FEYİZ

“Feyz”, çoğulu “fuyûz”, “efyâz”: “suyun çokluğundan dolayı çay gibi taşıp akması, akacak kadar çoğalması; suyun artarak akması; yukarıdan aşağıya doğru akış; ırmağın dolu dolu akması; kabın dolması; sırların artık saklanamayacak kadar çoğalması, birinin sırları içerisinde saklayamayıp dışarı vurması; ölmek, ruhu teslim etmek; sırrın açığa çıkması ve yayılması; haberin yaygınlaşması; gözyaşının akması; mecazî olarak: cömertlik, bahşiş, karşılıksız verme; lütuf; çoğalma, akan gür su; hızlı giden at” gibi anlamlarda kullanılan bir kelimedir. Aynı kökten “istîfâz: haberin yayılması”, “müstefîz: yayılmış haber” anlamlarını ifade eder.

Feyiz, tasavvuf edebiyatının en önemli, en derinlikli ve anlaşılması en zor kavramlarından biridir. Aynı zamanda “bulunmak, ortaya çıkmak…” gibi anlamlarda kullanılan “tecelli” ile de hem sözlük anlamı ve hem de kavramsal ve terimsel karşılıkları açısından birçok yerde yakın ve benzer anlamlarda kullanılır. Feyiz, “feyz-i akdes” ve “feyz-i mukaddes” gibi türlere ayrılırken; “tecelli”nin de “zatî tecelli”, “ariflerin gönüllerindeki tecelli” ve “ölüm sonrası hayatta tecelli” gibi türleri vardır.

Birinci tür tecelli: Allah’ın ezelî tecellileri, tasavvuf tarihinde Muhyiddîn Arabî (ö. 638/1240) tarafından öngörülmüş, tasarlanmış ya da daha öncekilerden alınan miras geliştirilip düzenlemiştir. Muhyiddîn Arabî eserlerinde yaratılış konusuna defalarca işaretlerde bulunmasına rağmen kelam bilginleri ve değişik dinlerdeki inanışlarda olduğu gibi onu “varlıkların yoktan var edildiği” anlamında kullanmaz. Ona göre yaratıcı ve onun isimleriyle sıfatlarının varlığı dışında hiçbir şey “var” değildir. İbn Sina (ö. 428/1037) ekolünde yaratılış, “evrendeki varlıkların var edilmesi”, İbn Arabî’ye göre de; ezelde yaratıcının bilgisinde var olan ve bir bakıma hakkın kendisi olan, ondan başka bir şey olmayan varlığın “ayân-i sabite”ye verilmesi, onların varlık evreninde ilahî zatın ortaya çıkışı anlamını ifade ederek var olmalarıdır. Bu anlamdan hareketle evren Allah’ın bilgisi açısından “kadîm”dir. Feyz-i akdes kavramı da bu tür tecelliyle örtüşmektedir.

İkinci tür tecelli: yegane varlık olan hakkın ilahî isimleri ve sıfatlarıyla değişik görünümlerde varlık evreninde tecelli etmesidir. Bu da feyz-i mukaddes makamını ifade etmekte ve onunla birçok yönden örtüşmektedir. bazı sûfiler ikinci tür tecelliyi; yaratıcının ariflerin gönüllerinde tecelli etmesi ve ariflerin onun en güzel ve en ihtişamlı sıfatlarını seyretmeleri olarak algılar ve bunun hakkın nurlarının etkisiyle ortaya çıktığını belirtirler.

Üçüncü tür tecelli ise; Allah’ın ahiretteki tecellileri ve feyizleridir. Kur’ân’da birçok ayette de tecellinin bu türlerine işaret edilir. Allah’ın ahirette kullarına görünmesi de sözü edilen feyiz ve tecelli kapsamında kabul edilir.

Tasavvuf terimi olarak feyiz; elde etme ve kazanma amacıyla herhangi bir şeyin ilham yoluyla, hiçbir zahmete katlanmaksızın kalbe yönlendirilmesi; kesintisiz hareket halinde bulunan ve fiilleri herhangi bir karşılığa dayanmayan zat; ilahî tecellinin ifade ettiği anlamla aynı anlamı taşır. Bu tecelli şekilsizdir ve belirlemesi ya da sınırlanması ancak tecelli eden zatın gücü kapsamındadır. Ayrıca feyiz, yine sûfî literatürde “cömertlik” anlamında da kullanılır.

İlahî tecellileri geniş bir kapsamda ifade eden feyiz, kesintisiz olarak bütün varlıklara eriştiği için Allah’a, cömertliğin mü­kemmel örneği olması gerekçesiyle “mebdeü’1-feyz” ve “feyyaz” is­mi de verilir. Varlıklar onun tecelli feyziyle var olurlar. Feyzin gelip gidişi, sürekli olarak yenilenmesi öylesine şaşırtıcı bir hızla gerçekleşir ki, hiç kimse bunun farkında bile olamaz. Gelişiyle gidişi sanki aynı anda gerçekleşiyormuş gibi son derece hızlıdır.

Muhyiddin-i Arabî, evrenin yaratılışını ve yaratıkların var oluşlarını feyiz yoluyla açıklar. Buradaki feyiz de “hakkın tecellisi”dir. Ona göre hakkın iki şekilde tecellisi vardır. Her varlık belli ve sınırlı yetileri ölçüsünde “feyz-i akdes” adı verilen ilk aşamada varlık elbisesi giyer. Ardından da kendisine hakkın tecellisine mazhar olacak yetenekler ve kabiliyetler verilir.

Yeni Eflatunculuk sisteminde çok kullanılan bir kelime olan feyiz: “evrenin Allah’ın güç ve gözetimi altında aşamalı, ancak sürekli olarak başka varlıkları da ortaya çıkarma özelliğine sahip olarak tekâmülü” anlamını ifade eder.

Bütün bilgiler ve varlıkların Allah’tan zuhur ve tecelli etmesi anlamında bir terim olan feyiz ve bu kökten türeyen fiiller “akmak, taşmak, dalmak” anlamında Kur’ân ve hadisler­de de geçer.

İlk sûfîler feyiz ve ondan türetilen “ifâze”, “istifâze” ve “tefeyyüz” gibi kelimeleri ta­savvuf terimi olarak kullanmamışlardır. Bu kavramı, “oluş” ve “varlığı açıklamak” üzere kullanan ilk mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî olmuştur. İbn Arabî, bil­gi ve varlık problemini “vahdet-i vücûd” inancı çerçevesinde açıklamak için feyiz terimiyle birlikte bunun iki şekli olan “feyz-i akdes” ve “feyz-i mukaddes” kavramlarına yer vermiştir. Ona göre Allah sürekli bağış ve lütuf sahibidir; her çeşit iyilik ve ni­met ondan taşıp gelir ve bu taşmaya “fe­yiz” veya “feyezan” denir.

İbn Arabî’ye göre bilgiler “kesbî, mükteseb: sonradan kazanılan”, ve “vehbî, mevhûb: Allah vergisi” olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah vergisi bilgiler, aklın idrak alanının üstünde olduğundan bunlara an­cak ihsan edilirse sahip olunabilir. “Füyûzât” denilen bu bilgileri, “zahir bilginle­ri”, “âbidler” ve “zâhidler” değil gönül ehli olan mükâşefe ve müşahede erbabı elde ede­bilir. Feyzin kaynağından ge­len bilgiler sırra, oradan ruha, oradan da nefse ulaşır. Peygamberler ve veli kullara gelen bilgi­ler de bu türdendir. İlahî feyiz kesintisiz olduğundan veliler aracılığıyla sürekli olarak insanlara ulaşır.

Mu­tasavvıflar feyiz sözcüğünden bütün bu bilgileri anlar; Bunları almaya “istifâze, tefeyyüz, ahz-ı feyz; vermeye de “ifâze” derler. İlahî feyzin insanlara ulaşmasında aracı olmaları itibariyle peygamberler ve veliler de feyzin kaynağı sayılır. Bazı bilginler de feyzin yaratıklara ulaşmasında meleklerin de aracı olduklarını ifade ederler.

İbn Arabî bir tek varlığın (Allah) bu­lunduğunu, var olarak görünen her şe­yin bu varlığın çeşitli görüntüleri oldu­ğunu söylerken de feyiz na­zariyesine dayanır. Ona göre bütün var­lıklar, belli bir kaynaktan çıkıp akan bir su gibi o varlıktan çıkıp akmaktadır. Her­hangi bir kesintinin söz konusu olmadığı bu akışta varlık her an kaynağına muh­taçtır ve her an ondan aldığı destekle varlığını sürdürmektedir. Bundan dolayı bir akışın eseri ve bir taşmanın so­nucu olan varlık da aslında bilgi gibi ilahî bir feyizdir. Dha önce de belirtildiği gibi İbn Arabî ekolünde büsbütün teknik ve son derece önemli bir terim olan Feyiz, biri “en kutsal (feyz-i akdes)”, di­ğeri “kutsal (feyz-i mukaddes)” olmak üze­re iki çeşittir.

En kutsal feyiz, “şeylerin ve yeteneklerin önce ilim, sonra da ayn mertebesinde var olmalarını gerektiren “öz sevgi (hubb-i zâtî)” tecellisinden ibaret­tir”. Bu tanımla, Hakk’ın Hak’tan başka hiçbir şeyin düşünülmediği en yük­sek seviyedeki “zât tecellisi”ne işaret edilir. Bu mertebede çokluğa imada bulunduğu için ilahî isimlerin varlığı bile söz konusu olmaz. En kutsal feyiz “Hakk’ın, zâtında zâtı ile zâtı için tecelli etmesi” anlamına geldiğinden dış evrende herhangi bir te­celliden söz edilmez. Bu feyz batınîdir. Bu tecelli “vâhidiyyet: birlik/teklik” mertebesinde kendini bilgi suretinde belli eder. Feyz-i mukaddes aracılığıyla ortaya çıkar.

Kutsal feyiz ise; en kutsal feyizde söz konusu olan “aynlar”ın yeteneklerinin dış dünyada ortaya çıkmasını gerektiren ilahî isimlerin tecellisinden ibarettir. Buna göre “kutsal feyiz”, “en kutsal feyz”e daya­nır. “En kutsal feyiz”le “a’yân-ı sabite” ve “aslî yetenekler” bilgi mertebesinde meydana gelir; “kutsal feyiz”le de bütün gerekleri ve nitelikleriyle “a’yân-ı sabite” dış dünyada ortaya çıkar.

Mutasavvıflara göre Hak’tan gelen fe­yiz (bilgi ve ruhsal zevk hali) “akl-ı evvel” de­nilen Peygamber aracılığıyla velile­re, onlar aracılığıyla da insanlara ulaştı­ğından müridlerin feyiz kaynağı mürşidlerdir. Mürşidin doğrudan doğruya akl-ı evvel vasıtasıyla Hak’tan aldığı feyze “ila­hî feyiz”, silsile vasıtasıyla aldığı feyze “isnâdî feyiz” denir. Müridin tarikata gi­rip şeyhten feyiz ve irfan almasına da “ahz-ı feyz: feyiz alma” adı verilir.

Allah’ın feyzi gerçekte evrene ve varlıklara iki farklı gerekçeyle erişir: bunlardan birincisi varlıkların yine kendilerine verilmiş olan yetenekleri sebebiyledir. Bu da “feyz-i mukaddes” aracılığıyla aktarılır ve varlıkların hizmetine girer. İkincisi de Zat-i İlahi’nin varlığının gerekçe oluşudur. Bu da bütün varlıklar ve onların donatıldıkları yetilerin “feyz-i akdes”in etkisiyle ortaya çıkmış eserler oluşundandır. “Feyz-i mukaddes” de “feyz-i akdes”e bağlı olduğu için sonuçta bütün her şey Zat-i İlahi’ye döner.

Feyiz kelimesi özellikle tasavvuf edebiyatında birçok tamlamada yer almakta, çok sayıda şair tarafından farklı anlamlarda kullanılmaktadır:
Feyz-i ebed/ebedî: sonsuz nasip ve kısmet; hakkın ardı arkası kesilmeyen, sonsuz lütfu.
Feyz-i ezel/ezelî: tanrısal vergi, tanrısal lütuf.
Feyz-i ilahî: tanrısal lütuf ve vergi.
Feyz-i hak: tanrısal lütuf.
Feyz-i rûhu’l-kudüs: tanrısal yardım ve yol gösterme.
Feyz-i amîm: herkesi kapsayan tanrısal yardım ve rahmet.
Feyz-i lem yezel: tanrısal lütuf ve yardım.


BİBLİYOGRAFYA:

Cürcânî, Seyyid Şerîf, et-Ta’rîfât, “feyz”, Beyrut 1983.
De Boer, Tj., “Feyz”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1998, IV, 589-592.
Dihhudâ, Ali Ekber, Luğatnâme-yi Dihhudâ, Tahran 1346 hş., “feyz”, XXXVII, 362-363.
Eraydın, Selçuk, “Feyiz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi/DİA, İstanbul 1988-2004, XII, 513-514.
Furûzanfer, Bedîuzzamân, Şerh-i Mesnevî-yi Şerîf, Tahran 1381 hş., III, 859.
Hâfız-i Şîrâzî, Dîvân-i Hâfız-i Şîrâzî (nşr. Muhammed-i Bihiştî), Tahran 1377 hş., s. 161.
Halebî, Ali Asğar, Mebânî-yi İrfân ve Ârifân-i Îrânî,Tahran1377 hş., s. 842.
Hurremşâhî, Bahâuddîn, Hâfıznâme, Tahran 1372 hş., I, 207, 572, 622.
İbn Manzûr, Lisânu’l-’Arab, Beyrut 1300 hk., I-XV.
Kedkenî, Muhammed Rızâ Şefî’î, Mantıku’t-tayr-i ‘Attâr, Tahran 1383 hş.
Lâhîcî-yi Gîlânî, Muhammed, Şerh-i Gülşen-i Râz, Tahran 1377 hş., s. 24-25.
Mu’în, Muhammed, Ferheng-i Fârsî, Tahran 1375 hş., I-VI.
Mu’în, Muhammed, Hâfız-i Şîrînsohen, Tahran 1375 hş.
Mütercim Asım Efendi, el-Okyânûsu’l-basît, Fî Tercemeti’l-kâmûsi’l-muhît, İstanbul 1230-1233. I-III, II, 440-441.
Pûrnâmdâriyân, Takî, Gomşode-yi Leb-i Deryâ, Tahran 1382 hş., s. 44-45.
Rağıb el-İsfehânî, Mu’cemu müfredât-i elfâzi’l-Kur’ân, Beyrut 1984.
Seccâdî, Ca’fer, Ferheng-i İstilâhât ve Ta’bîrât-i‘İrfânî, Tahran 1381 hş., s. 630-631.
Şemîsâ, Sîrûs, Ferheng-i Telmîhât, Tahran 1375 hş., s. 75.
Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâfu İstilâhâti’l-funûn, “feyz” Beyrut 1998, I-IV, II, 439-440.
Yesrîbî, Seyyid Yahya, Felsefe-yi İrfân, Tahran 1374 hş., 542, 546, 570.
Zemânî, Kerîm, Şerh-i Câmi-i Mesnevî-yi Ma’nevî, Tahran 1382 hş., I, 411; V, 423.
Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Costucû Der Tasavvuf-i Îrân, Tahran 1357 hş.
Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Erziş-i Mîrâs-i Sûfiyye, Tahran 1353 hş.

Konular