FARS EDEBİYATINDA HABSİYYE VE ŞEKVÂİYYE -III-

II. İnançları nedeniyle hapsedilenler

Daha önceki makalemizin giriş bölümünde de belirtildiği gibi, Fars edebiyatında habsiyye ve şekvâiyye türü şiirler yazan şairler, cezalandırılmaları ve hapsediliş gerekçeleri açısından iki ayrı grupta ele alınmaktadır. Bunların bir kısmı yaşadıkları çağlarda bulundukları ülkeler ya da yöresel emirlerin egemenlikleri altındaki bölgelerde yönetimi ellerinde tutan hükümdarlar, emirler ya da yönetim yanlısı birtakım yetkililere değişik konularda muhalefetlerinden dolayı siyasî birtakım ithamlarla göz altına alınmışken, İkinci grupta yer alanlar ise, dinî inanışları nedeniyle yine yaşadıkları çağın egemen güçleriyle ya da yaşadıkları toplumun inançlarıyla örtüşmeyen düşünce ve inanışlarından dolayı cezalandırılmış ve zindanlara atılmışladır. Bu makalemizde söz konusu ikinci grupta yer alan şair ve yazarları ele alacağız.

1. Nâsır-i Husrev (ö. 481/1088)
Nâsır-i Husrev’in hayatıyla ilgili bilgiler, önemli ölçüde kendisinin şiirleri ve mensûr eserlerinden alınmaktadır. Daha çok birtakım özelliklerinden dolayı kendisini eleştirmiş olmaları nedeniyle, tezkire yazarları ve eski biyografi konulu kaynakların verdikleri ayrıntılar, eksik, kasıtlı ve yanlış olmaları ihtimaliyle edebiyat eleştirmenleri tarafından fazla güvenilir kabul edilmemektedir. Hayatı ve edebî kişiliği hakkında bilgi veren en eski kaynaklar, onu, Hasan Sabbâh ile birlikte Horasan’ın en büyük hüccetleri ve ünlü kişilikleri arasında sayarlar. Nâsır-i Husrev de, hakkındaki olumsuz değerlendirmeleri bildiğinden olsa gerek eserlerinde hayatıyla ilgili ayrıntılara daha fazla yer vermiştir. [1]

İsmailî mezhebi bağlıları arasında “unvanı/dinî makamı/derecesi” olan ve Fatımî halifesi tarafından verilmiş “Hüccet”[2], “Huccet-i Zemîn-i Horâsân: Horasan Bölgesi Hücceti” lakabıyla da bilinen Hekîm Ebû Muîn Nâsır b. Husrev b. Hâris el-Kubâdiyânî, el-Belhî, el-Mervezî, İran’ın en güçlü şairlerinden biridir. Şiirlerindeki hikmetli sözler ve ifadelerden dolayı kendisine “hekîm” de denilir. Şiirleri, özellikle de Zâdu’l-musâfirîn ve Rûşenâyînâme adlı eserlerindeki ifadeler, onun Aristo, Eflatun, Farâbî ve İbn Sînâ felsefeleri konusunda derin bilgi sahibi olduğunu gösterir. Aynı zamanda bir filozof, yazar ve vaiz de olan Nâsır-i Husrev, 394/1003’te Belh’e bağlı Kubâdiyân’da dünyaya gelmiş, 481/1088 yılında Yumgân’da vefat etmiştir. Tezkireler ve diğer bazı kaynaklarda “Alevî” diye de anılmaktadır. Ancak bu unvanının gerekçesi bilinmemekle birlikte, yaşadığı çağdan sonra ona bazıları tarafından verildiği ifade edilir. Bu niteleme, muhtemelen “Ali taraftarlığı”yla ilişkilendirilmektedir. [3]

Çocukluğundan itibaren ilim ve edebiyata yoğun ilgi duymuş, daha çocukluk çağlarında Kur’ân’ı ezberlemiş olan Nâsır-i Husrev, yaşadığı çağın önemli bilim dallarında derin bir birikim elde etmiştir. Değişik dinler ve milletler konusunda araştırmalarda bulunmuş, Hint dinleri, Mani dini ve Sabiî dini, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Zerdüşt dini hakkında da ayrıntılı bilgilerle donanmıştır. Şiirlerinde bütün bunların geniş yansımaları göze çarpar. Sefernâme’sindeki ifadelerine göre; Gençlik çağlarında (yirmi altı-yirmi yedi yaşlarından önce) Gazneli Sultan Mahmud (hük. 389-421/998-1030) ve oğlu Sultan Mesud (hük. 421-433/1030-1041) dönemlerinde Gazneli saraylarında, daha sonra da bazı Selçuklu hükümdarlarının saraylarında bulunmuş, ilk zamanlar Gaznelilerin kışlık başkentleri konumundaki Belh’te devletin üst düzey görevlileri arasında yer almış, bu şehir Selçukluların eline geçince, önemi ve itibarı daha da artmıştır. 432/1040 yılında Merv’e gitmiş, hacca gidinceye kadar orada divandaki görevini sürdürmüştür. Sultanlarla birlikte geçirdiği bu dönemlerden sonra iç dünyasında yaşadığı birtakım değişimlerin ardından kendi ifadeleriyle, zahirî ve maddî makamları bir bir aştıktan sonra gerçeği araştırmaya başlayan Nâsır-i Husrev, Türkistan, Sind ve Hindistan bölgelerine seyahatlerde bulundu, birçok ülkeyi ve değişik şehirleri gezdi, farklı milletlerden insanlarla görüşerek çok sayıda bilim adamıyla bilimsel ve dinî tartışmalarda bulundu. [4]

Bütün bu faaliyetleri, 437/1045 yılında bir ay kaldığı Cûzcân’da, bir gece gördüğü ve son derece etkilendiği rüyaya kadar devam etmiştir. Kendi ifadesine göre; Bir ay boyunca orada sürekli içki içmiş, bunun üzerine gördüğü rüyada birisi ona: “Neden bu aklı perdeleyen şeyi içiyorsun, sen aklı ve zekayı artıran şeyleri ara” demiş. O da: “Bunu nereden bulabileceğini” sormuş. Bunun üzerine o kişi: “Arayan bulur” diyerek kıble tarafını işaret ettikten sonra ortadan kaybolmuştur. Rüyasındaki kişinin işaretiyle hacca gitmiş, yedi yıl süren bu seyahat, 444/1052 yılında Belh’e dönmesiyle son bulmuştur. Şair bu seferinde, dört kez hac yapmış, başta İran’ın birçok bölgesi olmak üzere, Ermenistan, Anadolu, Halep, Trablus, Şam, Suriye, Filistin, Mısır, Kayravân, Sudan ve daha bir çok bölgeyi gezmiştir. Mısır’da üç yıl kalmış, orada İsmailî mezhebiyle tanışmış ve sonra da bu hareketin bağlıları arasına girmiştir. Bu harekete katıldıktan sonra çok hızlı bir ilerleme göstermiş ve “hüccet” makamına getirilmiş, Fatımî dinî lideri tarafından “Horasan bölgesi hücceti” olarak atanmış, o bölgede İsmailî inançlarını yaymakla görevlendirilmiştir. Bu uzun seyahatlerin ardından Horasan’a döndüğünde o artık elli yaşındadır. Hemen Belh’e gider ve orada inancını yaymak için faaliyetlerini başlatır. Değişik bölgelere tebliğciler gönderir. Ehl-i sünnet bilginleriyle tartışmalara girer. Bu arada etrafta düşmanları da artmaya başlar. Onun açısından bu son derece olumsuz gelişmeler, ileri boyutlara varmış ve bazı kaynaklara göre, ölüm emri bile verilmiştir. Bunun üzerine Belh’ten ayrılarak Nîşabûr, Mâzenderân ve Yumgân’a gidip sığınmış, birkaç yılını (453-456/1061-1064) orada geçirmiştir. Bu dağlık bölgede eşinden dostundan ayrı, vatanına hasret olarak yoksulluk ve mahrumiyetler içerisinde hayatını sürdürmüş, seksen yedi yaşındayken, Yumgân’da vefat etmiş (481/1088) ve orada toprağa verilmiştir. Bedehşân’a bağlı bir yerleşim birimi olan Yumgân, Nâsır-i Husrev’in uzun süre kalmasından dolayı İsmailî mezhebinin önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. [5]

Hayatının yaklaşık yarısını içine alan dönemini, İsmailî mezhebini benimsediği ve o inanca gönül verdiği gerekçesiyle sürgünlerde, hapiste ve yalnızlıklarda geçirmek zorunda kalmış olan Nâsır-i Husrev, vatanından çıkartılması, bin bir zorluklar içerisinde, tehditler, kötü sözler, nefret, kin, kınama ve daha nice kötü davranışlardan dolayı çok etkilenmiş, özellikle yakınlarının bile kendisini yalnız bırakmasından duyduğu acı ve üzüntüleri dizeleriyle dile getirmiştir. Nâsır-i Husrev, her şeyiyle İsmailî inanışını benimsemiş, kendisini tamamıyla dinî bir yaşantıya adamış, içkiyi terk etmiş, birtakım helalleri bile kendisine yasaklayacak kadar ibadete dalmıştır. Bu yoldaki ilerleyişiyle de İsmailîlerin yedi makamlarından biri olan “Hüccet” makamına erişmiş, on iki hüccetten biri olmuştur. [6]

Eserleri:

1. Dîvân: 10.000 beyitlik divanında daha çok kasidelerin yer aldığı şairin dizelerinde; hikmet din ve ahlak konuları ağırlıkla işlenir. Muctebâ-yi Mînovî’nin tahkîki, Seyyid Hasan-i Takîzâde’nin önsözü ve Alî Ekber-i Dihhudâ’nın dipnotlarıyla Tahran’da (1372 hş. 3 baskı) yayınlanan eserin bir diğer baskısı da, Mucteba-yi Mînovî ve Mehdî-yi Muhakkık tarafından 1353 hş. yılında yine Tahran’da yapılmıştır.

2. Rûşenâyînâme: 592 beyitten oluşan bu mesnevi, öğüt ve hikmet konulu dizelerden oluşur. İlk olarak Seyyid Nasrullâh-i Takavî tarafından yayınlanmıştır (Tahran 1307 hş.).

3. Sefernâme. Nâsır-i Husrev’in en önemli mensûr eseridir. İran, Ermenistan, Anadolu, Halep, Trablus, Şam, Suriye, Filistin, Mısır, Kayravân, Sudan ve daha bir çok bölgeyi gezdiği yedi yıl süren seferlerinden sonra kaleme alınmıştır. Sefernâme, ilk olarak 1881 yılında Paris’te daha sonra 1335 hş. yılında Muhammed-i Debîrsiyâkî tarafından Tahran’da yayınlanmış, Arapça, Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Türkçe’ye de çevrilmiştir.

4. Zâdu’l-musâfirîn. Şairin özellikle İsmailî inançlarını kanıtlarıyla ortaya koşmak amacıyla 452/1033 yılında sürgünde bulunduğu dönemde kaleme aldığı bu eserden diğer eserlerinde de söz etmekte ve bununla çok övünmektedir. Bu eser ilk kez, Zâdu’l-musâfirîn adıyla Muhammed Bezlu’r-Rahmân tarafından Berlin’de (1922) ve daha sonra da Zâdu’l-musâfir adıyla Alî-yi Kavîm tarafından Tahran’da (1338 hş.) yayınlanmıştır.

5. Goşâyiş ve Rehâyiş. Nâsır-i Husrev’in, dinî-felsefî sorulara verdiği yaklaşık otuz cevaptan oluşan bir diğer mensûr eseridir. Eser ilk olarak Saîd-i Nefîsî tarafından Tahran’da (1328 hş.), daha sonra da Encumen-i İsmâîliyye tarafından Bombay’da yayınlanmış, ayrıca İtalyanca’ya da çevrilmiştir.

6. Vech-i Dîn/Rûy-i Dîn. İsmailî mezhebi inançları ve ibadetleri hakkında bilgilere ve felsefî görüşlere yer veren bir eserdir. İlk kez Seyyid Hasan-i Takîzâde ile E. G. Browne tarafından Berlin’de (1924) yayınlanmıştır.

7. Câmi‘u’l-hikmeteyn: Nâsır-i Husrev’in, önemli mensûr eserlerinden biri olan ve 426/1034 yılında yazılan bu eseri; kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları konu almaktadır.[7] Eser H. Corbin ve Muhammed-i Muîn tarafından Tahran’da (1332 hş.) yayınlanmıştır. [8]

“Şikâyetnâme” ya da “habsiyye” türü şiirlerin özel yerinin bulunduğu divanlardan biri de, Nâsır-i Husrev’in divanıdır. Kasideleri, genellikle uzun riyazet dönemlerinden sonra kaleme alınmış, dıştan güzel ve çekici görünen unsurların kötü gösterilmesi amacıyla söylenmiştir. Şiirlerinde bahar mevsiminin aldatıcı güneşi asla doğmaz. Kasidelerinde teşbîb ve tagazzül bölümü yer almaz. Kelimelerinin arkasında hiçbir zaman bir sevgilinin ay gibi ışık saçan parlak çehresi görülmez. Onun dünyaya bakışı, ruhunun derinliklerinde cennetten manzaraların canlandığı, imanlı, günahsız birinin bakışlarına benzer. Bu ve benzeri duyguları kasidelerinin çoğunda görmek mümkündür. [9]

Gurbet akrebi ciğerimi yaktı benim,

Bulamadı alçak sanki, dünyada başkasını.

Neden hedef yaptı? Diyorum zamanenin okuna,

Bu yüce, bilgisiz, adaletsiz felek tenimi benim?

Felek, faziletler ölçüsünde dönseydi eğer,

Makamım, ayın makamından aşağı olmazdı benim.

Hayır, hayır, felek de zaman da bilmez faziletin değerini,

Söylemişti babam bunu, gençliğimde benim.

Dünyada yaşasam da gece-gündüz,

Yedinci kat göklerde, gezdiğim yerler benim.

Oturmam ben seninle bu sarayda ey tenim,

Çağırır durur çünkü Îzed başka bir saraya beni. [10]



Gönül gözünle gör, dünyanın gizliliklerini,

Görmez çünkü gizlileri, kafandaki gözlerin.

Nedir dünyanın sırrı, ey özgür ahali?

Gizlileri görmen, açıktakileri görmemendir.

Bağlayamazsın dünyayı demirle!

Hikmet zinciriyle bağla bu dünyayı.

Öteki dünyaya bir merdiven bu dünya,

Çıkmak gerek sonuna kadar bu merdiveni. [11]



Çekmek istemiyorsan zararı kendine doğru,

Uzak tut dilini sen çirkin sözlerden,

Söz akılla söylenir. Kime akıl verilmedi?:

Sığıra, eşeğe, deveye ve diğer hayvanlara.

İnsanın konuşması, sahip olduğundandır;

Delilleri ortaya çıkaran, izah eden bir akla.

Emre uyarsan, bilge olursun, yoksa bilgisizlikten;

Cehenneme çevirirsin cennetleri sen. [12]


2. Aynu’l-Kuzât-i Hemedânî (ö. 525/1130)
VI./XII. yüzyılın önde gelen sûfîlerinden “Aynu’l-kuzât” diye bilinen İranlı ünlü şair, yazar ve mutasavvıf, Ebu’l-Meâlî, Abdullâh b. Muhammed b. Alî-yi Hemedânî, V./XI. yüzyılın sonlarında Hemedân’da dünyaya geldi. Ebu’l-Fazl/Fezâil künyesiyle de bilinen Aynu’l-kuzât’ın babası ve ataları Meyâne’li olduklarından “Meyâncî” nisbesiyle de anılır. Bazıları, onun Horasanlı olduğu kanısındadır. Genç yaşta ölmesine rağmen yaşadığı çağın önde gelen bilim ve edebiyat adamlarından biri olarak tanındı. Kelam, felsefe, tasavvuf, Fars ve Arap edebiyatları gibi alanlarda söz sahibi kişiler arasında yer aldı. Düşünce dünyasında geçirdiği birtakım psikolojik bunalımlardan, İmâm Gazalî’nin (ö. 505/1111) eserleriyle tanıştıktan sonra önemli ölçüde kurtuldu. Ömer Hayâm (ö. 517/1123) ve Ahmed-i Gazzâlî (ö. 520/1126) gibi ünlü isimlerin öğrencisi de olmuş, başarılarını daha çok bireysel çabalarıyla elde etmiştir. [13]

Eserlerinde; Yunan felsefesini tasavvufla iç içe işlemiş, Hallâc-ı Mansûr’a çok yakın ilgi duymuş, sûfîlerin sırlarını pervasızca açıklamaktan çekinmedi. Bazı fıkıh bilginleri, Aynu’l-kuzât’ın birtakım eserlerindeki görüşleriyle onun zındıklığına karar vererek öldürülmesine fetva çıkarınca, tutuklanarak Bağdat’a gönderildi. Bir süre hapsedildikten sonra Hemedân’a götürüldü. Bilgeliği ve kaleminin gücünü gösteren önemli eserlerinden ünlü Şekva’l-ğarîb ‘ani’l-evtân ilâ ‘ulemâ’i’l-buldân adlı şekvâiyyesini orada hapisteyken, yaşadığı çağın bilim adamlarına hitaben kaleme aldı. Hemedân’da, daha önce ders vermekte olduğu medresede idam edildi (525/1130). İdam sonrasında darağacından indirilerek derisi yüzüldü ve daha sonra da cesedi yakılarak külü saçıldı.[14] Şekva’l-ğarîb adlı eseri, onun, idama mahkum bir zindanlığın, şefkatten ve merhamet duygusundan yoksun, gerçekte muhalifleri olan yargıçlar karşısındaki ümitsizliğinin ifadeleri olan feryatlarını dile getirmektedir. Şekva’l-ğarîb, aynı zamanda kaleme alındığı çağın birçok karanlık noktasına da ışık tutmaktadır. [15]

Aynu’l-Kuzât, otuz üç yaşında idam edilmesine rağmen çok sayıda Arapça ve Farsça eser kaleme almıştır. Temhîdât ve Zubdetu’l-hakâyık en önemli eserleridir. Bunlar dışında; inancı ve tasavvufî konulardaki düşüncelerini içeren, değişik kişilere yazdığı Nâmehâ-yi ‘Aynu’l-kuzât Hemedânî/ Mekâtîb ve Risâle-yi Cemâlî adlı eserleri de vardır. Yezdân Şınâht, onun en önemli Farsça yapıtıdır.[16]

Hangisi benim geldiğim yol, ey gönül?

Geri dönmem için söyle, yabancıyım ey gönül.

Her adımda bin tuzak var ey gönül,

Adam olmayanlara aşk haram, ey gönül. [17]


Talihsizliğin düğümü çözülemez.

Bu dertler kimseye anlatılamaz.

Felek bizim için hep üzüntü eker durur,

Asla bu tohumdan mutluluk alınamaz.

Bendeki üzüntüler, bendeki sıkıntılar,

Kargada olsaydı, üzüntüsünden yaşlanırdı.

Sadece adı kaldı bende bu gönlümün,

Sonu ne olur bilmem acaba bu gönlümün?!

Ey felek, gönlümü altüst ettin!

Bu yorgun gönlümü hep incittin!

Başka bir oyun çıkardın arkasından perdenin,

Ne ilginçliklerin var, arkasında perdenin! [18]


3. Bâbâ Efzel (ö. 667/1268)
Yaşadığı çağın en büyük felsefecileri, mutasavvıfları şair ve yazarları, aynı zamanda İran tarihinin önemli kişilikleri arasında yer alan “Bâbâ Efzel” diye bilinen Efzeluddîn Muhammed b. Hasan-i/Huseyn-i Merekî-yi Kâşânî, VI./XII. yüzyılın sonlarında Merek kasabasında dünyaya geldi. Özellikle Farsça felsefî içerikli eserleri ve şiirleriyle ün kazandı. Doğum yeri olan Kâşân yakınlarındaki Merek’te münzevî bir hayat yaşamaktayken Sâz u Pîrâye-yi Şâhân ve Câvîdânnâme gibi eserlerini kaleme aldı. Şiirlerinin çoğunun teması felsefî ve tasavvufî içeriklidir. Farsça felsefî eserleri ve rubaileriyle İran’da ünlü ise de hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Büyü işleriyle uğraştığı gerekçesiyle hapsedildiği söylenir. [19]

Adı, ilk olarak kendisini Bâbâ Efzel’in öğrencilerinden birinin öğrencisi olarak ifade eden Hâce Nasîruddîn-i Tûsî’nin bazı eserlerinde geçer. Hayatı hakkında fazla bilgi olmayışı, onunla ilgili; Sa’dî-yi Şîrâzî ile görüşmesi, Sultan Mahmûd’un sarayında yüce makamlar sahibi oluşu, bir terzi çırağıyla gönül ilişkisi, ömrünün sonlarında inzivaya çekilmesi gibi birtakım efsanelerin otaya çıkışına neden olmuştur. Bütün bunlar bir yana, Bâbâ Efzel’in, İran kültürüne asıl hizmeti edebiyat alanında olmuştur. Müslüman felsefeciler arasında en büyük şairlerden biridir. Fars rubai ustaları arasında ilk üç arasında yer alır. Rübailerinin çoğu, felsefî ve tasavvufî içeriklidir. [20] Özellikle rubaileriyle dikkat çeken Bâbâ Efzel, aynı zamanda deneyimli bir yazardır. Tasavvuf ve metafizik konusunda eserler yazmış, Aristo’nun Psikoloji konulu kitâbu’n-nefs adlı eserini Farsça’ya çevirmiştir. Dile son derece egemen olan Bâba Efzel, birçok şair ve yazarın tersine eserlerinde Arapça terimler yerine Farsçalarını kullanmasıyla da bilinmektedir. Rubailerinde İbn Sîna ve Ömer hayâm tarzı görülür. [21]

Sultan Mahmûd, Irak’ı fethettiğinde, onu da beraberinde alıp Gazne’ye götürmüş ve sonra da orada hapse attırmıştır. Çok sayıda eseri bulunan Bâbâ Efzel’in ele aldığı konular; genellikle, felsefe, tasavvuf ve ahlak’tır. Goşâyişnâme adıyla da bilinen Medâricu’l-kemâl adlı eseri, İnsanı olgunluk derecelerine ulaştırmayı hedefleyen bir yapıttır. Reh Encâm Nâme, Sâz u Pîrâye-yi Şâhân Pormâye, Risâle-yi Tuffâhe, Arznâme, Yenbû’u’l-hayât, Câvîdânnâme onun önemli eserleri arasında yer almaktadır. [22]

Şiirlerinde “Efzel” mahlasını kullanan Bâba Efzel, daha çok gazel, kıta ve rubai türlerinde şiir yazmıştır. Bütün eserleri, Muctebâ-yi Mînovî ve Yahya-yi Mehdevî tarafından 1331-1337 hş. yıllarında külliyat halinde yayınlanmıştır. [23]

Alem, gam hikayeni anlatmasıyla bir efsane,

Gözüm, yüzünün yansımasıyla bir güzeller evi!

Zincir gibi zülfünün ümidiyle senin,

Nice aşıklar var, hepsi bir deli!

Dudağından bir nükte, bir şeker parçası!

Küpünden bir damla, bir kadeh!

Senin güneş yüzünün aydınlığı karşısında,

Feleğin güneşi sanki küçük bir kelebek!

Neden kapatıyorsun yüzünü benden ey nazlı,

Yoksa bu miskin bir yabancıdan da mı değersiz?!

Senin yerin değil bu gönül, ancak ne yapayım,

Dünyada benim tek bu viranem var işte. [24]




Devlet ve talih dostumuz olsaydı bizim,

Kendi vatanımızda yaşardık biz.

Feleğin çarkı dönseydi bizim arzumuzca,

Başkalarının şehrinde ne işimiz olurdu bizim. [25]




Yazık bu zamanda bir tek dost yok,

İnsanlar içinde hiç sevindiren yok,

Bu zamanda gamsız olan,

Ya insan değil, ya bu dünyayla bağı yok. [26]




Alçağız toprak gibi, yücelik işte bu,

Sarhoşuz aşk ile, akıllılık işte bu,

Bütün bu dertlerle adını anmayız dermanın,

Doğrusu, gerçek dertlilik işte bu. [27]




Ne oturuyorsun Efzel, dostlar gitti,

Yaya kaldın sen, atlılar gitti,

Bahçede kim kaldı karga ve çaylak dışında,

Gümüş tenliler, güzel yüzlüler gitti. [28]




Bilmediğin kadehi, ey gönül yudumlama,

Yaptığın kötülükleri unutma,

Ecel aslanı pusuda, dikkat et,

Aslan ormanında tavşan uykusuna dalma. [29]




Yüz şehrin, yüz vilayetin valisi de olsan,

Usta sanatkar da, yetenekli de olsan,

Gerçek aşık da, dosdoğru zahit de olsan,

Birkaç gün geçer, sen de hikaye olursun. [30]




Açılır sana gerçeğin kapıları,

Bağlanma hep bu geçici dünyaya;

Yok olacak bu dünya, öteki dünya sonsuz,

Yokluk kötü, sonsuzluk iyi, o zaman iyiye dön.

Adalet, doğruluk, şefkat ve cömertliğinle,

Kurtar bu kulunu ve işini kolaylaştır onun.

Hak etmedi bu kulun, bu sıkıntıları, bu acıları,

Bu sıkıntılarda boğulan bu garip de hak etmedi. [31]


4. Fazlullâh-i Hurûfî (ö. 796/1393)
Fazlullâh-i Hurûfî’nin yaşadığı dönemlere en yakın tarihte kaleme alınmış kaynaklar, adını “Fazlullâh” olarak aktarırken, bazıları da; adının “Abdurrahmân”, künyesinin “Ebu’l-Fazl” olduğunu belirtirler. Hurûfî kaynaklara göre; lakabı da, “Şihâbuddîn”dir. Babasının adı, “Ebû Muhammed” diye belirtilen Fazlullâh, birçok kaynakta; “Naîmî-yi Esterâbâdî” ve “Helâl Hor” nitelemeleriyle geçer, “Seyyid” unvanıyla da anılır. Şiirlerinde “Naîmî” mahlasını kullanır. Hurufîlik fırkasının kurucusu Fazlullâh b. Seyyid Şâh Bahâuddîn Esterâbâdî (Meşhedî/Tebrîzî), şair, sûfî bir kişiliktir. 740/1340 yılında Hazar Denizi’nin güney­doğusundaki Esterâbâd şehrinde (bazılarınca Tebriz’de) doğ­du. Fazlullâh’ın hayatının ilk dönemi ve öğrenim durumu hakkında Hurûfî kay­naklarında yeterli bilgi yoktur. Halifele­rinden Seyyid İshak-ı Esterâbâdî’nin ver­diği bilgiye göre; on sekiz yaşında iken bir dervişten dinlediği Mevlânâ Celâluddîn-i Rûmî’nin, “Bekaya sahip olduğun halde ölümden ne endişe ediyorsun?!/Hudânın nuruna sahipken neden mağa­rada gizleniyorsun?!” anlamındaki beyti­nin gerçek mânasını hocası Kemâleddin’e sormuş, hocası da; bunun ancak ibadet, riyazet, aşk ve cezbeyle anlaşılabileceği­ni söylemişti. Fazlullâh bunun üze­rine, dünya nimetlerinden vazgeçip ken­dini ibadete verdi. Üzerindeki pahalı el­biseleri çıkarıp çobanlar gibi keçeden elbiseler giydi. Bir süre dağlarda yaşa­dı. Daha sonra yaya olarak seyahate çıkmaya karar verip zahmetli bir yolculuk­tan sonra İsfahan’a ulaştı ve dört ay sü­reyle buradaki bir kervansarayda kaldı. Gördüğü bir rüya üzerine hac niyetiyle yola çıktı; önce Tebriz’e gitti. Burada 757/1356’da tahta çıkan Celâyirli hükümdarı Sultan I. Üveys’in, onun sohbetle­rine devam ettiği, Fazlullâh’ın, ona bir derviş külahı verdiği rivayet edilir. Tebriz’de Esterâbâdlı bir kızla evlendi. Daha son­ra Hârizm’e (760/1359), ardından da İsfahan’a giderek orada itikâfa girdi. Bir süre ibadetle meşgul olduktan sonra tekrar yola koyulan Fazlullâh, rivayete göre, “Ey Fazl, gez ve gör!” diye bir ses duymuş, ardından birden bire karşısında sekizin­ci imam Ali Rızâ’nın belirdiğini gör­dü. Bu olay, onun Şîa’ya ilgisi­ni arttırdı. Mekke’ye gitmeyi düşünür­ken, bundan vazgeçip Meşhed’i ziyarete karar verdi ve burada bir süre iba­detle meşgul olduktan sonra Mekke’ye gitti. Hac dönüşü Hârizm’e uğradı. Hârizm’de iken bir gece tasavvufta İstediği yere gelemediğini düşünerek o gece de fütuhat olmazsa tasavvufî hayattan vaz­geçmeye karar verir. Rüyasında kendisini Esterâbâd’daki evinin bahçesinde görür ve burada beklediği fütuhat gerçekleşir. [32]

Fazlullâh daha sonra Hârizm’den ayrılıp önce Horasan’a,. oradan da İsfahan’a geçti. Burada rüya yorumlamasıyla tanınan Fazlullâh, devri­nin ünlü bilginlerini çevresinde toplama­yı başardı. Bilginler, vezirler, kadılar ve yöneticiler de dahil olmak üzere bütün halk, rüyalarını tabir ettirmek için ona gelmeye başladı. 775/1373’te tekrar hacca giden Fazlullâh, muhte­melen Tebriz yoluyla İran’a döndü. 776/1374 yılında Tebriz’de bir rüya gör­düğünü ileri sürdü. Bu rüyaya göre; Hz. Adem, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Allah’ın halifeleri, kendisi ise Mehdî ve Mesîh’tir; aynı zamanda peygamberlerin ve velilerin sonuncusu­dur. Böylece peygamberlik ve velilik kendi­sinde birlikte ortaya çıkmış ve ilahlık devri başlamıştır. Bu rüyayı açıkladıktan son­ra, Tebriz din bilginleri tarafından tekfir edi­len Fazlullâh, bunun üzerine İsfahan’a gi­derek bir mağarada inzivaya çekildi. Daha sonra Tebriz’den ayrılıp Gîlân ve Damğân’a giden Fazlullâh, son za­manlarını Bâkûye’de geçirdi. Damğân’da gördüğü bir rüya üzerine, Timur’u “Âyîn-i Cedîd” dediği görüşlerine davet etti. An­cak fikirleri şeriata aykırı görüldüğün­den, Timur tarafından tutuklanması em­redildi. Semerkant’ta bilginler ile bir toplantı yapan Timur verilen fet­va uyarınca onun idamına hükmetti. Ti­mur’un oğlu Mîrân Sah tarafından ya­kalanan Fazlullâh, Alıncak Kalesi’nde hap­sedildi; yapılan muhakemesi sonunda 796/1394’de Alıncak Kalesi’nde boynu vurularak idam edildi. Ayaklarına ip bağlanarak cesedi çarşı ve pazarda dolaştırıldıktan sonra men­supları tarafından defnedildi. [33]

Rivayetlere göre; kafası ateşte yakılmış, ölümünden sonra düşünceleri geniş alanlara yayılmış ve çok sayıda taraftar bulmuştur. Hapis dönemlerinde takipçilerine yazmış olduğu vasiyetnamesinde, onlardan bulundukları yerleri terk etmelerini istemektedir. Müritleri, Fazlullâh’ın davasını terk etmemiş, Hurûfilik inançlarını yaymak için ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır. [34]

Şîrvân’da hapiste bulunduğu dönemlerde kaleme almış olduğu, kendisinden sonra “Aliyyu’l-Alâ” diye bilinen Şeyh Ebu’l-Hasan-i İsfehânî’nin nazmettiği, bazı tezkirelerde Câvîdânnâme adıyla geçen, günümüzde de taraftarları arasında kutsal metinlerden biri olarak kabul edilen ve Kur’ân ayetlarının Hurûfî bakış açısıyla yorumlarına yer veren Câvîdân-i Kebîr ve Câvîdân-i Sağîr adlarındaki eserleri dışında, Enfus u Âfâk, Nevmnâme, Muhabbetnâme, Arşnâme adlı eserleri ve Divân’ı vardır. [35] Fazlullâh’ın divanı’nın bir nüshası da Süleymaniye Kütüphanesinde (Ali Emirî, no: 989) bulunmaktadır. [36]

Fazlullâh’ın idam edilmesine ve mü­ridleri hakkında sıkı bir takibata geçil­mesine rağmen halifeleri sayesinde bu fırka taraftar Kazanarak gittikçe güçlen­miş; böylece Hurufîlik doğuda Hindis­tan’a kadar yayılmış, batıda ise Fazlullâh’ın baş halifesi Aliyyu’l-Alâ’nın gayret­leriyle Anadolu’ya geçerek güçlü tesirini asırlar boyunca Anadolu ve Rumeli top­raklarında diğer tarikatlara sızarak gös­termiştir. Türk edebiyatının ünlü siması Seyyid Nesîmî de, Fazlullâh’ın Anadolu’­daki halifelerindendir. Rüya yoluyla gerçeği bulduğuna ina­nan Fazlullâh, âyet ve hadisleri kendi ge­liştirdiği yorumlarla açıklayarak fırkasını kurmuş, mensupları onu, Allah’ın zuhu­ru olarak görmüş ve eseri Câvîdânnâme’yi ilâhî kitap saymışlardır. Fazlullâh, Bâtınîler’in yorum metotlarıyla, harflerin değerini ve sayılarla olan ilgilerini belirleyerek dinî emir ve mükellefiyetle­ri Arap ve Fars alfabelerindeki harflere irca etmiştir. [37]

Fazlullâh’ın bir kısım şiirleri, orta derece Fars şairlerininki kadar edebî değere sahiptir. Gazellerinden bazıları, tarz ve akıcılığı açısından Mevlânâ Celâluddîn’in gazelleriyle karıştırılır. Bazı şiirleri de, öğrencisi Nesîmî’nin dizelerinden daha alt derecede yer alır. Gerçekte o, kargaşalar tufanında geçen hayatı boyunca edebî zevkler ve derinliklerle uğraşacak zaman bile bulamamıştır. Yazdığı şiirlerin önemli bir kısmı, inancı ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Ölümünden önce, hapisteyken ya da henüz hapsedilmeden önce çocukları için bir vasiyet yazmış, bu vasiyetindeki ifadelerinde daha çok çocuklarının geleceğinden duyduğu endişeleri dile getirmiştir: “Şimdi götürüyorlar beni, benim isteğim olmaksızın götürüyorlar. Bakalım macera nereye kadar sürecek. Hikaye nasıl sona erecek. Bu zavallının din ya da dünya konusunda hiçbir sıkıntısı yok. Tek düşüncesi, tek kaygısı, hiç koruyucuları olmayan, maddî hiçbir varlıkları bulunmayan, kimsesizlerin sahibinden, çaresizlerin çaresi olandan başka kimseleri bulunmayan çocuklarıdır. Allah’a gönül bağlasınlar. Kız kardeşlerini korusunlar ve onları az incitsinler.

Ömrüm boyunca Şîrvân’da bir tek dostum olmadı.

Dost nerede? Hangi dost? Keşke bir tanıdık olsaydı.

Bu çağın Hüseyin’iyim; düşmanlarım, Yezîd ve Şemir’im[38],

Bütün günlerim aşure benim ve Şîrvân da, Kerbelâ” [39]




Varlığım olmadığı zamanlarda,

Allah’tan başkası var değildi.

Varlık Mısr’ına geldiğimde,

Züleyha Yusuf’la birlikte değildi

Meleğin bana secde ettiği gün,

Baksana; Havva, Ademle birlikte değildi.

Ben yaşamaktan söz ettiğimde,

Mesîh Meryem’in teninde değildi.

Musa’mız Allah’la konuştuğunda,

Ortalıkta konuşan mevcut değildi. [40]

5. Seyyid İmâduddîn-i Nesîmî (ö. 838/1434)
Hurûfî şairlerden, aynı zamanda bilgin ve sûfî kişiliğiyle de öne çıkan, daha çok “Nesîmî” mahlasıyla bilinen Seyyid İmâduddîn Nesîmî-yi Huseynî-yi Şîrâzî hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler birbirinden farklılıklar göstermektedir. Doğum yeri bazılarına göre Şirâz, bir kısım tezkire yazarlarına göre Bağdat yakınlarında bulunan, mahlasını da adından aldığı Nesîm’dir. Şamâhî nahiyesinden olduğu ve Nesîmî-yi Şîrvânî diye de bilindiği de aktarılır.[41] Nesîmî, öğrenimini doğduğu şehirde, Şîrâz’da tamamladı. Tasavvuf konusundaki bilgilerini de burada aldı. Ardından seyahatlerine başladı. Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh-i Naîmî ile karşılaştı. Onun da teşvikleriyle bu gruba katıldı. Fazlullâh’ın önde gelen öğrencilerinden ve en ateşli takipçilerinden biri olan Nesîmî, onun en yakın adamları arasında yer almış hep beraberinde olmuştur. Bu yakınlığını, Fazlullâh’ın kızıyla da evlenerek güçlendirmiştir. Hurûfîlerin öldürülmeğe başlanması ve mürşidi Naîmî’nin de öldürülmesinden sonra Mîrânşâh’ın aracılığıyla Osmanlı topraklarına gelerek orada bir süre inançlarını yaymakla uğraştı. Ardından da Halep’e gitti. Bir süre Şîrvân, Kafkasya ve Bakü’de kalmış, orada Türkçe’yi de öğrenmiş olan Nesîmî, Türkçe şiirler de yazmıştır. Bazı tezkire yazarları, onu, yaşadığı çağın gerçek tek şairi, Batı Türkçesi’yle ilk şiir yazar şair olarak kabul ederler. Vahdet-i vucûd inanışını yaymada oldukça pervasız davrandığı gerekçesiyle zamanın yönetimi tarafından gözetim altına alındı ve hapse atıldı. Çıkarıldığı mahkemede derisinin yüzülmesi şekliyle öldürülmesine karar verildi. Karar, Mısır halifesinin onayından da geçince hüküm infaz edildi. [42] Gönülden inanıp yaşadığı inançlarını, heyecanlı ve içten kopup gelen duygularıyla çok açık bir dilde hiç çekinmeden dizelerine aktarmış, ancak bütün bunlar, ölüm fermanının çıkmasına ve idam edilmesine neden olmuştur. Muhalif inançları ve tanrılık iddiası vb. suçlarla itham edilen Nesîmî de, Hallâc-i Mansûr ve Aynul-kuzât gibi inançları uğrunda, kendi ifadeleriyle, sevgiliye kavuşmak için canını feda etmiştir.

Güle sevdalanan, dikenin sataşmasından korkmaz,

Sevgilinin yüzüne hayran kalan, başkalarından korkmaz.

Kendi başından geçmiş, cesaretli delikanlı,

Kan döken hançerden, darağacından korkmaz.

Mansûr gibi “Ene’l-Hak” diye haykıran,

Sırlardan habersizlerin kınamasından korkmaz.

Ey hazine ve mücevher arayan, düşünme yılanı;

Hazineyi ve cevheri götürecek olan yılandan korkmaz.

Sevgilinin yüzünün ışığına aşığım, korkum yok ateşten,

Gönlü yanık kelebek, ateşten korkmaz. [43]

6. Şuca-i Kâşî (ö. 981-987/1073-1079)
Kâşân’lı olan Şucâ-i Kâşî, görme engelli olduğu için “Şucâ-i Kûr” diye de bilinmektedir. Dili oldukça güçlü şairler arasında yer alan, özgün bir tarz sahibi Şucâ-i Kâşî, muhtemelen şiirlerinden birinde Kâşân ileri gelen yöneticilerinden birini hicvetmesi gerekçesiyle hapse atılmış hapisten çıktıktan sonra da aynı şehirde yaşamak istememiş ve İsfahân’a göç etmiştir. [44] Kaynaklardaki bilgilere göre; ya aşırı içki tutkunluğundan dolayı ölmüş ya da kendisini hicvettiği kişi tarafından öldürülmüştür. [45]

Koparırken aşk kemendini, dikkatli ol da bir gün;

Pişman olursan yaptığına, yeniden bağlayabilesin! [46]

Ey gönlü cehennem alevlerini yücelten,

Ey teni Nemrud ateşini arzularına ulaştıran,

Felek senin zulmünden geri dönmeğe niyetli,

Zaman seni def etmek için inkılap düşüncesinde. [47]




Üzüntülerle diz dize, acılarla iç içe, dertlerle baş başa,

Ölüm arkada, arzular önde, hasret kucakta,

Talih kendi derdinde, heves egemen talih yok,

El kısa, nefis emre uymuyor, gönül durmak bilmiyor. [48]

7. Ebu’l-Kâsım Emrî-yi Şîrâzî (ö. 999/1590)
Şah Tâhmâsb’ın (hük. 930-984/1524-1576) muasırlarından Ebu’l-Kâsım-i Emrî, Noktavî mezhebi bağlılarındandır. Sarayda belli bir makam ve mevki sahibi olmasına rağmen hükümdarın emriyle 973/1565 yılında tutuklanmış ve gözlerine mil çekilmiştir.[49] Şu rubaiyi gözlerini kör ettiren hükümdara göndermiş olduğu söylenir:

Kapadın ışık pencerelerimi hükümdar,

Zulümle uzaklaştırdın kendinden hükümdar.

Övüp durdum gece-gündüz otuz yıl seni ya,

Ödülüm bu muydu da, kör ettin beni.

Belli bir süre hapiste kaldıktan sonra birtakım aracıların destekleriyle özgürlüğüne yeniden kavuştu. Ancak 999/1590 yılında, Şâh Abbâs’ın yönetimde bulunduğu dönemlerde kendisini destekleyen müritleri ve takipçilerinin de yardımlarıyla Şîrâz’da çok büyük bir gösteri düzenledi. Güvenlik güçleri, ileri boyutlara varan muhalefet mitingini bastırdı ve Ebu’l-Kâsım-i Emrî tutuklanarak hapse atıldı. Daha sonra da kalemtıraş bıçağıyla vücudu parça parça edildi. Fikr ve Zikr, Mirâtu’s-safâ adlı eserleri vardır. [50]

8. Hayâtî-yi Kâşânî (ö. 1010/1601)
Gençliğinde şiirle tanışan ve edebiyat alanında iyi bir eğitim alan Hayâtî-yi Kâşânî, Kâşan’da ikamet etmekteydi. “Sakâyî” mahlasıyla şiir yazan şair, “Hayâtî-yi Sakâ” diye de bilinir. Noktavîlerle tanışıp dostluk kurunca Kazvîn’e gitti. Orada Şâh Tâhmâsb’ın (hük. 930-984/1524-1576) emriyle içlerinde bulunduğu grupla birlikte tutuklanarak hapsedildi (984/1076). İki yıl hapiste kaldıktan sonra bağlı bulunduğu gruptan ayrıldı ve özgürlüğüne kavuştu. Hapisten kurtulduktan sonra Şîrâz’a gitti. Orada bir yıl kaldıktan sonra 986/1578 yılında Kâşan’a ve oradan da Hindistan’a geçti. Cihângîr’in (ö. 1014/1605) sarayına girerek yakın adamları arasında yer almayı başardı. Ömrünün sonuna kadar orada kaldı. [51]

Sıkıntıda gönlüm, kurtar sine kafesimden rabbim sen onu,

Kurtar, nerede bir kafeste tutsak bir kuş varsa sen onu.

Unut arzularını, at onları bir tarafa,

Ne vuslatı iste, ne ayrılık derdini çek.

9. Muhammed Bâkır-i Hordeî (1038/1628)
Mevlânâ Muhammed Bâkır-i Hordefurûş diye de bilinen İranlı şair, Muhammed Bâkır-i Hordeî, şiirlerini “Bâkıre” mahlasıyla yazmıştır. Safevî hükümdarlarından Şâh Abbâs (hük. 996-1038/1588-1628) ile aynı çağda yaşamış şairlerden olan Muhammed Bâkır-i Hordeî, Kâşan’lıdır. Muhteşem-i Kâşânî’nin (ö. 996/1587) talebelerinden biridir. Gençlik çağında Noktavî tarikatından birinin etkisinde kalarak onların arasına katılmıştır. Şâh Abbâs’ın (hük. 996-1038/1588-1628) emriyle düzenlenen bir baskında grup üyeleriyle birlikte tutuklanıp (1001/1592) bir yıl süreyle hapse atılırlar. Bu sürenin bitiminde Şâh’ın huzuruna tek tek getirililer ve bizzat Şâh kendilerini sorgular. İçlerinden bir grup Şâh’ın kılıcıyla öldürülür. Sıra Muhammed Bâkır-i Hordeî’ye gelir. O, bu inanışa bağlanmasının gerekçesinin aşk olduğunu ya da Horasan bilginlerinin fetvalarıyla bu gruba katıldığını ve kendisinin bir suçu olmadığını ifade etmeğe çalışır. Bu arada Şâh Abbâs’ı öven bir kasidesini de savunmasına sıkıştırarak okur. Sonuçta bağışlanır. Daha sonra da bir yolunu bularak Hindistan’a kaçar. Muhammed Bâkır-i Hordeî, özellikle “Sâkînâme” türü şiirleriyle ün kazanmıştır. Toplam 7000 beyit şiiri vardır. [52]

Gece iniltilerimi, duydu da o bülbül,

O da benim gibi inlemeği öğrendi. [53]

Dertlerle dopdolu, kararsız bir gönlüm var!

İniltilerden daha üzücü bir gecem var!

Gel ey sâkî, ey kıblem benim, gel,

Gel, ey Eymen Vadisi’nin Tûr’u gel.

Bu camdan sen, gizliyi de açığı da gör;

Bırak gözlüğü de, canın yansımasını gör!

Gel sâkî, gören gözlerin kadehini,

Çevir bakalım, mutluluk sabahı erişti.

Ver bana kadehi, sabah yakamı tuttu,

Bahar havası, can damarımı tuttu.

Sanatıyla görünür insanın şerefi,

Neden babandan söz edersin ey oğul?! [54]

Özet

Daha önce iki bölümü yayınlanan “Fars Edebiyatında Habsiyye ve Şekvâiyye” adlı makalelerin bu üçüncü bölümünde; yaşadıkları çağın egemen güçleri ya da bir bireyi oldukları toplumların inançlarıyla örtüşmeyen düşünce ve inanışlarından dolayı cezalandırılmış, zindanlara atılmış, değişik şekillerde öldürülmüş şairler ve yazarlar söz konusu edilmektedir. Bu önemli kişilikler arasında; Nâsır-i Husrev, Aynu’l-Kuzât-i Hemedânî, Bâbâ Efzel, Fazlullâh-i Hurûfî, Seyyid İmâduddîn-i Nesîmî ve diğer bazı şairler yer almaktadır. Bu makalede; söz konusu şairlerin hayat hikayeleri, hapsedilme gerekçeleri ve şikayetlerini dile getiren örnek şiirlerine yer verilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Fars edebiyatı, hapis şiirleri, habsiyye, şekvâiyye.

The habsiyya a poem with dialing with the theme of imprisonment. The term occurs in the Persian tradition for the first time about the middle of the 6th/12th century in Nizâmî Arûzî’s Çahar Makâle. Although several Persian poets have composed poetry of this nature. The structure of the panegyrical kasida offered the possibility to take the theme as the subject of the prologue. The contents of the poems vary from complaints of the prisoner’s misery or less general terms. The models for prison-poetry set by Nāsır-i Khusraw have continuously influenced other poets who for one reason or another have had to undergo a period of confinement. Other poets have composed poetry of this nature; Aynu’l-Kuzāt-i Hamadānī, Bābā Afzal, Fazlullāh-i Hurūfī, İmāduddīn-i Nesīmī …

Prison poetry, habsiyyā, şakvāiyyā, Persian literature.

Konular