KONYA’DA MESNEVÎ DERSLERİ KİTAPLAR, TEZLER VE BİLİMSEL ETKİNLİKLER

Mevlevî an’anesinde Konya
dergâhına “Âsitâne” adı uygun görülmüştür
ve burası Celâleddîn Rûmî’nin merkadini
ihtiva ettiği için de “Ulu Eşik” olarak tavsif
kılınmıştır. Mevlevîliğin, ilgili bilim dallarının
mensuplarını ilgilendiren bir tarihi vardır.
Başlangıçtan belirli zamana kadar
dergâhların yaptıkları görevler incelenip
hükme bağlanır. Günümüze yakın zamanların
ise ayrı özellikleri bulunmaktadır. Bu
özelliklerin başında da “Meçhullük” ön
plânda gelir: Her şey meçhul, kim, ne,
nerede, ne zaman... Hepsi araştırma
beklemektedir.
Biz bu yazımızda beş yıldan bu yana Konya’da gerçekleştirilen bir faaliyeti
anlatacağız. Niyetimiz de haber vermekten çok, ilgilenmesi gereken kalplerde ve
akıllarda bir cümbüş meydana gelmesine çalışmaktır.
Dergâhlar ve Dergâhlar ve Mesnevî
Bilindiği gibi Mesnevî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin manzum bir kitabıdır.
Altı defterden meydana gelmektedir. Üzerinde çok çalışılmış, muhtelif dillere
çevrilmiş bu kitap, Mevlevî dergâhlarında da belirli bir terbiye içinde
okutulagelmiştir. Bunun, silsileye bağlı bir müsaadesinin de olduğunu bilmekteyiz.
Günde ne kadar okunurdu? Diğer kitaplar da aynı tarzda okunur muydu? gibi
soruları bir tarafa bırakırsak, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra bu âdetin
de yok olduğunu zannetmekteyiz. Bugün için, merasimden öte geçmeyen bir
Mevlevîliğin bulunduğunu da 17 Aralık’ta Konya’da yapılan faaliyetlerden öğrenmiş
bulunuyoruz. Halbuki Konya’da yüzlerce Mevlevî kökenli aile vardır, bu insanların
bir o kadarı da büyük şehirlerde bulunmaktadırlar. Ama hiçbiri “ne mensubiyet
ve ne de yol’da liderlik kavgasında” görev almamışlardır.
Mesnevî’nin dergâhta okutuluş sebebi, Kur’ân’ı ve Müslümanlığı tanıtmak
olsa gerektir. Çünkü burada, Kur’ân ve hadisler ile İslâm geleneği, hikâyeler arası-
na serpilmiş, okuyanı ve dinleyeni sıkmayan, istenildiği zaman bırakılırsa, yeniden
başlandığında fazla kayıp durumu göstermeyen parçalar şeklinde verilmiştir. Aileden
Farsça öğrenmesi üzerinde dikkatle durulan gençler, ilk mümareselerini, Sa’dî
Şirâzî gibi metinler yanında, Mesnevî’yi de okuyarak gerçekleştirirler. Fakat 1924’lü
yıllardan bu yana, Âsitâne’de böyle bir faaliyeti en azından biz bilmemekteyiz.
Verilen bilgilerden öğrendiğimize göre Türbe’de en son Mesnevîhan,
rahmetli Filibeli büyük âlim ve Dergâh Post-nişini Hüseyin Sıdkı Dede’dir. Onun
satıldığı için, değişik ellerde bulunan kitaplarını ve o güzel ta’lîk yazısını derhal
tanımaktayız. 110 yaşına kadar yaşamış olan Hüseyin Sıdkı Dede’nin kabri, Mev-
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
240
lânâ Dergâhı’nın güneyindeki eski adıyla Mevlevî Kabristanı, şimdiki yaygın adıyla
Üçler Mezarlığı’nda kuzey divara yakın bulunmaktadır. O bölüm, sanki bir Mevlevî
aileler kabristanıdır.
Cami Dersleri ve Mesnevî
1959-1960 yıllarında bir müddet Fatih’te kaldık. Çünkü Yüksek İslâm Enstitüsü
Fethiye/Drağman’da idi. Genelde Fatih’te namaz kılınca Çarşamba yolunu
izleyerek İsmailağa’ya oradan da okulumuza gelirdik. Cuma namazlarımız da
Sultan Selim Câmi-i Şerîfi’nde icra edilirdi. O tarihlerde haftada bir gün namaz
sonu bir bey Mesnevî okuturdu. Azmi Bey olduğunu öğrendiğimiz bu zatın adını
yıllar sonra “Hazmi” olarak hafızamızda düzelttik. Bu zat hakkında bazı bilgiler,
edebiyat ve tasavvuf tarihi kitabında bulunmaktadır. Pek çok dersi dinlediğimi
hatırlamaktayım. Ama zaman oldu bizim okulumuz oradan, ta Kabataş’a nakledildi.
Biz de bu dersleri izleyemedik. Hazmi Tura adlı bu büyüğümüzün dersleri ne
kadar devam etti bunları bilmemekteyiz.
Zaman geçti biz askere gittik. 1970-1972 senesinde Lüleburgaz’da bulunduk.
Burada bir grup esnaf ve tüccar vardı. Bu zatlar pazartesi ve perşembe günleri,
bir arkadaşlarını İstanbul’a Fatih Camii’ne gönderirlerdi. Bu giden zat Fatih
Camii’nde Seyyid Abdulhakim Arvâsî’nin yeğeni Cemal Efendi isimli bir âlimin
derslerini kaydeder, ilçeye arkadaşlarına getirirdi. O zaman kaset yerine makaralı
şeritler kullanan âletler vardı. Güç de olsa bu iş yapılmakta idi. 150 km. kadar
giden bu arkadaş iki ders kaydederdi. Birisi Kâdî Tefsiri dersi, diğeri ise Mesnevî
dersi. Sonra bu kişiler, Sokollu Mehmet Paşa Camii müştemilatından kirayla tutup
döşedikleri odalarında dersleri dinlerler ve ondan isteyenler de faydalanabilirdi.
Ben bu dersleri maalesef hiç dinleyemedim. Abdulhakim Efendi’nin oğlunun
va’zlarını birkaç kez dinledim. Onun Türkçe’sini ve şivesini bilmekteyim ama
Cemal Efendi’yi maalesef dinlemek nasip olmadı.
Herkes gibi biz de gençliğimizde Mesnevî’yi okuduk, tercümeden yapılan
bu okumanın sür’atli geçtiğini de zannetmekteyim. Yıllarca Farsça okuttuk, mecburi
olarak Mesnevî ile az da olsa ilgimiz oldu, fakat tamamını okutma fikrimiz
2000 yılına kadar hiç gerçekleşme imkânı bulamadı.
Hayreddin Karaman ve Farsça Öğrenimi Hayreddin Karaman ve Farsça Öğrenimi ddin Karaman ve Farsça Öğrenimi
İmam Hatip Okullarının ilk zamanlarında 4+3 şeklinde bir tertiplenme
vardı. Lise hükmünde olan son 3 yılda Arapça, Batı dili, Türk Edebiyatı yanında
Fars dili de okutulurdu. Daha bu sınıflara gelmeden Farsça öğrenimini aklına
koyan Hayreddin Karaman ağabey bir belediye başkanından: “Burada Kürt Arif
var, sen ona git, sana Farsça okutsun” irşadını alınca, kitapçılık yapan rahmetlinin
dükkanını boylamış. Muhlis Koner adlı bu reis, hem sülâleden ve hem de tek
ciltlik, kalınca bir Mesnevî şerhi bulunan lise felsefe öğretmeniydi.
Arif Etik, İplikçi Camii’nin - şimdilerde yıkılan- köşesinde kitapçı idi. Kendi
ifadesiyle “üzerinde bir kabz hali vardı”. Çok öfkeli ve huzursuz bu günlerinde,
Hayreddin Bey’e nasılsa ‘peki’ demiş. Beni aileden tanımasına rağmen dükkân
darlığını bahane ederek dersi tek kişiye inhisar ettirmiştir. Biz de kararlaştırdıkları
Zebân-i Fârisî adlı eserden bir adet bularak Hayreddin Bey’in talebesi olduk. Arif
Etik ne vermişse, o hafta o dersi bize de Hayreddin Bey okuturdu. Başka kimse
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
241
var mıydı? şimdi bunu hatırlamıyorum. Bu iş epey devam etti. Sonra okulda Fars-
ça’ya sıra geldi. Hayreddin Bey’in tavassutu ile Arif Etik E cetvelinden küçük bir
maaşla okulumuza Farsça öğretmeni oldu. Bu iş onun vefatından birkaç yıl öncesine
kadar devam etti. Son zamanlarında artık, Hoca etrafında yapılan propagandaya
kanarak: “Emin ol kardeş, Farsça yerine Osmanlıca okutulsa daha iyi olur...”
demeğe başladı, önce Farsça kaldırıldı yerine Osmanlıca kondu, sonra hepsi
birden kalktı.
Farsça’nın mecburi olduğu yıllarda ben de Farsça okuttum. Böylece Fars-
ça’mız nispeten diri kaldı. Ama yıllar boyu, bir camii dersinde Mesnevî okutma,
hatta bunu, Konya’da, Türbe’nin yakınında yer alan Sultan Selim Camii’nin dergâ-
ha bakan doğu tarafındaki mahfelde mütevazı bir şekilde, namaz sonu gerçekleş-
tirmek istedim: Hoparlörsüz, namaz kılanları rahatsız etmeden, sakince ve alçak
gönülle. 1970-1980’li yıllarda Kapı Camii’nde yaklaşık yedi arkadaş, haftanın her
günü, ikindi namazı sonunda, bir dinî ders olmak üzere Cami Dersi başlattık. Üç
yıl kadar sürdü. Tamamen isteğe bağlı olan bu faaliyetin 30-40 kişilik bir cemaati
de oluştu. Cami mensupları pek hoşlanmasalar da ders devam etti. 1990 senelerinde
Dursunfakih/Tahirpaşa Camii’nde Mişkâtü’l-Mesâbîh Muhtasarı okutmağa
başladık. Tek ciltlik, 1300 kadar hadis ihtiva eden bu eserin aslını bize Prof. Dr.
Hulusi Kılıç hediye etmişti. Çoğalttık, okuttuk. Sonra Hacıveyiszâde Camii’ne ve
Selçuk Eğitim Merkezi’ne naklettik, ama o da bir müddet sonra bitti.
Nihayet 2000 senesinin 27 Mayısında bir kurumun da isteğiyle Konya’da
Mesnevî derslerini başlattık. Bir iki olunca bu kurum işin içinden kendini sıyırdı.
Çünkü ders bitmiyordu, hoca da bırakmıyordu. Bugünlerde beşinci yılı içinde
olan derslerimizin, bu gidişle, Allah izin verirse Aralık ayına varmayacağını zannetmekteyiz.

Ticaret Odası’ Ticaret Odası’nda Mesnevî Dersleri Dersleri
Birbiriyle hiç ilgisi olmayan iki mefhumun bir cümlede bulunması insanı şa-
şırtabilir: Ticaret ve Mesnevî. Gerçi Peygamberimizi de tüccar olarak tanıtma
âdeti maşaallah çok yaygındır. Ama nasılsa biz kendimizi, Mesnevî okutmak üzere
Konya Ticaret Odası’nın “Meclis Odası”nda bulduk. Burası batı tarafa bakan pencereleri
olan, üzeri derimsi malzeme ile kaplı, tek kişilik masaların bulunduğu 60
kişi kadar alabilen bir oda/salon idi. Burada ilk derste 60 kişi kadar öğrenci geldi.
İş başladı, ama nasılsa bir müddet sonra derse katılım gittikçe azaldı. Bunu biz
normal karşıladık. Çünkü, bu dersi, birkaç seferlik reklâm malzemesi zannedenler
de zamanla ortadan kayboldular. İlk sefer girdiği teravih namazında, namazın
uzayıp gittiğini gören kişi, dışarıda bekleyen kardeşine şöyle demişti: “Bu iş beni
sardı. Ben biraz devam edeceğim, sen istersen git.” İşte bizim durum da aynen
öyle oldu: Bir işe başlanmıştı, Allah’ın izniyle sona erdirmek için bize düşen vazife
yapılmalıydı.
Cumartesi günü iki saate yakın ders yapıyoruz. Yaz ve kış saatlerine göre
durum ayarlanmakta, 12:30-14:00 veya 13:30-15:00 arasında ders yapılmaktadır.
Tabiî cumartesi günü olduğu için, Oda’nın resmî yönü kapalıdır. Sadece geceyi
orada geçiren ve devamlı değişen bekçileri veya gece nöbetçilerini tanıdık. Bir de
bazı salonlarıyla, abdest yenileyip sularını içtiğimiz lavabolarını. Cumartesi Pazar
günleri bina kış mevsiminde yanmadığı için, hatırı sayılır soğuk her zaman mevcut
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
242
olurdu. Resmî bir oda tahsisi olmadığı için de, ilk dört senede hayli sıkıntılar çektik.
Tabiî bu sıkıntılar önce dersi okutan kişi olarak beni sonra da talebeleri eğitti,
Türkiye şartlarını daha iyi tanır olduk. Gün oldu: “Mesnevî nire, Konya nire, Dünya
nire?” dediğimiz bile oldu. Ekonomik bir kurum ve biz neyin peşinde idik. Mensuplarının
haberleri bile yok. Ama bir buçuk yıldır, derse devam eden bir hanım
kızımızın pederleri sayesinde, artık çilemiz doldu, şimdilerde problemsiz bir şekilde
neresi gösterilirse orada dersimizi yapıp “Belki de kurumdan dahi hiç haberleri
olmayan, üyelikleri de zaman zaman hatırlarına gelen ticaret erbabına, kurumun
yetkililerinin yardımcısı olan zata, bekçilere sonsuz teşekkürler. Eğer onların nazik
muameleleri olmasaydı, biz beş yılda dünyanın kaç bucak olduğunu hâlâ da öğrenemeyecektik.
Allah onlardan razı olsun.
“Sizi bugün alamam.... Sizi bugün falan yere alabilirim” Bu sözleri yılda üç-
beş kez duyduk hâlâ da duyarız. Bunu bize söyleyen, genelde elleri eldivenli,
güzel giyimli bir baş garson bey olurdu. Biz kendisinin karşısına, saatimiz yaklaştığı
için birkaç öğrenci ile dikilir ve uzun uzadıya burada Mesnevî okuduğumuzu, bu
salonun tarafımızdan haftada bir kez bir buçuk-iki saatliğine işgal edildiğini anlatı-
rız. O zat da yüzümüze bakar, telâş içindedir, çünkü ziyafet verilmekte, onun
hazırlığı yapılmaktadır. Gelecek olan kim? Bir bakan veya yetkili bir genel müdür.
Hadi hemen kendisiyle konuşuvereceğimizi zannettiğimiz ve sadece televizyonlarda
görüp, belki de seçim öncesinde bazılarımızın ahbapça görüşüp konuştu-
ğumuz bir zat. Gel gör ki cumartesi günü, o saatte şef garson ile bakan ve bizim
aramızda o kadar kademeli belirir ki, oralara yaklaşmak bizim için mümkün olmaz.
Yemeğe falan katılmayacağız, sadece dersi bitirip gideceğiz. Ne ise bize gösterilen
yer neresi ise, orada büzülüp, çabucak dersi okutup, o anda o havaya tamamen
aykırı olan Mesnevî mi nedir? bunu bitirip, hemen kaybolmamız gerekir. İşte biz
de öyle yapardık. Ama bu şartlarda -sağlığımızı bozma pahasına- kendimizi, insanımızı,
insanlığı... daha neyi neyi öğrenme bahtiyarlığını elde ederdik. Çok şükür.
El-Hamdu lillâh. Şükür etmekten de korkarım, çünkü şükür, bu hallerin tekrarını,
çoğalarak tekrarını doğurursa, ama ona dayanamayız. Allah herkesin üzerinden
uzak etsin. “Bugün sizi şuraya alabilirim.” Aslında sen bizi hiçbir yere alamazsın,
hatta seni istihdam edenler de alamazlar ama ne yapalım, kader böyle.
Derslerin Muhtevası Derslerin Muhtevası
Beş yıla yaklaşan ders döneminde, muhteva zaman zaman farklılaştı. İlk
zamanlar 50 beyit kadar okurken, son zamanlarda bu 175 beyte kadar çıktı. İlk
zamanlarda, her beytin veya beyitler grubunun, İslâm ilimleri, tasavvuf, ahlâk ve
sosyal hayatımız açısından açıklamalarını yapar, oradan bize verilen görevi anlamaya
çalışırdık. Tabiî bu takdirde az beyit okunma durumu söz konusu olurdu.
Ama son derslerde, yine açıklamalar bulunmakla beraber, Mesnevî’yi tamama
erdirme isteği daha da ağır basmaktadır. Dergâhlarda nasıl yapılır? Eğer her gün
bir iki saat okunmak suretiyle Mesnevî dersleri yapılırsa 1 veya en geç 1,5 yılda
kitap bitirilebilir. Ama haftada bir veya iki ders suretiyle elbette dersler uzayacaktır.

Bizim derslerimizi okutan kişi, yıllarca Peygamberimizin hadislerini öğrencilerine
okutmağa gayret etmiş, dinî ilimlerle irtibatlı bir kişi olmasına rağmen, İslâm’ın
zühd hayatına veya -kelimeyi sevelim yada sevmeyelim- nazarî ve amelî
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
243
tasavvufa yabancı birisi değildir. Mevlevî edebiyatını mütehassısçasına bilmemektedir.
Kurumun tarihi, ricali ve eserleri hakkında da aşırı bilgisi yoktur. Burada en
önemli nokta, müteşerri’ bir tasavvuf mensubunun Mesnevî okutması. Sünnî
bilgilerle Mevlevîlik tarihini tanımağa çalışması. Muhterem Prof. Dr. Mustafa Tahralı’nın
kulakları çınlasın: “Mesnevî’yi, bir Molla Kasım mahkemesine de tâbi tutmadık”.
Fakat yanlış olanları da yanlış olarak anlatmağa gayret ettik. Çünkü, derslerin
bitiminde hep şu sözleri söylemek suretiyle, an’aneye uyuyoruz:
İn çoniyn fermud Mevlânây-ı ma,
Kaşif-i esrarhay-i Kibriya;
İyn ne cesamet o ne remselet one hab,
Vahy-i Hak vallahu a’lem bissavab.
“Mevlâmız, sır denizinin, ilâhî sırlar dünyasının kâşifi işte böyle buyurmaktadırlar:
Bu okuduklarınız ne rüyada tespit olundu, ne zar usulü bulundu, ne de fal
okları atılarak ortaya kondu. Bunların hepsi Allah’ın vahyidir, ama şurası unutulmamalıdır:
Doğruyu en iyi Allah bilir”. Biz yine Mevlânâ’nın sözlerine dayanarak,
vahy-i Hak sözünü, dâd-i Hak olarak değiştiriyoruz. Çünkü o, Peygamberlere
gelen vahyin dışındaki bir anlamda kelimenin kullanılmasına kesinlikle rıza göstermemektedir.
Belki de tarih içinde değişime uğramış bu beyti, daha munis tarzda
ifade ederek derse son veriyoruz. Burada öğrencimizi sık sık uyarmaktan geri
durmuyoruz: ‘Bu bilgiler yanlış da olabilir, doğru da. Ama doğruyu en iyi bilen
Allah’tır ve sonunda onun huzuruna varıp, hesaba duracağız.’
Bizim uygulamamız şunu göstermiştir: Bir kişi edebiyatçı ve tasavvuf âlimi
ise Mesnevî’yi okutması için malzemesi yeterli değildir. Mutlaka şer’î dersleri bilen
kişilerin, tasavvufta ve pek çok yan bilgiye âşina olanların, Dilbilim kanunlarını az
çok tanıyanların bu işi yapması daha da bereketli olmaktadır. İhtifallerde de bu
çok görülmüştür. Dinî ilimleri bilenlerin katıldıkları toplantılarda herkes Mevlânâ’yı
İslâm dinine bağlı bir veli olarak görür, tebliğler ağır başlı olur, aşırı beyanlardan
sakınılır. Mevlânâ dinler üstü âlemlere uçurulmaz. Çünkü, orada duruma itiraz
edip, doğruyu anlatacak ilim mensupları bulunmaktadır.
Öğrenciler Öğrenciler
İlk zamanlarda isim yazdırarak altmış kişi kadar talip derse geleceğini beyan
etmiş, bir süre de devam etmiş iken, işin devamı mümkün olmamıştır. Konya
üniversiteye sahip iken, teknik bilimler mensubu bir kişi dışında derse iltifat eden
olmamıştır. Arap-Fars ve Urdu dilleri öğrencileri olmasına rağmen, bu doğu dilleri
bölümlerinden derse katılım olmamıştır. İlâhiyat Fakültesi mensubu birkaç kişi
dışında bu fakülteden de derse katılım bulunmamaktadır. İhtifal düzenleyenlerden,
resmî zevâttan da derse katılım yoktur. En ciddi katılım, bir devlet memurundan
ve bir kaç ev hanımından gelmiştir. Hat sanatına gönül vermiş birkaç
öğrenci, Mesnevî derslerinin de en devamlı öğrencileri olmuştur. Bazan tahsilleri
hakkında bilgi sahibi olmadığım, ev kadını kardeşlerimiz derslere katılmış, zaman
zaman devam edememiş, yine de ara sıra derste görünmüşlerdir. Derslerin uzaması,
katılımcılar için en büyük engel olsa gerektir.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
244
Neler Kazandık? Neler Kazandık?
Öğrencilerle konuşmadım. Ama ben kendi hesabıma derslerden büyük
çapta fayda gördüm. Çünkü, fizik imkânsızlık bizi pek çok üzdü, sağlığımızdan
olduk, işimizi doğrultan bir ilgiyi hep bekledik, hiç bulamadık. Ama yine de Allah
razı olsun, bizi kapı dışarı eden olmadı.
Sabır öğrendik. Biraz pahalıya mâl olsa da. Toplumu, insanımızı ve özellikle
de idareci ve söz sahibi zümreyi tanıma fırsatı bulduk. Ayrıca, insanların dine,
kültüre, İslâmî kültüre, Mevlânâ’ya ve diğer bütün değerlere, propaganda gözü
dışında bir gözle, bir gönülle bakmadıklarını öğrendik. Beş yılda, özellikle Aralık
ayında, “Burada Mesnevî okutulurmuş? bu nemenem şeydir?” diyen bir meraklı
çıkmadı. Ciddi işlerin taliplerinin az olduğunu öğrendik.
Mesnevî sayesinde, Mevlânâ’nın bir yönünü tanımış olduk. Meselâ bize,
“Mevlânâ hoşgörüsü” sözü hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü biz, Mesnevî’de
Mevlânâ’nın normal insan gibi yerine göre öfkelendiğini, doğruyu söylediğini, hatır
gönül tanımadığını, tabiî ve fıtrî hallerini gördük. Dolayısıyla, böyle iddia sahiplerinin
onu tanımadığını, belirli bir hizmet için onu öne sürdüğünü, onu kullanmağa
çalıştığını gördük. Nakşî ve Ekberî an’aneye ve kültüre daha yakın olmamıza rağ-
men, Mevlânâ bizi sardı ve onun iyi tanınması halinde, Peygamberimizi daha içten
tanıyabileceğimiz inancı bir kat daha kuvvetlendi. Ayrıca şu fikir bizde iyice canlandı:
Ülkemizde İslâmî ilimlere hizmet edenlerin gönle, tasavvuf yoluyla ahlâkı
düzeltme görevi yüklenenlerin de ilme muhtaç oldukları. Artık “Zahir Uleması”
sözü birileri için söylenmesin. Artık tasavvuf mensubu olduğunu söyleyenler de,
beşik kertme usulle değil de ehliyetle irşad makamına otursun ve ilmin kudsiyetini
ön plânda tutsun. Çünkü, her iki kurumun da selefleri bu durumda idiler. Yani,
gönül ve ruh dünyası olmayan İslâm âlimi yaşamamıştır bu ülkede. Herkesin,
değişik anlamlarda bile olsa, bir rikkat dünyası olmuştur. İrşad postuna oturanlar
da, Allah’tan korkmuşlardır ve “Bu yolun bu kadar temiz olduğunu bilsem, kirli
ayaklarımla onu kirletmezdim” sözünü söylemişlerdir. Bu sözün sahibi olan fert,
ilimde, ahlâkta, irşada salâhiyette o kadar üst düzeyde o kadar yüksek ehliyette ki,
kemali ona bu sözü söyletti. Dolayısıyla, ilim amelle, amel ihlâsla, ihlâs ahlâkla
olgunlaşsa da, sonuç yine rızâ-i Bâri ile gerçekleşecek, ilâhî cezbe işi sonuçlandıracaktır.
Beş senemize mâl olsa da iyi bir iş olduğu kanaatindeyim. Edep dışı tavırlarımız
için, önce Allah’tan, Rasulullah’tan, büyüklerden ve Mesnevî sahibinden
özür beyan eder af dileriz.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
245
Kesin İnançlılar, Eric Hoffer
(Çeviren: Erkıl Günur)
İm, İstanbul 1998 (7. Basım), 204 sayfa.
ISBN: 975-7270-02-4
Doğan KAPLAN
“Bütün söylediklerim karşılıklı bir
sohbettir ve hiçbiri öğüt niteliğinde de-
ğildir. Bu kadar serbestçe konuşabiliyorsam
bu, başkalarını kendime inandırmak
zorunda görmediğim içindir.” Montaigne
Kitle hareketlerinin oluşumuyla
ilgili sayısız eserin kaleme alınmış olduğu
izahtan varestedir. Ancak burada
tanıtacağımız, Eric Hoffer’in orijinal ismi
The True Believer, Türkçe’ye çevrilen
ismiyle Kesin İnançlılar, türünün ender
rastlanan örneklerindendir. Nitekim New
York Times’ta kitap eleştirileri yazan Orville Prescott; bu kitabı özgün düşüncelerin
açıklanması alanında Niccolo Machiavelli (1469-1527)’nin Prens’inden sonra
yazılmış en cesur eser olarak tanıtmıştı.
Kitap, Amerika’ya göç etmiş Alman asıllı bir ailenin çocuğu olan Eric
Hoffer (1902-1983)’in ilk eseridir ve 1951 yılında yayımlanmıştır. Yayınlandığında,
bilim çevrelerinde egemen olan Freudyen eğilimleri sarsmış ve hayatının büyük
bir kısmını liman yük işçisi olarak geçiren Hoffer’in özellikle Amerika’da meşhur
olmasına neden olmuştur.
Hoffer’in amacı, ister dinî hareketler olsun, ister sosyal devrimler veya milliyetçi
hareketler olsun, bütün kitle hareketlerinin ortak özelliklerini ortaya koymaya
çalışmaktır. Bunu ortaya koyarken, hayatını kutsal saydığı bir amaç için feda
etmeye hazır olan kişi olarak tanımladığı Kesin İnançlı’nın aktif dönemini ele almış-
tır. Kitle hareketlerinin birçok ortak özellikleri olduğunu iddia eden yazar, bu
hareketleri bir bütün olarak görmekte, ancak aynı familya içerisinde hem yararlı
hem de zararlı ve yıkıcı unsurların bulunabileceğini kabul etmektedir (Önsöz).
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü (1-23) “Kitle Hareketlerinin
Çekici Yönleri” ana başlığını taşımakta ve “Değişiklik İsteği”, “Başka Bir İnsan
Olma İsteği” ve “Kitle Hareketleri Arasında Transfer” alt başlıklarını içermektedir.
Birinci bölümde yazar, kişilerin bir kitle hareketine katılmalarında, o hareketin
kişilerin yaşam koşullarında meydana getireceği değişikliğin önemli bir
güdüleyici olduğunu belirtmekte, XX. yüzyılda bu değişimi sağlayan hareketlerin
devrimci ve milliyetçi karakterde olduklarını söylemektedir (1-5). İnsanlardaki
değişiklik isteği onların gelecekle ilgili düşünceleriyle doğru orantılıdır. Buna göre
gelecekten korkan kişiler, muhafazakâr bir tutum takınırlar ve sosyal düzenin
değişmeden kalmasını arzularlar. Zenginlerin ve fakirlerin yollarının bu noktada
kesişmesi onların geleceğe ilişkin korkularından kaynaklanmaktadır. Bu aynı za-
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
246
manda var olanı korumak isteyen muhafazakârla mevcudu değiştirmek isteyen
radikal arasındaki temel farktır da (6-11).
Tüm kitle hareketleri taraftarlarını aynı tip insanlar arasından seçtiğine gö-
re; pekâla bütün kitle hareketleri birbirinin yerini tutabilir. Bir dinî hareket bir
sosyal devrime veya milliyetçi harekete dönüşebilir; bir sosyal devrim militan bir
gençlik hareketine veya milliyetçi hareket bir sosyal devrime dönüşebilir (19).
Kitabın ikinci bölümünde (27-68), “İnanç Değiştirmeye Hazır Kişiler” ana
başlığı altında “Yoksul Sınıf”, “Topluma Uyamayanlar”, “Aşırı Bencil”, “İmkânların
Çokluğu Karşısında İhtiraslı Olmak”, “Azınlıklar”, “Amaç Yokluğundan Kaynaklanan
Bunalım”, “Suçlular” konuları işlenmiştir.
Bir ulusun biçimlendirilmesinde etkili olanlar, o ulusun üst ve alt kesimlerini
oluşturanlardır. Bu anlamda orta sınıf olarak nitelenebilecek iki uç arasındakilerin,
toplumun şekillendirilmesinde pasif bir tutum içerisinde oldukları görülür.
Yazarın ifadesiyle en iyi ve en kötülerin topluma biçim vermesinin daha hafif bir
örneği konuşulan dil sorunudur. Bir ulusun saygıdeğer orta bölümü yazı dilini
kullanır. Yeni kelimeler ise okumuşlardan ve argo yaratan aşağı bölümden gelir
(27).
Yazarın, inanç değiştirmeye hazır kişiler olarak gördüğü ve kategorik olarak
sınıfladığı kişileri belki de Topluma Uyamayanlar adı altında genel bir sınıflamada
bulunabiliriz. Buna göre daha önce sahip olduklarını kaybeden Yeni Yoksullar ile
bir tür kölelik olan serflikten kurtulmak için 18. yüzyıl Fransız köylülerinin Fransız
Devrimi’nin çağrısına katılan köylülerin temsil ettiği Özgür Yoksullar, yaratıcı özelliklerini
kaybettiği için kendine güveni kalmamış Yaratıcı Yoksullar, hepsi de bir
kitle hareketine katılmaya potansiyel olarak hazır olan gruplardır (27-68).
Bugün Türk toplumunda da, bireysel olarak örneklerini çokça gördüğü-
müz, kadınların sosyal hareketlere katılmaya elverişli olmalarıyla ilgili yazarın şu
ifadeleri çok mânidardır:
“Kadınlar için evlenmek, bir kitle hareketine katılmaya benzer imkânlar yaratır,
yani onlara hayatta yeni bir amaç, yeni bir gelecek ve yeni bir isim (kimlik)
verir. Evde kalmış kızlarla artık evlilikte bir neşe ve tatmin bulamayan kadınların
can sıkıntısı, kısırlaşmış ve bozulmuş bir hayatın bunlara kendini hissettirmeye
başlamasında doğar. Kutsal bir amaca sarılmak ve enerjilerini bu amacın başarısına
adamak yoluyla, bu kişiler amaç ve anlam taşıyan yeni bir hayat bulurlar…” (64).
Bir kitle hareketinin temel karakteristiklerinden birisi de, harekete katılan
bireylerin birlikte hareket etme ve nefsinden fedakârlıkta bulunma özelliklerini
geliştirmek ve bunun sürdürülebilir bir özellik olmasını sağlamaktır. Kitle hareketlerinin
aktif dönemlerini işlediğini söyleyen yazar kitabının 3. bölümünü (69-151),
“Birlikte Hareket ve Nefsinden Fedakârlık” konusuna ayırmıştır. Bu bölümde
yazar, fedakârlığı artıran etkenleri işlemektedir.
Bireydeki kolektif bir topluluğun üyesi olduğu bilinci yani aidiyet duygusu,
doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir hayattan kurtulmanın yegâne yoludur. Bu, bir
dinin, ulusun, ırkın, siyasî partinin bilinçli bir üyesi olmak olarak tezahür edebilir.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
247
Stalin’in gizli polisi önünde korkan ve silikleşen kişilerin, affedildikten sonra,
Nazi orduları karşısında eşsiz kahramanlıklar gösterdikleri görülmüştür. Tezat
teşkil eden bu davranışlarının nedeni, Stalin polisinin Alman ordularından daha
zalim oluşu değil, Stalin’in polisi karşısında kendilerini sıradan bir Rus vatandaşı
olarak gören bu kişilerin Almanlar karşısında kendilerini şanlı bir geçmişe ve şanlı
bir geleceğe sahip büyük bir ırkın üyesi olarak görmeleridir (78).
Günümüzde marjinal sol fraksiyonların bağlılarına “öteki dünya” adına bir
şey vaat etmedikleri halde, bağlılarının kendilerini canlı bomba olarak feda etmelerinin
nedeni belki de, yazarın Uydur-İnan Etkeni dediği durumun devreye girmesidir.
Yani gözünü kırpmadan ölümün karşısına çıkabilmek için, uydurulan ve
inanılan soyut hakikat. Çünkü gerçek nefsimiz için, ne bu dünyada ne de öbür
dünyada uğrunda ölmeye değecek bir şey vardır. Ne zaman ki biz kendimizi
sahnede rol yapan bir aktör, (yani, gerçek olmayan kişi) gibi görürsek ancak o
zaman ölüm, korkunçluğunu kaybeder ve bir uydur-inan hareketi olur (80).
Bir kitle hareketinin başarılı olması ve kolektif bilinci sağlaması için, şimdiki
zamanın kötülenmesi gerekmektedir. Ulaşılması gereken bir hedef bir ideal vardır
ki, o kitle hareketi ortaya çıkmıştır. Öyleyse belirlenen hedefe ulaşabilmek için
ân’ın yerilmesi şarttır (82-92).
Birlikte hareket etmeye yarayacak etkenlerden birisi de bir öğretinin etrafında
örgütlenmektir. Ancak inanılacak öğretinin etkili olabilmesi için, anlaşılmaz
fakat inanılır olması gerekir. İnsanlar sadece anlamadıkları şeylerden kesinlikle
emin olurlar. Anlaşılır bir öğreti güçten yoksundur. Bir şeyi anladığımız zaman o
bize kendi içimizden doğmuş gibi gelir. Kendi özünü inkâr ve feda etmesi istenilen
bir kişi elbetteki kendi içinden doğmuş bir şeyde ebedî kesinlik göremez (97).
Kitabın dördüncü ve son bölümünde (153-194) yazar, “Başlangıç ve Sonuç”
adı altında önce bir kitle hareketinin meydana gelmesinde etkin rol oynayan
yazarlar, şairler ve konuşmacılardan oluşan söz ustalarına yer vermiştir. Söz ustaları
bir hareketin başlangıcında yer alan, hareketin temelini oluşturan kişilerdir.
Söz ustalarının ve eleştirinin bulunmadığı yerlerde, iktidarlar ne kadar kötü
ve başarısız olurlarsa olsunlar, kendi kendine çöküp gidinceye kadar yönetimde
kalırlar. Bir yönetim de ne kadar erdemli ve başarılı olursa olsun, eğer söz ustası
azınlığının desteğinin kazanmamışsa iktidardan düşebilir (155) .
Yazara göre söz ustası, bir kitle hareketinin doğması ve büyümesi için gerekli
olan ortamı, şu davranışlarıyla hazırlar:
1. Mevcut inançları ve kuruluşları gözden düşürüp halkın bunlara olan bağ-
larını koparmak yoluyla.
2. İnançsız bir hayat yaşamak istemeyen kişilerde dolaylı olarak bir inanç
susamışlığı yaratmak ve böylece bir inanç ortaya atıldığında, bu susamış kişilerin
kalbinde güçlü bir taraftarlık etkisi yaratmak yoluyla.
3. Yeni inancın öğreti ve sloganlarını ortaya çıkartmak yoluyla.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
248
4. İnançsız yaşayabilecek olgun kişilerin görüşlerini küçük düşürmek ve
böylece yeni aşırılık ortaya çıktığı zaman, bu olgun kişileri karşı koyma gücünden
yoksun bırakmak yoluyla (168-9).
Söz ustaları ortamı hazırladıktan sonra artık iş aşırılara kalmıştır. Gerçek bir
kitle hareketini ortaya çıkartabilecek asıl kişiler aşırılardır. Aşırı kişilerin olmadığı
bir kitle hareketinde, söz ustalarının fikir savaşı vererek meydana getirdikleri
hoşnutsuz hava, kolayca bastırılabilecek gayesiz ayaklanmalarla kendini tüketir
(170-173).
Aşırı kişiler bir kitle hareketi için bu kadar önemlidirler, ancak aşırıların ba-
şı boş bırakıldığı bir kitle hareketi de, hareketi temelden bozacak hiziplere ayrılmaya
teşnedir. İşte bu noktada o kitle hareketinin gereksinimi ideal eylem adamlarıdır.
İdeal eylem adamları tecrübeleriyle, öncülüğünü söz ustalarının, gerçekleş-
tirilmesini de aşırıların yaptığı bir kitle hareketini toparlama ve istikrara kavuşturma
görevini üstlenirler (175-179).
Uyuşuk toplumların uyanmasında ve modernleşmesinde kitle hareketleri
çoğu zaman önemli bir etken olmaktadır. Ancak iyi bir kitle hareketini kötü ve
zararlı olanından ayıran, o hareketin aktif döneminin ne zaman bitmesi gerektiğini
bilmesidir. Bunun en iyi örneğini Gandhi vermiştir. Aksi taktirde başlangıç itibariyle
iyi de olsa, eğer bir kitle hareketi aktif dönemini zamanında bitirmezse şiddet
ve zorbalığı da doğurur (180-194).
Eric Hoffer’in burada tanıttığımız bu kitabı, bizce kitle hareketlerinin anatomisini
eşsiz bir şekilde sunmaktadır. Eser, her ne kadar kesin tonlu iddialardan
da oluşsa, iddialarının kuramsal olarak sadece “açıklama”dan ibaret olduğu ve
kitabın XX. yüzyılın ilk yarısında kaleme alındığı unutulmadan okunması gerekli bir
yapıttır.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
249
“1. İlâhiyat Fakülteleri İslâm Hukuku Anabilim Dalı
Eğitim- Eğitim-Öğretim Mesel ğretim Mesel ğretim Meseleleri
Koordinasyon Toplantı Koordinasyon Toplantısı ve İslâm Hukuk Usûlünün sı ve İslâm Hukuk Usûlünün
Problemleri Sempoz Problemleri Sempozyumu”
(14-15 Mayıs 2004, Çorum) 15 Mayıs 2004, Çorum) 15 Mayıs 2004, Çorum)
Yrd. Doç. Dr. Halit ÇALIŞ
İlahiyat Fakültelerinde her bir
anabilim dalında hizmet veren öğretim
elemanlarının kendi aralarında bir araya
gelerek görüşüp tanışması, kaynaşması,
fikir alışverişinde bulunması, kendi iç
sorunlarını müzakere etmeleri, bilim dalını
ilgilendiren bir takım ilmî-fikrî konuları
tartışmaları amacıyla ihtisas toplantılarının
düzenlenmesi, yaklaşık on yıllık bir
geçmişe sahiptir. Hatta bu hususta bazı
anabilim dallarında, bir gelenek oluşturma
yolunda önemli mesafe kat edildiğini
söylemek mümkündür. İşte bu çerçevede
İlahiyat Fakülteleri İslam Hukuk Anabilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon
Toplantısı’nın ilki, oldukça geniş bir katılımla 14-15 Mayıs 2004 tarihlerinde
Çorum’da gerçekleştirilmiştir.
Aslında İslam Hukuku Anabilim Dalı ihtisas toplantılarının başlangıç tarihi
1997’ye kadar uzanmaktadır. Bu tarihte S.Ü.İlahiyat Fakültesi’nin ev sahipliğinde
ve her fakülteden bir temsilcinin katılımıyla bir toplantı yapılmış, bir sonraki yıl için
toplanma yeri (Kayseri) de belirlenmiş, ancak çeşitli sebeplerle bu girişim sürdü-
rülememiştir. Nihayet 2003 yılı sonlarında Bursa-Mudanya’da gerçekleştirilen
“İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Sempozyumu” vesilesiyle aynı fikir tekrar canlandırılmaya
çalışılmış ve ilk toplantıya ev sahipliği yapmayı Çorum İlahiyat Fakültesi üstlenmiştir.

İki gün süren ve bütün İlâhiyat Fakülteleri İslâm Hukuku anabilim dalından
asgarî bir öğretim elemanının –Konya gibi bazı fakültelerin tam kadro iştirak
ettiği görülmüştür- katılımıyla (toplantıya tamamı İslâm hukuku anabilim dalından
olmak üzere yaklaşık 70 öğretim elemanı katılmıştır) gerçekleştirilen koordinasyon
toplantısı ve sempozyum, iştirakçilerin ortak kanaatiyle organizasyon itibariyle
kusursuz bulunmuştur. Esasen bu nevi toplantılarda, ilgili anabilim dalında gö-
rev yapan öğretim elemanlarının bir araya gelmeleri, yeni yetişen genç nesil ile,
anabilim dalına yıllarını hatta ömrünü vermiş hocaların buluşması, tanışıp kaynaş-
ması, ihtisas toplantılarıyla hedeflenen temel amaç bakımından yeterli olmakla
birlikte, bu hususun bir sempozyumla zenginleştirilerek ilmî-fikrî tartışma ortamı-
nın da oluşturulması gayet isabetli olmuştur. Ayrıca sempozyum gündeminin, biri
anabilim dalıyla ilgili iç sorunlara, diğeri ise ilmî bir hususun tartışmaya açılması (bu
çerçevede iki tebliğ sunulmuştur) şeklinde belirlenmesi de yerinde bir tercih
olarak kaydedilmelidir.
Sempozyumda ikisi fıkıh usûlünün problemleri, birisi de İslam Hukuku
derslerinin lisans ve lisans üstü düzeyde okutulmasıyla ilgili problemler ve bunların
aşılma yollarıyla ilgili olmak üzere toplam üç tebliğ sunulmuştur.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
250
1. “İslâm Hukukunda Kaynak Kavramı ve Kaynaklar Hiyerarşisi Üzerine
Bazı Düşünceler”, Doç. Dr. Ferhat KOCA, G. Ü. Çorum İlâhiyat Fakültesi.
Ferhat Koca, tebliğ başlığında geçen kavramlarla ilgili bazı ön bilgiler
verdikten sonra, modern hukuk sistematiğinde kaynak kavramının içerdiği anlamlardan
(yaratıcı kaynaklar, bilgi kaynakları, yürürlük kaynakları) hareketle İslâm
hukukunda “delil” kavramının, “şer’î hükümlerin membaı” anlamıyla sınırlandırılmasının
daha isabetli olacağını söylemektedir. Bu tercihin gerekçesini de, “usûl-i
fıkıhtaki kaynaklar teorisinin bugünkü modern hukuk biliminin sistematiğine yaklaştırılması”
olarak açıklamaktadır. Bu çerçevede Koca’nın ikinci teklifi ise, “şer’î
hükümlere götüren rehber” anlamıyla kaynaklar teorisi içinde yer alan bazı delillerin
(kıyâs, istihsân, ıstıslâh, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerîa, istishâb), kaynaklar
içerisinden çıkarılarak, istinbât metotları veya istidlâl yolları gibi bir başlık altında
toplanmasıdır. Kaynaklar hiyerarşisini de, klasik anlayış doğrultusunda farklı açılardan
tasnif ederek özetleyen Koca, daha sonra kendisi İslâm hukukunun kaynaklarını,
Kur’an-ı Kerim, Sünnet, konulmuş hukukî metinler (kanun ve kanunnâmeler),
örf ve âdet, ilmî ictihâd ve doktrinler şeklinde sıralamaktadır.
Kaynaklar hiyerarşisinde başta yer alan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in içerdiği
hukukî hüküm veya normların, tarihsel ve evrensel olmak üzere iki kategoride
ele alınması gerektiği, tebliğde ön plana çıkarılan ana husus olmuştur. Bu ayı-
rımın zaruretine işaret eden Koca, Kur’an’ın evrensel ve tarihsel olan hükümlerinin
belirlenmesinde ölçüt olarak, İslâm dininin temel amaçları (makâsıd-ı şerî’a) ile
mukabeleyi önermektedir. Bu amaçlarla örtüşen cüz’î hükümler evrensel, böyle
olmayanlar ise, Kur’an’ın ilk muhataplarının şart, imkân ve ihtiyaçlarıyla sınırlı tarihsel
bir hüküm kabul edilecektir. Koca’ya göre Sünnet ise, milâdî yedinci yüzyılın
sosyal, siyasal, kültürel, coğrafî, antropolojik… şart ve imkânları içerisinde,
Kur’an’ın mümkün, mevcut ve makâsıd-ı şâri’e en uygun düşen yorum ve uygulamasıdır.

Acaba makâsıd-ı şâri kim tarafında ve nasıl tespit edilecektir? Bunun genel
ve objektif bir ölçütü var mıdır? Kur’an’ın genelinde ve umumiyetle normatif
düzenleme getiren âyetlerden sonra yer alan, “bunlar Allah’ın belirlediği ölçülerdir;
bu ölçülerin dışına çıkmayın” türü ifadeler nasıl anlaşılacaktır? Evrensel olduğu
düşünülen adalet, kolaylık, tedriç, iyi niyet gibi ilkelerden hareketle, bireylerin
birbirleriyle, toplum ve devletle ve en önemlisi Allah’la ilişkilerini şekillendirmesi
hususunda bütüncül bir sistem oluşturmak mümkün müdür? Ferhat Koca’nın
tebliğinde ifade edilen görüşler bağlamında bunlar ve daha sıralanabilecek bir dizi
soru cevap beklemektedir.
2. “İslâm Hukuk Usûlünde Anlam ve Yorum Metotları”, Prof. Dr. H. Yunus
APAYDIN, E. Ü. İlâhiyat Fakültesi.
Amacını, anlama ve yorum metotları konusunda bilgi vermekten çok,
bu çerçevede bazı tespitlerde bulunmak ve kimi hususları tartışmaya açmak
olarak ifade eden Apaydın, fıkıh usûlünün amacı, fonksiyonu ve imkanları hususunda
önemli tespitlerde bulunmuştur. Buna göre fıkıh usûlünün bir bilim olarak
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
251
ortaya çıkışı, nasları ilkten ve yeniden anlama biçiminde değil, sünnet tarafından
ortaya konulan mevcut anlamın tespit, muhafaza ve yorumlanması niteliğinde
olmuştur. Bu noktada anlam ile yorum farkına dikkat etmek gerekmektedir. Anlam,
Hz. Peygamber (s.a.) tarafından ortaya konulmuş ve tamamlanmıştır. Bu
noktada sünnet, doğru anlamın koruyucusu ve taşıyıcısıdır (es-sünnetü kâdiyetün
ale’l-kitâb); bize düşen ise, bu anlamı tespit, temellendirme ve yorumlamadan
ibarettir. Bunun için de, klâsik fıkıh usûlünün imkânları tüketilmeden -ki tüketilmemiştir-
yeni yöntem arayışları anlamsızdır.
Bundan sonra anlamanın, Hz. Peygamber’le sınırlı olup olmadığı, onun
anlamasının mahiyeti ve ne tür bir anlama süreci sonunda beyanda bulunduğu,
anlam-yorum gerilimi, ya da ideal-reel hüküm çelişmesi ihtimali gibi konuları
tartışma gündemine taşıyan Apaydın’ın tebliği ile ilgili olarak zihinlerde cevabı
beklenen/aranan soruların başında kanaatimizce şu husus yer almaktadır. Anlam
ve yorum farkı nasıl ortaya konulacaktır? Diğer bir ifadeyle anlamın bittiği, yorumun
başladığı noktayı belirlemeye yarayacak genel bir ölçüt var mıdır? Varsa
nedir?
Aslında genel anlamda İslamî ilimlerde yöntem arayışları hususunda, bu
arayışların sağlam bir zemine oturabilmesi için başka soruların da sorulması gerekmektedir.
Acaba sorun, mevcut anlamın yanlışlığı ya da yetersizliği midir, yoksa
klâsik usûl ilkelerinin gereği gibi işletilerek nasla vakıanın bir noktada buluşturulamaması
mıdır? Yöntem arayışlarında uygulama zaafının tesiri var mıdır, varsa
hangi orandadır? Buna bağlı olarak sorunun önemli bir yönünü birey ve toplum
hayatında dinin taleplerinin uygulanmasında görülen bir takım zaaflar teşkil ediyorsa,
yeni anlam ve yöntem arayışları; vakıayı meşrulaştırma (tebrîru’l-vâkı’),
modern değerlerle uyuşmadığı düşünülen bir takım yüklerden (!), ağırlıklardan (!)
kurtulma çabasından ibaret kalmayacak mıdır? Diğer taraftan mevcut anlam yanlış
ya da yetersiz ve yeni bir inşa ve yönteme ihtiyaç varsa, bu yeni faaliyetin doğruluğunun/sıhhatinin
test edileceği ölçüt ya da ölçütler nelerdir?
Kanaatimiz odur ki, anlam ve yöntem etrafında yoğunlaşan tartışma ve
arayışların sağlam bir zemine oturması ve sağlıklı bir ilmî-fikrî tartışmanın yapılabilmesi
için, öncelikle bu ve benzeri sorulara makul cevaplar verilmek durumundadır.

3. “İslâm Hukuku Dersinin Lisans ve Lisansüstü Düzeyde Eğitim-Öğretim
Problemleri ve Bunların Aşılması Yöntemleri”, Prof. Dr. Vecdi AKYÜZ, M. Ü. İlâhiyat
Fakültesi.
Akyüz’ün, kişisel tecrübeleri, müşahedeleri ve öğrencilerle yaptığı özel
görüşmelerden hareketle oldukça güzel bir sistematikle sunduğu tespit ve öneriler
son derece önemliydi. Aslında bu tespit ve öneriler, sırf İslâm Hukuku dersleriyle,
hatta İlâhiyat Fakülteleriyle sınırlı olmayıp topyekûn Türk eğitim sistemini
ilgilendiren tespit ve önerilerdir.
Problemlerin ve aşılma yöntemlerinin, lisans ve lisans üstü düzeyde ele
alındığı tebliğde, İlâhiyat Fakültelerinde Yeni Lisans ve İlköğretim Din Kültürü ve
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
252
Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği bölümünde okutulan zorunlu ve seçmeli derslerin,
kredi saatleriyle birlikte sunulduğu tebliğde, mevcut krediyle ve sıkıştırılmış müfredatla
İslâm Hukuku derslerinin ancak yüzeysel bir öğretiminin yapılabilmesinin
mümkün olduğu tespiti lisans düzeyinde dikkat çekilen ilk husus olmuştur. Onun
için kredi saatlerinin mutlaka arttırılması gerekmektedir. İlköğretim Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği bölümünde seçmeli ders olarak okutulan ve lise düzeyindeki
bir ders çağrışımı uyandıran Vatandaşlık Bilgisi dersinin, ya tamamen kaldı-
rılması ya da bu dersle amaçlanan hedefe uygun bir isim ve yöntem belirlenmesi
talebi de, tebliğde altı çizilmesi gereken tespitlerdendir.
Her konu; hoca, öğrenci, yöntem ve malzeme dörtlüsünün mükemmel
uyumuyla başarılı olabilir tespitinden hareketle şu hususların dile getirildiği
görülmektedir:
1. Hocalarla ilgili sorunlar: Ezberci bir anlayışa sahip olmaları, dersi öğ-
retme yerine kendini gösterme kaygısının öne çıkması, özellikle güncel konularda
netleşmeyen fikirlere sahip olmaları ve bunun öğrencide uyandırdığı olumsuz
izlenim, yeni kitapları izlememe ve okumama, tartışmaya kapalılık, öğrencide
okuma aşkı uyandıramama, ders dışı ilişkilerin azlığı.
2. Öğrencilerle ilgili sorunlar: Derse hazırlıksız gelmeleri, katılım azlığı ve
isteksizlik.
3. Derslerin işlenişi ile ilgili sorunlar: Hocalarla ilgili sorunlar olarak dile
getirilen hususların, dersin işlenişi konusunda da geçerli olduğu görülmektedir.
4. Ders kitaplarıyla ilgili sorunlar: Temel başvuru kaynaklarının azlığı ve
yetersizliği, hocaların her ders için kendi kaleme aldığı tek bir kitabı kullanması,
konuların işlenişinin sıkıcı olduğu, dil yönünden eskimiş tek tip kitap seçimi, kısa
yorumlu bibliyografya kitaplarının yokluğu.
Lisansüstü düzeydeki sorunlar ve aşılma yolları hususunda ise, hocalar
için ders icat edilmesi, ders ve hoca seçme imkânsızlığı, her hocaya ders verme
ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün formaliteci yaklaşımı dolayısıyla kredi saatlerinin
fazlalaşması gibi sorunlar dile getirilmiştir. Bunun yanında lisans düzeyindeki sorunlar
vesilesiyle işaret edilen, hocalar, öğrenciler, derslerin işlenişi ve ders kitaplarıyla
ilgili sorunların, lisansüstü düzeyde de büyük oranda geçerli olduğu görülmektedir.

“İyi yetişmiş ve değerli öğrenciler, hocalarını da yüceltirler” vurgusuyla nihayete
eren Vecdi Akyüz’ün tebliği, herkesin kendisine hitap eden bir yön bulabileceği
tespit ve önerilerle dolu idi.
Uzun soluklu bir yolculuğun başlangıcı olmasını temenni ettiğimiz “1.
İlâhiyat Fakülteleri İslâm Hukuk Anabilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon
Toplantısı ve İslâm Hukuk Usûlünün Problemleri Sempozyumu” vesilesiyle, bundan
sonraki toplantılarda dikkate alınacağı ümidiyle bazı kanaatlerimi serdetmek
isterim.
1. Bu toplantılar her yıl mutlaka düzenlenmelidir.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
253
2. Toplantı gündemi, bir iç meseleler, diğeri ise ilmî-fikrî bir konunun
görüşülmesi olmak üzere iki konudan oluşmalıdır.
3. İlmî konuların müzakeresi çerçevesinde bir yıl usûl, bir yıl furû’ konuları
ele alınmalıdır.
4. Sunulacak tebliğler önceden bütün fakültelerin anabilim dalı baş-
kanlıklarına gönderilmelidir.
5. Katılım hususunda sınırlama getirilmemelidir.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
254
Selçuk Üniversitesi Etkinlikleri
Kutlu Doğum Haftası Paneli
Kutlu Doğum Haftası
etkinlikleri çerçevesinde 5 Nisan
2004 tarihinde İlahiyat Fakültesi
Spor Tesislerinde çok sayıda
davetlinin katıldığı “Hazreti
Peygamberden Günümüze
Mesajlar” konulu bir panel
düzenlenmiştir. Prof. Dr. Abdullah
ÖZBEK başkanlığında yürütülen
oturumda Prof. Dr. Zekeriya
GÜLER, Doç Dr. Cem ZORLU ile
Yrd. Doç. Dr. Abdülkerim
BAHADIR konuşmacı olarak yer almıştır.
Oturum başkanı ÖZBEK, Hz. Peygamberin bedevi, başka bir ifade ile köylülük
düşüncesine sahip bir toplumda tebliğe başladığı ile ilgili bilgiler vererek bu
tür bir toplum yapısının temel özelliklerini şu ana başlıklar altında sıralamıştır:
Söylenenden ziyade söyleyene itibar edilir,
1. Otorite olarak kabul edilen şahsiyetlerin düşünce ve uygulamaları
sorgulanmaz,
2. Güçlü daima haklıdır,
3. Bu tür toplumlar “öteki” yaratarak varlıklarını sürdürürler,
4. İnsanları ırk, bölge ve içinde yaşadıkları sosyo-kültürel yapıya bakarak
değerlendirirler.
Söz konusu ana başlıkları tarihten örneklerin desteğinde açan Özbek,
cümlelerini Hz. Peygamberin bedevi değerlerin yerine tevhit inancının bir yansı-
ması olarak hak ve adaleti yerleştirdiğine dair değerlendirmesiyle bağlamıştır.
Birinci panelist olarak GÜLER, “Hz. Peygamber’in Mesajlarında Denge”
konulu konuşmasında, Peygamberin denge olgusuna yüklediği anlam üzerinde
durmuştur. İslâm’ın bir denge dini olduğunu özellikle vurgulayan Güler, dengeyi
“fert ve toplumların davranış tarzı olarak ifrat ve tefrit gibi iki aşırı uçtan uzak
durarak orta yol takip etmeleri” şeklinde tanımladıktan sonra, Hz. Peygamber’in
hadis ve sünnetinde dengeli ve istikrarlı bir kişiliğin oluşmasına yönelik öğüt ve
uyarılara dikkat çekmiştir. İslâm ahlâk sisteminin merkezinde denge unsurunun
hayati bir öneme sahip olduğunu; bilgi eksikliği ve sağlıksız din anlayışının, aşırılık
ve taşkınlığa yol açtığını ifade eden Güler, suizan, itham, baskı, sertlik ve kabalığı
dengesizliğin, yani ifrat veya tefritin dışa vuran önemli tezahürleri olarak tanımlamıştır.
Güler, konuşmasında hadislerden seçtiği örnekler yanında, özellikle ilk
dönem İslâm âlimlerinin tecrübe ve uygulamalarından kesitler sunarak önemli
tespitlerde bulunmuştur.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
255
İkinci panelist olarak BAHADIR, konuşmasında Hz. Peygamberin model
kişiliğini, yaşadığı sosyal çevre içinde ortaya koyduğu örnek tutum ve davranışlar
çerçevesinde ele alarak maddeler halinde açıklamalarda bulunmuştur.
Hz. Peygamberin kişilik özelliklerini,
• güçlü ve sağlam bir inanç,
• örnek şahsiyet nitelikleri ile
• güzel ahlak ana başlıkları altında;
güzel ahlak niteliğini ise, doğruluk, güvenirlilik, affedicilik, sabır, yumuşak
huyluluk, alçak gönüllülük, temizlik ve giyim-kuşamda titizlik alt başlıkları altında
ayet ve fiili sünnetten örnekler vererek açıklamalar getirmiştir.
Oturumun son panelisti olan ZORLU, konuşmasında Hz. Peygamberin liderliği
ile ilgili olarak yöneticilik açısından, bir devlet adamında bulunması gereken
bütün özellikleri taşıdığını, devlet işlerinde adaletle hareketettiğini, kanunlar karşı-
sında bütün insanlara eşit davrandığını, en yakın dostlarına bile bu konuda müsamaha
göstermediğini, adaleti sağlamak için son derece dikkatli olduğunu dile
getirmiştir. Zorlu, herhangi bir konuda karar vermeden önce yeterli donanıma
sahip olmasına ve her durumda Allah tarafından rehberlik edilmesine rağmen
istişareyi ihmal etmemesini, Hz. Peygamberin en belirgin yaklaşımları arasında
takdim etmiştir. Zorlu konuşmasını, “Hz. Peygamberin devlet yönetim anlayışı
çerçevesinde sahip olduğu özelliklerinden bir diğeri de, bugün revaçta olan “işe
adam değil adama iş” düşüncesinin tam tersine hareket ederek, görevleri ve
işleri ehil kişilere tevdi etmesidir.” sözleriyle tamamlamıştır.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
256
Geçmişten Günümüze Nusaybin Sempozyumu
27-28 Mayıs 2004 Nusaybin
Dr. Ahmet TAŞĞIN
Nusaybin’de Nusaybin
Kaymakamlığı tarafından
gerçekleştirilen sempozyum,
hem sunulan bildiriler hem de
organizasyonun kusursuzluğu
nedeniyle göz doldurdu.
Katılımcıların bir gün önceden
ulaştığı ve bir gün sonradan
ayrıldığı sempozyum
organizasyonu içerisinde iki gün
boyunca sunumlar, akşamları
halk müziği dinletisi dışında önce
Nusaybin şehir gezisi, iki gün sonunda da Suriye’de Kamışlı şehri gezisi düzenlenmiştir.

Sempozyum düzenleme kurulu yapmış olduğu organizasyonla Nusaybin’in
tarihi kültürel yerleri ve mutfağının tanıtımı hususuna ziyadesiyle dikkat ettiğini ve
programı da bu amaca matuf hazırladığını yapmış oldukları faaliyetleriyle göstermişlerdir.

Sempozyumun katılımcı sayısı ilçe ölçeğiyle düşünüldüğünde oldukça yüksekti.
Yurt içinden olmak üzere muhtelif üniversite ve çeşitli kuruluşlardan kırk
bilim adamı, araştırmacı katılmış ve katkı sağlamıştır.
Sempozyuma katılan katılımcıların, bir kısmı Nusaybin’i ilk defa görmüş-
lerdir. Özellikle Nusaybin üzerine araştırma yapan akademisyenlerin Nusaybin’de
bulunmak ve çevreyi gezip görmek, ayrıca Nusaybin üzerine araştırma yapan
bilim adamlarıyla tanışma fırsatını yakalamış olmanın heyecanı vardı. Doğrusu bu
heyecan bütün sempozyum boyunca kesintisiz devam etti. Çünkü Anadolu’nun
ücra bir yerinde bir ilçede düzenlenen sempozyumunun verimliliği dikkat çekecek
düzeydeydi ve beklentilerinin üzerindeydi. Bu bakımdan da katılımcılar azami
derecedeki memnuniyetleriyle ayrıldılar.
Sempozyum Halk Eğitimi kültür binasında iki gün tek salonda on oturumla
gerçekleştirilmiştir.
Sempozyum sunumlarının yapıldığı oturumların hazırlanışında Nusaybin
tarihinin ilk çağlardan günümüze şeklinde tarihi sıraya dikkat edilmiş. Bu nedenle
de tarihi dönemleri konu alan bildirilerin sunumlarının bitiminden itibaren sosyal,
kültürel ve dini yapısını konu alan sunumların yapıldığı bildirilere geçilmiştir.
İlk oturumdan itibaren ilk çağ tarihine ilişkin bildiriler sunulmuştur. Anadolu-Mezopotamya
tarihi açısından Nusaybin son derece önemli bir şehirdir özellikle
Nusaybin yakınlarındaki Girnevas tepesinde yapılan kazılarla bu döneme ilişkin
önemli bulgular elde edilmiş ve kıymetli eserler çıkarılmıştır. Yapılan kazılar Nusaybin
ve çevresi tarihine önemli katkı sağlamış ve bu döneme ilişkin karanlık
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
257
kalan noktaları aydınlatmıştır. Bu sunumları ise, 1990 yıllara kadar kazı yapan ekip
ve bu ekibin başında Prof. Dr. Hayat Erkanal yapmıştır. Prof. Dr. Hayat Erkanal
açısından bu kazıların önemi çok büyüktü çünkü bu tarihlerde yaptığı çalışmaların
birisinde kazı alanı yakınındaki arabalarına bomba konulmuş, kendisi ve öğrencileri
yaralanmış hatta bir öğrencisi kollarında vefat etmiştir.
Bir sonraki oturum İslam fetihleriyle başlayan döneme ilişkin bildirilerden
oluşmuştur. Bu oturumdaki bildiler, Peygamber, dört halife, Emevi, Abbasi dö-
nemlerini kapsamaktadır. Daha sonra Türkmen hakimiyeti ve Türk Devletleri
dönemini içine alan bildirilerle devam edilmiş bu süreç Osmanlı ve Cumhuriyet
ile tamamlanmıştır.
Önemli başlıklardan ve oturumu oluşturan konulardan birisi de şüphesiz
Nusaybin Akademisi olmuştur. Nusaybin Akademisinin tarihi, programı, hocaları,
faaliyetleri özellikleri çeviriler ki Yunanca eserlerin Süryanice ve Arapça’ya aktarılması
ile bunun İslam dünyasında düşünce tarihindeki etkilerini konu almıştır.
Bundan sonraki oturumlar Nusaybin’de dini-sosyal grupları içine almaktadır,
Süryaniler ve Yezidiler konulu bir çok bildiri sunulmuştur. Biliriler, bu topluluklar
açısından da Nusaybin’in önemi üzerinde durularak, Nusaybinli olan meş-
hur simaları, eserleri ve mimarisine değinilmiştir.
Nusaybin’deki Girnevas tepesi aynı zamanda cinlerin bulunduğu tepe olarak
literatüre geçmiştir. Özellikle Müslümanlar için Cin suresinde anlatılan cinlerin
buradan geldiklerine dair kimi rivayetlerin değerlendirildiği, Selmanı Farisi’nin
Makamı, Oniki İmamların torunlarından Zeynelabidin’in kabri ve bunun Anadolu
Alevileri üzerindeki etkileri gibi konulara yer veren sunumlar da olmuştur.
Bunların dışında Nusaybin el sanatları ve kültürel varlıkları üzerine yapılan
sunumlar Nusaybin bibliyografyasıyla tamamlanmıştır.
Nusaybin’de düzenlenen sempozyumda sunulan bildirilerin en kısa zamanda
kitaplaştırılacağı belirtildi, dileriz kitaplaştırılır da Nusaybin hakkında araş-
tırmacı ve akademisyenler tarafından sunulan bilgiler bir başvuru kaynağı haline
gelir.
Sempozyum Nusaybin Kaymakamı Ömer Ulu’nun göstermiş olduğu yakınlık
ve gayretlerle gerçekleştirilmiştir. Ömer Ulu, hem açılışta hem de kapanışta
birer konuşma yaparak sempozyumun yapılma gerekçeleri üzerinde durmuş,
sempozyuma katılarak katkı sağlayan bilim adamlarına ayrı ayrı teşekkür etmiştir.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
258
2004 Yılı Kutlu Doğum Haftası Etkinlikleri
“Hz.Peygamber’den
Günümüze Mesajlar”
Prof. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL
Kutlu Doğum Haftası
Etkinlikleri kapsamında S.Ü.İlâhiyat
Fakültesi tarafından 04.05.2004
Salı günü saat 14.00’de Süleyman
Demirel Kültür Merkezi Malazgirt
Salonu’nda “Hz.Peygamber’den
Günümüze Mesajlar” konulu bir
panel düzenlendi.
İslâm Tarihi ve Sanatları
Bölüm Başkanı Prof.Dr.Mehmet
Ali Kapar’ın oturum başkanlığını
yaptığı panele, İslâm Tarihi
Anabiilm Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr.Ahmet Turan Yüksel, Hadis Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.Mahmut Yeşil ve İslâm Hukuku Anabilm Dalı Öğretim
Üyesi Yrd.Doç.Dr.Halit Çalış katıldı.
Prof.Dr.Mehmet Ali Kapar, “Hz.Peygamber’in Çevresine Sunduğu Mesajlar”
konulu tebliğinde şu noktalara dikkat çekmiştir:
Hz. Peygamber 23 yıllık da’vet hayatı boyunca inzal buyurulan ayetlerle
insanları İslam’a davet etmiş, onları içinde bulundukları dalaletten ve yanlışlıktan
hidayete ve doğruluğa yöneltmiştir. O Ahzab suresinin 21. ayetinde bildirildiği
gibi Üsve-i Haseni= En Güzel Örnek olarak Beşer ve Peygamber sıfatıyla insanlara
örnek olmuştur. O Peygamber olarak İslam’ı tebliğ etmiş ve hayatı boyunca
getirdiği prensiplere muhalif bir davranış içinde olmamıştır.Hz. Peygamber bir
beşer olarak aile hayatında eşlerine karşı iyi bir koca, çoccuklarına karşı iyi bir
baba ve çevresindeki ashabına karşı da müşfik bir bir dost ve adil bir lider örneği
vermiştir. Eş, çocuk ve ashabıyla olmaktan ve onların hizmetini görmekten mutluluk
duyan Hz. Peygamber, onların yokluğundan ve sıkıntı içinde olmalarından
rahatsızlık duymuştur. O, çevresindeki insanlara inancıyla ibadetiyle ve davranışlarıyla
hayatı boyunca örnek olmaya devam etmiştir. O, aile hayatındaki sadeliği,
davet hayatındaki azim ve gayreti, yapılan kötülüklere sabrı ile ashabına örnek
olmuş, insanlar arasında birlik ve beraberliğin temini için bütün gayretiyle
çalmışmıştır. Rasulüllah’ın başarısının temelinde O’nun Allah’a güvenmesi ile
ailesinin ve ashabının O’na olan güven ve desteği yatmaktadır.
“Hz.Peygamber’in Çevresiyle İlişkileri” başlıklı bir tebliğ sunan
Prof.Dr.Ahmet Turan Yüksel, bu başlık altında Hz.Peygamber’in özellikle gençlerle
ilişkisi üzerinde durmuş ve şu noktalara temas etmiştir:
Hz.Peygamber, toplumun her kesimiyle ve bu arada gençlerle de yakın
temas halinde olmuştur. Hatta ilk müslümanlar incelendiğinde birkaçının elli yaş
civarında, birkaçının otuzbeş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluğun ise otuz yaşın
altında olduğu dikkat çekmektedir. Nitekim müslüman oldukları zaman Hz.Ali on,
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
259
Zübeyr b. Avvam on altı, Sa’d b. Ebî Vakkas on yedi ve Mus’ab b. Umeyr de
yirmi yaşlarında idi.
Hz.Peygamber gerek Mekke ve gerekse de Medine döneminde, genç
sahabilerden kabiliyetleri doğrultusunda değişik kademelerde yararlanmıştır.
Hicret esnasında yirmi iki yaşında olan Hz.Ali, konutanlığını yaptığı Hayber Fethi’nde
yirmi sekiz yaşında başarılı bir komutan olarak görev üstlenmiştir. I.Akabe
Beyati’ni takiben Medine’ye öğretmen ve tebliğci olarak görevlendirilen Mus’ab b.
Umeyr, yirmi beş yaşında idi. Onun çabaları Hicret öncesinde Medine’de İslâm’ın
yayılmasında önemli rol oynadı. Hz.Peygamber vefat ettiğinde daha yirmi bir
yaşında olan ve vahiy katipleri arasında yer alan Zeyd b. Sâbit, Hz.Peygamber’in
teşvikiyle İbranice ve Süryanice’yi öğrenmiştir. Hz.Peygamaber’in gönderdiği
davet mektuplarının çoğu onun kaleminde çıktığı gibi, Hz.Ebûbekir döneminde
Kur’ân-ı Kerîm’in mushaf haline getirilmesi gibi önemli bir görevi de icra etmiştir.
Bunların yanısıra Yemen’e hakim ve öğretmen olarak gönderilen Muaz b. Cebel,
bu esnada yirmi altı-yirmi yedi yaşlarında; Suriye tarafına ve Bizans üzerine gönderilen
ordunun komutasına getirildiğinde de Üsâme b. Zeyd, on sekiz yaşlarında
idi.
Kısacası, Hz.Peygamber, gençleri istismar etmeden bilgi ve becerilerine
göre değişik kademelerde istihdam etmiştir. Ayrıca onları Allah’a kul olarak bir
gençlik yaşamaları konusunda teşvik ederken, kötü alışkanlıklardan sakındırarak
beden ve ruh sağlıklarını korumalarını sağlamaya çalışmıştır.
Diğer taraftan Yrd.Doç.Dr.Mahmut Yeşil, “Hz.Peygamber’in Örnek Ahlakından
Kesitler” başlığını taşıyan tebliğinde, Hz.Peygamber’in temiz bir fıtratla
yaratılmış olduğuna ve sade ve kötülüklerden uzak bir hayat yaşadığına; zira onun
ahlakının temelinin Kur’ân-ı Kerîm olduğuna işaretle (“Sen büyük bir ahlâk üzeresin”
(Kalem sûresi, 6.ayet) şu noktaların altını çizmiştir:
Cenâb-ı Hak, son peygamber olarak gönderdiği Hz.Peygamber’e
Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiş, bu kitabı insanlara tebliğ görevinin yanında, onu açıklama
vazifesini de vermiştir. Bunu yerine getiren Hz.Peygmaber, tebliğ edip açıkladığı
mukaddes kitabı hayatında yaşayarak da bütün insanlığa örnek bir hayat
bırakmıştır.
Hz.Peygamber doğru, dürüst, güvenilir bir şahsiyet olarak yaşamış; sevg,,
şefkat, merhamet ve afvediciliği ile, cömert, misafirperver ve fedakar tavırlarıyla
herkese örnek olmuş; samimi, mütevazi, edepli, nazik, mutedil bir hayat tarzını
tavsiye etmiş; azimli, sabırlı, cesur ve her zaman adaletli bir yaşayışı bize miras
bırakmıştır.
Bu noktada, Hz.Peygamber’i tanımaya, mesajının özünü kavramaya çalışmak,
sadece ibadetlerimizde değil, hayatımızın tüm safhalarında örnek edinmek
için çaba sarfetmek, birer inanan olarak bize düşen sorumluluklardan bir tanesidir.

Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
260
Panelin son konuşmacısı Yrd.Doç.Dr.Halit Çalış, “Bireysel ve Toplumsal
Yanlışlıklar Karşısında Hz.Peygamber’den Ölçüler” başlığı altında sunduğu tebli-
ğinde şu noktalara işaret etmiştir:
Kur’an ve sünnet bir bütün olarak gözden geçirildiğinde, hiçbir zaman bireyin
toplumdan bağımsız düşünülmediği görülür. Bunun böyle olması da tabiidir;
zira bireyi ihmal ederek toplumsal huzuru sağlamak, toplumu dikkate almadan
bireyi mutlu etmek mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, ilk bakışta ferdî gibi
görülen hatta tamamen birey ile Allah arasında bir ilişki olarak değerlendirilen
hususların, mutlaka toplumu da ilgilendiren bir boyutu söz konusudur.
Hz. Peygamber toplumsal bir hayat yaşamış ve çevresinde olup bitenlere
asla kayıtsız kalmamıştır. Bu çerçevede zulüm ve haksızlığın önlenebilmesi, her
düzeyde adaletin ikame edilebilmesi için gerektiğinde erdemliler hareketlerine
destek vermekten de geri durmamıştır. Her söz ve davranış karşısında mutlaka
alınması gereken bir tavır bulunmaktadır. Bu çerçevede hayra destek olmak bir
görev olduğu gibi, kötülükler karşısında suskun kalmamak, zaman ve şartlara
uygun aktif bir tavır geliştirmek de bir görevdir. Bu noktada önemli olan, hangi
konumda ne tür bir tepki gösterilmesi gerektiğinin iyi belirlenmesidir.
Hz. Peygamber arkadaşlarına, kişiyi erdemli kılan, ona toplum ve Allah katında
itibar sağlayan yegane unsurun, bizzat kendi yapıp ettikleri olduğunu öğ-
retmiştir. Zira bunlar, kişinin bizzat kendi kazancıdır. Aykırı tutumlar karşısında
Allah Rasûlü’nün tepkisi sert olmuş, salt soy bağı sebebiyle bir müslümanın aşağı-
lanmasına asla izin vermemiştir.
Doğru yapmak yeterli değildir; aynı zamanda doğru anlaşılmayı sağlayacak
alt yapının hazırlanması ve gerekli hassasiyetin gösterilmesi de gerekir. Bu bağ-
lamda bireysel ve örgütlü hareketlerde ithamı bertaraf edecek açıklık/şeffaflık
temel bir ilkedir.
O’nun (s.a.), bireysel ve toplumsal yanlışlıklar karşısında bir mü’minin yerine
getirmesi gereken görev ve bunun ihmal edilmesi halinde karşılaşılacak olumsuzluklar
konusundaki şu buyruğu asla unutulmamalıdır: “Allah’a yeminle söylüyorum
ki, ya iyiliği emreder kötülükten nehyeder; zalimin zulmüne engel olur ve
onu hak yola getirirsiniz; ya da dua edersiniz de sonra dualarınız kabul edilmez.”
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
261
“Tarih, Hukuk ve Sosyal Açıdan
Vakıf Medeniyetimiz”
Paneli
Prof. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL

Konya Vakıflar Bölge
Müdürlüğü XXI. Vakıf Haftası
Etkinlikleri (10-16 Mayıs 2004)
kapsamında Kombassan Vakfı
tarafından 12.05.2004 Çarşamba
günü saat 14:00’de S.Ü.İlâhiyat
Fakültesi Konferans Salonu’nda
“Tarih, Hukuk ve Sosyal Açıdan Vakıf
Medeniyetimiz” konulu bir panel
düzenlendi.
Fakültemiz Din Sosyolojisi
Anabilim Dalı Başkanı ve aynı
zamanda Kombassan Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Bayyiğit’in oturum başkanlığını
yaptığı panele, İslâm Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr.Ahmet
Turan Yüksel ve İslâm Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr.Saffet Köse
katıldı.
Prof.Dr.Mehmet Bayyiğit, sosyal açıdan vakıfların tarihteki ve çağdaş toplumlardaki
işlevini ele aldığı “Sosyal Açıdan Vakıf” konulu tebliğinde sosyal politikalarımızın
manevi temellere ihtiyacı olduğunu, bunun da nispeten vakıflara, tarihteki
işlevine uygun ruh ve şahsiyet kazandırılması ve vakfın temelini oluşturan iyilik
ve hayır temayüllerinin canlandırılması ile sağlanabileceğini belirttikten sonra şu
noktalara temas etmiştir:
Bütün kurumlar değişen zaman ve şartlar içinde, yeni duruma uygun olarak
adaptasyon sürecinden geçmek zorundadır, yoksa işlevlerini kaybeder, varlıklarını
sürdüremezler. Diğer kurumlar gibi, vakıflar da bu süreçten geçerek, bazı
yapısal değişikliklere uğrarsa ayakta kalabilirler. Vakıfların kuruluşundan bu yana
geçen yüzyıllar, toplumların içine girdiği sanayileşme, şehirleşme, modernleşme
hareketlerinin yol açtığı, daha önceki zamanlarla kıyaslanması mümkün olmayan
değişme ve gelişmeler dikkate alındığında, bu kurumun ne kadar büyük yapısal
değişiklikler ve adaptasyonlar geçirmesi gerektiği daha iyi anlaşılacaktır. Ancak
böylelikle vakıflar, tarihteki rolüne uygun aynı ruh ve manayı da kaybetmeden
yeniden yapılanmalarıyla çağdaş topluma ve sorunlarına hizmetler sunan kurumlar
haline gelebileceklerdir.
Prof.Dr.Saffet Köse, “İslâm Hukuku Açısından Vakıf” başlıklı tebliğinde şu
konulara dikkat çekmiştir:
Vakıf Kur’ân ve Sünnet’in infak emrinin özellikle de “Sevdiğiniz şeylerden Allah
için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz” (Al-i İmrân, 3/92) ayetinin kurumsallaşmış
şeklidir. Tarihi süreç içerisinde özellikle Hz. Peygamber’in bizzat kendisi
ve sahabe’nin bu yolda attığı değerli adımlar daha sonrası için zengin birer örnekler
manzumesi oluşturmuş, İslâm Medeniyetinde vakıf kurumunun merkezî yere
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
262
oturmasının itici güçlerinden birisi olmuştur. Bu sebeple İslâm Medeniyetinin
Vakıf medeniyeti olduğunu söylemek bile mümkündür. Muhtaç durumdaki insanların
yanı sıra diğer canlıların güvenli sığınakları hep bu kurumlar olmuştur. Bu
konuda literatürde oldukça zengin örnekler mevcuttur.
Bazı farklı görüşler bulunmakla birlikte İslâm Medeniyet tarihinde vakıf
ebedîlik esasını öngören ictihada göre gelişmiş, bu sebeple vakfedilen malın gayr-i
menkullerden olması gerektiği -daha sonra ihtiyaçların zorlaması ve bu yönde bir
örfün gelişmesi sebebiyle menkul malların vakfına da cevaz verilmiştir- herhangi
bir sebeple müsadere edilemeyeceği, vakfedenin vakfiyede öngördüğü şartların
dışına çıkılamayacağı, vakfiyedeki esaslara aykırı davranmadıkça mütevellilerin
değiştirilemeyeceği esaslı birer prensip olarak kabul edilmiş bunun tabii sonucu
olarak vakıflar, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında kalmışlar ve fonksiyonlarını
rahat bir şekilde icra etmişlerdir. Esasen vakıf dini temelli kurumlar olduğu için
vakfiye şartlarına uygun davranıp hizmetleri devam ettirecekler için hayır dualar,
aykırı davranacaklar için de her kim olursa olsun ağır bedduaların konulduğu da
olmuş ve esasen bu, vakfın dokunulmazlığında önemli bir rol oynamıştır.
Bu konuyla ilgili örneklere tebliğde yer verilmiştir.
“Tarihi Açıdan Vakıf” başlıklı bir tebliğ sunan Prof.Dr.Ahmet Turan Yüksel,
bu başlık altında vakfın menşei ve tarihi seyri üzerinde durmuş ve şu noktalara
işaret etmiştir:
Vakfın bir kurum olarak nereden kaynaklandığı ve gelişimi konusunda ileri
sürülen görüş ve iddialar, İslâm Tarihi açısından da ilk vakfın Hz.İbrahim tarafından
Kâbe’nin ve Zemzem kuyusunun vakfedilmesiyle başladığı şeklindeki görüşlerle
birlikte, Hz.Peygamber döneminden itibaren vakıf İslâm toplumunun ve tarihinin
en önde gelen kurumlarından birisi olmuştur.
Bu anlamda Hz.Peygamber’in Medine’deki hurma bahçesini ve Fedek
hurmalığını hayır amaçlı vakfettiğini; Hz.Ömer’in de öz malı olan Semğ hurmalığını
vakfettiğini görmekteyiz. Bu şekilde başlayan vakıf kurumu, aynı şekilde Emevîler,
Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde varlığını artarak sürdürmüştür.
Özellikle Türk-İslâm tarihi ve medeniyeti bunun en güzel ve çarpıcı örnekleriyle
doludur. Örneğin ilk Müslüman-Türk devleti olarak kabul edilen
Karahanlılar döneminde Karahanlı Hükümdarı Ebû İshâk İbrahim b. Nasr Tamgaç
Buğra Han, bir vakıf medrese kurmuştur. Selçuklular döneminde de özellikle Şiî
Fâtimî hareketine karşı takip edilen sünnî siyaset kapsamında ülkeninin her tarafında
birçok dinî müessese ve özellikle medreseler tesis edilmiştir. Nizâmiye
Medreseleri burada özellikle zikredilmesi gereken örnektir.
Aynı şekilde Orhan Gazi’den başlayarak Osmanlı Padişahları, vezirleri,
zengin halk farklı alanlarda pek çok vakıf kurmuştur. Bu arada fethedilen yerlerdeki
vakıf eserlere de dokunulmamıştır.
Mütevelliler tarafından idare edilen ve nâzırlar tarafından kontrol edilen
vakıflar, Osmanlılar döneminde ilk defa 1587 yılında Harameyn Evkâf Nezâreti’nin
ve 1826’da da Evkâf-ı Humâyun Nezâreti’nin kurulmasıyla vakıfların idaresi
gerçekleştirilmiştir. Nihayet 1929 yılında çıkartılan 429 sayılı kanunla da Başkanlığa
bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
263
Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim
Elemanları ve İlköğretim
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Öğretmenliği Bölüm Toplantısı
Konya 1 – 2 Haziran 2004
Muhiddin OKUMUŞLAR
Her yıl farklı bir İlahiyat
Fakültesi’nde yapılan bölüm
istişare toplantısı, 2004 yılında
Konya Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde yapıldı. İki
gün süren toplantılarda özetle
aşağıdaki konular konuşuldu:
I.GÜN I.OTURUM
Öncelikle yirmi iki
ilahiyat fakültesinde devam
eden din eğitimi alanının alt
yapısını sağlamlaştırılması
gerektiği ve Din Eğitimi alanının
ilahiyat sahasına ait bilgileri dışarı
aktarmada en önemli alan ve araç olduğu belirtildi.
1. Bölümün hukuki statüsü,
2. Bilim dallarının neler olacağı,
3. Öğretim üyesi istihdamının olup olmayacağı tartışıldı.
Bir bilim dalının kurulması için gereken prosedürün, anabilim dalının bir
üst makama yani bölüme, böyle bir alt yapılanmaya ihtiyaç vardır diye yazı yazması
bölümün dekanlığa dekanlığın rektörlüğe rektörlüğün de YÖK’e yazması ve
onanırsa kabul edilmesi şeklinde olduğu ifade edildi. Buna karşın bilim dalının
oluşması için YÖK’ün kararına gerek olmadığı, üniversite kurul kararının yeterli
olacağı belirtildi.
Temel ilahiyat bilimlerinin dört yıl verilmesi, beşinci yılda ise ihtisaslaşmanın
söz konusu edilmesinin gerektiği ifade edildi.
Din Eğitimi anabilim dalının alt dallarının
1. Din Eğitimi
2. Din Eğitimine Giriş
3. Din Eğitimi Tarihi
4. Günümüz Din Eğitimi’nin Sorunları şeklinde ifade edilebileceği
belirtildi.
Din Eğitimi anabilim dalı altında bilim dallarının somut olarak belirlenmesinin
başarıyı tetikleyebileceği söylendi. Örneğin “Ahlak Eğitimi” diye bir dersin
olmadığı, Ahlak Eğitimi diye bir bilim dalı konulabileceği ve Din Eğitimi Teknolojisi
diye bir dersin düşünülebileceği ifade edildi. Bilim dallarının lisansta oluşturulacak
derslere göre değil, akademik çalışmalara göre şekillendirilmesinin, ayrıca
bu bölümlemeyi tüm ilahiyat fakültelerinin ortak kararla belirlemelerinin gerektiği
belirtildi.
Avrupa Birliği ve Orta Asya gerçeği göz önünde bulundurularak “Karşı-
laştırmalı Din Eğitimi” diye bir bilim dalının kurularak karşılıklı ilişki ve farklılıkların
ele alınabileceği ifade edildi. Yetişkinler (Yaygın) Din Eğitimi bilim dalının özellik-
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
264
le diyanette görev alacak arkadaşlarımızın yetiştirilmesi adına yararlı olacağı
belirtildi.
Ailede din eğitimi diye bir ders konulmasının gerektiği, çocuklarımızın
(öğrencilerimizin) zaten ileride anne-baba olacaklarını fakat iki saatlik derste
bunun verilmesinin mümkün olmadığı belirtildi. Bölümleme konusunda sadece
akademik bir açıdan mı, yoksa lisans eğitimi açısından mı bakılacağı tartışıldı.
Getirilen katkılarda on bir tane bilim dalı oluştuğu ancak onbir bilim dalı-
nı okutacak eleman sorununun ortaya çıkacağı ve iki saatlik din eğitimi dersinin
var olduğu ortamda on bir dersin nasıl okutulacağı konuşuldu. Din Eğitim Bilim
Dalı, Din Eğitim Tarihi Bilim Dalı olmak üzere resmiyette iki bilim dalı olduğu
belirtildi.
İlk önce ilahiyat fakültesinin bilim üreten bir yer mi, yoksa eleman yetiştiren
bir yer mi olduğuna karar verilmesi gerektiği belirtildi. İlahiyat programının
daha çok bilim amaçlı gibi göründüğü, ilahiyat bölümünde bilim adamı yetiştirilmesi
gerektiği, niçin din eğitimi dersine çok fazla yük yüklendiği ve Avrupadaki
yaşanan süreçlerde bu türden derslerde pratik olguların verilmesi değil, tanımlama
teorilerinin ortaya konulması gerektiği ifade edildi.
İlköğretim din eğitimi dersi içinde bilim konusunun ele alınabileceği, ilahiyat
programında temel, program, uygulama, yöntem ve tekniklerin ele alınabileceği
ifade edildi. Din eğitiminde içeriğin belirlenmesi kavramlara göre değil, ihtiyaçlara
göre belirlenmesi gerektiği belirtildi. İlahiyatta aynı zamanda diyanete
eleman yetiştirildiği için diğer kurumlarla ortaklaşa çalışmalar yapılması gerektiği
ve kısaca da olsa cami, okul, kuran kursu uygulamalarına yer verilmesi gerektiği
belirtildi. Bir insanı bir şeye zorlamak laikliğe aykırı ama ona bilgiyi aktarmanın
laikliğe aykırı olmadığı ve yasaların bize verdiği yetkileri iyi bilip öğrenciye iyi bir
şekilde verilmesi gerektiği belirtildi.
DİN EĞİTİMİ
I.GÜN II. OTURUM
Din Eğitimi Bilimi ile Din Eğitimi Dersi arasında bir ayrıma vurgu yapılmış-
tır. Din eğitiminin teorik tartışmalarının yanında pratik boyutlarının da ele alınması
gerektiği belirtilmiştir. Din eğitiminin, eğitim-öğretimle ilgili diğer bilim dallarının
sahiplenmediği problemleri de sahiplenmiş olması, iki saatlik din eğitimi dersi ile
bu problemlerin çözüme kavuşturulmasının ise mümkün olmadığı belirtilmiştir.
Gelişmelerden anabilim dallarının haberdar edilmesi gerektiği belirtilmiştir.
Din eğitimi dersinin pratik meselelere mi, yoksa teorik meselelere mi yönelik
olacağına karar verilmesi gerektiği ifade edildi. İlahiyat lisans eğitiminde eğitim
derslerinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan boşluğun bir şekilde doldurulması gerektiği,
eğitim derslerinin ortaya çıkardığı boşluğu din eğitiminin doldurması yönündeki
beklentinin sıkıntı meydana getirdiği belirtildi. Bilim dalının temel problemlerinin
(teorisinin, kaynaklarının, metodolojisinin) tartışılması gerektiği belirtildi. Lisans
düzeyinde ve üst düzey (vaiz, müftü gibi) görevliler yetiştirmek üzere bir programın
tesisine karar verildi.
Din eğitiminde ayrı bir bölüm açmanın YÖK’e kadar gitmesi gerektiğinden
bunun külfetli olacağı belirtildi. Tezsiz yüksek lisans programı üzerine konu-
şuldu. Toplam kırk sekiz kredilik bir ders yükünün olduğu ve bu derslerin meslek
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
265
dilini ve meslek derslerini anlamaya yönelik olduğu belirtildi. Beş-altı kişilik bir
komisyon kurularak İlahiyat Fakültelerinin yeniden yapılanması üzerine çalışılması-
nın, bu komisyonun çalışmalarının daha geniş bir platformda tartışılmasının ve
çıkan kararların dekanlar toplantısında karar haline dönüştürülmesinin gerektiği
konuşuldu.
Bu yapılanma programının sonunda istihdam garantisinin verilip verilmeyeceği
konusunda merak olduğu belirtildi. Bu tür toplantılarda diyanet temsilcisinin
bulunmasının gerekliliğine vurgu yapıldı. Diyanet’in yaptırdığı iki buçuk yıllık
hizmet içi eğitimin yasal olmadığı vurgulandı. Din hizmetleri alanında yüksek lisans
yaptırılması gerektiği belirtildi. Yüksek lisans konusunda diğer fakültelerle paylaşı-
mın yararlı olacağı ve Eğitim Fakültesi ve İlahiyat Fakültesi bulunan üniversitelere
dağıtılmasının uygun olacağı ifade edildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı veya Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bir Din Eğitimi
Danışma Kurulu oluşturulması önerildi. Meslek Yüksek Okullarının tekrar
açılması gerektiği ve bunun için takibatın yapılması gerektiği ifade edildi. Tezsiz
yüksek lisansın Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün bir kararı olduğu ifade edildi. Bu
programları açmak için girişimde bulunulması gerektiği belirtildi.
Anabilim dalıyla dersi karıştırmamak gerektiği, dersin sınırlı olduğu, ama
anabilim dalının kaliteli bilim adamları yetiştirdiği ifade edildi. Tek programla çok
amaçlı istihdamın din eğitimcilerinin işini daha da zorlaştırdığı belirtildi. Kurumlardan
gelen yazıların ilgili bölüme gönderilmediği söylendi. Pedagojik formasyonun
program dışına itilmesinin çok yanlış olduğu, yaygın eğitim için de gerekli olduğu
ifade edildi. Olayların bilimsel anlamda mı ele alınacağı, yoksa yaşanan pratik
sorunları mı ortaya koyup çözümleneceği ifade edildi. Konulan derslerin son
dönemlere konulduğu için öğrencinin din eğitimcilerini geç tanıdığını veya tanı-
madan mezun olduğu ifade edildi.
Amaç din görevlisi yetiştirmekse, onu yetiştirecek derslerin programa konulması
gerektiği, ancak şu anda diğer dersler yok diye din eğitimi dersine diğer
derslerin bütün yükünü yüklemenin anlamsız olduğu, bu nedenle de bu programın
eleman yetiştirmek için yeniden düzenlenmesi gerektiği belirtildi. Hitabet
dersinin dört saate çıkarıldığı ve adının “Meslek Bilgisi ve Uygulaması” olarak
değiştirildiği belirtildi.
İLS ve İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümü arasında
fark olduğu bu nedenle İLS’lilerin öğretmenliği biz alamadıysak biz de Diyanet
İşleri Başkanlığı için gerekli formasyon derslerini programımıza koyarız dedikleri
ifade edildi. Bunun gerek lisansa gerekse tezsiz lisansa konabileceği belirtildi.
Din eğitimcilerinin sorununun öğrenciye hedef gösterememek olduğu ifade
edildi. Hedef oluşturmak için de “Yaygın Din Eğitimi” diye bir program düzenlendiği
ifade edildi. Bu programın hedefinin din hizmetlerinin kalitesinin geliştirilmesini
sağlamak olduğu belirtildi. Tezsiz Din Hizmetleri Programının, müftü, vaiz,
din hizmetleri uzmanı yetiştirmek üzere iki yıllık bir program olarak öngörüldüğü
ve toplam kırk sekiz kredilik ders konulacağı ifade edildi. Bu programın üniversite
senatolarının onayıyla uygulamaya geçirilebilecek bir uygulama olduğu söylendi.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu uygulamaya hem merakla hem de mesafeyle
yaklaştığı ancak, din eğitimcilerinin sadece ilahiyat programını iyi vermesini ve
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
266
gerisine onların karışmamalarının gerektiğinin söylendiği ifade edildi. Tüm ilahiyat
fakültelerinde İlköğretim, Ortaöğretim, İmam Hatip Lisesi Öğretmenliği ve Din
Hizmetleri bölümlerinin olması gerektiği vurgulandı. Din eğitimcilerinin Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın desteğini yaptıkları işlerde daha çok görmek istedikleri belirtildi.
Din hizmetleri uygulamalarının yaygınlaştırılması gerektiği ifade edildi. Pek çok
eğitim fakültesinde tezsiz master programının uygulandığını, bu işi yürütmede
Ankara’nın sıkıntıya düştüğünü ve bunun paylaşılmasının gerektiği vurgulandı.
Bunun, bünyesinde ilahiyat ve eğitim fakültesi olan üniversitelere dağıtılması gerektiği
belirtildi.
İLKÖĞRETİM
II. GÜN I. OTURUM
Din eğitimi alanındaki çalışmaların etkili yürütülebilmesi için her fakültede
araştırma merkezi kurulabileceği ifade edildi. Bu merkezlerle fakültelerin ortaöğ-
retimleşiyor olduğu tarzındaki düşüncenin dayanaklarını ortadan kaldırma ve
böyle bir tehlikenin önüne geçilmesinin amaçlandığı ifade edildi. Din eğitimi anabilim
dallarının yükünün çok fazla olduğunu, bilimsellikle uygulama arasında sıkıntı
yaşandığını ve bu şekilde merkezlerin kurulmasının bu yükü azaltacağı belirtildi.
Bu merkezlerin ekonomik açıdan kurumsal olarak oluşturulmasının zor olduğundan
kurumsal olarak değil de internet ağında bir bilgi havuzu oluşturulsa daha iyi
olacağı konusu ifade edildi. Böyle bir bilgi havuzunun anlamlı olacağı, bu şekilde
bilginin paylaşılacağı ve böyle bir havuza her fakülteden bir elemanın destek
sağlaması gerektiği vurgulandı. Bu merkezin düşünülmesinde önemli olanın ilk
adımı atmak olduğunun ve bu merkezin hem araştırma hem de proje hazırlama
merkezi olacağı, aynı zamanda tüm fakülteyi kapsayacak şekilde olması gerektiği
belirtildi. Bu araştırma merkezinin misyonerlik faaliyetlerini de araştıracak şekilde
çalışabileceği ifade edildi.
Çorum’da Gazi Üniversitesi’ne bağlı Alevi-Bektaşi Araştırma Merkezi kurulduğu
ve Doç. Dr. Osman Eğri’nin başkanlığını yaptığı ifade edildi. SoktatesErasmus
çalışmaları çerçevesinde hazırlanacak projelerin kaynaklarının Avrupa
Birliği’nden alınabileceği ifade edildi. Bu kurulacak araştırma merkezinin proje
geliştirme merkezi mi yoksa, din eğitimi çalışmaları merkezi mi olacağı, bu konuda
bir komisyon oluşturulup bir yıllık süreç içerisinde neler yapıldığı ile ilgili bilgi
verilmesinin uygun olacağı belirtildi. Tübitak’ın bilgi pınarı adlı bir merkezinin
olduğu ve buna üye olunabileceği ifade edildi. Erasmus, Sokrates ve Leonardo da
Vinci dibi programların farklı bir işleyiş tarzı olduğu, ancak partner olunması durumunda
bu projelere dahil olunabileceği ve partner olmak için Tübitak’ın bilgi
pınarı sayfasında partner olmak istediklerine dair kişi ve kurumların talepte bulunabilecekleri
belirtildi. Din Eğitimi Araştırmaları Merkezi kurulabileceği belirtildi.
Selçuk ve Marmara Üniversite’lerinin bu işe başlamaları gerektiği ifade edildi.
İLKÖĞRETİM
II. GÜN II. OTURUM
Uygulama okullarının programının, öğrencinin tercihine bırakılması gerektiği
belirtildi. Öğrenciye çok fazla pratik yaptırmanın din eğitimcilerine yarar sağlayacağı
örnek olay ve drama örneklerinin öğrencilere fazlaca yaptırılması gerektiği
vurgulandı.
Kitap / Tez / Tanıtım
SÜİFD / 17
267
Sosyalleşme ve staj konularında öğrencilerin daha az sosyal olduğu belirtildi.
Okul deneyimi konusunda yapılan seminerde öğrencinin okula gitmeden
önce konuyu anlaması ve fark etmesi adına çalışmalar yaptırılmasının önerildiği
ifade edildi. Uygulamaya giden öğretim elemanlarının öğrenciyle beraber derslere
girmeleri gerektiği vurgulandı. Uygulama öğrencilerinin bağımsız hareket etme
alışkanlığını kazanabilmeleri için uygulama okuluna kendilerinin gitmelerinin önerildiği
ifade edildi. Öğrencilerden de uygulamayla ilgili rapor istenmesi gerektiği
ifade edildi. Öğrencinin gittiği okullara göre belirlenmesi gerektiği ifade edildi.
Okul deneyimi dersinde empatik tutumun önemine dikkat çekildi. Öğretmen
adayının kendini kimi zaman veli, kimi zaman müfettiş, kimi zaman öğretmen
yerine koymasının ve kendini zihnen derse hazırlamasının gerektiği ifade edildi.
Öğrenci grubunda bir kişiye başkanlık yaptırılarak müdürlük deneyiminin yaşattırı-
labileceği belirtildi. Acar Baltaş’ın görüşünün verdiği örnekleri yaşamdan seçmesiyle
ilgili olduğu ifade edildi.
Uygulama öğretiminde öğretmenin tecrübelerini öğretmen adaylarına aktarma
noktasında cimri davrananlar olduğu ve bunun giderilmesine yönelik Milli
Eğitim Bakanlığı ile işbirliğine gidilerek eski öğretmenlerin mesleki tecrübelerini
paylaşma konusunda hizmet içi eğitim kurslarına tabi tutulabileceği konusunun
önemi ifade edildi. Soyut konuların somutlaştırılarak anlatılması gerektiği ifade
edildi. Derslerde KPSS’ye yönelik konular seçilebileceği belirtildi.
Zaman zaman okul ziyaretlerinin olabileceği, diğer bölümlerdeki hocaların
din eğitimi sahasına alan bilgileriyle katkı sağlayabilecekleri ifade edildi. Yeni teknolojinin
öğrenciye kullandırılmasının onlara büyük yarar sağlayacağı belirtildi.
İlahiyat İ.D.Ö.P. deki Öğretim Teknolojileri ve Materyal Geliştirme dersinin uygulama
saatlerinde öğretmen adaylarının ürettikleri ders materyalleri Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde sergilenmiş, bölümün diğer öğrencilerinin de bu konuda
motivasyonlarının arttığının gözlemlendiği ifade edilmiştir. Teknolojinin öğrencilere
sunularak bu şekilde onların özendirilebileceği dile getirildi. İllerde öğretmenlerin
bir araya getirilip bir ilahiyatçı hoca tarafından onlara eğitim-öğretimdeki
yeni gelişmelerle ilgili seminer verilebileceği ifade edildi. M. Faruk Bayraktar
1986’dan beri din eğitimi toplantılarına katıldığını ve büyük aşama kaydedildiğini
ve bundan kıvanç duyduğunu ifade etti. Yapılan müzakerelerin son derece faydalı
olduğu ifade edildi.

İLİM YOLUNDA…

Konular