmesine
sebep olan diğer amillerin etkisiyle oluşmuş, gerek alfabe gerek söz ve gerekse
ses bakımından eskisinden çok farklı yeni bir yazı dilidir (Banarlı
1997: 131; Karaismailoğlu 2001: 24).
Eski İran dili, ilk önce Avesta dili ile resmî dil olan kadîm Fars dili şubelerine
ayrılmış; zamanla değişen kadîm Fars dili, Eşkâniyan ve Sâsânî
dönemlerinde Pehlevî dili (Orta Farsça) adını almıştır (Tarlan 1944: 1).
İslâmiyetle birlikte dinî, sosyal ve siyasî sebeplerle Arap dili, Pehlevîce
üzerinde büyük oranda etkili olmaya başlamıştır. Arapça kelime ve bile­
şiklerin, hatta sarf ve iştikak kaidelerinin Farsça'ya girmesine sebep olan
dinî ve sosyal ihtiyaçların yanında; defter ve divanların Pehlevîce'den
Arapça'ya aktarılması (Abdülmelik b. Mervan zamanından 685-705 itibaren);
idarî işlerde Arapça'nın kullanılmaya başlaması ve nihayet
124/741 yılında alınan bir kararla idarî işlerde müşriklerin (Mecusî) çalıştırılmaması
ve Farsça kullanılmaması gibi siyasî uygulama ve yaptı-
185
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
rımlar neticesinde Pehlevî lehçesi ve yazısı giderek yerini Arap dili ve
yazısına bırakmıştır (Karaismailoğlu 2001: 24-25). Buna bağlı olarak
Arapça, yukarıda da izah ettiğimiz gibi daha 9. asırdan itibaren yalnız
İran'da değil, Horasan ve Mâverâünnehir'de de yüksek sınıfların edebî
dili haline gelmiştir.
Fakat aynı dönemde aksi istikamette cereyanlar da aynı derecede kendini
hissettirmeğe başlar. Sınırları çok genişleyen Abbasî hilafetinde merkezden
uzak Doğu İran, Horasan ve Mâverâünnehir gibi bölgeler, tayin edilen
valiler veya sonrasında halifeye bağlı yerli hakimler tarafından yarı
müstakil bir tarzda idare ediliyordu. Bu idareciler, fırsat buldukça merkezle
resmî bağlarını tamamen koparmaktan da geri kalmıyorlardı. Bu sahalarda
siyasî istiklâl hareketlerini başlatanların ihtiyaç duyduğu en
önemli şey, hakimiyet haklarının tescili idi. Yani kılıç gücü dışında ondan
daha etkili dayanaklara ihtiyaç vardı. Bu yüzden genellikle sahte bir takım
şecerelerle kendilerini, İslâmiyetten önce İran tahtının son hakimi Sâsânî
hanedanının veya Sâsânîler devrinin büyük aile kahramanlarının soyundan
göstermeye çalışıyorlar; kendi isimlerinin yanına eski efsanevî İran
hükümdarlarının isim ve sıfatlarını alıyorlar veya çocuklarına bu isimleri
veriyorlardı. Buna bağlı olarak Fars dili ve edebiyatı teşvik edilmeye;
İran'ın tarihî gelenek ve görenekleri, destanları derlenmeye başladı. Ayrı­
ca bu iddiaların halka anlaülabilmesi için de bu doğrultuda yazılan eserlerin
onların dilinde olması gerekliydi (Berthels 1993: 1042; Çavuşoğlu
1986: 18). Böylece 'saraya mensup dil' manasında deri denilen yeni bir
dil oluştu ve yavaş yavaş edebî bir dil halini aldı. İslâmiyetten sonra daha
Çok bir konuşma dili haline gelen Pehlevîce'nin devamı kabul edilen ve
ilk olarak Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde kullanılan derî Farsça,
zamanla değişme, gelişme ve Arapça ile karışma neticesinde, hicrî üçüncü
ve dördüncü asırlardaki eserlerde gördüğümüz şekle girdi (Karaismailoğlu
2001: 26). Yeni Farsça (Farsî-i Taze) veya İslâmî Farsça (Farsî-i İslâmî)
adı verilen bu yeni edebî dil, Sâsânî Pehlevîcesi'nden bariz bir şekilde
farklıdır (Berthels 1993: 1042).
Görüldüğü gibi bu yeni edebî dil bir bakıma İranlılar için de yenidir ve
oluşumuna sebep olan yukarıda zikrettiğimiz önemli âmil, benimsenip
sürdürülmesinde de en önde gelen sebeplerden biri olmuştur. Diğer bir
186
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
söyleyişle İran'da hüküm süren Türklerin bu yazı dilini benimseyip sürdürmelerinde
de nüfuz ve kudretin arttırılması veya siyasî otoritenin tescili
için gerekli olan kadîm Sâsânî tahtına varislik önemli rol oynamıştır
Aralarında Hakanî, Katran, Felekî, Nizamî, Zahir, Husrev, Sâib gibi dehaların
da bulunduğu pek çok Türk asıllı şairlerin bu edebiyatı doruklara çı­
karma hamlesine öncülük yapmalarının başlangıcı ve yönlendirici sebebi
de budur. Ayrıca bu değişim ve gelişim sürecinde Farsça'nın aruz veznisının
önemli sebeplerindendir.
Kasidenin gehşimine de önemli ölçüde etki eden bu durum neticesinde
kasîde, Sâmânoğulları ve Gazneli saraylarında söz konusu işlevi yerine
getiren önemli bir unsur olmuş ve Saray Edebiyatı denilen bir edebiyat,
bir şiir türü doğmuştur. Sâmânoğulları sarayında Rûdekî, Gazneli sarayında
ise Unsurî (Ö.1030) bu manada öne çıkan isimlerdir. Unsurî, Sultan
Mahmud'un savaşlarının şanını yüceltmek ve onun eski İran tahtı üzerindeki
kadim haklarının varlığını ispat etmek için yazdığı kasidelerle saray
şiirinin en beğenilen örneklerini vermiştir (Çavuşoğlu 1986: 18).
İran'da Arapça'nın hakimiyetinden sonra Deri Farsça'nın ve buna bağlı
reketlerinin yanında aynı dönemdeki kuvvetli bir milliyet ve millî dile dö­
nüş cereyanından da bahsetmek gerekir. Bu dönemde, İslâm ülkelerinde
19. asırdan bu yana mevcut olan milliyetçilik ile de bir nevî akrabalığı
olan Şu'ûbiye hareketinin başladığını görürüz. Farsların Arap üstünlüğü­
ne karşı oluşturdukları bu hareket, çeşitli zaman ve bölgelerde muhtelif
şekillerde tezahür etmekle beraber başlangıçta, edebiyat dili olarak Fars­
ça'nın canlandırılması ve Arapça'nın sadece dinî te'lifata inhisar ettirilmesi
manasına geliyordu (Macdonald 1979: 585). Bu amaç, İran'da hakimiyet
kurmak isteyenlerin amaçlarıyla örtüştüğü ve İslâm medeniyetinin
özünü teşkil eden tevhid ilkesine ters düşmediği için gerçekleşmiş; fakat
daha sonra bu hareketin haricîlik ve şiîlik ile bağlantısı, muayyen bir hanedan
ve siyaset fırkası fikrini doğurarak İranlıların bu ortak oluşuma yüz
Çevirmelerine sebep olmuştur. Nitekim nitelikli olanın muteber olmasını
öngören bu ortak oluşuma bağlı kalan Ferruhî, Câmî, Urfî-i Şirazî, Feyzî-i
Hindî, Sâib-i Tebrizî ve Şevket-i Buharî gibi şairler İran'ın millî ru-
187
nin yapısına uygun bir hâle gelmesi de, şiirde bu yazı dilinin kullanılmayeni
bir yazı dilinin oluşmasında yukarıda bahsettiğimiz siyasî istiklâl ha­
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
hunu yansıtmadığı gerekçesiyle İran'da pek alaka görmemişlerdir (Karaismailoğlu
2001: 29-32; Milanî 1961: 33). İran şiirinin Cârnî (ö. 1492)'den
sonra yani Osmanlı şiirinin tam teşekkül ettiği sıralarda "asla kurtulamaedebiyatta
önemE bir yere sahip olan Sebk-i Hindi üslubunun meydana
gelmesindeki en önemh sebeplerden biri de bu olsa gerektir.
Türkler ise, kuruluşunda yer aldıkları bu ortak oluşuma hem dinî hem edebî
manada baştan itibaren sadık kalmışlar ve bu İslâm/Doğu klâsisizmini
20. yüzyıla taşıyan millet olmuşlardır. Bu büyük başarıyı da İslâm medeniyetinin
özünü teşkil eden tevhid ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmakla sağ­
lamışlardır. Diğer bir deyişle cihan hakimiyeti ile medeniyet fenomeninin
münasebetini iyi kavrayıp bunu sağlayacak olan tevhid ilkesinin aşağıdaki
yorumunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamışlardır:
"İslâm kimliğini kazandıran, bütün unsurlarını bir araya getiren
ve böylece onları, medeniyet adını verdiğimiz birleşik
ve organik bir gövde haline getiren şey tevhiddir. Medeniyetin
özü yani tevhid, farklı unsurları birbirine bağlarken onları
kendi kalıbıyla etkiler. Onları birbirleriyle ahenkli hâle
getirir ve diğer elemanları karşılıklı olarak destekler. Tabiatlarını
değiştirmek zorunda kalmaksızın bu öz, unsurları,
medeniyeti kuracak şekle dönüştürür; onlara o medeniyetin
parçaları olabilecek yeni karakterlerini verir. Bu dönüşümün
derecesi, özün değişik unsurlarla ve onların fonksiyonlarıyla
ne kadar alakalı olduğuna göre çok azdan, köklü bir değişime
kadar çeşitlenebilir (Farukı, 1999:89).
hakim oluşuyla Şu'ûbiyye hareketinin etkisiz hâle gelmesinden başlayarak,
Yenişehirli Avnî'nin Farsça divançesine kadar etkili olan bu bakış
açısıdır. Osmanlı döneminde kısmen suiistimale de uğradığı için, ''''Yürü
var gel Araptan ya Acemden" gibi beyitlerin söylenmesine de vesile
olan Araba, Arapça'ya veya Farsa, Farsça'ya rağbetin sebebi budur.
Kaldı ki, tezkirecilerin Acem kelimesiyle bir etnik yapıyı belirlemeden
Çok bir coğrafî bölgeyi kastettikleri de malumdur (İsen 1997: 307). Os-
188
yacağı bir kısırlığa maruz kalması"nın (Gibb 1999: 1-11,43) veya İslâmî
Daha başlangıçta Gazne ve Selçuklu Türk devletlerinin ortaya çıkışı ve
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
manlı/Divan şairleri, bu ortak oluşuma, bu klasisizme saygı duymuşlar;
buna sahip çıkmışlar ve bunu örnek almışlardır. Aksi takdirde, "cihan
fütuhatı ideolojisiyle yüzyıllar boyu siyasî ve askerî çekişme yaşamış ve
bu çekişmenin Osmanlı lehine sürdürüldüğü bilinen Osmanlı Fars iliş­
kisinde kültürel üstünlüğün İran lehine olmasının yorumu mümkün de­
ğildir" (Mengi,2000:167). Bu bakış açısı sebebiyle Gazzâlî ve Câmî, ilmî
ve edebî açıdan Osmanlıda mümtaz bir yere sahip olmuş; Ahmet Pa­
şa'nın bir beytini duyunca şevke gelip raks eden Câmî, Nevâ'î ve Baykara
ile aynı edebî meclisi oluşturmuştur (Tarlan 1992: 17). Bu bakış
açısı, Türk şairleri tarafından günümüzde de sürdürülmektedir. Ahmet
Bican Ercilasun'un yaşayan en büyük Türk şairlerinden Şehriyar ile gö­
rüşmesinde geçen şu konuşma bunu açıkça ortaya koymaktadır: "Bir
ara Farsça bilip bilmediğimizi sordu. 'Bilmiyoruz' diye cevap verdik.
'Bilirsiz, neden mahrumsunuz? Hafız'dan, Sadî'den mahrumsuz' dedi."
(Ercilasun 1997: 267).
Divan şairine veya Osmanlı aydınına göre şiir bir sanat faaliyetidir ve
önemli olan, üstün tutulan şey şiiriyet, yani şiiri oluşturan lafız, mana ve
ahenk güzelliğidir. Bunu sağlayan şair nereden gelirse gelsin ve kim olursa
olsun üstün tutulmuş ve örnek alınmıştır. Büyük Mevlânâ hayranı ve
takipçisi Şeyh Gâlib (Ö.1799)'in aradan asırlar geçmesine rağmen Zerdüştlüğe
temayüllü diye takdim edilebilen Firdevsî'yi (Ö.1020) anmasının
sebebi budur. Buna benzer pek çok örnek verilebilir. Bugünkü modern
dünyanın ilimde, sanatta sahip olduğu bakış açısı ile de yüzde yüz kesişen
bu tavır ve anlayışta ölçüler, oluşmuş olan şiir diline göredir ve evrenseldir.
Bu anlamda Aristo'nun veya İskender'in anılmasıyla Nuşirevan'ın
veya Şehname'deki diğer kahramanların anılması ve işlenmesi arasında
fark yoktur. Divan şairinin bu konudaki ölçüsü, Goethe'nin şu sözleriyle
özetlenebilir: "Şair bir kartala benzer, özgür bakışla ülkeler üzerinde
uçar. Vurup indireceği tavşanın Prusya'da mı, Saksonya'da mı koştuğu
önemli değildir." (1982: 493). Kısaca Divan şairinin yaptığı şey Nietzsche'nin
deyimiyle, "çağı yaşayabilmek için, geçmişi hayat için kullanmak
ve olmuş olanlardan yeniden tarih yapmak" olmuştur. (Turan 1994: 9).
Bu ölçüler sayesinde cihan hakimi bir toplumda yaklaşık altı yüzyıl itibar
gören bir şiiri küçük görmek, taklit saymak ne derece doğru ve bilimsel-
189
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
dir? Kaldı ki, Osmanlı şiirinin İran şiiriyle olan münasebetinde öne çıkan
mitolojik altyapının belli bir millete aidiyeti şüphelidir. Yüzeysel bir bakışla
Osmanlı şiirinin İran mitolojisinden etkilendiği söylenebilir. Fakat
derin bir incelemeye tabi tutulduğunda İran mitolojisinden alındığı söylenen
bazı figürlerin Hind'e, Çin'e uzandığı görülmektedir. Mesela, Osmanlı
şiirinde çok kullanılan Cem'in İran'a değil, Hind'e ait olduğu söylenmektedir
(Tarlan 1935: 14). Divan şiirinin mitoloji ile ilişkisi konusunda
önemli bir esere imza atan Dursun Ali Tökel de, Divan şiirinde çokça
kullanılan 'âb-ı hayat' konusunda Mısır'dan Çin'e, İskoçya'dan Orta Asya
kavimlerine kadar hemen bütün milletlerde ortak bir kanaatin bulundu­
ğunu belirtmektedir. Yine Divan şiirinde çokça işlenen 'yılanların hazineyi
beklemesi' motifi, en geniş şekilde Çin mitolojisinde ve civar ülke mitolojilerinde
işlenmekte; pek çok imaja konu olan 'el almak' deyiminin
Hind mitolojisinde bir yansıması bulunmaktadır (Tökel, 2000: 98). Osmanlı'nın
son dönemlerinde İstanbul'a gelerek Divan şiiri üzerinde incelemeler
yapan Fransız araştırmacı Dora D'istria, Divan şiirinin mitolojik
altyapısı ile ilgili çok önemli bilgiler ihtiva eden eserinde, bu konuda ulu
orta laf edenleri utandıracak tespitlerde bulunmuş; Divan şiirinin mitolojik
yönlenmelerinin iddia edildiği gibi basit bir taklit ile açıklanamayacasahnesine
ondan önce çıkmış olanların hayallerini gerçekleştirmekti. Bu
yüzden destansı dehaya, diğer Turan kavimlerinden daha az sahip olmayan
Osmanlı şairi, kendinden öncekileri titizhkle incelemiş; geçmişteki
hükümdarların yarım bıraktıklarını tamamlayarak cihan hakimi olmasını
istediği sultana bu hedefi sürekli hatırlatmıştı. D'istria, geçmişe olan bu
yönelişin böyle bir zaruretten kaynaklandığını ifade ederek Osmanlı şairlerinin,
Divan şiirinin ana kaynaklarından biri olarak gösterilen Şehname'yi
sürekli taklit çabasında olmadıklarını belirtir (1982: 18). Nitekim
Tökel de Şehname'nin Divan şiirine kaynaklığı konusunda şu tespitte bulunmaktadır:
"Divan şairlerinin, Şehnâme'yi esas kaynak olarak kullanması
meselesi ise ayrı bir inceleme konusudur. Zira çalışmamız incelendiğinde
de görüleceği gibi, bazı mazmun, telmih vb. atıflarda kaynak olarak
Şehname gösterilmesine rağmen, bu atıfların çoğunu Şehname'de
bulmak mümkün olmamakta, bu durumda daha farklı kaynaklara müracaat
söz konusu olmaktadır." (2000:99).
190
ğını gözler önüne sermiştir. D'istria'ya göre Osmanlının yazgısı, tarih
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
Bilindiği gibi, İslâmiyet sonrasında meydana gelen ve Türk edebiyatına
hocalık yapüğı söylenen İran edebiyatı, Gibb'in de belirttiği gibi Câmî
(ö. 1492)'den sonra asla kurtulamayacağı bir kısırlığa maruz kalır ve 15.
asırda İran şiiri ne ise 20. asırda da odur (Gibb 1999:1-11,43). Halbuki Anadolu'da
durum tam tersidir ve şiir, sürekli yükselen bir gelişim çizgisine
sahiptir. İran şiirinin bu kısırlığının en büyük sebebi, Türklerin edebî ürünlerini
yeni bir coğrafyada ve yeni bir yazı dili ile vermeye başlamaları olsa
gerektir. Bilindiği gibi Batı Türkçesinin başlangıcında Türkçe yazmanın
zorluğundan şikâyet vardır (YavuzJ983:9-57). Bu şikâyeti iyi anlamak lazım.
Şair yeni bir şey meydana getiriyorsa neden şikâyet etsin? Bu şikâyet,
bilinen ve gelişmiş olan bir şiir geleneğini yeni bir yazı diline intibak ettirmenin
zorluğundandır. Türkler, yaklaşık dört asırdan beri bir taraftan Hâ-
kaniye Türkçesi, bir taraftan Farsça ile ortaya koydukları edebî ürünleri arbu
yazı dilinin gelişmesi, edebî bir dil haline gelmesi gerekmektedir. Nitekim
Şeyhoğlu Mustafa'nın Hurşîdnâme,
de, Türkçe'nin anlatmada ve şerhte
yeterli olmadığı yakınmaları, ondan yirmi yıl sonra yazdığı Kenzü'l-Kü-
berâ'da. artık yer almamaktadır (Yavuz 1991:29). Türkler, mucizevî bir şedil
haline getirmişler ve söz konusu şiir geleneğini 20. yüzyıla taşıyan millet
olmuşlardır. Fakat ne yazık ki, şiir geleneğini göz ardı eden, buna kar­
şılık dil farklılığını öne çıkaran bir anlayışla Osmanlı şiiri, bir taklit olarak
değerlendirilmiştir. Bu düşüncede oryantalistlerin, "metinler ile bileşenlerinin
sözcük, söz sanatları ya da konu düzeyinde tarihsel kökenlerini belirlemeye'''
çalışmaları etkili olmuştur. Bu oryantalist ve filolojik teknikte,
"Türkçe ya da Farsça bir sözcük Arap kökenli olarak değerlendirilmişse,
o sözcük Türkçe ya da Farsça olarak değil
Arapça olarak kabul ediliyordu. Eğer Osmanlı edebî üslup
ya da eğretileme kuramı Arapça'dan yola çıkılarak oluşturulmuş
sa, Arap retoriğinden aparıtmış olarak değerlendiriliyordu.
Eğer Osmanlıca bir romansın (mesnevinin) olay örgüsünde,
daha önce yazılmış Farsça bir romansta yer alan
benzer karakterler ve olaylar bulunuyorsa (yazarın anadili
Türkçe de olsa), Osmanlıca eserin Farsça eseri taklit ettiği
söyleniyordu." (Holbrook 1998: 40).
191
tık yeni bir yazı dili ile, Batı Türkçesi ile de yazacaklardır ve bunun için de
kilde meydana getirdikleri Batı Türkçesi yazı dilini kısa sürede bir edebî
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
Görülüyor ki, yazı dili veya dil farklılığı esas alınarak yapılan sınırlandırmalardan/
sınıflandırmalardan Türk edebiyatı büyük zarar görmekte; Tarlan'ın
ifadesiyle "medenî âleme iftiharla sunabileceğimiz bir edebiyat", iftihar
vesilesi olmaktan uzak kalmaktadır (1981:82). Öyleyse yapılması gereken
nedir? Osmanlı şiirinin bir taklit olduğu düşüncesinin yerleşmesine
sebep olan bu filolojik bakış açısına göre, "İnsan İngiliz dili ve edebiyatını
Yunan, Lâtin, Fransız bileşenlerine indirgeyebilir ve İngilizlerin 'hiçbir
leyebilir. Ama bu görüş yaygınlık kazanmaz, çünkü İngilizler buna izin vermez"
(Holbrook 1998: 41). Peki biz niye izin veriyoruz? Türk edebiyatı­
nın sahasını büyük ölçüde daraltan ve değerini düşüren bu bakış açılarının
devamından yana olmaktan vazgeçemez miyiz? Yapılması gereken,
"Bu filolojik indirgemecilik uygulayıcılarına çok normal gö­
rünmüş olabilir. Belki o zamanlar mevcut olan en uygun yöntem
buydu -sadece Oryantalistler için değil, Osmanlı hikemî
yetkesinin yerine bilimsel bir seçenek ararken bunu bularak
ithal eden Türk bilim adamlarına da-. Fakat doğal olarak,
hiçbir yöntem standart değildir; söylemsel uygulamalar tarihsel
açıdan özgüldürler ve belirli ihtiyaç ve amaçları kar­
şılamak için geliştirilirler." (Holbrook 1998:41)
şeklindeki tespit ve görüşlerden hareketle yeni bakış açılarına sahip olup
Türk edebiyatının sınırlandırma ve sınıflandırmasında yeni yöntemler geliştirmektir.

Millî edebiyatların sınırlandırılması, edebiyat tarihi araştırmalarında kar­
şılaşılan en zor problemlerdendir. Çünkü hiçbir edebiyat kendi kaynağından
çıktığı gibi arı kalmamıştır. Hatta bazı zaman ortaya çıkış itibariyle de
bir arılık söz konusu değildir. Tarih boyunca aynı coğrafyalarda birbiriyle
iç içe yaşamış, ortak bir medeniyet kurmuş, zaman zaman aynı yazı dilini
kullanmış pek çok millet vardır. Bu durumda, bir milletin edebiyat tarihini
yazacak olan kişi, tarihine alacağı kişilerle eserlerin kadrosunu belirlerken,
coğrafî topluluğu mu/kültür birliğini mi yoksa ırk ya da dil birliğini
mi esas alacaktır? A. S. Levend; "Coğrafi topluluklarda her zaman
dil birliği bulunmayabilir. Hele ırk birliği ile dil birliği çok kez birbirine
192
edebî meselede kendilerini buluşçu bir halk olarak göstermediklerini' söy­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
uymaz" diyerek sorunun türlü uluslardaki hayli karışık durumuna dikkat
Çeker (1988:37-38). Bununla birlikte, "Ulusal edebiyatları sınırlandırırken
dil birliğini esas olarak kabul etmek ve bir şairi, hangi ulusun kültü­
rünü benimsemiş, eserlerini hangi dille yazmışsa, o ulusun edebiyat tarihine
mal etmek en doğru yol görünüyor" şeklindeki ihtiyatlı yaklaşımla
olsa da, ulusal edebiyatların sınırlandırılmasında dil birliğini esas almayı
benimsemektedir (1988: 39).
Edebiyatın bir dil meselesi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda dile
dayah bir sınırlandırma yapılması zorunludur. Fakat, şairlerin hazır bir
ni göz önüne aldığımızda ise başka bakış açılarına sahip olmamız gerekti­
ği ortaya çıkmaktadır. Hele İslâmiyetin, mensupları üzerinde ne denli etkili
olduğunu; bu dinî inkılabın, edebî bir inkılabı da beraberinde getirdiğini;
kısaca, İslâmiyetle birlikte devlet, millet, siyaset, idare, askerlik, iktisat ve
edebiyat kavramına bağlı her türlü oluşumu dinin belirlediğini düşünecek
olursak, bakış açılarımızı daha geniş tutmamız gerektiği ortaya çıkar.
"Mevlânâ'nın Farsça yazdığı Mesnevi'de aşılamağa çalıştığı düşünce ve
temsil ettiği ruh öylesine Türk'tür ki, bu esere geniş bir yer ayırmadan
Türk kültür hayatı açıklanamaz" (Levend 1988: 42-43) diyorsak, Mevlâ-
nâ'yı hangi ulusun kültürünü benimsemiş olarak kabul edeceğiz? Mevlâ-
nâ ve Yunus Emre ile aşağı yukarı aynı devirde yaşayan ve o zamanki
Müslüman-Türk toplumunun birliğini ve manevi bütünlüğünü temin eden
üçlü zirvenin birini teşkil eden Hacı Bektaş Veli'nin, şahsiyetini tanımak
ve fikirlerini öğrenmek bakımından en mühim ve hacimce en büyük eseri
Makâlât, Arapça'dır (Coşan 1996: XI). Peki Hacı Bektaş Veli'yi hangi
ulusun kültürünü benimsemiş olarak kabul edeceğiz? Eserlerinin büyük
bir kısmı Farsça olmakla beraber Hintçe (Hinduî : Urduca'nın aslını teş­
kil eden dil) de yazan ve Türk asıllı, Fars diliyle şakıyan 'Hint Bülbülü'
diye vasıflandırılan; Türklüğü ile hemen her eserinde iftihar eden Emir
Hüsrev-i Dihlevî'yi nereye dahil edeceğiz? (Türkmen 1989, VII ve 47).
Nizamî'yi, Türk edebiyatı ile, sadece mesnevi tarzının gelişmesine yaptı­
ğı büyük katkı dolayısıyla mı ilişkilendirmek durumundayız? Hele büyük
Türkçe savunucusu Ah Şîr Nevaî'nin eserlerini dillerine göre ayıracak
mıyız? Fuzulî'nin, Nef'î'nin Farsça divanlarını; Fuzulî'nin Sıhhat ü Ma-
193
dil kullanma eğilimlerini/zorunluluklarını veya şiire/sanata çevrenin etkisi­
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
raz'ını, Sâkî-nâme''sini; hâlâ önemli kaynak olma durumunu koruyan Keş-
fü'z-Zünûn'u, Şakâyıku'n-Nu'mâniyye'yi; bir çok eserini Arapça yazan
Kemal Paşa-zâde'yi nasıl değerlendireceğiz? Müstakil eser ortaya koymasalar
da Divan şairlerinin Farsça ve Arapça şiir yazma eğilimlerini; Mehmet
Çavuşoğlu'nun ifadesiyle "Divan şiirinin her bakımdan son temsilcisi"
Yenişehirh Avnî'nin Farsça divançesini taklitle mi açıklayacağız?
(1987:89). Bırakınız dünü, bugün bizim Türkçe şiirleriyle tanıdığımız ve
İran'da 'Sâdî-i zaman' olarak tanınan Şehriyar'ı; eserlerini Rusça veren
Cengiz Aytmatov'u nereye dahil edeceğiz?
Bu soruları çoğaltabiliriz. Benzer sorular Batı edebiyatları için de geçerlidir.
Bugün Avrupa'da üç hatta daha fazla dilin konuşulduğu ülkeler vardır. Gü­
nümüzün biraz da eskiye benzer şekliyle küçülen dünyasında anadili farklı
olup da bulunduğu ülkenin yazı dili ile yazan pek çok şair ve yazar vardır.
Bunların hangi milletin edebiyatına dahil edileceği hususunda büyük zorluklar
ve tercihlerde çelişkiler vardır. Mesela İngilizler, İngilizce yazan baş­
ka uluslardan -daha çok Amerikalı- yazarları artık edebiyatlarına almıyorlar.
Ama İskoçyah şair Robert Burns'a edebiyatlarında büyük yer veriyorlar
(Levend 1988: 39). Görülüyor ki, millî edebiyatların sınırlandırılması
Batı edebiyatlarında olduğu gibi Doğu edebiyatlarında da öteden beri bir takım
problemlerle karşı karşıyadır. Bu yüzden 20. asrın ortalarından itibaren
genel, mukayeseli ve millî edebiyat kavramları üzerinde yeni görüşler ortaya
atılmış; evrensel edebiyat tarihinden söz edilmeye başlanmıştır.
"Evrensel edebiyat tarihi kavramı hangi güçlüklerle karşı
karşıya gelirse gelsin, edebiyatı bir bütün olarak düşünmek
ve edebiyatın gelişmesini ve yayılmasını, dil farklarını dikkate
almadan incelemek gerekir. Mukayeseli ve genel edebiyatlar
veya sadece edebiyat hakkında ileri sürülecek önemli bir
iddia, kendi içine kapanık bir millî edebiyat fikrinin tamamen
yanlış olduğudur."
"Edebiyat tarihi bir bütün olarak, milliyetçilik ölçüsünün
ötesinde tekrar yazılmalıdır."
"Sanat ve insanlık nasıl bir bütünse edebiyat da öyledir. İş­
te bu fikirde edebiyat tarihi araştırmalarının geleceği gizlidir."
(Wellek-Warren 1983: 60-61)
194
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
Bu görüşlerin ortaya konduğu ve Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal tarafından
Türkçe'ye çevrilip Edebiyat Biliminin Temelleri (1983) adıyla yayımlanan
Theory of Literatüre (1949)6
adlı eserlerinde Rene Wellek ve Austin
Warren, genel ve millî edebiyatlara bakış açısının nasıl olması gerektiği
hususundaki düşüncelerini izah ederken şu soruları sorarlar:
"Amerika ve Kuzey İrlanda edebiyatları gibi aynı dilde yazılmış
edebî eserlerin farklı birer millî edebiyat olduklarına karar
vermek zorunda kalırsak, işte o zaman milliyetçilik meseleleri
karışık bir hal alır. Neden, Yeats ve Joyce İrlanda edebiyatına
ait oluyor da, Goldsmith, Stern ve Sheridan gibi İrlanda soyundan
gelen diğer yazarlar İrlanda edebiyatına girmiyor? Bu soruya
bir cevap vermek gerekir. Bağımsız bir Belçika, İsveç ve
Avusturya edebiyatı mevcut mudur? Amerika'da yazılan edebiyatın
hangi noktada bir İngiliz Müstemleke Edebiyatı olmaktan
kurtulup bağımsız bir millî edebiyat haline geldiğine karar vermek
hiç de kolay değildir. Bu sadece politik bir bağımsızlık meselesi
midir? Yoksa belirli bir millî edebiyat tarzının ortaya çıkması
mıdır?" (Wellek-Warren 1983: 64)
Bu sorulara verilen cevaplar ve varılan sonuçlar da şöyledir:
sadece coğrafya veya dil özelliklerine göre kategorilere ayrılmış
olmayan millî edebiyat tarihleri yazabileceğiz; işte o
zaman her hangi bir millî edebiyatın ne gibi yollarla Avrupa
geleneklerine katıldığını tahlil edebileceğiz. Genel ve millî
edebiyatlar birbirleriyle kaynaşmıştır. Yaygın halde olan bir
Avrupa geleneği her ülkede değişik bir şekle bürünmüştür."
(Wellek-Warren 1983: 64)
Rene Wellek ve Austin Warren'in verdikleri örnekler ve getirdikleri deliller
daha çok Batı edebiyatından olmakla beraber, vardıkları sonuçlar ve
ortaya koydukları görüşler edebiyat tarihi metodolojisi açısından Doğu
edebiyatları için de geçerlidir; geçerli olmalıdır. Çünkü nasıl Baü edebiyatı
bir bütün meydana getiriyorsa; Yunan ve Roma edebiyatları, Batı or-
195
İşte ancak bu meseleler hakkında karara vardığımız zcınıan,
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
taçağ dünyası ile önemli modern Avrupa edebiyatları arasında bir devamlılık
söz konusuysa, İslâm'ın getirdiği tevhid ilkesi doğrultusunda, ırk ve
dil ayırımı yapılmaksızın, ortaklaşa meydana getirilen ve bilhassa Arap,
Fars ve Türk edebiyatlarını içine alan tam bir birliğin varlığı kabul edilmelidir.
Çünkü aynı veya benzer soruları Doğu edebiyatları açısından sorduğumuzda
vardığımız sonuçlar, Wellek ve Warren'in vardığı sonuçlarla
büyük paralellik arz etmektedir.
Ortaya koyduğumuz bilgiler bizi şu sonuçlara ulaştırmaktadır:
Türkler, Orta Çağ İslâm dünyası uygarlığının ve entelektüel kültürünün
oluşturulmasında, başlangıç aşamalarından itibaren yer almışlardır.
İslâm kültür ve medeniyetinin başlangıcında oluşturulan ve tarihî şartlar
gereği Farsça (Yeni Farsça)'nın kullanıldığı ortak şiire Fars şiiri değil,
Farsça şiir demek daha doğrudur
Klâsik Türk şiirinin geleneği, İslâmiyetle birlikte 10. asırdan itibaren ilimde,
sanatta, felsefe ve edebiyatta yaşanan büyük gelişmeyle eş zamanlı
oluşmağa başlamıştır. Fakat şiir geleneğini göz ardı eden, buna karşılık dil
farklılığını öne çıkaran filolojik yöntemle yapılan tasnifler sonucunda,
klâsik Türk şiirinin geçmişi karanlıkta kalmış ve bu şiirin çerçevesi bilhassa
edebiyat öğrencisinin kafasında bir türlü netleşememiştir. Türk edebiyat
tarihindeki kopukluk giderilmedikçe edebiyat eğitim ve öğretimindeki
kısır döngü devam edecektir.
Başka yayınlarda da dile getirildiği gibi (Karaismailoğlu 2001: VIII), yazı
dili esas alınarak yapılan sınıflandırmalardan Türk edebiyatının büyük
zarar gördüğü anlaşılmaktadır. Yirminci asrın ortalarından bu yana genel,
mukayeseli ve millî edebiyat kavramları üzerinde ortaya konan görüşler
doğrultusunda, şiir geleneğini öne alan yeni sınıflandırmalara ve terimleş-
meye ihtiyaç vardır. Bunun için de Türkoloji sahasında yapılan çalışmalar,
mevcut problemleri çözmeye yönelik şekilde koordine edilmeli; Türk
dili ve edebiyatının araştırılması ve aydınlatılması amacıyla kurulan fakat
bu amaçtan oldukça uzaklaşan diğer filolojiler -özellikle Arap-Fars filolojileri-
tekrar bu amaca yönelik çalışmalara yönlendirilmelidir.
196
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
AÇIKLAMALAR
1- Bu konuda terimleşmeye gidilememiş olması, yeni arayış ve teklifleri gündeme
getirmiştir. 'Türk edebiyatı araştırmaları dünyasında yakın zamanlara kadar daha
çok 'Divan Edebiyatı' adıyla tanınan, son zamanlarda ise 'Klasik Türk Edebiyatı
' veya yaygın olarak bilhassa üniversitelerimizde 'Eski Türk Edebiyatı' diye
tanımlanan ve kendisine 'Ümmet Çağı Edebiyatı', îslâmî Türk Edebiyatı', 'Yüksek
Zümre Edebiyatı' gibi başka isimlerde takılmış olan edebî faaliyetlerimizin bugün
hâlâ tatminkâr bulunup kendisini tam anlamıyla kabul ettirdiği ileri sürülebilecek
bir adı bile bulunmamaktadır. Aslı aranırsa çeşitli edebî faaliyetlerimizi adlandırma
meselesinin geçmişteki araştırmacıların koydukları ipoteklerin dışına çıkılarak
bambaşka bir zihniyetle ele alınıp uzun uzun tartışılması gerekmektedir."
(Kortantamer, 1993:IV). Avrupa Medeniyeti tesiri altında Türk edebiyatının içeri­
ği, isimlendirilmesi vb. için de benzer bir durum söz konusudur. Yeni arayış ve
teklifler bu devir Türk edebiyatı hakkında da mevcuttur. "Tanzimat edebiyatı veya
Cumhuriyet Devri edebiyatı kavramları doğru kurulmuş mudur? Bu yaygın
yanlışların terimleşmemelerine rağmen devamından yana olmaktan vazgeçemez
miyiz? (Tural, 1993:17).
2- Bu yanlı ve ilmî olmaktan uzak bakış açıları tarih sahasında da karşımıza çıkmaktadır.
Mesela Ömer Lütfi Barkan, bir uç beyliğinin kısa sürede tarihin seyrini asırlarca
değiştirecek bir imparatorluğa dönüşmesi hadisesini Batılıların nasıl tahrif
ettiğini şöyle açıklar: "Türkler hakkında tetkik edilmeden kabul edilmiş bazı itikatları
kafalarına koymuş olmalarından ve meseleyi muhtelif cephelerden ve daha
geniş kadrolar içinde mütalea etmeğe hazırlıkları ve ellerinde mevcut malzeme
kâfi gelmediğinden, içinden çıkılmaz faraziyelerle tarihî hakikati tahrif etmeğe
mecbur kalmışlardır. Aşikârdır ki, ilmî olmak ve izah etmek iddiasında bulunmalarına
rağmen, esaslı tetkiklere istinat ettirilmeyerek ortaya atılan bu nevi faraziyeler,
sadece göçebe olduğu zannedilen Anadolu Türklerinin yalnız başına bir imparatorluk
kurmadıklarına ve kuramayacaklarına ait olan batıl, fakat düne kadar
umumî bir itikada istinad etmekte ve herhangi bir tenkide dayanamayacak kadar
esassız b ulunmaktadı rlar'' (1974:279).
3- Türk edebiyatı tarihi ile ilgili Batıda yapılan çalışmalar için bkz. (Levend 1988:
506-509).
4- iskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb tarafından yazılan ve orijinal adı A
History of Ottoman Poetry olan altı ciltlik bu eserin ilk cildi 1900 yılında, diğer
beş cildi Gibb'in ölümü üzerine ilgi alanı Fars dili ve edebiyatı olan arkadaşı Ed-
197
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
ward G. Browne tarafından 1902-1909 yılları arasında İngiltere'de yayımlanmış­
tır. Türk edebiyat tarihçiliğinin gerçek anlamda ilk önemli ve kapsamlı çalışması
sayılan bu eser, ne yazık ki ancak 1943 yılında, Halide Edip Adı var başkanlığında
bir heyet tarafından Türkçe'ye çevrilmeye başlanır. Birinci cildin ilk formasını
ihtiva eden bu çeviri yayımlanır (bkz. Kaynaklar), fakat arkası gelmez. Aradan
yaklaşık bir yarım asır daha geçtikten sonra eser, Ah Çavuşoğlu tarafından Türk­
çe'ye çevrilerek iki cilt halinde neşredilmiştir (bkz. Kaynaklar). Eser ve çevirilerle
ilgili Mine Mengi'nin bir eleştirisi yayımlanmıştır (bkz. Kaynaklar).
5- Burada sözü edilen eser Edward Said'in orijinal adı Orientalism (New York, 1979)
olan ve Türkiye'de Şarkiyatçılık [Batı 'nın Şark Anlayışları], (Metis Yay. ist. 1999)
adıyla yayımlanan eseridir. Bu eseriyle şarkiyatçılığın diğer yüzünü ortaya koyan
Said, şarkiyatçılığı şu şekilde tarif etmektedir: Şarkiyatçılık, Şark'la -Şark hakkında
saptamalar yaparak, onu betimleyerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum
olarak, kısacası Şark'a egemen olmakta, Şark'ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde
yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemi olarak incelenebilir, çözümlenebilir
(1999:13). Bu tariften anlaşılana göre Oryantalistler, Şarka egemen olma ve onu
istedikleri gibi yeniden yapılandırma düşüncesine sahip oldukları için, hiçbir zaman
Batı kadar Şarkın da kendisine gerçeklik ve mevcudiyet kazandıran bir tarih
ile düşünme geleneğine, bir ortak imge ve sözcük dağarcığı geleneğine sahip bir fikir
(Said, 1999:14) dünyalarının olduğunu kabul etmemişlerdir. Çünkü şarkiyatçılı­
ğın esası, Batının üstünlüğü ile Şarkın aşağılığı (Said, 1999:51) fikrine dayanmaktadır.
Şarkiyatçılara göre, Batı her zaman -hükmeden konumunda olmasa bile- güç­
lü konumda olmalıydı (Said, 1999:49). Kısaca, şarkiyatçının Şark'ı, Şark'in kendisi
değil, şarklaştırılmış bir Şarktır (Said, 1999:114). Bir başka yazısında ("islam,
the Philological Vocation, and French Culture: Renan and Massignon", Islamic
Studies: A Tradition and Its Problems, haz. Malcolm H. Kerr, Malibu, 1980) filolojik
teknikle Oryantalizmin nasıl birleştiğini de ortaya koyan Said, meselenin politik
yönüne de dikkat çeker: Kesintisiz bir bilgi ve iktidar kemeri Avrupalı ya da
Batılı devlet adamı ile Batılı şarkiyatçıları birbirine bağlar; Şarkın içinde bulunduğu
sahneyi çevreleyen de bu kemerdir (1999:114). Şarka ait olmalarına rağmen,
şarkiyatçıların Türk kültür ve edebiyatına nazaran Arap veya Fars kültür ve edebiyatlarına
gösterdikleri ilgi ise, -meselenin politik yönü doğrultusunda- karşılarında
hakim güç olarak Türkleri görmeleri şeklinde açıklanabilir.
6- Aynı eser Ömer Faruk Huyugüzel tarafından da Türkçe'ye çevrilerek (Edebiyat
Teorisi, Akademi Kitabevi, izmir, 1993) yayımlanmıştır.
198
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
Kaynakça
AKÜN, Ömer Faruk (1990), "Bir Türk Edebiyatı Tarihi Yazmak Mümkün
müdür?", Dergâh, C. 1, S. 1, ss.12-13 ve 18-19.
ANDREWS, Walter G. (2001), Şiirin Sesi,Toplumun Şarkısı, Çeviren:
Tansel Güney, İletişim Yayınları, İstanbul, 245 s.
ARAT, Reşit Rahmeti (1991), Eski Türk Şiiri, Türk Tarih Kurumu Yayı­
nı, Ankara, XXIII+506 s.
biyatı, Erzurum.
BANARLI, Nihad Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I-II, Millî
Eğitim Yayını, İstanbul.
BARKAN, Ömer Lütfi (1974), "Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve
Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I: İstilâ Devirlerinin
Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler", Vakıflar Dergisi,
C. 2, ss. 279-386.
BARTHOLD, V.V. (1981), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Hazırlayan:
Hakkı Dursun Yıldız, Kervan Yayınları, İstanbul,
XXIV+744s.
BERTHELS, E (1993), "Yeni İran Edebiyatı", İslam Ansiklopedisi, c.
5/II, ss. 1013-53.
BİLGİN, Orhan (1996), "Fuzûlfnin Farsça'ya Gösterdiği Rağbetin Sebepleri",
Fuzûlî Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri
Daire Başkanlığı Yayınları No:37, İstanbul, ss. 163-165.
COŞAN, Esad (1996), Hacı Bektaş Veli Makâlât, Sadeleştiren: Hüseyin
Özbay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, XIX+202 s.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1986), "Kasîde", Türk Dili-Türk Şiiri Özel Sayısı
II (Divan Şiiri), S. 415-16-17, ss. 17-77.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1987), "Kaside Şairi Nefî", Ölümünün
Üçyüzellinci Yılında Nefî, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara,
ss. 79-89.
ÇETİN, Nihad M. (1973), Eski Arap Şiiri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Şark Enstitüsü Yayınları No: 1727, İstanbul, XXII+106s.
199
ATALAY, Mehmet (1996), Başlangıcından Gaznelilere Kadar İran Ede­
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
D'İSTRİA, Dora (1982), Osmanlılarda Şiir, Çeviren: Semay Taneri, Havass
Yayınları, İstanbul.
DOĞAN, D. Mehmet (1996), Türkistan-Türkiye Gergefinde İran, İz Yayıncılık,
İstanbul, 143s.
ERCİLASUN, Ahmet Bican (1997), "İran'da Sekiz Gün", Türk Dünyası
Üzerine İncelemeler, Akçağ Yayınları, Ankara, ss. 245-68.
ERCİLASUN, Ahmet Bican (1997a), "Türk Dilinin Dünü Bugünü Geleceği",
Türk Dünyası Üzerine İncelemeler, Akçağ Yayınları, Ankara,
ss. 30-47.
FARUKI, İsmail Râci ve Luis Lâmia (1999), İslâm Kültür Atlası, İnkılâb
Yayınları, İstanbul, 542 s.
GIBB, E. J. W. (1943), Osmanlı Şiir Tarihi, Çeviren: Halide Edib Adıvar Öncülüğünde
Heyet, İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 207, İstanbul.
GIBB, E. J. W. (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, I-II, III-V, Tercüme Ah Çavuşoğlu,
Akçağ Yayınevi, Ankara.
GOETHE, J. W. (1982), Goethe Der Ki, Çeviren: Gürsel Aytaç, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 538s.
GÖKER, Lütfi (1995), Türk-İslâm Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri,
Müh Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 306 s.
GRABAR, Oleg (1998), İslam Sanatının Oluşumu, Çeviren: Nuran Yavuz,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 322 s.
HOLBROOK, Victoria R. (1998), Aşkın Okunmaz Kıyıları, Çevirenler:
Erol Köroğlu-Engin Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 290 s.
HUART, Clement (Tarihsiz), Arab ve İslâm Edebiyatı, Çeviren: Cemal
Sezgin, Tisa Yayıncılık, Ankara, 439 s.
İSEN, Mustafa (1997), "Yürü Var Gel Arapdan Ya Acemden", Ötelerden
Bir Ses, Akçağ Yayınları, Ankara, ss. 305-15.
İSEN, Mustafa (1997a), "Orta Asya Türk Edebî Dilinin Anadolu Türk
Yayınları, Ankara, ss. 294-304.
KAFESOĞLU, İ. (1988), 'Türkler", İslâm Ansiklopedisi, C. XII/2, ss.
142-280.
200
Edebî Diline Etkisi ve Ahmet Yesevî", Ötelerden Bir Ses, Akçağ
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
KARAİSMAİLOĞLU, Adnan (2001), Klasik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri,
Akçağ Yayınevi, Ankara, IX+182 s.
KARAİSMAİLOĞLU, Adnan (2001), "Selçuklu Devletinin Edebî Faaliyetlerdeki
Etkinliği", /. Uluslar Arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti
Kongresi Bildirileri, C. I-II, Konya, ss. I, 451-460.
KARTAL, Ahmet (1999), "Klâsik Türk Edebiyatının İran Edebiyatı İle
Münasebeti Üzerine Düşünceler", Türk Yurdu, C. 19-20, S. 148-
149, ss. 246-266.
KORTANTAMER, Tunca (1993), Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Akçağ
Yayınevi, Ankara, XII+435 s.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad (1989), Edebiyat Araştırmaları I-II, Ötüken Yayınları,
İstanbul, XVI+470 ve 692 s.
KÖPRÜLÜ, M.Fuad (1981), Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınevi, istanbul,
XXIV+437s.
KRAMERS, J. H. (1993), "İran-Tarihî ve Etnografık Bakış", İslam Ansiklopedisi,
c. 5/11, ss. 1012-1030.
LEVEND, Agâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi I-Giriş, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, XXIV+666 s.
MACDONALD, D.B. (1979), "Şu'ûbiye", İslâm Ansiklopedisi, C. 11, ss.
585-86.
MENGİ, Mine (1995), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınevi, Ankara,
261+153s.
MENGİ, Mine (2000), "Yüz Yıllık Bir Baü Kaynağı: Gibb'in Osmanlı Şiiri
Tarihi", Divan Şiiri Yazıları, Akçağ Yayınevi, Ankara, ss. 141-172.
MİLANI, Ali (1961), Şevket-i Buharı ve Onun Üslubunun Türk Edebiyatı­
na Tesiri, İstanbul Üniversitesi Yayınlanmamış Doktora Tezi, 79 s.
OKUYUCU, Cihan (1996), "Fuzûlî'yi Yetiştiren Kültür", Fuzûlî Kitabı,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları
No:37, İstanbul, ss. 305-12.
OZAKPINAR, Yılmaz (1999), İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, Ötüken
Yayınları, İstanbul, 146 s.
201
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
RÂDÛYÂNÎ, Muammed b. Omar ar-Râdûyânî (1949), Kitâb Tarcumân
al-Balâga, Mukaddime, Haşiye ve İzahlarla Neşreden: Ahmed
Ateş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şark Enstitüsü Yayınları
No: 395, İstanbul, XVI+159, 263 s.
SAİD, Edward W. (1999), Şarkiyatçılık [Batı'nın Şark Anlayışları], Çeviren:
Berna Ülger, Metis Yayınları, İstanbul, 412s.
SAYILI, Aydın (1997), Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri,
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 58 s.
SÜMER, Faruk (1960), "Anadolu'ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?",
Türk Tarih Kurumu Belleten, C. XXIV, S. 93-96, ss. 567-594.
SÜMER, Faruk (1980), Oğuzlar(Türkmenler): Tarihleri, Boy Teşkilatı,
Destanları, Ana Yayınları, İstanbul, XXVI+701 s.
Çağlayan Kitabevi, İstanbul, XIV+637s.
Suhulet Matbaası, İstanbul.
168 s.
TARLAN, Ali Nihat (1981), "Dîvân Edebiyatı", Edebiyat Meseleleri,
Ötüken Yayınları, İstanbul, ss.82-117.
ra, 312 s.
TEKİN, Şinasi (2001), "Eski Türk Yazı Dillerinin Özellikleri Üzerine
Düşünceler Ve Bunların Teşekkülü İle Türk Siyasi Birhkleri Arasındaki
İlişkiler", îştikakçının Köşesi, Simurg Yayınları, İstanbul,
ss. 121-149.
TEKİN, Talat (1986), "Karahanh Dönemi Türk Şiiri", Türk Dili Türk Şiiri
Özel Sayısı I (Eski Türk Şiiri), S. 409, ss. 81-157.
TÖKEL, Dursun Ali (2000), Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar-Şahıslar
Mitolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 484 s.
TURAL, Sadık (1993), Edebiyat Bilimine Katkılar, Ecdâd Yayınları, Ankara,
248s.
202
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1976), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi,
TARLAN, Ali Nihat (1935), Zerdüşt'ün Gataları-Zerdüşt'ün Öz Şiirleri,
TARLAN, Ali Nihat (1944), İran Edebiyatı,Remzi Kitabevi, İstanbul,
TARLAN, Ali Nihat (1992), Ahmet Paşa Divanı, Akçağ Yayınları, Anka­
An, Fars Şiiri mi? Farsça Şiir mi? Klâsik Türk Şiir Geleneğinin Oluşumu ve Sınırları Hakkında Düşünceler
TURAN, Osman (1979), Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Nakış­
lar Yayınevi, İstanbul, 646s.
TURAN, Şerafettin (1994), Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara,
358 s.
TÜRKMEN, Erkan (1989), Emir Hüsrev-i Dihlevî'nin Hayatı, Eserleri ve
Edebî Şahsiyeti, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara,
XXXI+85.
WELLEK, R. - WARREN, A. (1983), Edebiyat Biliminin Temelleri, Çeviren:
Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 480 s.
YAVUZ, Kemal (1983), "Xni-XVI. Asır Dil Yadigarlarının Anadolu Sahasında
Türkçe Yazılış Sebepleri ve Bu Devir Müelhflerinin Türkçe
Hakkındaki Görüşleri", Türk Dünyası Araştırmaları, S. 27, ss. 9-57.
YAVUZ, Kemal (1991), Şeyhoğlu Kenzü'l-Küberâ Ve Mehekkü'l-Ulemâ
İnceleme-Metin-îndeks, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara,
VII+501 s.
YAZICI, Nesimi (2000), "Hoca Ahmed Yesevî Döneminde Türk-İslâm
Kültürünün Oluşum ve Gelişimi Üzerine Bazı Düşünceler", Yesevî-
lik Bilgisi, Hazırlayan: Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatçı, Millî Eğitim
Yayını, Ankara, ss. 61-81.
YILDIZ, Hakkı Dursun (1988), "Abbasîler", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C. 1, ss. 31-48.
YILDIZ, Hakkı Dursun (1976), İslâmiyet ve Türkler, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayını No: 2154, İstanbul, 203 S.PERSIAN
POETRY OR POETRY İN PERSIAN?
203
bilig, Bahar / 2003, sayı 25
Persian Poetry or Poetry in Persian?
Assis. Prof. Dr. Ahmet ARI
definition and naming of the classical Turkish literatüre forming the
longest time period within Turkish literatüre, it is known that these
problems originated basically from the classification based on the
literary language. in parallel with the great achievements in almost
every field, a common literatüre was also established by the
cooperation of nations residing within the Islamic circle after the
advent of islam. The language of this common literatüre, which had
been established in the beginning of Islamic culture and civilization
and which formed the origin of the classical Turkish literatüre,
became Persian due to historical necessities. it is possible to say that
the Turks, later on, continued this literature/poetry custom in
Anatolia using a novel language referred as Western Turkish, and
they were the only nation who carried on such poetry custom up to
the 20™ century. Hovvever, as a result of the classifications not
dealing with the poetry custom but based solely on the language
difference, past of the classical Turkish literatüre remained obscure
and it was evaluated as an imitation literatüre. The adaptation of
these evaluations made by the Western sources vvithout having
sufficient materials and knovvledge results in a vicious circle in our
literatüre education. Therefore, this subject needs to be taken up
önce more in the light of studies conducted since the middle of the
20"1
century.
This paper brings up the matters of historical progress of the common
Islamic literatüre, the role of Turks in the development of this literatüre
and the origin of the classical Turkish literatüre. As a conclusion, the use
of a classification method based solely on the literary language would
be insufficient to classify the Turkish literatüre.
Key words: Turkish Poetry, Early Islamic period, Common
Literatüre, Persian Poetry, Poetry in Persian, History of Literatüre,
National Literatüre.
bilig ♦ Bahar / 2003 ♦ sayı 25: 173-205
Thoughts About Formation and Boundaries of Classical
Turkish Poetry Custom
Abstract: There are problems about the boundaries, content,
©Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı
ahmetari@fef.sdu.edu.tr
* Süleyman Demirel University, Faculty of Science and Art / ISPARTA

Konular