SALGI SALAMAYAN ÖRÜMCEK

‘Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz,
dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, aç gözlü
içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya.’**
Meşrutiyet’in ardından İranlılar’ın Avrupa
edebiyat ve kültürünü tanımaları Avrupai tarzda
roman yazma düşüncesini doğurmuştur. Ancak
gerek yazarların bu yeni türe hâkim olamamaları
gerekse halkın bu türe alışık olmaması
beraberinde arayışları getirmiştir. Arayışlar
romana göre daha kolay okunan, gerekli
mesajları daha kolay verebilen ve okuyucuyu
sıkmayan kısa hikâyeciliği ön plana çıkartmıştır.
Muhammet Ali Cemalzade’nin geçiş döneminin
belirleyici ismi olduğu bu akımın Sadık Hidayet
en başarılı temsilcisi olmuştur.
Hidayet’in eserlerini gerçekçi ve düşsel olarak
ikiye ayırmak mümkündür. Gerçekçi dediğimiz
eserlerinde yaşadığı zamanki İran toplumu
üzerine sosyo-politik hicivler, ikinci guruptaysa

*
Sadık Hidayet ölümünden önce kaleme aldığı
hikâyesinde annesinin salgı salamaz olması için beddua
ettiği yavru örümcek, annesinin bedduasının tutması
üzerine ağ örme yetisi kazanamaz ve hayatını devam
ettiremeyerek ölür. Hidayet’in burada hayatta kalması için
temel ihtiyacından yoksun kalan yavru örümcek
eğretilemesiyle anlattığı, hayatta kalmanın itici motoru
olan yaşam coşkusunu yitirmişliğindeki soluksuzluğudur. ** Kör Baykuş, Çev. Behçet Necatigil, YKY, İstanbul,
2001, s. 69
çocuklar için masallarla, geçmişe ve geleceğe
dönük mesajlar vardır.
Ana teması bu dünyada mutluluğun imkânsızlığı
olan eserlerinde göze çarpan alaycı karamsarlığı
dışavurumcuların yergilerinden çok daha katıdır.
Bu koyu karamsarlığı hiç de sebepsiz değildir.
1902’de doğmuştur. Nasıreddin Şah’ın
öldürülmesinden yedi yıl sonra ve Anayasal
Devrimin başlamasından iki yıl önce.
Devrimciler Tahran’ı ele geçirdiklerinde altı
yaşındadır, Birinci Paylaşım (Dünya) Savaşı
sona erdiğinde on beş, 1921 darbesinde on sekiz,
Rıza Şah iş başına geldiğindeyse yirmi üç
yaşındadır. Ülkesi, Rusya, İngiltere, Türkiye
(sonraları Türkiye’nin yerini Almanya almaya
çalışacak ancak Amerika tarafından bertaraf
edilecektir.) arasında bir çekişme konusu
olmasının ekonomiye yansımaları sonucu ülkede
yaşanan sefalet, kaymak tabakadan olmasına
rağmen onu derinden etkileyecekti. Tüm bu
karmaşaların getirdiği genel ümitsizlik hali
haksızlığa uğrayanlara ve ezilenlere ilgi
gösteren, güzelliğe, saflığa sonsuz arzu besleyen
Hidayet’i karamsarlığa sürüklemiş ve onun
körpe zihninde, tam da öğrenmeye o en elverişli
yaşlarında, tedavisi olanaksız yaralar açmıştır.
Dünya, bakışlarının değdiği her yer, bakışının
değmesiyle kabuğu kopup kanayan bir yerdir.
Yaşamı boyunca da ister yazsın ister başka bir
işle meşgul olsun bu karamsarlığından
kurtulamamıştır. Kafka’yı hatırlayalım, ne
diyordu: ’Yazdıklarım yaşadıklarımın yansımasıdır.’

1925’de Belçika’ya mühendislik eğitimi
görmeye gider. Aradığının bu olmadığını birkaç
sene içinde fark eder. Mühendisliğe yeteneği
olmasına rağmen, duygusal bir insan olan
Hidayet’e mühendislik mekanik ve insani
sıcaklıktan yoksun gelir; bırakır. Çok geçmeden,
bir pervane misali, sanatın büyülü başkenti
Paris’in edebi meclislerinin ışıltılarına
kapılacaktır. İlk eserini burada kaleme alır.
Gerçek üstücü hikâyelerinde, muhtemelen,
okuyup da etkilendiği yazarlar kadar Paris’te
yaptığı sohbetlerin de izleri vardır.
Paris, Hidayet’in gelişinden birkaç sene önce
başlayıp, geldiği günlerde hızla olgunluk çağına
yaklaşmakta olan bir akımı barındırmaktadır. Bu
akım Brenton ve Tzara’nın başını çektiği gerçek
üstücülüktür. Gerçek üstücülük Birinci Paylaşım
Savaşı’nda yaşanan kıyımların sebep olduğu
umutsuzluk ve tiksintiden doğar. Gerçek ile
gerçek dışı, gece ile gündüz, düş ile gerçeklik
arasındaki kabul edilmiş karşıtlıkları reddederek
aklın denetiminin dışında ve herhangi bir ahlaki
veya estetik kaygı taşımaksızın düşüncenin
kendini ortaya koyması amaçlanır. Ne var ki
Brenton, Tzara’yı temelsiz ve ileri boyutlara
taşan nihilist yaklaşımlarından dolayı kınar ve
onu insanlardaki intihar potansiyelini
tetiklemekle suçlar. O yıllarda edebi ortamlarda
en tartışılan konular olan gerçek üstücülük ve
dadaizmin, Hidayet’in gözünden kaçması
imkânsız görünüyor. O da Brenton’la Tzara
arasındaki tartışmada, tarafını 1952’de bir otel
odasında pencerelerini sıkı sıkıya kapayıp gaz
vanalarını açarak kesin bir şekilde
belirleyecektir.
Sadık Hidayet’in geçek üstücülüğü edebi bir tür
olarak seçişi sadece bu türe olan sevgisinden
değildir. Hidayet, gerçek üstücülüğün tanımında
yaşadıklarının etkisiyle kendisini, hayata bakışını
bulmuştur. Bunu, kendisini tam anlamıyla
aktarabileceği tek yol olarak görmüştür. Onun
gerçek üstücülüğü kahramanlarını içine soktuğu
problemlerde yüz yüze bıraktığı çıkışsızlıklarla
okuruna çıkışın imkânsızlığını vurgulamak için
seçtiği dekordur.
Yazın ve düşün alanlarında referans aldığı
yazarlar arasında en önemlilerden birisi
Hayyam’sa ötekisi Kafka’dır. O, Hayyam’da bir
anlamda kendini bulur. Onun var oluşun
kökenine yönelik nükteli üslubuyla olgulara
yaklaşımı arsında paralellikler kurar. Hayyam’ın
rubaileri ve hayatı üzerine çalışmalar yapar.
Kafka, Dostoyevski, Kierkegaard gibi yazarlarda
da kendi yazgısının belirtilerini görmüştür:
Yalnızlık, suçluluk duygusu, yaşamda
bulunamayıp umutsuzca sanatta aranan birlik ve
bütünlüğe duyulan açlık.
Otto Rank ve Freud’un ruh çözümlemelerinden,
psikanaliz çalışmalarından yoğun olarak
etkilendiği birçok yapıtından bellidir.
Hikâyelerinde id-ego-süper ego(bilinç dışı-ön
bilinç-bilinç) kavramları ve bunlar arasındaki
çatışmaların izlerini görmek mümkündür.
Hikâyecilikteki başarısını içerik açısından iyi
gözlemciliğine, insan doğasını tanımasına ve
engin entelektüel birikimine; şeklense, dile
hâkimiyetine, dildeki sadeliğine ve doğu batı
sentezini iyi dengelemesine bağlayabiliriz. O,
batı edebiyatına ait bir tür olan hikâyeciliği İran
edebiyatına adapte ederken evrenseli yakalamayı
becermiştir. Yani batılı bir halı dokuma makinesi
ile doğu ipliğini işleyip ortaya harikulade halılar
çıkarmıştır. Üçüncü dünya ülkesi aydını
komplekslerine kapılmamış, körü körüne
batıcılara hep mesafeli kalmıştır. Hindistan’a
giderek orda orta devir Farsça’sı olan
Pehleviceyi öğrenmiş, bu dille yazılmış kimi
önemli eserleri gününün diline çevirerek hem
büyük bir edebi hizmette bulunmuş, hem de
folklor konulu çalışmalarında kullanmak üzere
sağlam bir veri tabanı oluşturmuştur.
Kronoloji:
1902’de Tahran’da doğar. 1924’de ‘İnsan ve
Hayvan’ adlı kitabını bastırır. 1925, eğitimini
tamamlayarak Belçika’ya gider, oradan
Fransa’ya geçer. 1927 yılında Berlin’de
‘Vejetaryenliğin Yararları’ (Çeviren: Mehmet
Kanar, YKY, İstanbul, 1997), Tahran’daysa
‘Diri Gömülen’ (Çeviren: Mehmet Kanar, YKY,
İst. 1995) basılır. 1928, başarısız bir intihar
girişiminde bulunur.1930’da öğrenimini yarım
bırakarak İran’a döner; İran Ulusal Bankası’nda
çalışmaya başlar. 1930-36 arasındaki yılları
verimli geçer. ‘Moğol Gölgesi’ isimli tarihi
romanı, ‘Üç Damla Kan’ (Çeviren: Mehmet
Kanar, YKY, İstanbul 1999) isimli hikâye kitabı,
‘Alacakaranlık’ (Çeviren: Mehmet Kanar, YKY,
İstanbul 2001), Hayyam hakkındaki araştırması
‘Hayyam’ın Teraneleri’ (Çeviren: Mehmet
Kanar, YKY, İstanbul, 1999) ve kendi ruhsal
hayatının uzun bir öyküsü olan ‘Kör Baykuş’
(Çeviren: Behçet Necatigil, YKY, İstanbul 2001)
bu dönemdeki önemli eserleridir.1936’da
Hindistan’a gider. Orada Hinduizmle Budizm’i
inceler; Pehlevice öğrenip bu dilden Farsçaya
tercümeler yapar. 1940’lara gelindiğinde
Hidayet, karşımızda Tahran Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi’nde çevirmen olarak
durmaktadır. 1940’ların İran panoramasını çizen
ve hiciv eseri olan ’Hacı Ağa’ (Çeviren: Mehmet
Kanar, YKY, İstanbul 1998)’yı da o günlerde
kaleme almıştır. 1950’ye kadar çeşitli kültürel
faaliyetlerde bulunan Hidayet, bu yılın sonunda
gittiği Paris’te intihar eder ve orada toprağa
verilir.

Konular